18 Nisan 2013 Perşembe

DİNLEME DE BİR TÜR KÖTÜ MUAMELEDİR


1071 yılında Anadolu’ya Müslümanlaşmış olarak gelen Türkler, 1299’da Söğüt'te Osmanlı devletini kurdular.

Fetihler yaptılar. Büyüdüler. Savaştılar. Yükseldiler.

Sonra yoruldular. Durakladılar.

Can sıkan, öldüren, zalim savaşlar devam etti. Gerilediler.

İmparatorluk zayıfladı. Hasta Adam oldu.

Savaşlar durmadı.

Birinci Dünya Savaşı başladı.

Çanakkale’de, Batı cephesinde sıcak savaşlar devam etti.

Hasta Adam Serv’de yoğun bakıma girdi.

Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan’daki antibiyotik, yeniden dirilişi getirdi.

Dünya savaşa doymuyordu. Bu defa İkinci Dünya Savaşı başladı.

Savaşlar dünyasındaki kırılma noktası 1945 yılında yaşandı. Japonya’ya atılan atom bombaları yürekleri sızlattı.

Üç yıl kadar kısa sürede Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi imzalandı. Ardından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi...

Artık insan hakları kavramı literatürde sıkça konuşuluyordu.

Savaşta ateş vardı, barut vardı. Savaş, ölüm kusuyordu. Olmamalıydı.

Ama insanlaşamamış insanlar her zaman vardı.

Savaş biter gibi oldu, bu defa terör başladı.

Terörde de yıldırma, korkutma vardı. Ölüm, biraz daha kalleşçe gerçekleştiriliyordu.

Geçmişte savaşlarda şehit kanlarıyla sulanmış Anadolu toprağı bu defa terörden nasibini alıyordu.

Yetmişli yıllarda terör suçlarını aydınlatmak için görevliler yanlı davrandılar. Yandaşlarını korurken diğerlerine işkence ve kötü muameleler yaptılar.  Ne var ki polisçe yapılan bu kötü muameleler idari ve adli mekanizmalarda tepki ile karşılanmadı. Sıradan yapılan bir işmiş gibi değerlendirildi.

O yıllarda kuran kursu talebesinin hocasından, öğrencinin öğretmeninden,  vatandaşın polisten, askerin komutanından dayak yemesi normal sayılıyordu. Hatta babalar çocuklarını, "eti senin, kemiği benim" diye bu kişilere teslim ediyordu. Hepsi devletin adamlarıydı. Dolayısıyla kötü muameleyi devlet yapmış oluyordu.

Eğitim düzeyinin ve televizyon yayınlarının artmasıyla, ayrıca sivil toplum kuruluşlarının baskısıyla işkence ve kötü muamele gittikçe azaldı.

Ama suç azalmıyordu. Terör, bulaşıcı bir hastalık gibi toplumu kemiriyordu.

Polis artık işkence ve kötü muamele yaparak değil, delilden suçluya giderek suçların önüne geçebilecekti. Çünkü işkence ve kötü muamele yaptığında ceza görüyordu.

Hastalığı bulmak için hekimlerin laboratuar çalışmalarına önem verdiği gibi poliste de suçluların belirlenmesi için kriminal laboratuarlar kuruldu. Ama bu iğne ile kuyu kazmak gibi bir şeydi. Polisin işine gelmedi! Daha kolayı vardı. Telefon dinlemeleri yapılarak birçok suçlu yakalanabilirdi. Nasıl olsa her türlü yakalama idari ve adli mekanizmanın hoşuna gidiyordu. Polis yakalasın da nasıl yakalarsa yakalasın deniliyordu. Tıpkı başlangıçta işkence ve kötü muameleye hayır denilmediği gibi..

Hâlbuki bize polis okullarında ilk olarak suçu önleme görevi öğretilmişti. İkinci görevimiz ise suçluyu yakalamaktı. Biz tersini yaptık. Çünkü birincisi yani önleme görevi basitti. Bekçiler de devriye gezerek bu görevi yapabilirdi. Bu görevde kalanlar karizmalarının çizildiğini düşünürlerdi. Bunun için makbul olan suçlu yakalamaktı. Bu da o kadar kolay değildi. Adamı ikiseksen uzatacaksın! Bülbül gibi konuşturacaksın! Ancak o zaman makbul polis olurdun.

Fakat işkence dönemi bitti. Yapamıyoruz. Nasıl "makbul" olacağız?

Kolayı var.

Dinleyerek ya da görüntü alarak..

Ama izinsiz dinleme ve izleme, tıpkı işkence ve kötü muamele yapmak gibi suç kabul ediliyor. Cezası var.

Olsun! Geçmişte işkence ve kötü muamele de suçtu. Ama idarece abes karşılanmadığı için yapılıyordu. Bugün de idarece tavır konulmazsa "makbul" adam olma hevesi içindekiler dinleme ve izleme suçunu da işleyeceklerdir.

Bir kişiyi döverek vücut bütünlüğünü bozmak ne kadar haksız bir davranışsa kişinin özelini dinleyerek ya da izleyerek mahremiyetini zedelemekte o kadar çirkindir. Bu işte görev alan her karakteri zayıf polisin, ileride sorumluluktan kurtulmak için kendisini bu işe yönlendirenlerin de sesini ve görüntüsünü alabileceği unutulmamalıdır.

Şunu söylemek istiyoruz: İşkence ve kötü muamelede eziyet vardır. Suçlu olduğu sanılanları bülbül gibi konuşturmak (!) için yapılmıştır. Ancak çağın gelişmesiyle vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Zira anayasamız tıbbi zorunluluklar dışında kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamayacağını belirtmiştir.

Kişilerin özel hayatına ilişkin dinleme ve görüntü almada da mahremiyet vardır. Suçlu olduğu sanılanları itiraz edemeyecekleri duruma düşürerek konuşturmak için yapılmaktadır. Anayasamızda özel hayatın gizliliğine dokunulamaz hükmü vardır. Ceza yasamızda da dinleme ve görüntü alma işi, belli bir mesleğin sağladığı kolaylıktan yararlanmak suretiyle yapıldığında ceza artırılmaktadır.

Suçu soruşturmak savcının işidir. Polis, onun bunun adına hukuk dışı işlere girişerek makbul adam olma sevdasından vazgeçmelidir. Makbul adam olacaksa hukuk içinde kalarak bunu sağlamalıdır. Enerjisini suç olmaması için harcamalıdır. Önleme hizmetlerine yoğunlaşmalıdır. Geçmişte işkence ve kötü muamelede yaptığı hataları bir daha yapmamalıdır. Bu suçlardan dolayı çok fazla sayıda meslektaşının cezalar aldığını, meslekten çıkarıldıklarını unutmamalıdır. Şimdi de kanunsuz dinleme ve görüntü almayla aynı hataya düşmemelidir. Birilerinin el ulağı olmamalıdır.

Zaten Yüce Kuran, insanlığı 1400 yıl öncesinden uyarmış. "Önceleri biz göğün bazı yerlerinde oturup dinleme merkezleri edinirdik. Ama şimdi kim dinlemeye kalkışırsa, derhal kendini izleyen bir alevle karşılaşır." (Cin suresi/9)

Yüce Tanrı, insanlaşamamış insanlarımızı da ıslah etsin.