30 Temmuz 2011 Cumartesi

MAKALE/ GÜVENLİĞİN ÖNEMİ VE GÜVENLİKÇİNİN ÇALIŞMA SORUNU

Tzu Kung, ünlü filozof Konfüçyus’un öğrencisidir. Bir gün hocasına 'hükümet'i sorar. Hocası der ki: "Bir hükümet için gerekli olan şeyler, yeter derecede besin, askerlik araç gereçleri ve halkın hükümdarına güveni olmasıdır."
Tzu Kung: "Bunların birinden vazgeçmek gerekse, hangisi önce gelir?"
Üstadın cevabı: "Askeri araç gereç"
Tzu Kung, bir daha sorar: "Geriye kalan ikisinin birinden de vazgeçmek gerekse, hangisi önce gelir?"
Üstat bu defa şu yanıtı verir: “Yiyecekten vazgeçilebilir. Eskiden beri insanlar ölmeye yazgılıdırlar; ama halkın hükümdarına güveni yoksa o devlet ayakta duramaz."
Yönetim bilimci Abraham Maslow ise güvenliği, insan ihtiyaçları sıralamasında ikinci sırada sınıflandırmıştır. Ona göre güvenlik ihtiyacı; birinci sıradaki yeme içme gibi temel fizyolojik ihtiyaçların hemen ardından önem arz etmektedir. Maslow, insan ihtiyaçları ile ilgili 1943 yılında yazdığı bir makalesinde; insanların, can ve mal varlıklarının korunmasını istediklerini belirtmiştir. Doğası gereği özgürlüğü ve mülkiyeti seven insanlar, baskıya ve zorlamaya karşı kendilerinin korunmasını isterler.
Maslow, ikinci sıradaki güvenlik ihtiyacından sonra, üçüncü olarak sevgi ihtiyacını, dördüncü olarak saygı ihtiyacını, son olarak da ideallerini ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını saymıştır.
Günümüz hukuk ve siyaset adamlarına göre ise güvenlik; tehlikede bulunmama durumudur. Güvenlik; hukuk devleti için lazım gelen üç unsurdan biridir. Diğer ikisi ise insan hakları ve adalettir. Bu üç kavramdan herhangi biri diğerlerinin önünde veya arkasında düşünülemez. Çünkü birinin bile olmaması halinde hukuk devletinden söz edilemez.
Yukarıda belirtilen her üç yaklaşımda da güvenlik unsurunun insan yaşamındaki önemini idrak etmek pek âlâ mümkün görülebilmektedir.
Uzun süre aç ya da susuz kalınması, nasıl yaşamın sona ermesi anlamına geliyorsa, güvensiz ortamda yaşamak da, yaşamamak kadar anlam ifade etmektedir.
Ama ne var ki, güvenlik su gibi, ekmek gibi somut olmadığı için algılanması çoğu kere kolay olmamaktadır.
Bu durumda polis olarak bize düşen görev, halkın güven ortamında yaşamasını sağlamaktır.
Bugün, biraz özeleştiri yaparak baktığımızda, iyi bir konumda olmadığımız görülmektedir. Herkes 8 saat çalışırken biz 12 saat çalışıyoruz. Sözde daha faydalı olmak için.
Gerçeğin, hiç de öyle olmadığı bilinmektedir. Güvenlikçi, beden olarak iş yerindedir ama beyni belli bir süreden sonra hiç de orada değildir.
Bu durumun ayırtına varılması, polisin, öteki birçok devlet memuru gibi 8 saat çalışma esasına dönebilmesini sağlayacaktır.
Polisten, AB normunda görev yapması beklenmektedir. Ama öte yanda göz altına alınan şüpheli 7 metrekarelik yerde bekletilirken, noktada bekleyen polis memuru 2-3 metrekarelik kulübede görev yapmaktadır.
Polis, haftada 40 saat yerine 60 veya 72 saat çalıştırılmaktadır.
Anayasamız, çalışma ile ilgili 49’uncu maddesinde, Devletin, çalışanların hayat seviyesini yükseltmesi ve çalışanları koruması için gerekli tedbirleri alacağını vurgulamaktadır.
Ayrıca 50’nci madde, dinlenmenin, çalışanların hakkı olduğunu dile getirmektedir.
Bu durumda Anayasanın ve Devlet Memurları Kanununun, polis teşkilatı çalışanları için de geçerli olduğu unutulmamalıdır. Çünkü polis de sosyal insandır.

NÖBETTEKİ MESLEKTAŞIMA AÇIK MEKTUP

Sevgili Meslektaşım,
Dün yanından geçtim. Nöbet kulübendeydin.
İlerdeki taksi durağından gelen melodi etkilemişti anlaşılan. Yüzündeki ifade, o sıla şarkısıyla bir paralellik taşıyordu.
İlk gurbet yıllarındı. Şimdi her şey sana yabancıydı.
Çevre yabancıydı.
Arkadaşların yabancıydı.
Melodi kulağını tırmaladıkça ilk aklına gelen annen olmuştu.
Ama söz vermiştin. İlk maaşınla ona hediye alacaktın.
Sonra kardeşini anımsadın. “Uzak şehirlerde” diyordu senin için, annenle konuşurken.
Babanın seninle gurur duyup duymadığını aklından geçirdin.
Duymaz mı? Hem de ne kadar çok.
Hiç belli etmiyordu, değil mi?
Seni izledim bir süre. O küçücük kulübede. Ellerini ovuşturup nefesinle ısıtmaya çalıştın.
Şarkı devam ettikçe memleketini düşündün. O güzelim çileklerin nasıl da yeşilden kırmızıya dönüştüğünü anımsadın.
Can erikleri de öyle değil miydi?
Çevrenden ve sevdiklerinden ayrılmış, şimdi iki metrekarelik kulübende yeni yaşam biçiminle başbaşaydın.
Şarkı sözlerindeki hüzün, buruk acı olarak yansımıştı yüzüne:

Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki, acı içimde hancı
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı.

Sonra onu tanıdığın gün geldi aklına. Duyguların kabardığı bir bahar günüydü.
Sılada, yalnızlığın verdiği acı, onu düşündüğünde biraz da olsa hafifliyordu.
Henüz lisedeydi. Okulun dağılışı sırasında gördüğün günleri anımsadın. Güzelliğiyle, endamıyla arkadaşları arasında nasıl da fark ediliyordu.
Gözlerini sana doğru yöneltiyor, sonra da uzun siyah saçlarını öne doğru döküyordu.
Seni görüyordu. Ama bunu belli etmemeye çalışıyordu.
Ona ilk rastladığın günün şarkısıydı sanki şimdi hissettiklerin…

Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz.

Onu çok sevmiştin. Yaşamını paylaşabileceğin sevgiliydi o. Evde, iş yerinde hep onu düşünüyordun.
Onun da seni sevdiğini biliyordun.
Leyla’nın Mecnun’u sevdiği gibi.
Sevgin, şarkılardaki melodiyle o kadar bütünleşiyordu ki…

İnan, inan ki, kimse bana senin gibi bakmadı
Vallahi, billahi kimse beni senin gibi yakmadı
Leyla bile Mecnun'da böyle iz bırakmadı
Vallahi, billahi kimse beni senin gibi yakmadı.

Senin mesleğini seçmişti. Sevgini, annene ilettiğinde, annen de çok mutlu olmuştu. Gelin adayını çok sevmişti. Bütün sevdiklerinizin katıldığı düğün töreniniz çok renkli geçmişti.
Hayat su gibi akıyordu. İkinci görev yerinize atanmıştınız. Bebeğiniz her geçen gün biraz daha serpilip gelişiyordu. Eve gelişinizi fark ediyor ve gülücüklerle sizi karşılıyordu.
Biriniz Cesur Ali, diğeriniz Çevik Ayşe’ydiniz. Polis andına sıkı sıkıya bağlıydınız. Vatandaşa yardımcı ve müşfik olacağınıza söz vermiştiniz. Vazife uğrunda canınızı feda etmekten çekinmeyeceğinize namusunuz üzerine yemin etmiştiniz.
Toplum olarak hepimiz, “Gel, ne olursan ol, yine gel” diyebilen, “İncinsen de incitme” centilmenliğinde ve “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü” sevecenliğinde fikirlerin sahibi insanların dünyasını paylaşıyorduk.
Ama göstergeler farklıydı. Polis kayıtlarına bakıldığında memleketimizin o güzel insanları sevgiyi, hoşgörüyü bir çırpıda silip atabiliyorlardı.
Telsiz konuşmalarında da bunu anlamak mümkündü. Bazen muhabere trafiği o kadar yoğunlaşmaktadır ki, telsizlerin susması anormal gibi gelir insana…
İçindeki sözleri tek tek anlamasanız bile konuşmanın tonundan olayın cinsini ya da önem derecesini anlamanız mümkündür.
Eşinizin duydukları da onun kafasının karışmasına yol açmıştı. Büroda işlerini yaparken telsizdeki yüksek oktavdaki seslere kulak vermeden kendini alıkoyamıyordu. Bir ara senin adını duydu. Kafası iyice karışmıştı. Kendini işine vermek istedi.
Unutmak için.
Ama yapamıyordu. Kulak vermek istiyordu. Ama “Ya doğruysa” diye de dinlemekten vazgeçiyordu. Geçirdiğiniz o güzelim günler ve kreşteki çocuğunuz aklına geliyordu.
Dost bildiğiniz telsiz şimdi acı söylüyordu. Ve ateş düştüğü yeri yakıyordu.
Sevgili meslektaşım, cennet mekânda üzülmediğini biliyorum. Ve seni çok iyi anlıyorum. Çünkü bu yalan dünyada, yakalayıp gözaltına aldıklarını, yedi metrekareden küçük yerde bekletmemen istenirken, sen hep iki metrekarelik noktada görev yapıyordun.
Tayin, terfi ve özlük sorunlarının çözülememiş olduğunu söyleyip bundan fena halde sıkıldığını belirtiyordun. Şimdi daha da mutlusun. Tanrı katında bütün haklarını alacağına inanıyorsun.
İnan ki, sevgili eşine ve biricik çocuğuna sahip çıkacağız. Yüce devletimizin olanaklarıyla onların fiziksel yaşamlarının sürmelerini sağlayabileceğiz. Ama düşen ateşin yaktığı yer için sana söz veremiyoruz. Şimdi eşinin elinde, son yolculuğuna uğurlandığın günkü mavi çerçeveli fotoğrafın var.
Gözleri yaşlı…
Bıraktığına yanar gibi..
Onun dudaklarından dökülenleri senin de hissedebildiğini biliyorum.
Son gördüğümde penceredeydi.
Aynı melodiyi tekrarlıyordu:

Bırakma ellerimi, bırakma yalnız beni
Son defa seyredeyim o yaşlı gözlerini
Artık bülbül ötmüyor gül dolu pencerede
Yalnız hatıran kaldı boş kalan çerçevede. (2006)

SON YARIM YÜZYILDA NEREDEYİZ

Ülkemizin esas olarak çok partili rejimle 1950 yılında tanıştığı söylenebilir. On yıl sonra yaşanan askeri müdahale sonrasında 1961 Anayasası hazırlanmıştır.
Bu Anayasanın getirdiği geniş özgürlüklerin amaç dışı kullanılmasıyla öğrenci olayları baş göstermiştir.
Türk polisinin toplumsal olaylarla haşır neşir olması da o yıllara rastlamaktadır.
Daha sonra öğrenci olaylarına işçi hareketleri de eklenmiştir. Bu durum, polisin işini büsbütün güçleştirmiştir. İç güvenlikte yaşanan kaos sonucu 1971 yılında 12 Mart askeri müdahalesi yapılmıştır.
Problemin kaynağı olarak 1961 Anayasasındaki geniş hak ve özgürlükler görüldüğü için bu defa 1971 ve 1973 yıllarında Anayasaya özgürlük kısıtlayıcı hükümler getirilmiştir.
Buna rağmen artan sağ sol çatışmasının önüne geçilememiş ve 1980 yılında yeni bir askeri müdahale yaşanmıştır.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Türkiye 1984 yılında bölücü terör belasıyla karşı karşıya kalmış, gerek 1980 öncesinde, gerekse 1984 sonrasında ülkemiz onbinlerce insanını terörde kaybetmiştir.
Aynı dönemlerde güvenliği sağlamak adına polisimiz de yüzlerce şehit vermiştir.
O güvenlik ki, insanoğlunun ekmek ve sudan sonraki yaşamsal ihtiyacıdır.
Yani olmazsa olmazıdır.
Aslında bir iç güvenlik birimi olarak 1980 sonrasında araç ve gereçlerimizle, iletişim imkânlarımızla, fiziksel görünümümüzle epeyce yol kat etmiştik. Ancak gün geldi ki bunların tek başına yeterli olmadığı görüldü. Zira beyinsel ilerlemede de aynı paralelliği göstermeliydik. Anlayışlılık ve faydalılık kapsamında daha çok hizmetler üretebilmeliydik.
Aksine 1980 sonrasında meslek içi huzur daha da azaldı. Ast üst arasında iletişim eksikliği arttı. Yeterli düzeyde ekonomik doygunluk sağlanamadı. Ağır çalışma koşulları hafifletilemedi. Personel, şüphelinin düşünüldüğü kadar düşünülmedi. Teşkilat yasası bayatladı. Terfi ve atamadaki sistem iyileştirilemedi. Disiplin tüzüğü öcü gibi gösterildi. Angarya görevler devam etti.
Şimdi kısa bir süre için Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yıllarına gidelim.
Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre gibi değerleri o yıllarda görüyoruz. Onların gönül adamlığı bütün toplumu “insanlık adına” etkilemiş ve imparatorluk süper bir çıkış yakalamıştır. Üstelik iletişim olanakları bu denli etkili olmamasına rağmen gönül adamlarının mesajları ilgili yerlere o kadar etkili gitmiş ki toplum, tüm yönüyle dünyada örnek bir konum elde etmiştir.
Ancak yönetimde bozulmalar olması nedeniyle Osmanlı da gerileme dönemi başlamış, “hasta adam” durumuna düşmüş ve yerine, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur.
Polis teşkilatına da baktığımızda 1845 yılındaki kuruluşundan çok partili sisteme geçilen 1950’lere kadar başarılı çalışmalar yapılmıştır. Özellikle kurtuluş savaşında kahramanca mücadele veren emniyet mensuplarımız vardır.
Ancak 1960’lı yıllardan sonra ülkemizde baş gösteren siyasi çekişmenin getirdiği istikrarsızlık ortamı polisimizi olumsuz etkilemiş ve gerileme kaçınılmaz olmuştur.
Bugün yeni bir Atatürk yoktur. Yapmamız gereken en önemli şey iki elimizi başımızın arasına alıp düşünmektir.
Meslekte duygu bağı ile birbirlerine bağlı yeni gönül dostları yetiştirmemiz gerekmektedir.
Gönül, yüreğimizin bize bir lütfudur.
Akıl da beynimizin lütfudur.
Gerçek güzellikler gönül ve akıl süzgecinden geçtikten sonra daha da mükemmelleşmektedir. Gönül ve akıl birbirinden ayrı düşünülemez. Bilinmelidir ki, erdemliliğin adresi de orasıdır.
Polis teşkilatı mensupları, eski yıllarda olduğu gibi yakın geçmişte de çok büyük özverilerde bulunarak, önemli operasyonlar gerçekleştirmiş, çok büyük başarılara imza atmıştır. Çok sayıda şehit ve gazi vermiştir.
Büyük bir meslek aşkıyla bu uğurda bütünleşebilen meslektaşlarımız, ne yazık ki iç sorunları çözmede aynı başarıyı gösterememiştir. Burada ciddi bir çelişki görülmektedir.
Unutulmamalıdır ki, polisin iç sorunları ancak kendi içinde ve kendileri tarafından çözülebilir.

BİLGİSAYARDAN DAHA ÇOK YARARLANILMALIDIR

İlk insanlar, yerleşik düzene geçmeden önce, ağaçlardan meyve toplayarak ve avcılık yaparak yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Toprağın, bir üretim aracı olduğu anlaşılınca yerleşik düzene geçilmiş ve böylece tarım dönemi başlamıştır.
Daha sonra buharın gücü icat edilince sanayi dönemine geçilmiştir.
Dünya; tarım ve sanayi dönemlerinden sonra üçüncü büyük bir dönemin başlangıcındadır. Bu dönem için “bilgi çağı”, “bilgisayar çağı”, “iletişim çağı” gibi adlar kullanılmaktadır. Ancak anlaşılan o ki, en gerçekçi ad, “bilişim” çağıdır.
Bilişim, en yalın anlamıyla, bilimsel bilginin, elektronik aletlerle işlenmesidir. Sözü edilen elektronik aletlerin başında ise telefon ve bilgisayarlar gelmektedir.
O halde şu sonucu çıkarabiliriz:
Tarım döneminde itici güç topraktır.
Sanayi döneminde itici güç buhardır.
Bilişim döneminde ise itici güç telefonla bütünleşmiş bilgisayardır.
Böylece sanayi döneminde söz sahibi olan maddi sermayenin yerini, bilgi çağında donanımlı insan almıştır. Başka bir ifadeyle, kol gücü yerini, beyin gücüne bırakmıştır.
Türkiye’nin sanayi dönemini tamamladığını söyleyemeyiz. Ama Sayın Emre Kongar’ın belirttiği gibi “Sanayi dönemini tamamlayayım, sonra bilişim çağına geçerim” diye de bekleyemeyiz.
Bugün ülkemizde gençlerin, elektronik aletler konusundaki ilgilerinin fazla oluşu sevindiricidir. Belki de ülkemiz, elektronik aygıtları en iyi kullanarak sanayi devriminde kaybettiği zamanı daha çabuk yakalayabilecektir.
Matbaa konusunda yaptığımız yanlışlığı bilgisayar konusunda yapmamalıyız. Osmanlı’nın matbaayı 300 yıl kadar gecikmeli kabul edişi, reform yapamamasına neden olmuştur. Bu da Avrupa ile mesafenin açılması sonucunu getirmiştir.
Aynı hata bilgisayar cihazının kullanımı sırasında da yapılmamalıdır. Geçmişte polis merkezlerinde daktilonun, ilgili memurunca saklandığı belirtilmektedir. Bugün adı her ne kadar PC (Personel Computer) yani Kişi Bilgisayarı olsa da kamu hizmetlerinin ifasında çağın bu harikasından çoklu yararlanma yoluna gidilmelidir.
Türkiye çok geç kalmadan bu eşsiz teknolojiyi her sınıftan insana öğretmeli ve daha geniş kitlelere tanıştırmalıdır.
Bilgisayarlar, modeli birkaç yıl eskidi diye kesinlikle depoya kaldırılmamalıdır. O bilgisayarların henüz birkaç yıl önce, milyonlarca yıl yaşamış insanoğlu için bir mucize olduğu unutulmamalıdır. Bakım ve onarımları yapılmalı, bilgisayar çöplüğüne asla meydan verilmemelidir.
Bilgisayarlar tamamıyla insan yaşamına girmiş bulunmaktadır. Bebekler daha anne karnında iken, bilgisayar ekranlarından dünyaya merhaba demektedirler.
Yetişkinler o an için nereye bıraktıklarını unuttukları anahtar, gözlük gibi eşyalarını neredeyse bilgisayarın “Bul” komutuyla bulma umudu içerisindedirler.
Bilgisayar öğrenmeyi salt yaşamı kolaylaştırması adına değil, ülkemizin kalkınmasını sağlaması için istemeliyiz.
Türkiye’nin hedefi, bilgisayar konusunda, ülkeler arasında ilk sıralarda yer almak olacağı gibi, kurum ve kuruluşların hedefi de ötekiler arasında ilk sırada anılmak olmalıdır. (2009)

STRESLE MÜCADELEYİ YENİDEN HATIRLAYALIM

Stres, insanın iç dünyasının sıkıntı içerisinde olması halidir. Yaşarken karşılaşılan güçlükler sonrasında insan kendisini stresle iç içe bulur.
İnsanı strese yönelten birkaç hususu hemen sıralayabiliriz: İş hayatındaki olumsuzluklar, geçim zorlukları, kredi kartı borçları, okul masrafları, kalabalık, çevre kirliliği, trafik sıkışıklığı, gürültü gibi..
Kimse kendisini “Ben neden stres sahibi oldum” diye suçlamamalıdır.
Geçim zorluklarını siz yaratmadınız ki..
O gün yaşadığınız trafik keşmekeşliği de sizin yüzünüzden değil.
Aslında stres bir hastalık değildir. Bilinçli beyinler tarafından kontrol altında tutulması mümkündür. Zorlukların aşılması için insanları düşünmeye sevk edeceği, dolayısıyla mal ve hizmet üreminde artışlar sağlanacağı için bir miktar da gereklidir.
Stres, bir hastalık olmadığı için ondan kurtulmak da kolaydır. Bilinçli insanlar günümüzde artık “Bu stres beni nerden buldu” diye dert etmek yerine “Ben bu stresten hemen kurtulmalıyım’ın hesabını yapmaktadırlar.
Çünkü stresli insanın üzerinde baskı ve gerginlik vardır. Bu baskı ve gerginlikler, kişiyi zor durumda bırakır. İyi olması beklenen yaşam biçimini kısıtlar. İyi anlamda yapacağı hareketleri engeller.
Zaman zaman kişinin yaşamını ertelemesine neden olur. Oysa yaşam ertelemeye gelmez, gelmemelidir.
O halde ana sloganımız şu olmalıdır: “Stres neden geldi diye üzülmeyeceğiz. Stresi nasıl gidereceğiz diye gayret içinde olacağız”
Ya da daha kısa bir slogan: “Geldi ama gidecek.”
Üstelik stresle baş etme yöntemleri öyle zor da değil. Bu mücadelede genellikle ilk sırada sporu görmekteyiz.
Fakat spor yapmayı seven var, sevmeyen var. Hatta çoğu kere spor ile stres kavramları bağdaştırılamıyor bile.
Ama uzmanlar öyle güzel açıklamalarda bulunuyorlar ki. Hani pazarda mal ucuz olunca “Almayanı dövüyorlar” denilir ya. Uzmanların açıklamaları da öyle. Bu durumda o sporu yapmamak mümkün görünmüyor.
Uzmanlar diyor ki günlük yaşanan bir sürü olumsuzluklardan sonra vücutta duygusal ve sinirsel değişmeler olur. Buna karşılık vücudu hareket ettirmiyorsanız bedenin kimyasal yapısı bozulur. Bu da kalp hastalıklarının temel nedenidir.
Şimdi bir seçim yapalım:
Kalp hastalığı ve stres mi?
Yoksa biraz yürüyüş ya da beden hareketleriyle bu belalardan kurtulmak mı?
Stresle baş etmek için önerilen ikinci husus da çok basit: Derin nefes almak. Uzmanlar hemen gerekçeyi de ekliyorlar: Kalp ve akciğerler iyi çalışır. Beyin hücreleri yenilenir. Gerginlikler azalır.
Üçüncü öneri de çok kolay: Arada bir kendinizi gevşetmek. Gevşeme hareketleri ile kaslar rahatlayacak, yükselen tansiyon düşecek, solunum yavaş ve derin olacak, artan kan şekeri azalacaktır.
Burada gevşemenin nasıl yapılacağı, spor için hangi hareketlerin seçileceği, nefes alırken nelere dikkat edileceği konularında izlenen televizyon programları ve okunan kitaplar faydalı olacaktır.
Stresle baş etmek için uzmanlar daha bir dizi öneri de bulunmaktadırlar:
Günlük yaşamda mizaha yer ayrılmalıdır.
İçinde bulunulan an’ın tadını çıkarmaya bakılmalıdır.
İyi beslenilmelidir. Sebze yemeği tercih edilmelidir.
Toplumsal, kültürel ve sportif etkinliklere katılım gösterilmeli, sadece seyreden olmayıp yaşayan grup içinde yer alınmalıdır. Yani hep tribünde olmak yerine bazen sahneye de inilebilmelidir.
Bazen meditasyon ve masaj için zaman yaratılabilmelidir. Dua ve ibadet edilebilmelidir.
Yerine göre “Hayır” diyebilmek öğrenilmelidir.
Sevilmeyen programlarda televizyon kanalının değiştirildiği gibi akla gelen kötü düşünceler iyileriyle değiştirilmelidir.
“Seni seviyorum” lafı alışkanlık haline getirilebilmelidir.
Kısaca insanların birbirlerine bilgiyle, ilgiyle ve de sevgiyle yaklaşması durumunda aşılamayacak sorunun olmadığı bilinmelidir. (2003)

ŞU SİGARA DEDİKLERİ

1500’lü yıllarda tedavi amaçlı olarak Amerika’dan Avrupa’ya geçen tütün ilk kez 1600’lerin başlarında İngilizler tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Hastalıklara iyi geldiği söylentisiyle kısa sürede yaygınlaşmıştır.
Ateşle buluşmadan kolonyası bile yapılan tütün, ateşin etkisiyle katrana dönüşmüş ve birçok hastalığın kaynağı olmuştur.
Başlangıçta ferahlatıcı rol oynayan “Ne fakir ol, ne fukara, yemekten sonra yak bir sigara” lafı artık insana batar hale gelmiştir.
Yakın geçmişte sigaranın zararları çokça yazıldı, söylendi. Kişinin bütçesine yük getirdiği, sağlığı ile ilgili olumsuzluklara yol açtığı anlatıldı. Devletin bu konuda yaptığı aydınlatıcı beyanlar birçok insanımızın bu kötü alışkanlıktan kurtulmasını sağladı.
“Para, benim param, sağlık benim sağlığım” diyen grup bu alışkanlığını sürdürmeye devam etti.
Devlet, şöyle düşünüyordu: Nasıl olsa kendilerine verilen zararları anlayacaklar ve onlar da bırakacaklar.
Maalesef öyle olmadı. Bu kötü alışkanlık, azımsanmayacak sayıda sürdürüldü.
Ancak son yıllarda durum değişti. Önceleri kişi ile ilişkilendirilen sigara şimdi toplum ile birlikte düşünülmeye başlandı.
Öyle herkes “Size ne? Ben kendime zarar veriyorum” diyerek bu işten kurtulamaz duruma geldi.
Uzmanlar, başka insanların bulundukları ortamlarda sigara içenlerin diğerlerine zarar verdiklerini net olarak ortaya koydular.
Sağlığın öneminin anlaşıldığı günümüzde insanlar tepkili hale geldiler. Sağlık hizmetinin masraflı oluşu da bu tepkiyi tetikledi.
Hatta bu tepki öyle arttı ki, devlet sigaradan zarar gören yurttaşlarını koruma gereği duydu. 1996 yılında tütün mamullerinin zararlarının önlenmesi için kanun çıktı.
Ancak cezayı kimin ve nasıl yazacağı konusunda açıklık olmadığı söylentisiyle yasanın uygulanması pek mümkün olmadı.
Günümüzde ise insanlar artık şunu çok net olarak söyleyebiliyorlar: “Bana ne senin sağlığından. Sen bana zarar veremezsin.”
Durum çok değişmişti. 1996 öncesinde sigaranın sadece içene zarar verdiği düşünülüyordu ve bu siyah dönemdi.
1996’dan günümüze kadar “İçene zarar vermekle birlikte topluma da zarar veriyor” denilen gri bir dönem yaşandı.
Şimdi ise topluma zarar verdiği resmen telaffuz edilmeye başlandı. Artık beyaz dönem başlıyordu.
Bu durumda devlet, gidişatı keyfiliğe bırakamazdı.
Kendileri sağlık camiasından gelen milletvekilimiz Prof. Cevdet Erdöl'ün, resmi ve özel kurumlarla, işyerlerinin her türlü kapalı alanlarında her ne surette olursa olsun sigara içilmesini yasaklayan teklifi, bu toplumsal yaraya neşter oldu.
Böylece kamu hizmet binalarının, koridorları dâhil olmak üzere her türlü eğitim, sağlık, ticaret, sosyal, kültürel, spor, eğlence ve benzeri amaçlı özel hukuk kişilerine ait olan binaların kapalı alanları ile her türlü taşıma araçlarında sigara içilemeyecekti.
Sağlık bilincine ulaşmış uygar insanlarımız şimdi daha da mutlu. Birilerinin iç organlarından dolaşıp gelen iğrenç sigara dumanı, artık masum insanlar için nefret unsuru olmayacaktır.
Asaletimizin bir simgesi olan üniformamızla sigara içilmemesi de teşkilatımıza ayrı bir zenginlik kazandıracaktır.

DERNEK YA DA SENDİKANIN NERESİNDEYİZ

Hani Temel öleceğini anlayınca mezar taşına yazdırmıştı ya.. Dursun okusun diye. (Çünkü doktor olan Dursun, eski arkadaşı Temel’in her sorduğunda “İyisin” diye geçiştirmekteydi.)
“Hastayım dedum inanmadın, öleyrum dedum inanmadın, ne oldi?
Bizim teşkilatımızda da kimimiz tayinlerde adaletsizlik dedik, kimimiz terfilerde eşitsizlik dedik. Kimimiz köle gibi çalıştırıldığımızı ifade ettik. Kimimiz de özlük hakları konusunda sefalet içinde olduğumuzu belirttik. Hepsi söylendi ama Temel’in dediği gibi inandırıcı bulunmadı. Bir arpa boyu yol gidemedik.
Bugün hâlâ olmamız gereken yerlerin çok gerilerindeyiz.
Aslında şu iki söylem birbirine çok benziyor:
Birincisi, Osmanlı’nın 600 yıl hâkimiyetinden sonra şimdi çok sayıda devlet Türkiye’ye iyi gözle bakmıyor.
İkincisi, eskiden üniversitelerde ve sokak hareketlerinde polisle istenmeyen biçimde karşılaşanlar da bugün polise soğuk bakmaktadırlar.
Bu durum bizde ister istemez bir tepkiye yol açıyor. Dolayısıyla bize iyi gözle bakmayanlara biz de cephe alıyoruz.
Oysa iyi gözle bakılmama nedenlerini araştırıp buna karşı önlemler alınsa daha iyi olmaz mı?
Kendi aramızda yapılan konuşmalarda haklarımızın yeterince verilmediği sıkça dile getirilir. Hatta birçok yazıda da bu konular işlenir.
Öyle de, bu hakları verecek olanlar kimlerdir?
Bizim bir şekilde daha önce karşılaştığımız insanlar. Şimdi ya politikacı olmuşlardır, ya da bürokrat, yahut da teknokrat.. Bize bir hak verilecekse tabii ki onların rolü olabilecektir.
Ama aralarında bize soğuk bakanlar varsa?
Tepkimiz hazır: Madem ki vermiyorlar. Öyleyse vur abalıya..
Kendimiz mi?
Biz masumuz ve mağdurları oynamayı yeğleriz.
Polislik görevini yerine getirirken haklının yanında, haksızın karşısındaymışız gibi telakki ediliriz. İşledikleri fiillerden dolayı adalet önüne götürdüklerimiz ister istemez bize iyi gözle bakmazlar. Bir de geçmişte üniversitelerde ve bazı sokak olaylarında insanlarımızın antipatisini toplamışızdır. Bu durumda sosyal ve ekonomik haklarımızın verilmesini beklemek hiçbir zaman umuttan öteye gidemez.
Ne zaman polislere bir hak verileceği duyulduğunda medyanın manşeti bir ya da birkaç polisin yaptığı davranışlarla allanıp pullanır.
Bu, şu anlama gelmektedir: “Böyle kötü davranış içinde olanlara bir şey verilmemelidir”
Ne âlâ!
Peki, verilmesini düşündüğümüz bu hakların bizim tarafımızdan elde edilmesi yönünde bir gayretimiz var mı?
İşte bu tartışılır.
Bugün polise, memleketin genel emniyet ve asayiş işleri ile halkın can ve mal güvenliğinin sağlanması görevi verilmiştir. Oysa polis; pasaporttan sürücü belgesi tanzimine kadar bir sürü ek görevle yük altında bırakılmıştır. Bu nedenle 160 civarında makam sahibi yöneticimiz ile öteki görevlilerimiz günlük işlerine ancak yetebilmektedirler.
Belki bu anlamda dernekler, bu tür hakların elde edilmesi konusunda faydalı olabilirdi. Ancak 1970’li yıllarda yaşanan sağ sol çatışmaları sonrasında polislere dernek kurma ve derneklere üye olma yasağı getirilmiştir. (Emniyet Teşkilatı Kanunu Ek Madde 11- Emniyet Teşkilatı mensupları ile çarşı ve mahalle bekçileri dernek kuramaz. Spor dernekleri dışında kurulmuş derneklere üye olamazlar (…) Fıkra hükmüne aykırı hareket ettiği tespit edilenler meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılır.)
Bu durum Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğünde de açık olarak belirtilmiştir. Dernek kurmak ya da spor dernekleri dışındaki derneklere üye olmak meslekten çıkarma ile cezalandırılmıştır. (Madde 8/33)
12 Eylül öncesindeki olaylarla ilgili olarak otoriteler, o yıllarda sadece polisin değil, hemen hemen herkesin hataları bulunduğu yönünde görüş birliği içerisindedirler.
Ama o dönemin tek suçlusu polis dernekleri gibi gösterilerek ikiyüzbinlere ulaşan bir camia toplumsal anlamda örgütlenmeden muaf bırakılmıştır.
Bugünkü toplum, o günkü toplum değil..
Bugünkü polis, o günkü polis hiç değil..
Bir yandan Avrupa Birliği uyum yasaları doğrultusunda onbinlerce sayfalık çalışmalar yapılmakta, ancak polisin dernekleşebilmesi yönünde bir ışık görülmemektedir.
Gazeteler, yazım işlemi bittikten sonra her şeyin halledilmiş olmayacağına dikkat çekmektedirler. Zira AB’nin, bu yazılanların uygulamaya konulup konulmadığı yönünde takipçi olacaklarını, bu defa da “Uygulamıyorsunuz” bahanesiyle AB’ye girişi zora sokacaklarını belirtmektedirler.
Çok sayıda Avrupa ülkesi polisinin sendikalar kurabildiği da göz önüne alındığında ülkemizde bu tür toplumsal örgütlenmelere gidilmesinin iyi, güzel, faydalı sonuçlar getireceği değerlendirilmektedir.
Üstelik bu tür faaliyetler üst yöneticilerin de işlerini kolaylaştıracaktır. Güvenliğin sağlanmasıyla ilgili asli işlerine daha çok zaman ayırabileceklerdir.

GÜNDE BİRKAÇ SAAT UYKU

Kimi yetkililer halen gecede birkaç saat uyku ile çalıştıklarını, personelini de birkaç saat uyku ile çalıştırdıklarını ifade etmektedirler.
Bu tür söylemler eskiden dile getirilmekteydi. Prim yaptığı sanılıyordu. Oysa birkaç saat uyku ile yapılan görevden istenilen verim elde edilemez. Tıp otoriteleri bu tür yorgun bedenler için “Sağlıklı düşünme yetilerinden yoksundurlar” ifadesini kullanmaktadırlar.
Artık her şey değişmektedir. Bayatlamış söylemler yerini günümüzde çağdaş düşüncelere bırakmaktadır.
1960’lı, 70’li yıllarda herhangi bir kutlama için eğlence merkezlerine giden kız çocukları polis marifetiyle buralardan çıkarılır ve evlerine gönderilirdi. Bu durum çoğu kere polisin başarılı çalışması olarak nitelendirilirdi. Oysa 2000’lerde aynı çocukların anne ve babaları “Çekin elinizi kızımızın üzerinden” diyebilmektedirler.
Disiplin tüzüğünün keskin hükümleri karşısında polisi birkaç saat uyku ile görev başında tutmak çağdaş düşünce ile tezat teşkil etmektedir. Belki 70’li yıllarda su götürebilirdi. Ama 2000 sonrasında aynı anlayışın sürdürülmesi -yukarıdaki örnekte olduğu gibi- çağı takip edemediğimiz şeklinde yorumlanabilir.
Bu nedenle yöneticilerimizin artık “Çok çalıştırıyoruz” diye değil, “Daha çok istirahat ettiriyoruz” diye övünmeleri gerekir.
Polis, bir insan için en önemli olan can, namus ve mal güvenliği için vardır. Bu denli hassas görev ancak sağlıklı bir ortamda yerine getirilebilir. Bedenler yorgunken, zihinler yorgunken sağlıklı görevden söz edilemez.
1960 öncesinde haftanın altı günü polis merkezinde çalışan personelimiz sonraki yıllarda 24/24 ya da 12/12 sistemiyle çalıştırılmıştır. Günümüzde ise 12/24 esasına göre çalıştırılmaktadır.
Öteki devlet memurları sekiz saat çalışmaktadır. Dünya sekiz saat üzerinden görev yapmaktadır. Hâl böyle iken polisin 12 saat görevde tutulmasının izahı mümkün görülmemektedir.
Devlet Memurları Kanunu baz alınarak sekiz saat uygulaması hemen başlatılabilir. Ya da pilot bölge uygulamasına gidilebilir.
Bilinmelidir ki, polise verilen değer, katlanarak topluma geri döner.

NE OLACAK BU HALİMİZ

Emniyet teşkilatında “Makam” olarak belirlenmiş birim yetkililerine “Aylıktan Kesme” cezasına kadar doğrudan (resen) ceza verme yetkisi verilmiştir.
İlginçtir, aynı emniyet yetkililerine ödül verme hakkı tanınmamıştır.
Güzel olan şeyler başkalarınca üstlenilmiş, kötü olanlar ise emniyet teşkilatına reva görülmüştür.
Buradaki adaletsizlik emniyet teşkilatı mensuplarına verilen cezalar ile öteki devlet memurlarına verilen cezalarda da görülmektedir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda (DMK) daha az ceza öngörülen bir fiil ya da davranış, Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğünde (EÖDT) daha ağır bir cezaya çarptırılmıştır.
Emniyet teşkilatı mensupları ile öteki devlet memurlarına verilecek disiplin cezaları incelendiğinde bu farklı durum açıkça görülmektedir.
Örneğin 657 sayılı yasada görevine veya iş sahiplerine karşı kayıtsızlık göstermek veya ilgisiz kalmak suçu uyarma cezası ile tecziye edilirken aynı suç emniyet örgütü disiplin tüzüğünde aylıktan kesme ile cezalandırılmıştır.
Aynı şekilde Devlet Memurları Kanununda devlete ait resmi araç, gereç ve benzeri eşyayı özel işlerinde kullanmak fiiline karşı kınama cezası öngörülmüşken Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğünde aylıktan kesme cezası getirilmiştir.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür:
DMK: Devlete ait resmi belge, araç, gereç ve benzeri eşyayı kaybetmek (Kınama)
EÖDT: Kendisine teslim edilen devlet malı eşyanın yitmesine neden olmak (Aylıktan kesme)
DMK: Toplu müracaat veya şikâyet etmek (Aylıktan kesme)
EÖDT: Toplu olarak sözlü veya yazılı şikâyette bulunmak (Durdurma)
DMK: Hizmet içinde devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak (Aylıktan kesme)
EÖDT: Hizmet içinde resmi sıfatının gerektirdiği saygınlığı ve güven duygusunu sarsacak eylem ve davranışlarda bulunmak (Durdurma)
Emniyet teşkilatında cezaların bazen iki üst seviyesinde verildiği de olmaktadır.
Örneğin devlet memurları kanununda personelin borçlarını ödememesi “kınama” cezası ile tecziye edilirken emniyet teşkilatında “durdurma” cezası öngörülmüştür. Burada bir üst ceza olan aylıktan kesme cezasının da üstüne çıkılmıştır.
Aynı şekilde yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç vermek Devlet Memurları Kanununda “kınama”, Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğünde “durdurma” cezası ile tecziye edilmiştir.
İki örnek daha:
DMK: Görev sırasında amire hal ve hareketi ile saygısız davranmak (Kınama)
EÖDT: Görev sırasında amir veya üstlerine saygısız davranmak (Durdurma)
DMK: Hizmet dışında devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak (Kınama)
EÖDT: Hizmet dışında resmi sıfatının gerektirdiği saygınlığı ve güven duygusunu sarsacak eylem ve davranışlarda bulunmak (Durdurma)
Her iki örnekte de “Aylıktan kesme” cezası atlanmıştır.
Emniyet teşkilatında “meslekten çıkarma” diye bir ceza daha vardır ki bu isimde bir ceza Devlet Memurları Kanununda yer almamaktadır. Bu konuda söylenen tek şey emniyet teşkilatı çalışanlarının öteki memurlara göre özellik taşıyan görevleri ifa ediyor olmalarıdır.
Tüzükte meslekten çıkarma; memurun, emniyet örgütü hizmetlerinde bir daha çalıştırılmamak üzere meslekten çıkarılması olarak tanımlanmıştır.
Devlet Memurları Kanununa göre durdurma cezası verilen birçok fiil için emniyet teşkilatında meslekten çıkarma cezası öngörülmüştür.
Örneğin görevin yerine getirilmesinde dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak fiili Devlet Memurları Kanununda durdurma cezası ile cezalandırılıyorken Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğünde meslekten çıkarma ile tecziye edilmektedir.
Bu örnekleri de çoğaltmak mümkündür:
DMK: Görevi ile ilgili olarak her ne şekilde olursa olsun çıkar sağlamak (Durdurma)
EÖDT: Yetkisini veya nüfuzunu kendisine veya başkalarına çıkar sağlamak amacıyla veya kin veya dostluk nedeniyle kötüye kullanmak (Meslekten çıkarma)
DMK: Gerçeğe aykırı rapor ve belge düzenlemek (Durdurma)
EÖDT: Kasıtlı olarak gerçek dışı rapor vermek veya tutanak düzenleyip imza etmek veya ettirmek (Meslekten çıkarma)
DMK: Göreve sarhoş gelmek, görev yerinde alkollü içki içmek (Durdurma)
EÖDT: Göreve sarhoş veya içki içtiği belli olacak biçimde gelmek (Meslekten çıkarma)
DMK: Ticaret yapmak veya devlet memurlarına yasaklanan diğer kazanç getirici faaliyetlerde bulunmak (Durdurma)
EÖDT: Devlet memurları tarafından yapılamayacağı Devlet Memurları Kanununda gösterilen kazanç getirici uğraşılarda bulunmak (Meslekten çıkarma)
İlginç bir duruma personelin siyasi faaliyetleriyle ilgili hükümlerde rastlanılmaktadır.
DMK, herhangi bir siyasi parti yararına veya zararına fiilen faaliyette bulunmak fiilini durdurma ile cezalandırırken, EÖDT, aynı fiili meslekten çıkarma ile tecziye etmiştir.
EÖDT: Siyasal partilere üye olmak veya bunların yararına veya zararına çalışmak (Meslekten çıkarma)
Fıkrada görüldüğü gibi meslekten çıkarma cezasına “Siyasal partilere üye olmak” fiili de eklenmiştir. Oysa DMK’da “Siyasi partiye girmek” fiili devlet memurluğundan çıkarma ile cezalandırılmıştır. Bu durumda aynı fiil, EÖDT’nde iki kez cezalandırılmış olmaktadır.
Görüldüğü üzere polise verilen cezalar, Devlet Memurları Kanununa oranla daha ağır düzenlenmiştir. Burada polisin yaptığı görevin önemi dile getirilebilir. Ama emniyet teşkilatı bünyesinde başka sınıflardan personel de görev yapmaktadır. Aynı ağır tüzük hükümlerinin onlara da aynen uygulanmasını izah etmek zor olmaktadır.
Daha hafif cezalar “Kanun” düzeyinde ele alınmışken polise reva görülen daha ağır cezalar nedense, bir alt hukuksal düzenleme olan “Tüzük” ile düzenlenmiştir.
Bu tespitler için yorum, sevgili meslektaşlarımızındır.

MAAŞLARIMIZ NASIL YÜKSELİR

Ülkede ve dünyada meydana gelen olaylar genelde televizyonlar ya da gazeteler aracılığıyla halka duyurulur. İnsanların ilgisini çekeceğine inanılan acı ve tatlı yaşanmış olaylar izleyicilerle ya da okurlarla paylaşılır. Günümüzde internet siteleri de bu anlamda etkin bir iletişim aracı olarak dikkati çekmektedir.
Öyle ki bu tür yayın organları halkın ilgi duyacağı olayları takip etmekte, en çok izleyici ya da okur elde etme yarışına girmektedirler.
Bir köpeğin adam ısırdığına ilişkin haber yerine, adamın köpeği ısırdığı yönünde haber yapılması yayıncılar için bir yöntem biçimi olabilmektedir.
Bazen gazetelerin ilk sayfalarında iç karartan haberler vardır. Buna karşılık arka sayfalarda açık giysili fotoğraflara yer verilerek denge sağlanmak istenir.
Bu durum, çalışanların aylık ücretleri için de geçerlidir. Yayın organlarının, çalışanların maaşlarıyla ilgili haberleri okurlar ve izleyiciler tarafından ilgiyle karşılanır.
Özellikle aylıklarda iyileştirmelerin yapılacağı yönünde bilgiler varsa çalışanlar, gelecek konusunda yeni planlar yapmaya başlarlar. Küçük de olsa hayal ettikleri bazı projeleri yaşama geçirme gayreti içine girerler. Hatta bu durum esnafı bile ilgilendirir. Zira daha çok satış yapacaklarını düşünürler.
Son zamanlarda polislerin maaşlarında iyileştirmeler yapılacağı yönünde haberlerin varlığı dikkati çekmektedir. Moral değerler yüksek tutularak hizmette verimin artırılması hedeflenebilmekte, bazen de duygu sömürüsü yapılabilmektedir.
Şurası bilinmelidir ki maaşlarda herkesi memnun edecek ciddi bir artış sağlanması hiç de kolay bir iş değildir.
Gerçi Anayasamız “Ücret emeğin karşılığıdır” ifadesini buyurmaktadır. Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler başlığı altındaki 55’inci maddede “Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır” hükmünü getirmiştir.
Burada görünen amaç; ülke düzeyinde çalışan bütün personelin ücretlerinde adaletin sağlanmasıdır.
Hissedilen amaç ise; maaşlarda doygunluğun elde edilmesidir.
Günümüz çalışanlarına bakıldığında böyle bir memnuniyetten söz edilmesi mümkün görülmemektedir.
Zaten Anayasamız da bu durumun mümkün olamayabileceğini göz önünde bulundurmuş ve 65’inci maddede: “Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” diyerek sınırlardan söz etmiştir.
Akla şu soru gelmektedir: Maaşlarda genel anlamda ferahlatıcı bir iyileştirme yapılamıyorsa lokal anlamda ücret artışları olmamakta mıdır? Ya da olamaz mı?
Zaman zaman bazı Bakanlık üst düzey görevlileri öne çıkarak birlikte çalıştıkları personelin zor durumunu daha üst yetkililere ısrarla iletmiş ve maaş artışları sağlamışlardır. Günümüz çalışanları bunun örneklerini görmüştür.
Bakanlık, Müsteşarlık ya da Genel Müdürlük üst düzey görevlileri, kendilerinden yukarıdaki yönetime bir adım daha yakındır.
Geçmişte başka birimlerde nasıl hatırı sayılır iyileştirmeler sağlanabilmişse bugün görev yapmakta olan emniyet teşkilatı çalışanları da kendi üst düzey görevlilerinden bu tür hamleleri yapmayı beklemektedirler.
Çünkü bugün görev yapan emniyet teşkilatı çalışanımızın başarıları yadsınamaz. Dolayısıyla bu iyileştirmeleri hak etmektedir. Genel Müdürümüzün ifade ettiği gibi Türkiye, olayları çözmede dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. İnterpol rakamlarına göre Kanada'da yüzde 24, Almanya'da yüzde 40, Avusturya'da yüzde 45 oranında olaylar çözülüyorken bu oran ülkemizde yüzde 66’dır.
Bugün teşkilatımız içerisinde özlük sorunlarımızı yukarıya taşıyacak -taşımanın ötesinde hissettirecek- çok değerli yöneticilerimiz mevcuttur.
Şimdi ikiyüzbin personelimizin gönül gözü bu yöneticilerimizin üzerindedir.
Haydi hayırlısı..

POLİS EĞİTİMİNDE SON DURUMUMUZ

“Her şeyin başı sağlık..”
“Her şeyin başı eğitim..”
Çok sık duyduğumuz iki söz.
Polis teşkilatımızın 163’üncü kuruluş yıldönümünde, sağlık konusunda iyi haberler verebileceğimiz söylenemez. Prof. Nesrin Hisli Şahin hocamızın belirttiği gibi 14 saatlik çalışma temposu devam ediyorsa, bedenimiz tükenmeye doğru yol almaya başlar ve kapıda beklemekte olan kalp damar hastalıkları, ülserler, şeker hastalıkları, deri hastalıkları, depresyonlar, anksiyete (endişe, kaygı, korku, gerilim, sıkıntı) bozuklukları, cinsel işlev bozuklukları içeriye girer.
Hocamıza göre sık yapılan tayinler de bedenimizin, zihnimizin ve ailemizin düzeninin bozulmasına yol açmaktadır. Bu durum, strese bağlı bedensel ve ruhsal hastalıklar ile aile sorunlarının bizi kapıda bekliyor olması anlamına gelmektedir.
Polis teşkilatı olarak 163’üncü kuruluş yıldönümünde eğitimin neresindeyiz?
Bazı kursları ve yurt dışı eğitimlerini hariç tutarsak polis amirlerinin 4 yıllık polis kolejini ve yine dört yıllık polis akademisini bitirdiklerini görüyoruz.
Polis memurlarının ise liseden sonra iki yıl süreli polis meslek yüksek okullarında eğitim aldıklarını biliyoruz.
Ayrıca yüksek okul mezunlarının polis meslek eğitim merkezi müdürlüklerinde altı ay süreli eğitim alarak polis teşkilatındaki yerlerini aldıklarını görüyoruz.
Bu durumda polis eğitimi, süreler yönünden değerlendirildiğinde iyi bir düzeydedir denilebilir. Çoğu ülkede eğitim için bu kadar süre ayrılmadığı bilinmektedir.
Aslında eğitimin süresinden çok işlevsel yönü daha önemlidir.
İyi ısınan sporcunun sakatlanma riskinin az olacağı gibi etkili bir eğitim sürecinden geçen polisin de meslekte başarılı olacağı bir gerçektir.
Mezuniyet sonrası herhangi bir polis birimine atanan polis memuru –biraz abartılı bir söylemle dile getirelim- sanki kırk yıllık polismiş gibi göreve başlayabilmelidir.
Her ne kadar polis adayları yaz tatilinde stajlarda bulunuyorsa da bu stajların eğitici yönünün yeterliğinden söz edilemez. Çünkü öğrenci beyni yoğun bir eğitim döneminden sonra “dinlenme” moduna geçmiştir. Buradaki eğitim kalitesi öğretim esnasındaki kaliteye ulaşamaz.
Bu itibarla eğitim süresini dört bölümde düzenlemenin isabetli olacağı değerlendirilmektedir.
İlk yılın birinci yarısında okul içinde temel eğitimler verilir.
İkinci yarıda temel eğitimle birlikte aday, o ildeki çeşitli polis birimlerine götürülerek bizzat görevlere katılır. Ancak usta personel gözetiminde bulundurulur ve sorumlu olması beklenmez. Başka bir ifadeyle sorumluluk gerektiren görevler verilmez. Tamamen gözlemci durumundadır.
İkinci yılın ilk yarısında da polis birimlerindeki görevler sürdürülür. Polis birimindeki süre ile okuldaki süre yarı yarıya olabilir. Bu defa polis biriminde yerine getirilen görevin okulda tartışması yapılmalı, nelerin doğru, nelerin yanlış olduğu konusunda beyin fırtınası gerçekleştirilmelidir. Burada gerekirse operasyonu yöneten polis amiri de çağrılarak tartışma daha da zenginleştirilmelidir.
İkinci yılın son yarısında polis biriminde geçen süre biraz daha fazlalaştırılmalı ve adaya önleyici görev yapma, tutanak tanzim etme gibi sorumluluklar verilmelidir. İyiden iyiye profesyonel polisliğe hazırlanılmalıdır.
Aynı durum polis akademisi ile polis eğitim merkezlerinde de uygulanmalıdır.
Kendinden emin yetiştirilen polis adaylarının, asli görevleri sırasında elde edecekleri başarının daha yüksek düzeyde olacağı öngörülen bir gerçektir.
Son söz olarak şunlar söylenebilir:
Polis amir ve memurlarının eğitim aldıkları okullar, siyasilerin yatırım aracı olmamalıdır. Bu okulların, akademisyenlerin çokça bulunduğu illerde eğitim vermesine dikkat edilmelidir. Her bir adayın üst düzey öğretim elemanlarından feyiz almaları sağlanmalıdır. (2008)

POLİS YERİNDE AĞIRDIR

Emniyet teşkilatında çalışanlara verilen disiplin cezaları, Devlet Memurları Kanununda belirlenenlere göre daha ağır hükümler içermektedir. (Bkz. “Ne Olacak Bu Halimiz”, Erol Özdemir, http://www.sucveceza.com/yazi-616.html)
Öteki devlet memurlarına göre polise daha ağır cezaların öngörülmesinde ne tür bir amaç güdüldüğünü bugünkü çalışanlara aktarmak zor olmaktadır. İnsan hakları, adalet ve eşitlik gibi kavramların günümüzde ön plana çıkması, öte yandan AB normlarına uygun bir standardı hedefliyor oluşumuz buradaki zorluğu daha da artırmaktadır.
Polis, Emniyet Örgütü Disiplin Tüzüğündeki cezalarda yaşadığı bu sıkıntının bir benzerini de atama ve yer değiştirmelerde yaşamaktadır. Emniyet Hizmetleri Sınıfı Mensupları Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğine göre poliste iki ana hizmet bölgesi belirlenmişken aynı Bakanlığa bağlı Mülki İdare Amirleri Atama, Değerlendirme ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinde iller dört sınıfa, ilçeler altı sınıfa ayrılmıştır.
Görüldüğü üzere hem cezalarda, hem de yer değiştirmelerde polis aleyhine ciddi sınırlamalar yaşanmaktadır.
Cezalarla inisiyatif azaltılmış, yer değiştirmelerle de alan daraltılmıştır. Bu durumun yaratacağı sonucun, polisi psikososyal yönden etkileyeceği varsayılmaktadır. Ancak bu varsayımın sınanması yönünde geniş çaplı, ciddi bir araştırmanın mevcut olmadığı bilinmektedir.
Gözlemlerimize göre cezalar ve yer değiştirmeler konusunda emniyet teşkilatı çalışanları mutlu değildir. Bunu, idari yargıya yapılan başvuruların çokluğundan da anlamak mümkündür.
Bugün ülkemizdeki polis amirleri, dünyanın en iyi eğitim alanları arasında gösterilmektedir. Keza polis memurlarımız da artık tümüyle yüksek okul bitirmektedirler.
Bu yönüyle irdelendiğinde cezalarda ve yer değiştirmelerde polisin, öteki çalışanlarla benzer bir yapıya büründürülmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bilinmelidir ki bunun aksi polise daha büyük bir cezadır.
İki ana hizmet bölgesi olmasına rağmen emniyet teşkilatı mensupları en çok yer değiştiren hizmet sınıflarından birini oluşturmaktadır.
Sık yapılan bu tayinler personelin ve ailesinin sosyal yapısını ve moral değerlerini olumsuz etkilemektedir. Ayrıca hizmette verimin düşmesine yol açmaktadır.
Yönetmelik, polislerin merkez nüfusu bir milyondan az şehirlerin nüfusuna kayıtlı olması veya böyle bir şehirde doğması halinde o yerde çalışamayacağını belirtmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi bugünün eğitimli ve donanımlı polisleri güvenlik alanında halka hizmet götürdüklerinin bilincindedirler. Doğduğu ya da nüfusa kayıtlı olduğu yerde yanlış davranış içine girenler karşılaşacağı müeyyideleri idrak edebilmektedirler. Bu itibarla bir milyon nüfus şartının yüz binlere düşürülmesinin, sonra da tümüyle kaldırılmasının yerinde olacağı değerlendirilmektedir.
Yönetmelik, atandığı ilde evlenen personelin üç yıla kadar bu ilde görev yapabileceğine izin vermektedir. Bu hoşgörüden hareketle eşinin nüfusa kayıtlı olduğu yerde tümüyle çalıştırılabilmesi de mümkün olabilmelidir diye düşünülmektedir. Üç yıla kadar iyi niyetle çalışacağına güven duyulan personelin, üç yıldan sonra da kişiliğine ve meslek adabına yakışır şekilde hareket edeceğine inanılmalıdır.
Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinin, öğrenim konusunda personel lehinde düzenlemeler içerdiği bilinmektedir. Özellikle personelin kendisinin ya da eşinin öğrenimi için “hizmet ihtiyacının elverdiği ölçü” konusunda çok daha fazla cömert davranılması gerektiği kıymetlendirilmektedir. Çünkü ülkemizin eğitim olgusuna çok ihtiyacı vardır ve bu konuda fedakârlık yapmama gibi bir lüksü bulunmamaktadır.
Emniyet Hizmetleri Sınıfı Mensupları Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinin amacı; personelin atama ve yer değiştirme işlemlerini, hizmetin gereklerine uygun, dengeli ve objektif kurallara bağlamaktır. Buradaki “dengeli”likten, adillik ilkesi anlaşılmaktadır.
Bu konuya paralel olarak bazı yerler için az sayıda talipli personel varken bu gibi yerlerde hâlihazırda çalışan personel, tespit edilmiş süre kadar çalıştığı için başka yere tayin edilebilmektedir. Talebin az olduğu bu gibi yerlerde gönüllü olarak fazla çalışmak isteyen personel varsa bu personel yerinde bırakılabilmelidir. Yüz göz olma gibi bir sebeple hizmette aksamalara yol açılırsa bunun zararları konusunda personel eğitilmelidir. Böylece tayin trafiği bir miktar azaltılmış olur.
Unutulmamalıdır ki, taş yerinde ağırdır. (2008)

EMEKLİLİKTE TABANCA YERİNE BİLGİSAYAR

Hani geçenlerde söylemiştik ya.. Geleceğimiz, geçmişimizle güzeldir, diye. (http://www.polis.web.tr/a_article_view.php?idx=794)
Sonra da başlangıçtan itibaren polis akademisi mezunlarının dosyalarının Güvenlik Bilimleri Fakültesi öğrencileri tarafından yıl içi ödevi olarak dijital ortama aktarılmasının uygun olacağını eklemiştik. Böylece dosyaların yıpranma ya da kaybolma riski de ortadan kalkmış olacaktı.
Zira zaman çok çabuk geçiyordu. Dosyaların bilgisayar ortamına aktarılması halen çalışanlar için zamandan tasarruf sağlayabilirdi. Tüm mezunları bir arada görebilmek mümkün olabilirdi. Önemli mertebelere yükselmiş olan büyüklerimiz gelecektekilere motivasyon unsuru oluştur, şehitlerimizin, görev malûllerimizin ve emeklilerimizin hatıraları bu sayede yaşatılabilirdi.
O dosyaların içinde nice acı tatlı anılar vardı. Belki de ders çıkarabilecek çok şeyler gizliydi.
Biz bu umudumuzun gerçekleşmesini ülkemizin en önemli üniversitelerinden biri olan polis akademimizden beklerken şimdilerde yeni emekli olan Sedat Hasay müdürümüzün yeni bir önerisini eklemek ihtiyacını duyduk. Sedat Hasay müdürümüz emekli olurken kendilerine hediye olarak sunulan tabanca yerine diz üstü bilgisayar verilmesinin çok daha anlamlı olacağını belirtiyordu. Zaten her polisin emekli olurken bir tabancası vardı. Günümüzde çocuklara bile şiddeti anımsattığı için oyuncak tabanca alınması doğru bulunmuyordu. Daha çok zekâ geliştirici elektronik oyuncaklar tercih ediliyordu.
Neden mi bilgisayar? Türkiye yıllardır gelişmesini tamamlayamadı. Bildik bileli az gelişmiş ülkeler arasında sayılıyoruz. Bazen de gelişmekte olan ülkeler arasında gösteriliyoruz. Altını çizerek ifade ediyoruz ki, Türkiye az gelişmişlik sorununu bilgisayarla gerçek anlamda kucaklaştığında aşabilecektir. Oysa bugün bilgisayarlar, sırf dersini çalışmıyor diye okul döneminde çocuklarımızdan uzak tutuluyor. Tavan arasına ya da onların ulaşamayacağı yerlere kaldırılıyor. Bir oyuncakmış gibi tatil günlerinde çocuklara sunuluyor. Bilinmelidir ki bilgisayar çocuğun çantası, kitabı, defteri, kalemi, silgisi gibidir. Kitabı ya da defteri tavan arasına kaldırılmış bir öğrenci düşünülebilir mi?
Her yaştaki çocuğun bilgisayarla günlük ne kadar süre ilgilenebileceği bellidir. Bu sürenin yaşa göre günlük kaç dakika ya da kaç saat olacağı çocuk gelişme uzmanlarından öğrenilebilir. “Efendim, bir defa bilgisayarın başına geçti mi bir daha kaldıramıyoruz.” Bu durum, sadece aczimizin ifadesidir. Bizim, polis kampındaki tatilimizi istediğimiz kadar devam ettirme şansımız var mı ki o çocuğun da istediği kadar bilgisayar özgürlüğü olsun. Her yetişkin, çocuk üzerinde bu disiplini ve kararlılığı mutlaka gösterebilmelidir.
Tabancaydı, tabanca yerine bilgisayar olmalıydı derken felsefi konulara girdik. Gerçi burada yaşanan kuşak çatışmasından da söz etmeden geçemeyiz. Bilgisayar konusunda daha önce söz sahibi olan gençler, haliyle yetişkin aile bireyleri arasında bir üstünlük kurmuş durumdalar. Yetişkinler, internet ortamında gazete okumak için bile neredeyse gençlerden teknik destek alma durumunda kalıyorlar. Gençler çoğu kere bu zafiyeti kullanarak suiistimalde bulunabiliyorlar. Burada aile içi barışı sağlamak zorundayız.
Biz toplum olarak benzer hataları matbaa konusunda da yapmıştık. Batı, 1400’lü yıllarda sıkı sıkıya matbaaya sarılmışken biz 1700’lü yıllarda “lütfen” kullanmaya başladık. Batının gelişmiş ülkelerine göre geri kaldık. Bugün bu geri kalmışlık farkını, çağımızın en hızlı iletişim aracı olan bilgisayarla kapatma yerine, onu tavan arasına kaldırarak farkın açılmasına yol açan bir kuşağın temsilcileri oluyoruz. Tarih, matbaa konusunda gereken duyarlılığı göstermeyenleri nasıl yargılamaktaysa, bugün bilgisayar ve internet konusunda hasis davrananlarımızı da affetmeyecektir.
İşte o sözünü ettiğimiz bilgisayar, bugün emekli olan mensuplarımıza tabanca yerine verilmelidir. Bilgisayarın içinde Microsoft Power Point (Slayt hazırlama) programı olmalı. Bu slaytların içinde mensubumuzun anıları olmalı. Emeklimiz, evine tabanca yerine “İşte Hayatım” diyebileceği bir zenginlikle gelmeli. Bilgisayarın içinde çocukluğu, gençliği, ilk polis oluşu, görev yaptığı iller, terfileri olmalı. Aldığı teşekkürler, takdirnameler olmalı. Memleketinden manzaralar, aile fotoğrafları, mutlu günleri, unutamayacağı anıları olmalı. İzlemeli, tekrar izlemeli. Yapmak için fırsat bulamadığı hedeflerini bu defa bu bilgisayarla gerçekleştirmeli. Anılarını yazmalı. Yaşadıklarını gelecek kuşaklarla paylaşmalı.
Geleceğe bilgisayarlı bir yatırım, geçmişe ciddi bir saygı ifadesi olur.
Hem de tabancadan çok daha iyidir. (2008)

AŞIRI ÇALIŞMA SENDROMU

Avukat Önder Özlem bir yazısında, yıllık iznin kullanılacağı zaman bakımından idareye takdir yetkisi tanınmış olduğunu, ancak idarenin yıllık iznin kullanılma süresini sınırlamasına ilişkin bir düzenlemenin 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda yer almadığını belirtilmiştir (http://www.turkhukuksitesi.com/makale_906.htm).
Bu satırları okuyunca aklıma gelen bir anıyı paylaşmak istedim:
İlin emniyet müdürü izin kullandırma konusunda çok cimridir. Yaz ayları gelmiştir ve herkes personel şube müdürünün kapısını aşındırmaktadır. Personel şube müdürü il emniyet müdürünü gücendirmeden personelin izin konusundaki taleplerini değerlendirmektedir. Gelen personele emniyet müdürünün hassasiyetini belirterek izin alabilmesinin zor olduğunu, ancak 30 günlük izninin yerine 25 gün olarak kabul etmesi halinde emniyet müdüründen onay alabileceğini belirtir. Personel, evdeki bulgurdan mahrum kalmama adına bu öneriyi kabul eder. Ama asıl ilginç olan, personel şube müdürünün kendisine çıkardığı ranttır. İzin yazısını imza için il emniyet müdürüne götürdüğünde “Müdürüm, şube müdürü Hasan Bey’den de 5 gün kırptım” der. Tabii ki amacı göze girmektir. Sayın Özlem, 657 sayılı yasada idarenin yıllık izin kullanılma süresini sınırlamasına ilişkin bir düzenleme olmadığının altını çizse de anlaşılıyor ki bizim personelimiz, kendi yol arkadaşı için hem onu hakkından mahrum bırakmakta, hem de haksız çıkar sağlamaktadır.
Ülkemizde polisin, mevzuatta yazılı olanların ötesinde çok fazla çalıştırıldığı sıkça söylenmiş ve yazılmıştır. Hatta bilimsel çevrelerce konu masaya yatırılmış, polislik gibi hassas bir kamu görevinin yorgun ruh halinde iyi yapılamayacağının altı çizilmiştir. Sayın Özlem’in 9 Eylül Üniversitesince hazırlanan rapordan aktardığı gibi yorgun polisin, işi gereği muhatap olacağı vatandaşlara verebileceği zararın gözden uzak tutulmaması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Raporun "sonuç" bölümünde ise polisin çalışma koşullarına ilişkin uygulamaların; Anayasanın, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgili hükümlerine aykırı olduğu belirtilmiştir.
Bütün bunlar üst üste konulduğunda aşırı çalışma temposu içindeki polisin artık dayanma gücünü tükettiği ve sağlığı itibarıyla erimeye başladığı ortaya çıkmaktadır. Bu tıbbi gerçeği Prof. Nesrin Hisli Şahin hocamız Polis Dergisinin 54 ncü sayısında şöyle ortaya koymaktadır: “Günde 8 saat çalışırken birdenbire 14 saat çalışma durumunda kaldığınızda, bedeniniz alarma geçecektir. Siz bunu baş ağrılarıyla, gerginliklerle, uykusuzluklar, iştahsızlıklarla, asabileşmekle fark edersiniz. Bu 14 saat çalışma süresi biraz daha uzayacak olursa, yavaş yavaş direnç geliştirmeye başlarsınız ve arkadaşlarınızla konuşurken “alıştık artık” dersiniz. Ancak tüm alışmalara karşın, 14 saatlik çalışma temposu devam ediyorsa, bedeniniz tükenmeye doğru yol almaya başlar ve kapıda beklemekte olan kalp damar hastalıkları, ülserler, şeker hastalıkları, deri hastalıkları, depresyonlar, anksiyete (endişe, kaygı, korku, gerilim, sıkıntı) bozuklukları, cinsel işlev bozuklukları içeriye girer” (http://www.egm.gov.tr/egitim/dergi/pdf/54-55.pdf).
Yazımızı başka bir örnek olayla bitirelim: Emniyet amiri, Harcırah Yasasından doğan bir maaş kadar kazanımı için Genel Müdürlük ilgili dairesindeki şube müdürüne konuyu aktarır. Aynı birimdeki bir başkomiser de konudan haberdar olur. Şube müdürü ılımlı yaklaşım içerisindedir. Yakından tanıdığı emniyet amirine ödeme yapılması gerektiğini ima eder. Ancak yine de idari yargı yolunu gösterir. Başkomiserin düşüncesi ise çok farklı ve çok ilginçtir: “Vermeyelim Müdürüm”, der. “Bunlar 10 kişi. Beşi dava açsa, diğer beşi idareye hasım olmamak için dava açmaz. Yine Devletimiz 5 maaş civarında para kazanmış olur.” (Dava açılmış ve emniyet amiri lehinde sonuçlanmıştır.)
Aslında o yıllarda devlet kasalarının hortumlandığı yönünde medyada o kadar çok haberler yer alıyordu ki..
Ve de hortumlayanları yakalayan ve adalet önüne çıkaran onurlu başka başkomiserlerimiz..
Meslektaşının 5 günlük iznini kırpmakla ya da alması gereken harcırah parasına karşı durmakla sadece kendi kuyumuzu kazmış oluyoruz.
Önce kendi kendimizin elini tutmamız gerekir.
Unutmayalım, toplum bizden elinin tutulmasını bekliyor. (2008)

POLİS KARAKOLLARINDAN POLİS MERKEZLERİNE

“Karakol” sözcüğü; ister Yücel Tutkun müdürümüzün belirttiği gibi devletin topraktaki yani karadaki kolu, kuvveti olarak bilinsin (http://www.caginpolisi.com.tr/64/42-43.htm), isterse Eyüp Şahin’in sayın Nurettin Ağat’tan aktardığı gibi köyün, kentin bakıcısı, gözeticisi ve koruyucusu anlamında kullanılan “Karavul” sözcüğünden geldiği kabul edilsin (http://www.caginpolisi.com.tr/83/35-36-37.htm) bugün artık yerini “polis merkezi” kavramına terk etmiştir.
Polis karakolları; ulaşım araçlarının az olduğu ve telefonla haberleşme imkânlarının bulunmadığı yıllarda halkın ayağına götürülen bir güvenlik hizmeti olarak düşünülmüştür. Şehir büyüdükçe merkezden asayişin sağlanmasında zorluklar baş göstermiştir. Bunun için yeni kurulan yerleşim birimlerine yeni karakollar kurulması uygun görülmüştür.
Polis karakollarında, o mıntıkada vuku bulan bütün olaylara bakıldığından polisin okulu olarak nitelendirildiği de olmuştur. Polis eğitim birimlerini yeni bitirenler öncelikle polis karakollarında göreve başlatılmış, acil servisteki hekimin her vakada pratik yaptığı gibi polisiye olaylar konusunda bilgilenmeleri sağlanmıştır.
Ancak ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler sonrasında karakollar sayıca azaltılmış ve bu defa “polis merkezi” adıyla işlevleri arttırılmış olarak uygulamada yer bulmuştur.
Polis merkezleri, teşkilatımızda yükü en fazla olan birimlerimizdendir. 24 saat süreyle hizmet vermektedir. Her an denetlenen, daha doğrusu denetlenme sendromu yaşayan birimdir. En fazla amiri olan da polis merkezleridir.
Polis merkezleri, mıntıkanın küçük bir emniyet müdürlüğü gibi düşünülmelidir. O mıntıkada oturan herkes; pasaport, trafik, ruhsat gibi işlemlerinde oturduğu muhitin polis merkezinde işlerini görmelidir. Öldürme, yaralama gibi adli olaylarla başa çıkabilen polis merkezleri için pasaport ya da sürücü belgesi tanzimi hiç de zor olmamalıdır. Böylece hizmet hem halkın ayağına gitmiş olur, hem de il emniyet müdürlüğünün iş yükü azalır.
Bu amaçla polis karakollarının sayısının azaltıldığı ve polis merkezlerine dönüştürüldüğü bilinmesine karşın uygulamada pasaport, trafik, ruhsat işlemlerinin hâlâ polis merkezlerine aktarılmadığı görülmektedir. Hâlâ trafik tescil işlemlerinin ve pasaport işlemlerinin yerine getirilmediği ilçeler mevcuttur. Bu hizmetleri yapanlar il emniyet müdürlüklerindeki personelimizdir. İlçelerdeki ve polis merkezlerindeki personelimiz de fevkalade bu hizmetleri yerine getirebilecek donatıya sahiptirler. Ya da kısa süreli kurslarla bu beceriyi elde edebilirler.
Bu durum beraberinde şu faydaları getirecektir:
İlk olarak hizmet vatandaşın ayağına gitmiş olacaktır.
İkincisi il emniyet müdürlüklerindeki izdiham önlenecektir. Bu konuda tasarruf edilen personelden önleyici güvenlik tedbirleri alınması yönünde faydalanılacaktır.
İlçelerde ve polis merkezlerinde bu işlerle görevli olanlar, artan zamanlarında öteki hizmetlerin yerine getirilmesine de katkı da bulunabileceklerdir.
Böylece iş yükü azalan il emniyet müdürlükleri, asayişe yönelik ana hizmetlerine daha çok yoğunlaşabileceklerdir.
Bugün gözlemlerimize göre polisimizde; daha kalitelilerin il emniyet müdürlüklerinde idari birimlerde çalıştırıldığı, öte yandan polis merkezlerinde çalışanların bu seviye dışında değerlendirildikleri gibi bir intiba mevcuttur. Bunun önüne geçebilmek için pasaport, trafik, ruhsat gibi idari hizmetlerin polis merkezlerinde yaygınlaştırılması isabetli olacaktır. Böylece polis merkezlerinde çalışma isteği yeniden canlandırılabilecektir.
Her il emniyet müdürlüğü bu uygulamayı başlatabilir. Ancak merkezden bu yönde yapılacak bir yönlendirmenin daha uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Bazen merkezden uyarılma beklenir.
Bazen de taşranın -uyarılma olmadan- uygulayacağı sanılır.
En kötüsü de iki arada, bir derede kalmaktır.. (2008)

GÜVENLİK VE ÖZGÜRLÜKLERİMİZ

Siyaset bilimcileri ile toplumbilimciler son zamanlarda şu söylemi sıkça ifade eder olmuşlardır: 19’uncu yüzyılın sonları ile 20’nci yüzyılın başlarında “devlet” kavramı ön planda iken, 20’nci yüzyılın sonları ile 21’inci yüzyılın başlarında “insan” kavramı daha önemli görülmeye başlanmıştır.
Bu bilince erişmiş toplumlar, düzenledikleri Anayasalar ile fertlerine kişi dokunulmazlığından konut dokunulmazlığına, haberleşme hürriyetinden din ve vicdan hürriyetine kadar özgürlükler sağlanmasına ön olmuşlardır.
Ne var ki, her dönemde az ya da çok şekilde bu hürriyetlerin sınırlandırılması da söz konusu olmuştur. 1982 Anayasası 13’üncü maddesinde bu sınırlamanın ne şekilde olacağını hükme bağlamıştır.
İnsanların temel hak ve hürriyetlerinde herhangi bir şekilde daralma olduğunda akla gelenlerden biri de polis olmaktadır. Çünkü polis, kamu düzenini ve genel asayişi sağlamakla görevlendirilmiştir. Polisin yapacağı en küçük bir yanlışlık ya devlete ya da insanların hak ve hürriyetlerine zarar getirebilecektir.
Genel bir kanı olarak mutlak özgürlük kavramının, sosyal çevre içinde tam anlamıyla yer alamadığını görmekteyiz. Çünkü sınırsız özgürlük anarşiyi, başka bir deyişle kargaşayı doğurur. Bu da özgürlükleri kullanılamaz duruma getirir. Başka bir anlatımla, sınırsız bir özgürlük, sınırsız bir tutsaklığı getirir. Her zaman güçlü, güçsüzü ezer, ancak güçlünün de daha güçlüsü ortaya çıkacağına göre toplum yaşamı ortadan kalkar. Bu durumda toplumun, dolayısıyla devletin var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için özgürlükleri sınırlamak kaçınılmazdır.
O halde kamu düzeninin sağlanması için özgürlüklerin belirli sınırlar içine alınması gereklidir.
Özgürlükler serbest bırakılırsa, kamu düzeni ihmal edilmiş olur. Sonuçta kargaşa vardır.
Kamu düzenine gereğinden çok ağırlık tanınırsa bu defa otorite ön plana çıkar. Sonuçta otokrat bir yönetimden söz edilir.
Bu nedenle özgürlüklerle kamu düzeni arasında denge sağlanmalıdır.
Demokratik hukuk devletlerinde bu dengeyi sağlama görevi yani özgürlüklerin sınırlanması işi yasama organına verilmiştir. Bu da sadece yasa ile yerine getirilir.
Yasaların uygulayıcısı ise polistir. Prof. Zeki Hafızoğulları da demokratik devletlerde polisin görevinin hukuku uygulamak olduğunu ifade etmektedir. “Devlet suç işleyemez ki, devletin memuru suç işlesin. Ya polis suç işlemiştir, hukuka uygunluk nedenleri altında davranmamıştır, fiili suçtur. Ya da polis hukuka uygunluk nedeni içerisindedir, fiili suç değildir. Bu ikisinin arasında gri bir durum söz konusu değildir.” (İnsan Hakları Merkezi Dergisi, 1995)
İşte özgürlükle güvenlik arasındaki bu hassas köprüde görev yapmak polis açısından çok anlamlı ve çok kutsaldır.
İnsan kavramının ön planda olduğu çağımızda, onun hak ve hürriyetleri konusunda ne kadar duyarlı olmamız gerekiyorsa, güvenliği sağlamada da aynı duyarlılığı gösterme zorunluluğumuz vardır. (2001)

GELECEĞİMİZ GEÇMİŞİMİZLE GÜZELDİR

Gerileme döneminde gerçekleştirilmeye çalışılan birtakım ıslahat hareketleri iç güvenlik yapılanmasında da rol oynamıştır. Bunun sonucu olarak kuruluşumuzun gerçekleştiği 1845 yılı, polis teşkilatının başlangıç miladı olarak kabul edilir.
1930’lu yıllar polis teşkilatının ikinci milat yıllarıdır. 1934 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, 1937 yılında Emniyet Teşkilatı Kanunu kabul edilmiştir. Yine Büyük Önder Atatürk’ün emriyle 1937 yılında bugünkü adıyla polis akademisinin kuruluşu gerçekleşirken 1938 yılında polis koleji öğretime başlamıştır.
Polis teşkilatının üçüncü milat yılı ise 2001 yılında polis akademisinin YÖK’e bağlı bir üniversiteye dönüştürülmesidir. Polis akademisi, polis amiri yetiştirme misyonunun yanı sıra bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık hizmetleri yapan özerk bir kuruluş haline gelmiştir. Artık bünyesinde güvenlik bilimleri fakültesi, güvenlik bilimleri enstitüsü ve polis meslek yüksekokulları vardır.
Güvenlik bilimleri fakültesinde polis yöneticileri bilgi ve beceri ile donatılacaktır.
Güvenlik bilimleri enstitüsünde -kısaca özetlemek gerekirse- lisansüstü eğitim öğretim yapılacak, bilimsel araştırma, inceleme ve yayın faaliyetlerinde bulunulacak, güvenlik personeline ihtiyaç duyduğu alanlarda uzmanlık ve yönetim nosyonu kazandırmak amacı ile eğitim öğretim verilecektir.
Polis meslek yüksek okullarında da emniyet teşkilatına ilk kademe personel yetiştirilecektir.
Böylesine önemli bir sorumluluğu üzerinde taşıyan bizim üniversitemiz, bilginin “bilimsel” kılınmasında iddialı duruma gelmiştir. Bilgi çağındaki bilgi, bilimsel değilse bilgi olarak değer göremez. Bu nedenle iç güvenliği sağlamakla görevli teşkilatımızın her hamlesinde polis akademisinin izleri olmak zorundadır. Vatandaşın güvenliği konusunda atılacak adımların üniversitemiz bilgi laboratuarlarında süzgeçten geçirilerek uygulamaya konulması kuşkusuz büyük ilerlemeler kat etmemizi sağlayacaktır. Zira güvenlik personeline ihtiyaç duyduğu alanlarda uzmanlık ve yönetim nosyonu kazandırmak üniversitemizin ana amacıdır.
1937’lerde başarılı başkomiserleri bir yıl eğiterek emniyet amirliğine yükselten polis enstitüsü, bu defa 1941 yılında ilk mezunlarını veren polis koleji öğrencilerini bünyesine kabul etmiştir. Amaç; polis teşkilatına amir yetiştirmektir.
Üniversite kimliğimiz ise çok yenidir. Henüz yedi yıllıktır. İç güvenliği sağlama ve vatandaşa güven duygusu aşılama yönünde önemli rol oynamaya devam edecektir.
Polis akademisinin başarısının, geçmişte mezun ettiği değerlere önem verip vermemesiyle yakından âlâkalı olduğu değerlendirilmektedir. Bugün bu değerlerin dosyaları, arşiv raflarında gözden ve gönülden uzak biçimde biraz hüzünlü, biraz sitemkâr olarak bizleri izlemektedir. Ziyaretçisini bekleyen kader mahkumu gibi..
İçinde bulunduğumuz ‘bilgi çağı’nın simgesi durumundaki bilgisayar, bugün teşkilatımızın bütün kademelerinde yer bulmuştur. Polis akademisi yönetiminin, Emniyet Genel Müdürlüğü arşivlerindeki dosyaları mümkün olabildiğince dijital ortama aktararak geçmişteki büyüklerine bağlılıklarını bildirmeleri bir vefa borcu olarak değerlendirilmektedir.
Emekli ya da herhangi bir şekilde meslekten ayrılan polis akademisi mezunlarının dosyaları, kimi özel bilgilerden arındırıldıktan sonra, yıl içi ödevi olarak güvenlik bilimleri fakültesi öğrencilerine zimmetle verilmelidir. Fakültedeki ya da güvenlik bilimleri enstitüsündeki değerli eğitimcilerimizin nezaretinde dosyalarda takip edilecek kıstaslar belirlenmeli, her öğrenciden belirlenen formatta dosyaların bilgisayar ortamında yeniden tanzimi istenmelidir. Bazı bilgiler bizzat yeniden yazılarak, bazıları ise dijital ortamda taranarak arşivlerdekinin yerine ‘gülen dosya’lar yaratılmalıdır.
Günden güne dosyalar içinde kaybolacak ya da yıpranacak diye kaygı yaşamak yerine geçmişteki büyüklerimizin anısına saygı göstermenin bir borç olduğu bilinmelidir. Bugün en fazla yakınlarının sosyal tesislerimizden yararlanmaları için lazım gelen evraka ulaşmak için arşive inilerek dosyalarına bakıldığı bilinmektedir. Oysa bu büyük değerlerimiz bize bir ‘tık’ kadar yakın olurlarsa biz de bizden sonrakilere o kadar yakınlaşmış oluruz. Onlara ne kadar çok değer verirsek gelecek için yatırım yapmış oluruz.
Zira zaman çok çabuk geçiyor. Polis akademisinin ilk mezunlarından kimilerinin hayatta olduğunu duymak bizleri çok memnun ediyor. Bugün yakın gibi gözüken 1937’ler, 1938’ler yarın gecikmiş bir tarih olarak karşımıza çıkabilir. Pişmanlık duygusuna kapılmamamız için elimizi çabuk tutmamız gerekir.
Dosyaların bilgisayar ortamına aktarılması halen çalışanlar için zamandan tasarruf sağlar. Tüm mezunları bir arada görebilmemiz mümkün olur. Önemli mertebelere yükselmiş olan büyüklerimiz gelecektekilere motivasyon unsuru oluşturur. Şehitlerimizin, görev malûllerimizin ve emeklilerimizin hatıraları bu sayede yaşatılır.
O dosyalarda nice acı tatlı anılar vardır. Belki de iç güvenlik alanında daha büyük hamleler yapmamızı gerektirecek normları bu dosyaların içinde yakalayabiliriz. Belki ders çıkarabilecek çok şeyler bulabiliriz.
Geçmişe saygı, geleceğe yapılan bir yatırımdır. Bu nedenle geçmişte teşkilatımıza emek veren polis akademisi mezunlarının dosyalarının bilgisayar ortamına aktarılması bilimsel bilgi üretme merkezimizden beklentimizdir. (2008)

24 Temmuz 2011 Pazar

NEZARETHANEDEKİ İLGİNÇ MİSAFİR


Bayram hediyesi olarak gelen kutuyu açtığında bayılmıştı. Yakın dostları kendisini hastaneye kaldırdılar.

İlk müdahale yapıldıktan sonra hastane polisi tarafından ifadesine başvuruldu. Polise, kendisine bu kutuyu gönderen kişiden şikâyetçi olduğunu bildirdi.

Hastane polisi karakol amirine telefonla bilgi verdiği sırada bir kutuyla iki genç adam karakola gelmişti bile. Uzun boylu ve esmer olanı, patronunun bayılma nedeninin bu kutu olduğunu söyledi. Yarı açılmış ambalaj kâğıdını tümüyle açarak içindekini başkomisere gösterdi.

Patron hastaneye kaldırıldığı için biz getirdik, dedi.

Bu, eni boyu otuz santimetre bir bisküvi kutusuydu. Alıcı adı olarak ambalaj kâğıdının üstünde Fahri Paksoy yazılıydı. Gönderici, kendi adını da yazmıştı.

Kutunun üst kısmında küçük delikler vardı. Buradan içindeki görülebiliyordu. Kendisine bakıldığını anlıyormuş gibi başını yukarı kaldırıyor ve aralıklı olarak dilini çıkarıyordu. Üzerinde yeşilin birçok tonu vardı ve kıvrılmış halinden bir metreye yakın boyu olduğu anlaşılıyordu.

Başkomiser, çiçekçi Fahri’yi tanıyordu. Fahri, mıntıkanın en renkli simalarından biriydi ve herkes tarafından seviliyordu. Polis teşkilatının kuruluş yıldönümü olan her 10 Nisan’da polis merkezini çiçeksiz bırakmazdı. Ama Başkomiser, Fahri’nin, hastanelik olacak kadar yılandan korktuğunu duymamıştı.

Ortada bir mağdur vardı. Polis olarak yapılacak ilk iş, sanığı ve suç aletini elde etmekti.

Ambalaj kâğıdında yazılanlara bakılırsa sanığı kolayca bulabilirdi.

Suç aleti de kutudaydı.

Kutuyu getirenler izin isteyerek ayrılmak istedi.

Başkomiser, nöbetçi memurunu çağırdı ve tutanakla teslim almasını söyledi. Dilini çıkardığını görünce de, “Misafir, arada bir dilini çıkarıyor. Su mu istiyor, bakın?” diye memuru uyardı:

Şimdi şaşkınlık sırası İsmail’deydi. Adli bir suç işlediği iddia edilen sanıklar için polis merkezinde yapılması gerekenleri adeta ezberlemişti.

 Üst araması yapılacaktı.

Tabip kontrolünden geçirilecekti.

Sonra nezarethaneye konulacaktı.
Nezarethanede de görev devam ediyordu. Yiyecek içecek ihtiyacı ya da tuvalet ihtiyacı olabilirdi.

İsmail temkinliydi. Üst araması yapıp yapmayacağını başkomiserine sormadı.
  
Ama hekim raporu alınmalı mıydı?

“Başkomiserim”, dedi. “Veterinere gönderecek miyiz?”

Garipçesine İsmail’e bakan başkomiser, “Bu da mı başımıza gelecekti” dercesine “la havle” çekti.

En iyisi savcıyı aramak diye düşündü.

Savcı daha ciddi bir değerlendirme yapıyordu.

Eğer yılan zehirli ise ceza ağırlaştırıcı olabilirdi.

Suçta kullanılan tabanca ve bıçaklar için çok kere ekspertiz raporları aldırmıştı. Tabancanın ateş etmeye elverişli olup olmadığı, bıçağın oluklu mu, yoksa normal mi olduğu, bu yönleriyle 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Yasa kapsamına girip girmediği dosyada yer alması gereken görevlerdendi.

Şimdi de yılanın ekspertiz raporunu aldıracaktı. Zehirli mi, değil mi? Tıpkı tabancanın iğnesinin kırık olup olmadığının tespit edildiği gibi...

Başkomiser biraz daha vehimlendi. Sanık için işlem kolaydı. Her saat bulabileceği hükümet tabibi bu sorunu çözebilirdi. Ama şimdi bir veteriner hekim gerekliydi. Mesai saati sona eriyordu.

İsmail’i çağırdı. Raporun ertesi gün alınacağını bildirdi. Ayrıca kutuyu tutanakla gece grubunun nöbetçi memuruna teslim etmesini ve yine olay sanığının yakalanması için gerekli çalışmanın yapılmasını istedi.

Fatih, en zor nöbetlerinden birini tutacaktı. Sabaha kadar uzun bir zaman vardı. Kutuyu nezarethaneye koyamıyordu. Çünkü orda başka şüpheliler vardı.

“En doğrusu yanımda kalsın” diye düşündü ve nöbetçi memur odasında bekletmeyi uygun gördü. Hem kutu, kartondan olduğu için, bir şekilde delerek kaçabilme ihtimaline karşı da bir önlemdi bu.

İlerleyen saatlerde Fatih, bekçiyi göndererek nezarethanedekilere de yiyecek aldırdı. Grup arkadaşları da bir şeyler atıştırdılar.
Arkadaşları O’nu, “misafirini unutma” diye uyarıyorlardı. Biraz sütün iyi geleceğini söylüyorlardı.

Fatih düşünceliydi.

Yiyecek verirken kaçırabilirdi.

Vermezse yılan ölebilirdi.

Her ikisi de riskliydi. Üstelik kutuya dökülecek süt, kartonun kolayca yırtılmasına ve delik açılmasına neden olabilirdi.

Sonunda sürüngenlerin kışın uzun süre hareketsiz kalabildiklerini hatırladı ve süt içirme fikrinden vazgeçti.

Her telefon çalışında ve yine her telsiz konuşmasında kutunun içinde başını kaldırarak etrafı süzmesi Fatih için rahatlatıcı oluyordu.

“Demek ki yaşıyor” diye.

Ölü olsa da zehirli olup olmadığı tespit edilebilir miydi?

Belki de edilebilirdi. Ama başkomiseri, iyi bakmasını söylemişti. Misafiri; ölmemeliydi ve de kaçmamalıydı.

O her zamankinden daha çabuk olmasını istediği sabah, nihayet ilk ışıklarını göstermişti.

Biraz sonra gelen gündüz grubuna teslim ettiğinde büyük bir yükten kurtulmuştu. Aslında nezarethanede kalan herkes nöbetçi polis memuru için bir yüktü.

Keşke hiç suç işlenmeseydi. Kimse nezarethanelerde, hatta cezaevlerinde kalmasaydı.

Özgür olmak kadar güzel bir duygu var mıydı?

Gündüz nöbetçisi bu yönde çok hızlıydı. Olayın sanığının yakalanması üzerine bir fezleke hazırladı ve savcılığa gönderdi. Gelen karar, “Sanığın tutuksuz olarak yargılanmasının devamına...” şeklindeydi.

Ya yılan hakkındaki karar ne olacaktı?

Tabanca ya da bıçak olsaydı adli emanete alınırdı.

Kutu elinde polis merkezine dönen memuru gördüğünde başkomiser yine koridoru arşınlamaya başlamıştı.

Öldürüp toprağa gömebilirlerdi. Ama bir Panter Emel çıkıp hesap sorabilirdi. Çünkü o, rastgele bir yılan değildi. Ne de olsa devlet kayıtlarına geçmişti.

Düşündüler, taşındılar. Tarım il müdürlüğüne teslim etmeye karar verdiler.