27 Aralık 2016 Salı

HARAM KOLTUK

Kırk yıldır teşkilatın içindeydim. Çok yükselişler görmüştüm. Ama Fetullah cemaatinin yaptığı bu son yükselişler, en modern asansörlerden daha hızlıydı. Yangından mal kaçırırcasına hareket ediyorlardı. İl emniyet müdürlükleri, daire başkanlıkları, yurt dışı görevler; cemaatçiler tarafından kapış kapış edilmişti. Polis akademisi, cemaatçiler için doçentlik, profesörlük tahsis eden bir kuluçka makinesine dönüştürülmüştü. IPA yönetimine de el atmışlardı. Polis Sandığı da onlardaydı. Yönetim kurulu üyeleri, bir maaş kadar ‘ballı’ huzur hakkı alıyorlardı. Hizmetin nasıl yapılacağı önemli değildi. Önemli olan o makamlarda bir cemaatçinin oturtulmasıydı. Böylece cemaat, 1970’lerden beri verdiği uğraşın meyvelerini toplamaya başlamıştı.



HORASAN’DAN PİRAZİZ’E

Dünyaya ‘Merhaba’ dedikleri yer Orta Asya’ydı. Ama etrafındaki çekik gözlülerle yıldızları bir türlü barışmadı. Batıya doğru göç ettiler. Horasan’ı çok beğenmişlerdi. Uzun süre İran’ın bu bölgesinde yaşadılar. Araplarla ta­nışmaları da bu dönemlerde oldu. Hatta Çin ordularının saldırılarına Araplarla birlikte karşı koydular. Müslüman oluşları da o yıllara dayanmaktadır. Sonra Müslümanlığı yayma uğruna Anadolu’ya geçtiler. Bölgenin Türk yerleşi­mine açılması için Bendehor kalesine geldiklerinde tarih 1397’yi gösteriyordu. Şeyh İdris, otağını Gökçeali’de kur­maya karar verdi.
Şeyh İdris’in iki mollasından biri olan Pir Aziz, Ben­dehor kalesi çevresine yerleşti. Görevi; civar köylerin vergisini toplamak ve Osmanlı ordusuna bağlı bir grup askeri beslemekti. Kendi oturduğu köye, beylik merkezi anlamında Nefs-i Piraziz denildi.
Denizden üç beş kilometre içeride olmayı tercih etti­ler. Etraf yemyeşildi. Toprak daha verimliydi. Hayvanlarını kolay doyurabilirlerdi. Sahildeki sivrisineklerden de uzak­laşmak lazımdı.
Yıllar 1700’leri gösterdiğinde köyün imamlığına Ha­san’ı getirdiler. Hasan, “Ağır ol molla desinler” cinsinden biriydi. Sonraki yıllarda “Molla Hasan” olarak anıldı.  
Oğullarından ve torunlarından birçoğu aynı camide gönüllü imamlık yaptılar. Torununun oğlu Mustafa, dö­neminin en etkili isimlerinden biriydi. Osmanlı’da kadılık yaptı ve “Kadı Mustafa” diye anıldı.
Büyük dedem Emir, işte o Kadı Mustafa’nın oğluydu. Boylu boslu, güçlü kuvvetliydi. Onu, Giresunlu Topal Os­man Ağa’nın, Atatürk’ün muhafızlığına seçmesi bundan­dır. Üstün başarısı, istiklal madalyasıyla ödüllendirilmiştir.
Sancılı başlayan yüzyılın ilk çeyreğindeki dünya sava­şı, Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirdi. Kurucumuz ve Kurtarıcımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önce Çanak­kale’de, ardından Kurtuluş Savaşında gösterdiği başarılar aydınlık yeni Türkiye’nin habercisi oldu.
O aslında “Mecbur kalınmadıkça savaş bir cinayettir” diyordu. Barış içinde yaşanılası bir dünya istiyordu. Bu­nun için 1931 yılında “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini ortaya atmıştı. İç güvenliği de aynı şekilde önemsiyordu. Modern, eğitimli ve disiplinli bir polis teşkilatı olsun isti­yordu. Mezun olduğum polis enstitüsünün 1937’de ku­rulması Büyük Atatürk sayesinde olmuştur. Polis kolejinin eğitime başlaması onun sağlığında gerçekleşmiştir.
O ebediyete intikal ettiğinde dünya yine rahat durma­mış, ikinci bir cihan harbiyle yeniden çalkalanmıştı.
Neyse ki benim dünyaya geldiğim 1956 yılında hem İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, hem de Kore Savaşına katılan birliklerimiz geri dönmüştü. İnsan Hakları Evren­sel Beyannamesi imzalandığı için dünya rahat bir nefes almıştı. Türkiye çok partili sisteme geçmişti. ABD’nin yap­tığı Marshall yardımı tarımı kısmen makineleştirmiş, köy­lüye ferahlık getirmişti.
Babam, dedemle birlikte küçük bir otel işletiyordu. O günlere ait hatırladığım tek şey, oteldeki yorganların dış örtülerinin kancalı iğnelerle tutturulmasıydı.
İlkokula başlayınca kalemtraşla kurşun kalem ucu aç­mak bende bir tutku olmuştu. Şimdi bunu, hiç oyuncağı­mın olmamasına yorumluyorum.
Sonra umulmadık bir durum oldu. Babam o yılların “ince” hastalığına yakalandı. Günleri göğüs hastalıkları hastanelerinde geçmeye başladı. Annemle her ziyarete gittiğimde, dönemin popüler şarkısı, bana hastane önün­de incir ağacı aratır olmuştu.
Piraziz’de pazar, Perşembe günleri kuruluyordu. İl­kokul öğretmenimiz Sabret Bilmez, babamın hastanede yattığını biliyordu. Dedemi pazarda bulmuş ve ortaokula gönderilmem konusunda ikna etmişti. Ortaokulumuz, iki yıl önce Şeyhli köyünde açılmıştı ve dört kilometre yürü­mem gerekiyordu.
Daha sonra polis koleji ve polis akademisinde birlik­te okuduğumuz Cevdet Özkaya, Şenel Özkaya, Abdullah Bozkurt ve Hasan Turan ile aynı sıraları paylaştık.
Piraziz, ismi itibarıyla dinsel motifleri çağrıştıran bir algı yaratmaktaysa da bu şirin beldemizde birçok Osmanlı aydını olduğunu duymak mümkündür.
Bunlar arasında üç müderris “Ali Efendi”yi sayabiliriz. Bozat Mektebi kurucusu Emiroğlu Ali Efendi (1745-1812), aile büyüğümüz Yahyazade Ali Efendi (1856-1918) ve aynı dönemlerde yaşayan Hacıoğlu Ali Efendi saygın medreselerde eğitim aldıktan sonra Pirazizlilerin eğitim­lerinde önemli rol oynamışlardır.
Bu kişilerin kültürel bir yansıması olarak özellikle Şeyhli köyü merkezli bir aydınlanma yaşanmıştır. Yörede mahalle mekteplerinin ardından ilkokul, ilk kez Şeyhli’de açılmıştır. Kızlar o dönemde Şeyhli’de okula verilmiştir. Bugün doksanlı yaşlarını idrak eden Nafiye Cörüt hala­mız, gazeteleri okumasını o dönemin Şeyhli ilkokuluna borçludur.
Gazeteci ve hikâye yazarı Naim Tirali, 1940’lı yıllardan itibaren Cumhuriyet aydınlığını günümüz Piraziz’ine taşı­yan insan olmuştur.
Şimdilerde Uğur Koleji, Avrupa Koleji, Oğuz Kaan Ko­leji, Bahçeşehir Üniversitesi, Kıbrıs Ada Kent Üniversitesi gibi eğitim kurumlarının Piraziz ile özdeşleşmesi hep bu aydınlanmanın bir sonucudur.

PİRAZİZ’DEN ANKARA’YA

Cevdet Özkaya teyzemin oğluydu. Muhtar olan dedesi, ortaokulu bitirdiğimiz yıl polis koleji sınavlarının olduğunu duymuş ve torununun başvurusunu sağlamıştı. Ben ve diğer arkadaşlarımız Cevdet’in bilgilendirmesiyle müraca­atta bulunduk. Giresun’da yazılı sınava katıldık. 28 aday arasından sadece beşimiz başarılı görülerek Ankara’daki sınavlara çağrıldık.
Ortaokuldaki başarımız, daha doğrusu Şeyhli ortao­kulunun başarısı; beşimizin de Ankara’daki sınavı kazan­masıyla tescillenmişti. Arkadaşımız Hasan Turan’ın sağlık nedeniyle ayrılması sonucunda dört kişi olarak polis ko­lejini, ardından polis akademisini 1976 yılında bitirerek kadrolarımıza atandık.
Mezuniyet töreninde içişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk bir konuşma yaptı ve Gaziantep’te yaşanan terör olay­larını yerinde incelediğini ve Ankara’ya yeni döndüğünü anlattı. İki polisimizin şehit olduğunu belirtti.
Ben, yeni mezun komiser yardımcısı olarak Gazian­tep’e atanmıştım. Nasıl bir atmosferde görev yapacağımı Bakan’ın ağzından duyma şansım olmuştu.
Yalnız kura çekiminden önce başka bir heyecan yaşa­mıştım. Her yıl akademiden mezun olan on komiser yar­dımcısı okul kadrosunda bırakılırdı. Ben o, on kişinin ara­sındaydım. Ama işin içine siyaset girince isimlerimiz iptal edilerek il emniyet müdürlüğü kadrolarına gönderildik. Bu defa siyasi unsurlar, bizim yerimize kendilerine yakın gör­dükleri on devre arkadaşımızı illerden geri çağırarak aka­demi kadrosuna yerleştirdiler. Alışılmış bir uygulama de­ğildi. Kendi adamlarını getirmek için bir “baypas”tı. Bizim yerimize gelenler arasında Ali Yaşar Günaydın da vardı. Bir süre okulda çalıştıktan sonra İstanbul’a atanmıştı. 1979 yılında İstanbul’da evinin önünde terör örgütü mensupları­nın silahlı saldırısı sonucu devremizin ilk şehidi oldu.
1961 Anayasasının tanıdığı geniş hak ve hürriyetler 1970’li yıllarda kısıtlanmaya başladıysa da poliste dernek kurma hakkı devam ediyordu. Teşkilat mensupları kad­roda POLDER’e üye olabiliyorlardı. Daha sonra 1977’de POLBİR kurularak polisin sosyal hakları için mücadele güçlendirilmiş oluyordu.
Ayrıca okulumuzdan mezun olanların kurduğu PO­LENS adlı derneğimiz vardı. Genel başkanlığını genç baş­komiser Ünal Erkan yapıyordu.
Daha da önemlisi henüz öğrenciyken kurulan derne­ğimiz vardı. Kısa adı POLİENS idi. Ve ben bu derneğin yönetim kurulunda görev almıştım. Ne tuhaftı ki henüz öğrenciyken içinde bulunduğum derneksel faaliyet, me­zun olunca okulumuz kadrosuna atanmama mani olmuş­tu. Yani bu kitabı yazma nedenimin ilkiyle, atama kuraları çekilmeden karşılaşmıştım. Sonra 40 yıl boyunca karşı­laştığım ayak oyunlarını bir bir sıraladım ki 1976-2016 Türkiye’sinin polisiye cephesi ile genel yönetim anlayışı gözler önüne serilsin.


GAZİANTEP

Gaziantep’te 1976-1978 yılları arasında çalıştım. Rüt­bem komiser yardımcısı idi. Toplum zabıtası müdürlüğün­de göreve başladım. Bu birimin adı sonraki yıllarda çevik kuvvet olarak değiştirildi.
Polis akademisi biterken üniversite sınavlarına da gir­miştim. Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine bağlı Fransız dili ve edebiyatı bölümüne girme hakkını elde et­tim. Ama o yıllarda 20 yaşındaydım ve yeterli tecrübeye sahip değildim. Ankara’ya gitmekten vazgeçtim. Ne yalan söyleyeyim ki Gaziantep’te ciddi bir kaos içine gireceğimi bilmiyordum.
İlk şoku hava durumunda yaşadım. Çocukluğumun geçtiği Karadeniz bölgesi ılıman iklim kuşağındaydı. Altı yıl öğrenci olarak geçirdiğim Ankara’da Temmuz ve Ağus­tos aylarında kalmadığım için yakıcı sıcakla tanıştığım söylenemezdi. Sarı sıcağın yaşandığı Gaziantep’te, hem de Temmuz ve Ağustos aylarını geçirmek bir hayli zor­du. Çevik kuvvet biriminin bulunduğu Mağarabaşı, yoksul bir semtti. Şehir içi nakliyede at arabaları kullanılıyordu. Rüzgârla uçuşan at pislikleri sıcak asfaltı daha da sevim­sizleştiriyordu.
Orta K’lı başkomiser Hamdi T, şube müdürlüğüne vekâlet ediyordu. Elli yaşlarındaydı. Kır ve dik saçları var­dı. Tonton biriydi.
Yine 4 amir vardı ve 150 polis görev yapmaktaydı.
Devlet memuru olarak göreve başlamıştım. Ama gö­rev yerimdeki devletin görüntüsü hiç de iyi değildi. Nö­betçi komiseri olarak görev yaptığımız odada mefruşat olmadığı gibi masa ve sandalyeler de sıradandı.
Ekip komiserliğini ise kamyonetten bozma sekiz kişilik bir araç ve bir minibüsle yerine getiriyorduk. Başkomiser de bir yere gidecekse bu araçlardan birini kullanıyordu. Kuvvet sevki için burunlu bir otobüsümüz vardı.
24 saat görev yapıyordum. 24 saat dinlendikten sonra tekrar göreve geliyordum. Bu çok zor bir çalışma siste­miydi. Kötü bir binada, tefrişten yoksun odalarda, 30 ya da 45 günlük kurslar sonucu kadroya gelmiş taraflı perso­nel ile 24 saat geçirmek resmen bir zulümdü.
Hâlbuki 1951 yılında bile bir yıl süreyle günde sekiz saat mesai uygulaması gerçekleştirilmişti. Hatta adına kı­saca “Polis Disiplin Yönetmeliği’ diyebileceğimiz “Polisin Disiplinine, Merasim ve Topluluklardaki Rolüne ve Polis Karakolları Teşkilatı ile Vazifelerine Dair Talimatname”nin 135’inci maddesinde “Vazifeler her memurun sekiz saat devamlı hizmet göreceği şekilde tertip olunur” hükmü yer almıştır. Ama özgüvenden yoksun emniyet müdürleri sık­ça devam eden toplumsal olayları bahane ederek insanlık dışı çalışma saatleri uyguluyorlardı. 1964 yılına kadar altı gün aralıksız karakolda bulunma mecburiyeti sürdürül­müştü. 1963 yılında mesleğe başlayan hemşerim başko­miser Dursun Öztürk, o yıllardaki alaysı bir polis tanımını günümüze taşıyordu: “Parayla kendisini devlete satana, haftada bir gün karısıyla yatana polis denir.”
Şimdi bir polis düşünün ki dört saatten fazla araba kullanana ceza yazsın. Ama kendisi aralıksız 12 saat ça­lışsın.
Yine bir polis düşünün ki yakaladığı suçluyu yedi met­rekarelik nezarethanede bekletsin, kendisi üç metrekare­lik kulübede 12 saat nöbet tutsun.
Kırk yıl geçmesine rağmen bu yolda ciddi bir ilerleme kat edemeyişimiz, statükoculuğumuzu göstermesi bakı­mından manidardır.
*
1976’ların Gaziantep’inde yazlık sinemalar vardı. İlk toplumsal olayla Karşıyaka’daki yazlık sinemada karşılaş­tım. Bacaklarımın titrediği bir akşam geçirmiştim. Yılmaz Güney ve Melike Demirağ’ın rol aldıkları Arkadaş filminin ikinci makarasını getiren mobiletli gencin, sağ görüşlü grupça önünün kesilerek film makarasının kaçırılması iz­leyici grubun öfkelenmesine yol açmıştı. Sinemadan çıkan insanlar slogan atıp çevreye zarar veriyorlardı. Caddeden geçen arabaları devirmeye çalışıyorlardı. Bu konuda nasıl bir strateji izlemem gerektiğini bilmiyordum. Okulda böy­le bir şey öğrendim mi diye düşündüm. Maalesef hiçbir şey anımsayamadım.
On memurla görev yapıyordum. Hiçbiri müdahale ko­nusunda bir girişimde bulunmuyordu. Belli ki ben amir olduğum için emir vermemi bekliyorlardı. Ama yanlış bir emir veririm endişesiyle tereddüt yaşıyordum. Taşlar ve sopalar havada uçuşmaya başlamıştı. Karanlıkta hepsini takip etmek zordu. Telsiz ile durumu haber merkezine bildirdim. Emniyet müdürü Ahmet Karakurt benim deneyimsiz olduğumu biliyordu. Beni cesaretlendirmek için olacak ki olay yerine seyir halinde olduğunu bildirdi.
Taşlı sopalı eylemin yanında sloganlara devam edili­yordu:
“Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin ola­cak!”
Kalabalıktan yükselen ses, o kadar uyumluydu ki ön­ceden çalışılmış gibiydi. Kuşkusuz bunun provası sinema salonunda yapılmış değildi. Bu tür sloganlar sağ sol terö­rün yaşandığı yıllarda insanlara ninni gibi geliyordu.
Bu arada karanlıklar arasından bir bekçi görünüverdi. 40 yaşlarındaydı. Elindeki copla araçları devirmeye çalışan gruba vurmaya başladı. Bir kaçışma yaşandı. Ben bundan cesaret alarak ekip personeline “Dağıtın” emrini verdim. Böylece onbir kişi ile takip ettiğimiz grup dağılmaya baş­ladı. Emniyet müdürümüz geldiğinde durum normale dö­nüyordu. Ne çarpıcı bir gerçekti ki benim okulumun ve üstlerimin öğretemediğini bir bekçimizden öğrenmiştim.
*
Bir ev kiralamıştım. Ama genellikle çevik kuvvet biri­minde benim için tahsis edilen odada kalıyordum. Dola­yısıyla görevimi, görev yerimi, görev arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum.
24 saat süreyle devam eden görev çok sıkıcı oluyordu. Personel, görev yokken bekleme salonunda vakit geçiri­yordu. Albenisi olmayan bu mekânda saatlerce üniformalı olarak vakit geçirmek sıkıntı vericiydi. Memurlar ya ken­dilerine verilen yemek izinlerini uzatıyordu ya da yakında bulunan kahvehanelere giderek oyunlarla oyalanıyorlardı. Personelin kitap ya da gazete okuma alışkanlığı yoktu. Eğitsel bir aktivite de yapılmıyordu.
Olay olduğunda sıkıntı daha fazlaydı. Ekibin hazırlan­ması, depodan silahların zimmet yapılması zaman alıyor­du. Olay yerine geç kalınıyordu. Zaten o yıllarda göste­rilen Türk filmlerinde de polislerin olay yerine geç intikal ettikleri sıkça işleniyordu.
Olaylar sırasında binaların ve araçların zarar görme­si bu sıkıntıların bazılarıydı. Cop şakırtıları, silah sesleri, bağrışmalar bu kaos ortamının öne çıkan argümanlarıydı. Polisin ya da topluluk içindeki birinin yaralanması ise te­rörün çıplak yüzüydü.
Polis, olaya taraf olan kişilerin siyasal görüşlerine göre yanlı bir tutum sergiliyordu. Polisi böyle bir davranışa yö­nelten aslında siyasal iktidarların yanlışlarıydı.
Birincisi iktidarlar, kendi görüşlerine hizmet edecek ki­şileri polis yapıyordu.
İkincisi de bu polisler, iktidar partisi gibi düşünmeyen­leri düşman olarak görüyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili döneme gi­ren Türkiye, ABD yanlısı bir politika izliyordu. Diğer ku­tuptaki Sovyetler Birliğine olabildiğince uzak duruyordu.
İktidarın yanlı tutumu karşısında sendikalar işçileri, üniversiteler de öğrencileri harekete geçirerek sokakları olaylara gebe bırakıyordu.
*
Gaziantep’te göreve başladığım 1976 yılında Süley­man Demirel yönetimindeki Adalet partisinin (AP) gücü tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. Anahtar parti ro­lündeki MSP ve MHP ile Birinci Milliyetçi Cephe (MC) hükümetini kurmuşlardı. Adalet partisi, gençlik örgütleri olmadığı için bu boşluğu MHP’lilerle doldurmak istiyor­du. Bu süreçte MHP’lilerle CHP’liler arasındaki sokak olayları had safhaya çıkmıştı. Öğrencilerin boykotları, iş­çilerin grevleri gerginliği daha da tırmandırıyordu. Sıkça yapılan toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle iktidar partile­rinin keyifleri kaçırılıyordu. Başbakan Süleyman Demi­rel’in, “Sokaklar yürümekle aşınmaz” lafı bu dönemlerde söylenmişti.
Öte yandan ekonomik göstergeler de iyi gitmiyordu. 1974 yılında Kıbrıs’a yapılan müdahale sonrasında ABD tarafından konulan ambargo halka yansımış, birçok temel ihtiyaç maddesinin temininde sıkıntılar yaşanmıştır. De­mirel’in “70 sent’e muhtacız” lafı da bu dönemlere rast­lamaktadır.
Hükümetler, toplumsal olayların çözümünü, mesleğe daha çok polis alarak halletmeye çalışıyorlardı.
Emniyet müdürü Suat Akın’ın TODAİE’de 1979 yılında yaptığı “Emniyet Hizmetlerinin Sınıfsal Yapısı Üzerinde Bir Araştırma” adlı tez çalışmasına göre 1972 yılında ülke­mizdeki polis memuru sayısı 23 bin iken yedi yılda 40 bine yükselmişti.
Üniversitelerde yaşanan öğrenci olayları liselere kadar inmişti. Gaziantep’teki Atatürk Lisesi, olay sayısı itibarıyla en üst sıralardaydı. Hangi ölçütler kullanıldığını bilmiyo­rum ama olaylar yönünden dünyada altıncı sırada oldu­ğu söyleniyordu. Gaziantep Lisesi de aynı şekilde sağ sol olaylarına sahne olmaya devam etmekteydi.
Yarım gün eğitim yapıldığı için öğleye kadar Gaziantep Lisesinde, öğleden sonra Atatürk Lisesinde görev alıyor­dum.
Gaziantep’te ayrıca iki yüksekokul vardı. Biri sol gö­rüşlülerin hâkim olduğu ODTÜ makine bölümü, diğeri eğitim enstitüsüydü. Eğitim enstitüsünde sağ görüşlüler çoğunluktaydı.
O yılların Gaziantep’i için “Küçük Moskova” yakıştırma­sı yapanlar vardı.
Bu durum Milliyetçi Cephe hükümetini rahatsız ediyor­du. Çözüm olarak kent merkezini dışarıdan içeriye doğru kuşatmayı hedefliyorlardı. Atatürk Lisesi ve Gaziantep Li­sesi şehir merkezindeydi. Ama eğitim enstitüsü ile ODTÜ makine bölümü, merkezin dış sınırlarında bulunuyordu. Buna Düztepe Lisesini de eklemek mümkündü. Fakat sağ kesimin Düztepe’ye o an için hâkim olması zor görünü­yordu.
Milliyetçi Cephe hükümetine göre eğitim enstitüsü için problem yoktu. Öğrenciler ve eğitim kadrosu zaten sağ­cıydılar. ODTÜ makine bölümü için bir şeyler yapılmalıy­dı. Çözüm olarak Ankara’daki bölümden bir miktar sağcı öğrenci nakli gerçekleştirildi. Bu öğrencilerin görevi olay çıkarmaktı. Tabiidir ki solcu öğrenciler karşılık verecekler ve konu polise intikal ettiğinde yıldırılacaklardı.
Aslında öğrencilerde başlayan bu bölünme yavaş ya­vaş tüm toplumu sarmaya başlamıştı.
Kamuda ilk bölünenlerden birinin polis teşkilatı olduğu­nu rahatça söyleyebiliriz. Kıyafet yönetmeliğinde olmadığı halde tabancasını zincirle dizine kadar sarkıtanlardan bıyık­ların şekline kadar kendilerini belirginleştirmeye çalışıyor­lardı. Taraflı gazeteleri, başlığı görünecek şekilde ceplerine yerleştiriyorlardı. Tabancalarına mini Türk bayrağı yapıştırı­yorlardı. Dikdörtgen şeklindeki bayrak sağcı polisleri, daire şeklindeki ise solcu polisleri işaret ediyordu.
Süleyman Demirel, yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için Necmettin Erbakan’ın ve Alpaslan Türkeş’in partilerine muhtaç oluyordu. Onlar da koz olarak milli eğitim bakanlığı ile içişleri bakanlığını elinde tutmak istiyorlardı. Böylece eğitimle gençliği yönlendiriyorlar, baskı unsuru olarak da polisi kullanıyorlardı. Dolayısıyla bu bakanlıklarda çalışan personelin politize olması çok kolay gerçekleşiyordu.
Tarafsız kalmaya özen gösteren polisler pasifize edi­liyordu. Tecrübeli öğretmenler sınıflara yönlendirilirken, yeni yetme mezunlar, taraflı oldukları için “İdareci” yapı­lıyordu.
“Sosyal” sözcüğü ve “insan hakları” kavramı bazı ke­simleri ürkütüyordu.
İki husus çok belirgindi.
Birincisi artan toplumsal olaylar karşısında eğitime tabi tutulmadan ve bazen 45 güne kadar düşen kurslar­dan sonra mesleğe alınan polislerin doğrudan bu olayla­rın içine sürülmesi çok büyük tehlikeydi.
İkincisi hızlandırılmış eğitim adıyla eğitim enstitüle­rinde neredeyse üç ayda öğretmen olanların, Atatürk’ün emanet ettiği Türk gençliğini yetiştirmesi bir hayalden ibaretti.
İşte bu iki büyük tehlike ile milli eğitim bakanlığı ve içişleri bakanlığının köküne kibrit suyu dökülüyordu.
Türk milletince kutsal sayılan “polis” ve “öğretmen” böylece itibarsızlaştırılıyor, parlamentodakiler ve onların uzantıları bu konuda aktif rollere bürünüyorlardı.
O dönemler için şunu kabul etmek gerekir ki kayma­kamlar, hâkimler ve savcılar; diplomalarının saygınlığını kavramış insanlardı. Çok sayıdaki valiyi ve avukatı da bu gruba dâhil etmek mümkündü.
Dolayısıyla polisin ya da öğretmenin 2-3 aylık eğitim­leri sonucu alacağı diplomaya saygı da ancak o kadar olabiliyordu.
Aslında bu yetersiz eğitimden mahcubiyet duyan po­lisler ve öğretmenler de vardı. 1961 Anayasasının getirdi­ği temel hak ve özgürlüklerden yararlanarak öğretmen ve polis dernekleri kurmuşlardı. Her biri kendi teşkilatlarının sosyal yönden daha iyi bir düzeye getirilmesi için bu der­nekler aracılığıyla çaba harcamaktaydılar.
Ancak bu durum, bu teşkilatlardaki ayrışmayı daha da artırdı. TÖBDER’in ve POLDER’in karşısında kurulan der­nekler kutuplaşmanın tuzu biberi oldu.
1974’lerde kurulan POLDER genel başkanlığına bağlı Gaziantep şubesinin açılışı benim dönemime rastlıyordu. Komiser yardımcısı olarak atandığım 1976 yılının ikinci yarısında dernek şubesinin kurucu başkanıydım.
Çalıştığım çevik kuvvet biriminde bir sandalyem bile yokken şehir merkezinde masa ve koltukla tefriş edilmiş bir büroda izinli günlerimi geçirebiliyordum.
Çok geçmeden de POLBİR kuruldu. Çünkü o yıllarda POLDER’in kurulduğu illerde POLBİR kurulması moda ol­muştu.
Biz POLDER’i kurduğumuzda çiçeklerle bizi kutlayanlar olmuştu. Çiçek getirenlerden birinin makine bölümü öğ­rencilerinin kurduğu GODTÜDER başkanı olduğunu bu­gün bile hatırlarım. Genç başkan, sosyal çalışmalarımızda başarılar dileğinde bulunmuştu. Kendilerinin de sosyal çalışmalar içerisinde olduklarını belirterek karşılıklı destek içinde hareket etmemiz gereğinden söz etmişti.
Sırası gelmişken belirtmeliyim ki makine bölümü yer­leşkesinde görev aldığım bir gün GODTÜDER başkanı be­nim gözlerimin önünde diğer grubun yanından geçerken ilk omuz vurandı. O yıllarda polisler, üniversite yönetiminin bilgisi dâhilinde yerleşke içerisinde görev yapmaktaydı. Her zaman olduğu gibi tarafları ayırıp sükûneti sağladık. Ciddi bir tuhaflık yaşamıştım. Benden hoşgörü göreceğini bildiği için kavgayı ilk başlatanın o olduğunu düşünmüş­tüm. Benim o gün orada görev alacağım önceden bilin­miyordu. Zaten oraya pek görevlendirilmiyordum. Okul öğrenci derneği başkanının bu hareketi önceden planla­dıkları bir güç gösterisi miydi, yoksa ben görevli olduğum için miydi? Hâlâ anlamış değilim.
POLDER olarak hep doğru yerde durmak istiyorduk. Derneğin saygınlığını korumak adına yanlış hareketlerden kaçınıyorduk. Rakip bir anlayışla kurulduğunu bildiğimiz halde POLBİR’in açılışını çiçek göndererek kutladık. Bize göre en mantıklı sonuç; polisin sosyal sorunlarına daha çok dernekle çözüm aramaktı.
Ama hiç de öyle olmadı. Sokaklar bir gece POLBİR KA­PANSIN diye yazılıyorken diğer gece POLDER KAPANSIN yazılarıyla donatılıyordu.
Durum iyiye gitmiyordu. Ben POLDER bürosuna git­memeye başladım. Bir süre kapalı kalmasının faydalı ola­cağını düşündüm.
Bu sıralarda artan toplumsal olaylarda, iyi niyetli ol­masına rağmen başarılı olamayan tonton başkomiseri­miz Hamdi T’nin yerine Barbaros Hayrettin Aydın şube müdürü olarak atandı. Ankara’da, kendisi için Eskişehir il emniyet müdürlüğü görevi düşünülürken, Gaziantep’deki vahim durumun onun tarafından çözümlenebileceği öne sürülmüştü.
Barbaros Hayrettin Aydın etkili ve ne yaptığını bilen bir yöneticiydi. Personeli, hizmet binasında tutuyordu. Mecbur kalmadıkça olay yerine göndermiyordu. Gönderir de “Müdahale edin” emrini verirse olay çıkaranların hiçbir şanslarının olmadığı imajını yaratıyordu. Megafonu olan bir trafik otosunu kendisine görev aracı olarak almıştı. Kalabalığın tam ortasına girerek hâkim bir noktada ve ayakta durarak etkileyici ve kararlı bir ses tonuyla kala­balığın takındığı tutumun yasal boyutlarını açıklardı. Bu sırada şoför dâhil yanında hiçbir polis olmazdı. O döneme ilişkin hatırladığım fotoğraflardan biri de bir elinde mik­rofonla konuşurken diğer elinde tomsonun olmasıydı. O, topluluk karşısında konuşurken, diğer elindeki makineli tüfek çocuk oyuncağı gibi kalıyordu.
Toplumsal olayların nasıl yönetildiğini onda gördük. Böylece o ana kadar beceriksizce bir yönetimle nasıl ezil­diğimizi anlamış olduk.
Çevik kuvvet personeli, iyi dizayn edilmemiş hizmet binasında beklemekten sıkılır. Spor, oyun, okuma, televiz­yon gibi kendisini oyalayacak unsurlar yoksa mutsuzluğu daha da artar. Bir de disiplin mesleği oluşundan dolayı amir baskısı hep üzerlerindedir. Böylece huzursuz bir in­san olup çıkar.
Daha tehlikelisi de şudur: Eğer polis hizmet binasında değil de olay olması muhtemel yerde saatlerce bekletili­yorsa içten içe korlanan hırs, biraz sonra aleve dönüşür ve olay içinde olay yaşanır.
O dönemlerde bu olumsuzlukları bizzat gözlemleme şansı buldum. Hele de topluluk, iktidara göre karşıt gö­rüşlü ise memurun hırs katsayısı daha da artar. Kamu dü­zenini sağlama yerine hırsının esiri olur ve yeni olaylara davetiye çıkararak var olan düzeni de bozar.
Burada bizi aşan çok önemli bir hassasiyet söz konu­sudur. Memuru bu yanlış davranışa zorlayan unsurların neler olduğu irdelenmemektedir. Yanında ne sosyal hiz­met uzmanı, ne de psikolog vardır.
Böyle olunca kendisinin torpille polis yapılmasını sağ­layan hükümet görevlilerine vefa borcunu ödercesine taraflı olabilmekte ve eline tutuşturulan copla Yaradan’a sığınarak hünerini göstermektedir.
Aslında hükümet kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Çünkü polis, devleti yöneten hükümet adına görev yap­maktadır. Hükümet yetkililerinin verdiği emri uygulamak­tadır. Bakanın ya da valinin verdiği emir yanlışsa bunun sorumlusu polis olmamalıdır. Ama uygulamada görürüz ki polisin müdahalesi kamuoyunda olumsuz bir hava es­tirmişse derhal polis müdürü görevden alınır. Böylece bakanın ya da valinin “esas oğlan”, polisin de “kötü adam” olduğu imajı yaratılır. Daha doğrusu Türk halkı bu gerçeği göremediği için sanık sandalyesine oturtulan hep polis olur.
Peki, polisin hiç mi günahı yok? Düşene de, kaçana da (Tabir, emniyet müdürü Feyzullah Arslan’a aittir) defalar­ca cop sallayan polisler yok mudur?
Elbette vardır ve televizyonlar bu davranışta bulunan polisleri tespit edip kamuoyuna tekrar tekrar göstermek­tedir.
O halde o kötü muameleden hükümetin haberi vardır. Yaptıran bizzat hükümettir. Yoksa polis, yasal olmayan bir davranışta bulunacak kadar “külhanbeyi” olamaz.
Bazen polis, kılıfına uydurarak yasal olmayan davra­nışta bulunabilir. Örneğin görünmeyen bir yerden karşıt görüşlü öğrencilerin üzerine taş atar. Diğer grubun taş­ladığını zannedenler saldırıya geçtiğinde onları sözde su­çüstü yakalayarak gözaltına alır ya da okul idaresine ve adliyeye sevk eder.
Bu durumda yakalanan genç üç türlü zarar görür:
Birincisi yakalama sırasında polisçe tartaklanır ve gö­türüldüğü merkezde kötü muameleye tabi tutulur. Par­makları arasına sıkıştırılan mermilerle ellerinin kuvvetlice sıkılması buna bir örnektir.
İkincisi okul idaresine bildirilir. Öğrenci ikinci cezaya burada çarptırılır. Özellikle liselerde il dışındaki okullara nakil yapılarak o grubun sayısı azaltılmaya çalışılır.
Üçüncüsü adliyeye verilir. Sabıka alması sağlanarak geleceği karartılır.
*
Polis akademisinin yeni bir mezunu olarak idealin an­latıldığı bir eğitim süreci geçirmiştim. Şimdi ise en küçük rütbeli bir amir olarak görüyordum ki tayin olduğum ve “devlet” diye içine girdiğim hizmet binası basit bir hangar gibiydi.
Çalışma koşullarımız iyi değildi.
Özlük haklarımız iyi değildi.
Bizi yönetenler taraflıydı. Biz taraflıydık. Dolayısıyla yönetmeye çalıştığımız polislerimiz taraflıydı. Bir gün bir olay anonsu üzerine nöbetçi komiseri olarak ekibi ha­zırlıyordum. Bir an önce olay yerine ekip sevk edilmesi, nöbetçi komiserinin göreviydi. Copunu, silahını alan gö­revliler ekip otosuna doğru koştururken birisi, masa ba­şında radyo dinleyen arkadaşına “Bizimki kaç aldı” diye soruyordu. O sıralarda yapılan bir seçim sonunda siyasi partilerin aldıkları oy oranları açıklanıyordu.
“Bizimki” diyerek açıkça görüş belirten bir polisin bir­kaç dakika sonra intikal edeceği olay yerinde tarafsız ola­bileceği düşünülebilir mi?
Hükümetler de aynıydı. “Bul karayı, al parayı” cinsin­den kıl payı kurulabiliyordu. 450 sandalyeli parlamento­da 226’yı bulmak ya anahtar partilerle ya da milletvekili transferleriyle mümkün olabiliyordu.
Polislerin taraflı davranışları, öte tarafta basiretsiz amirlerin yol ve yöntem bilmeyişleri işleri daha da güçleş­tiriyordu. Olaylar her geçen gün artarak devam ediyordu. Bazen okulun bütün camları büyük bir şangırtıyla yerle bir ediliyor, onarılıncaya kadar derslere ara veriliyordu. Ne acıdır ki bu küçük tatillere sevinir olmuştuk.
Büyük olaylardan biri şehrin merkezindeki devlet has­tanesi önünde olmuştu. Bir gün önceki olaylarda yara­lanan genç, gece ölmüştü. Bunu duyan aynı görüşlüler sabahın erken saatlerinde hastane önüne gelerek cenaze töreni yapmak istiyorlardı. Durumu telsizle amirlere ilet­tiğimde beklememizi ve kendilerinin de geleceğini bildir­diler. Ancak onlar gelinceye kadar kalabalık daha da arttı ve sloganlar atılmaya başlandı. Barbaros Hayrettin Aydın henüz tayin edilmemişti. Başkomiser Hamdi T geldiğinde kalabalığı görünce dağıtın emri vermeyi göze alamadı. Hastane bahçesi dolu olduğu gibi dışarıda da bir o kadar kalabalık vardı. İnsanlar sanki gözleri dışarı fırlamışçasına bağırıp çağırıyorlardı. Hepsi barut gibiydiler. Gerginlik had safhadaydı.
Az sonra ekibiyle komiser Mehmet S geldi. İlginç bir insandı. 45 yaşlarında ve iri yarıydı. Sarışındı. İzinli gün­lerinde Amerikan filmlerindeki gibi fötr şapka giyer, şehir merkezinde at binerdi.
Çevik kuvvet biriminde her şeye hâkimdi. Depo görev­lileri ona biat edenlerden seçilirdi. En etkili silahları ken­disi ve yakınındaki polisler kullanabilirdi. Rütbece ikinci adamdı. Ama birinciymiş gibi hareket ederdi.
Hastane önüne geldiğinde çelik yelek üstündeydi. Ba­şında çelik başlık vardı. Başkomiser dâhil kimseyle irtibat kurmadan elindeki otomatik tüfekle havaya ateş etmeye başladı. Diz çökmüştü. Basenlerine kadar inen çelik yele­ğin içinde kendisini güvende görüyordu. Kendi ekseni et­rafında dönerek ateşe devam ediyordu. Yanındaki polisler de aynı şekilde havaya ateş ediyorlardı.
İnsanlar silah sesleri karşısında kaçışmaya başladılar.
O anda başkomiser Hamdi T’ye baktım. Şaşkındı. Kaş­ları yine çatılmıştı. Bana ve diğer polislere “Arkalarından takip edin” diye bağırıyordu.
İlk görev yılımda silahımı ilk kez kılıfından çıkarmıştım. Yanımdaki polislerle kalabalığı takip etmeye başladım. Şu­ursuzca bir kovalamaca içerisindeydik. Silah sesleri art­mıştı. Taşlar, sopalar havada uçuşuyordu. Bağrışmalar, itiş kakış hepsi bir aradaydı. Kimse ne yaptığını bilmiyordu.
Birden alnıma gelen bir darbe ile sendeledim. Şapkam başımdan düşmüştü. Ama ben düşmemeliydim. Silahım da düşmemeliydi. Nedense bir an için böyle düşündüm.
Doğrulmaya çalıştım. Sonra görememeye başladım. Akan kan gözlerimi kapatmıştı. İki polis yardımıma koşa­rak beni acil servise taşıdılar. Son hatırladığım şey, alnı­mın yorgan gibi dikiliyor olmasıydı.
Olacağı buydu. Başkomiser Hamdi T ve komiser Meh­met S ilkokul veya ortaokul mezunuydular. Çevik kuvvet yönetimiyle ilgili bir kurs ya da seminer görmüş değiller­di. Topluluk psikolojisi hakkında bilgileri yoktu. Kara dü­zen bir tutum içerisinde görevlerini yürütüyorlardı.
Hastane koğuşunda gözlerimi flaşlarla açtım. Gazete­cilerdi. Bir doktor ve emniyet müdürü Hasan Atak içeri girdiler. Benim için geçmiş olsun dileklerini belirttiler. Ha­yati tehlikemin bulunmadığını söylediler. Diğer ranzada bir bacağı bandajlanmış üç yaşlarındaki çocuk dikkatlerini çekti.
Hasan Atak ona yöneldi ve durumunu sordu.
Kelimeleri tam olarak ifade edemiyordu küçük kız. Kapkara gözleri vardı. Sevimliydi.
Birileri öğretmiş gibi “Beni polis amcalar vurdu” dedi.
Annesiymiş. O devam etti: “Silahlar patladığında bal­kondaydı.”
Böylece koğuş arkadaşımı tanımış oldum.
TRT televizyonu akşam ana haber bülteninde benim ve koğuş arkadaşımın yaralanma haberlerimizi verinceye kadar her şey normaldi.
Telefonla iletişim çok zordu. Bana refakat eden polisi­miz aracılığıyla telgrafla bilgi verdiysem de geç kalmıştım. Televizyondan haberi duyan yakınlarım bir arabayla Gire­sun’dan yola çıkmışlardı bile. İletişim olmadığı için sıkıntılı bir yolculuk geçireceklerdi.
Ertesi sabah geldiklerinde olabildiğince ayakta karşıla­yarak acılarının azalmasına gayret gösterdim.
Babamı ağlarken ilk kez gördüm. Hastanelerin drama­tik yaşamına alışkındı. Ama yine de engel olmak istediği gözyaşı ona itaat etmiyordu.
Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil babaların ağlamasını, zeytin ağacının topraktan koparılırken ki acısına benzet­mişti. Babamın ağlaması öyleydi.
*
Gaziantep’te toplumsal olaylar bitmek bilmiyordu. De­vam eden günlerde başkomiser Hamdi T’nin sırtına ge­len bir taş sonucunda olay tutanağı tanzim edilerek para ödülü aldığını duydum. Oysa ben daha ciddi bir yaralan­ma geçirmiştim. Uzun süreli tedavi görmüştüm. İdarenin, benim için böyle bir girişimi yokken başkomisere uygu­lanan yöntemin adil olmadığını düşündüm ve bazı arka­daşlarımın da ısrarıyla ilgili yerlere dilekçe ile başvurdum. Gerçekten olumlu karşılandı ve iki maaş katı tutarında para ödülü aldım. Ne var ki sonraki yıllarda kişisel dosya­ma konulması için personel dairesi başkanlığına müraca­at ettiğimde “Kayıtlarımızda bulunamadı” dediler. Hemen belirtmeliyim. Bu tür ödüller o sıralar terfi sınavlarında muteber tutuluyordu. Kendi yandaşlarının önüne geçmemem için kayıtlarda bulunmamalıydı.
İdarenin, politikacıların etkisinde kalarak yanlış tutum­lar içinde olduğunu görüyordum. Bazı polislerin sivri dav­ranışlarını başkomiser Hamdi T’ye bildiriyordum. Ancak sessiz kalıyordu. Bu sessizliğin arkasında dirayetsizliğinin olduğunu sezinleyebiliyordum. Polis memurları bana kar­şı her hangi bir disiplinsizlik yapmıyorlardı. Ancak Ham­di T’nin ve diğer komiserin etkileri karşısında onlara ters düşmek istemiyorlardı.
Dolayısıyla ben çevik kuvvet biriminin düzelmesi yö­nünde etkili olmadığımı biliyordum. O halde kendi gö­revimde yapabileceğimin en iyisini yapmalıydım. Diyelim lisede görev almışsam o gün olay çıkmamasını sağlama­lıydım. Ama uygulamalı olarak herhangi bir tecrübem ve okul bilgim yoktu. Stajlar sırasında bunlar öğretilmemişti.
Gözlemlediğim kadarıyla öğrenciye ne kadar yakın duruyorsak olay olmuyordu. Ben bu yöntemi izledim. Te­neffüs saatlerinde okul bahçesinde olduk. Ders zili çaldı­ğında biz de koridorlara kadar gittik. Öğretmenlerin derse girmesiyle sıkıntımız hafifliyordu. Gün boyu bu kontrollü tavrımızı sürdürdüğümüzde olay olmuyordu.
Sonuçta ben de birkaç ay öncesinde onlar gibi öğren­ciydim. Öğrencilik psikolojisini biliyordum. Bazen teneffüs saatlerinde onların voleybol maçlarına iştirak edip birlik­te hareket ediyorduk. Öğrenci-polis cepheleşmesi yerine öğrenci-polis yakınlığını pekiştirmeye çalışıyordum. Bu yöntemlerle benim görevli olduğum günlerde olaylar ke­sildi. Ancak ertesi gün emniyet müdürlüğüne uğradığım­da koridorların telsiz seslerinin uğultularıyla çınladığına tanık oluyordum. Biliyordum ki diğer ekip komiseri aynı hassasiyeti göstermiyordu.
Aslında öğrencilere yakın davranış içinde olmam, okul idaresi tarafından hoş karşılanmıyordu. Onlara göre her gün olay çıkarılmalıydı. Ortalama otuz kadar öğrenci ceza alarak okuldan uzaklaştırılmalıydı. Böylece sol grupların sayısı azaltılmalı, “Küçük Moskova” olarak nitelendirilen Gaziantep kurtarılmalıydı(!)
Konu, POLDER şube kuruculuğum ile ilişkilendirilerek öğrencilerle işbirliği yaptığıma getiriliyordu. Oysa ben olay çıkartmayarak doğru iş yaptığıma inanıyordum. İşte bazen insanlar doğru iş yaparken önlerine böyle engeller çıkarılabiliyordu.
Gaziantep’teki ilk yılım, yaralanma dâhil, çok kötü anılarla geçerken ikinci yılda biraz daha rahattım. Çünkü şube müdürümüz işi bilen, dirayetli, etkili Barbaros Hay­rettin Aydın idi.
Bir gece haber merkezi, kenar mahallelerin birinde suça karışan bir aracın plaka numarasını bildirerek ya­kalanmasını anons etmişti. Kısa bir süre sonra Barbaros Hayrettin Aydın’ın anonsunu duyduk. Haber merkezine, şahsı yakaladığını, ekibin gelerek polis merkezine götürmesini söylüyordu. Giden ekip personeliyle sonradan görüştüğümde, yakalanan şahsın kolunda Barbaros Hay­rettin Aydın’ın özel kelepçesinin takılı olduğunu öğrenmiş­tim. O zamana kadar cop, miğfer, kelepçe gibi aletlerin memurda olduğunu düşünürdüm. Amirde de bulunması­nın anlamını orada öğrendim.
Sağcılık ve solculuk konusu Türkiye’de adeta zirve yapmıştı. Polis; POLDER ve POLBİR olarak bölünmüştü. Bu durum Barbaros Hayrettin Aydın’ı da rahatsız etmişti. Bir gün bana ve POLBİR başkanı Zeki E’ye haber gönde­rerek ertesi gün basına ortak demeç vermemizi istedi. İki ayrı dernek olarak tek amacımızın polisin sosyal sorunla­rını çözümlemek olduğunu açıklamamızı belirtti.
Neler söyleyeceğimi geceden planladım ve ertesi gün daireye gittiğimde duydum ki POLBİR şube başkanı ak­şam rapor alarak şehir dışına çıkmış. Döndüğünde de or­tak demeç verme işine yaklaşmadı. Bu onun kendi kararı mıydı, yoksa birilerinin etkisinde mi kalmıştı? Hâlâ anla­mış değilim.
Gaziantep ilginç bir kentti. Çevre illerden çok göç alı­yordu.
Siyasi açıdan “barut” gibiydi. Demokrat insanların çok­luğu, hükümet kademelerince desteklenen azınlıkla ber­taraf edilmek isteniyordu.
Başka bir şehirde kaçak muamelesi gören birçok eşya, Gaziantep pasajlarında uluorta satılabiliyordu.
İldeki eğlence mekânı sayısı büyük illeri aratmayacak kadar çoktu. Çevre illerden gelen ya da ürününü satan insanlar geceleri soluğu bu mekânlarda alıyordu. Ter ko­kulu, şalvarlı, yorgun ve reddedici karısı yerine, iç gıcıkla­yıcı giysiler içindeki albenili kadınlarla loş ışıkların altında, birkaç kadeh içkinin yarattığı gizemli dünyada felekten bir gece çalmaya çalışıyordu.
Ben bir yandan bu kenti gözlemlerken diğer taraftan da mesleğimi ve meslektaşlarımı irdeliyordum. Biz okul­da birbirimize daha çok benziyorduk. Aynı şeyleri biliyor, aynı şekilde hareket ediyorduk. Hatta aynı yemeği yiyor, aynı yatakhanede yatıyorduk. Ama kadro böyle değildi. Her türden insanlar vardı. Birisi ak derken diğeri kara di­yebiliyordu. Kimi kent kökenliydi. Kimi köy kökenli.
Bir de sonradan kente yerleşmiş olanlar vardı. Ne köy­lü gibi, ne de kentli gibi davranabiliyorlardı. “Arabesk” yaşıyorlardı.
Birinde akşam saatlerinde izin vermediğim bir memu­rumuz “Ben mutlaka eve gitmeliyim” demişti. Eve ekmek götüreceğini belirtmişti. Ben de evdekilerin almasını söy­lediğimde eşinin dışarı çıkamayacağını belirtmişti. Belki beni atlatmak için yapıyordu. Ama ülkemizin insan yapısı böyleydi ve polis de onlardan biriydi.
Kimi polisler eğlence dünyasına düşkünken kimi dinsel tutumlarını sürdürmeye devam ediyordu.
Eğlence mekânı sahipleri polis önünde düğmelerini ilikleyen “bağımlı” insanlardı. Polisten “hesap” almaları düşünülemezdi. Hazır bu imkâna sahip mensuplarımız da polis olmanın avantajını (!) en iyi şekilde değerlendirmek­teydiler. Namaz ve oruçla ilgilenenler ise ağır görevlerden muaf tutulmak için muhafazakâr amirlerin gözüne girmeye çalışırlardı.
Kimi mensuplarımız rüşvete meyilli iken az sayıdaki personelimiz bu davranıştan uzak duruyordu. Ama şu gerçekti ki rüşvet almayan personel, yanında rüşvet ala­nı görüyor, izliyor, fakat kesinlikle müdahale etmiyordu. Çünkü ona göre de rüşvet sıradan bir işti. Kendisi ya ya­kalanırım diye korktuğu için ya da yapmakta olduğu ibadeti bozulur diye bu davranıştan uzak duruyordu.
Çalışmayı çok sevmeyen bir toplumuz. Müslümanlığın başlangıcında da, Osmanlıda da ganimet elde etmek için savaşa gittiğimiz söylenmiştir. Bu mümkün olmadığında da birbirimizi çalıp çırpmışızdır.
Sırası gelmişken Gaziantep’te yaşadığım iki rüşvet ola­yını aktarayım:
Birincisi çalıştığım birimde oldu. Ekip olarak çıkacak araçla akşam yemeği için şehir merkezine gidecektim. Genç bir kadın çevik kuvvet birimini, polis merkezi zanne­derek kocasını şikâyete gelmişti. Kadın, kocasının kahve­de kumar oynadığını, kendisinden 50 lira para istediğini, vermeyince dövüldüğünü belirtiyordu. Nöbetçi komiseri­nin, kadını, biraz ilerideki polis merkezine yönlendirece­ğini düşündüm.
Öyle yapmadı.
İki polis göndererek kocasını kahvehaneden aldırttı. Arabaya bindirerek şehir merkezi istikametine yöneldi. Ben de şehir merkezine gitmek için arabadaydım. Polis merkezini geçtiğimiz halde oraya teslim etmedi. Karanlık bastırmıştı. Yola devam ederken sert ifadelerle karısını neden dövdüğünü soruyordu. Adam yalvarır bir ses to­nuyla bir daha yapmayacağını söylüyordu. Ama nöbetçi komiser sert çıkışlarını sürdürüyordu. Emniyet müdür­lüğünün olduğu vilayet binasına geldiğimizde durdu ve adama “Son kez söylüyorum” dedi. “Bak, üç kişiyiz, 150 lira verirsen seni bırakırım, yoksa araştırma ekibine tes­lim edeceğim” diye ekledi. Gerçekten üç kişiydik. Kendisi, ben ve oto şoförü…
O kadar kötü oldum ki… 50 lirası olmadığı için karısını döven adamdan üç katı parayı rüşvet olarak istiyordu. 50 lirası da benim payıma düşecekti. Bugünkü aklım ol­saydı adli işlem yapılmasını sağlardım. Ne var ki ben bir “çaylak”tım. Sadece minibüsün kapısını sertçe çarparak merkez lokantasının yolunu tuttum. Yemek mi beni yedi, yoksa ben mi yemeği yedim? Bunu bilemediğim gibi nö­betçi komiserinin parayı alıp almadığını bugün dahi bil­miyorum.
İkinci rüşvet olayına da yine bir ekip aracında tanık oldum. Binevler semtindeki evimden şehir merkezine gitmek için belediye otobüs durağında beklerken gelen sivil bir ekip otosuna bindim. Şehir merkezine giderken Kilis istikametine giden bir TIR gördüler ve hemen geri dönerek takip ettiler. Durdurulan araçta sadece şoför vardı. Bir iki evrak istedikten sonra aramaya başladılar. Kasası olmayan bir TIR aracıydı. Şoför, her hangi bir eksiği olmadığını söylüyordu. Polisler ise zulanın yerini söylemesini istiyordu. Bir şey bulamazlarsa hemen dö­neriz diye düşünüyordum. Şoför ise kendinden emin şe­kilde onların sorularını cevaplandırıyordu. Birinci rüşvet olayındaki gibi kendimi kötü hissetmeye başladım. Ama duraktan da uzaklaşmıştık. Çaresiz onları beklemeye de­vam ettim. Çeşitli manevralar yapmalarına rağmen TIR şoföründen bir şey koparamadılar ve şehir merkezine hareket ettik. Bu ekipte de amir vardı ve ben yine “çaylak”tım.
Bu iki olayda rüşvetin alınması ya da alınmaması be­nim için çok önemli değildi. Önemli olan polislerin ağzının salyaları akarcasına rüşvet davranışı içine girmeleriydi.
50 lira için karısını döven adamdan 150 lira istemenin sağlıklı bir vicdanla alâkası olabilir miydi?
Herhangi bir ihbar ya da emare olmadan yoldan gi­den TIR’ı, “Durdurup ararsam, şoför daha aramaya baş­lamadan, alışık olduğu üzere bir miktar para verir ve bırakırız” mantığıyla hareket etmek tam bir cambazlık değil miydi?
Bu tür davranışlar birey olarak yapılıyorsa bir “eşkıya”­lıktır. Yok, eğer devletin polisi olarak yapılıyorsa devleti ve önemli bir kurumunu intihara sürüklemektir.
Devletin maaşla çalıştırdığı memur, etrafını “mamur” hale getirmek için vardır. Devletin gücünü arkasına alarak kendisi yolsuzluk yaparsa bunun adı “devlete ihanet”tir.
Bu örnek olaylarda görüyoruz ki devletin ücretle eme­ğini kiraladığı zat, memurluk sıfatını bir kenara bırakıp “Ali kıran baş kesen” olmuştur.
Biri, 50 liraya muhtaç olan adamdan 150 lira haraç is­tiyor, diğeri avanta almak için keyfi olarak TIR’ı durdurup arama yapıyor. Seyahat özgürlüğünü kısıtlıyor.
O yıllarda asayiş şubesine bağlı araştırma ekipleri re­vaçtaydı. İbrahim A ve Ziya B adında iki komiser bu ekip­lerde çalışıyordu. Benden altı yıl kıdemliydiler. Özellikle geceleri her adli olayda telsizden sesleri duyulur, diğer görevlilerden daha çok çalışırlardı. Nedense toplumsal olaylarda görünmezlerdi. Emniyet müdürü de bu yönde yönlendirmede bulunmazdı.
Her ikisinin de özel arabaları vardı. O dönemlerde di­ğer yerlerde çalışan dönem arkadaşlarının arabalarının olmayışı onların daha çok konuşulmasına yol açıyordu. Rüşvet aldıkları için bu otomobillere sahip oldular diyen­ler de oluyordu. TIR’ı durdurup arayanlar da onların ekip­leriydi.
*
Polisin çürümeye yüz tutan birimlerinden biri de tra­fik idi. Trafik polisleri; ehliyet vermede ve araçların tesci­linde önemli rol sahibiydiler. Trafik kontrollerinde etkileri büyüktü. Her vatandaş, işlerinin kolay yürütülmesi için trafikçilerden dost edinmek isterdi. Her polis de bu tür sahiplenmelere “hoş” bakardı.
Trafik şube müdürlüğüne İsmet Y adında bir Orta-K’lı başkomiser vekalet ediyordu. Çevik kuvvete bakan Ham­di T gibi… İsmet Y’yi en iyi tanımlamak için şu örnek olayı anlatmalıyım: O yıllarda şube müdürleri, ekip otolarından biriyle görev yaparlardı. Kendilerine ayrıca bir araç tahsis edilmezdi.
İsmet Y, telsizle konuşmayı çok severdi. Adeta bir tel­siz cambazıydı. “Beni İstanbul’da bekçibaşı yapsınlar, ama elime telsiz versinler. Orada en önemli yere gelirim” diye iddia ediyordu. Bir yere gitmek için aynı araçta bulundu­ğumuz bir sırada bir telsiz konuşmasına tanık olmuştum:
“4’den trafik ekiplerine” diye anons yaptı.
O yıllarda trafik şube müdürünün telsiz kodu 4 idi. Araçlar ise tescil plakalarının rakam grubunu, telsiz kodu olarak kullanmaktaydı.
Ekipler sırayla cevap verdiler.
“324 dinlemede”
“326 dinlemede”
“327 dinlemede”
Hemen elindeki mikrofonu kendi şoförüne uzattı. Şoför seyir halinde iken “323 dinlemede” dedi.
Aynı otoda buna ne gerek vardı?
Anlaşılır gibi değil!
Sonra ekiplere, yapacakları kontroller konusunda emir verdi.
Ekipler yine sırayla cevap verdiler.
“324 emir anlaşıldı”
“326 emir anlaşıldı”
“327 emir anlaşıldı”
Sonra mikrofonu tekrar kendi şoförüne uzattı.
O da “323 emir anlaşıldı” diyerek çevirim tamamlandı.
Telsiz cambazlığının böyle bir şey olduğunu o zaman daha iyi anladım.
O başkomiserin, memleketinde İsmet 1, İsmet 2, İs­met 3 ve İsmet 4 diye apartmanları olduğu söylenirdi. Görmediğim bir söylentiydi. Belki de kimileri telsiz cam­bazlığı ile rüşvet cambazlığını ilişkilendiriyorlardı.
Eğitimimi tamamladığım polis kolejinde ve polis aka­demisinde idealist bir polis amiri olarak mezun olmuştum.
Şimdi “Devlet”in daha da içine girecektim. Üstelik devletin yaptıklarına küçük bir damla da olsa, ben de kat­kıda bulunacaktım.
Ama gördüğüm manzara neydi?
Atandığım ilin emniyet müdürlüğü, vilayet binasının bodrum katına sıkıştırılmıştı.
Çalıştığım çevik kuvvet birimi, Mağarabaşı’nda mağara gibi bir binadaydı.
Devlete ilk adımı attığımdaki fiziki yetersizlik beni olumsuz etkilemişti. Gerçi 12 Eylül askeri müdahalesi sonrasında fiziki durumda düzeltmelere gidilmişti. Ama bu defa da beyinsel anlamda gerilemeler olmuştu.
Çalıştığım birimin amiri Hamdi T, amirlik konusunda beklentilerimin çok gerisindeydi. Torunlara dedelik yap­makla, 150 kişilik bir şubeyi yönetmek aynı şey değildi.
Başta, aynı görevi yaptığım komiser yardımcısı olmak üzere personel, rüşvet bataklığına girebiliyordu.
Bir kısım amirler icraatıyla değil, telsiz cambazlığı ile önemli görevlere getiriliyordu. Emanet, ehline verilmiyor­du.
Personelin tamamına yakını sağcı ve solcu olarak ikiye bölünmüştü.
Kadroda karşılaştığımız bu durumların polis akademi­sinde bize öğretilenlerle hiç ilgisi yoktu.
*
Gaziantep’te güzel şeyler olmuyor muydu?
Düşündüm. Bulamıyorum.
Sadece şube müdürü Barbaros Hayrettin Aydın’ın ka­rarlı, dirayetli, bilgili duruşunu beğendim ve örnek almaya çalıştım. Bu duruş; hem sokak hareketini disipline ediyor, hem de çevik kuvvet memurunu hizaya getiriyordu.
Gaziantep ilk görev yerimdi.
İkinci bir üniversite sınavını kazandığım halde devam etmeme kararı alarak bu şehirde kalmıştım.
Gaziantep’te ikinci yılımı tamamlamadan Antalya’ya tayin oldum. Aslında birkaç yıl daha burada kalarak daha doğudaki ikinci görev bölgesine tayin edilmem gerekirdi. Bazı amirler resmi olmayan bir ağızla “İsmin, terör örgütü mensuplarının cebinden çıkmış” dediler.
Teşkilatım ve en önemlisi de meslektaşlarım hakkında çoğu şeyi bu şehirde öğrenmiştim. Antalya’ya bu duygu­larla gittim.



ANTALYA

Antalya’da 1978-1983 yılları arasında komiser yardım­cısı ve komiser rütbeleriyle çalıştım. Örtülü olarak söy­lendiği üzere “can güvenliği” nedeniyle tayin edilmiştim. Zamansız bir tayindi. Aslında Antalya, polis akademisinde dereceye girenlerin tercih ettiği bir ildi. İtiraz etmemem için planlandığını sanıyorum.
Bahçelievler polis merkezi Konyaaltı caddesindeydi. Daha sonra yıkılacak olan havuzlu Derya motel, geçici bir süre polis merkezi olarak kullanılmaktaydı.
Geçici süre diyorum. Çünkü karayolları parkı ile vali konağı arasındaki bölümün tamamı Atatürk parkı ola­caktı. Böylece motel, bir zamanlar Antalya’da “Paşa” olarak anılan Zeki Müren’in anılarıyla birlikte tarihe ka­rışacaktı. Zeki Müren, bu tarihten sonra Bodrumluların paşası olmuştu.
Antalya’da çevik kuvvet birimi de o sene kuruldu ve polis merkeziyle birlikte Derya motel binasında göreve başladı. Yeni atanan 40 polis memuru vardı. 20’si polis okulundan yeni mezun olmuşlardı. Ancak diğer yirmisi kadrolarının “vukuatlı” polisleriydi. Başka illerde taşkınlıklarıyla öne çıkanlar arasından gönderilmişlerdi. Sanırım onları tanımlamaya şu örnek yeterli olacaktır: Birisi memur gazinosunda, sevmediği parti lideri konuşurken televizyonu kurşunlamıştı.
Yeni mezunlar ise genç ve tecrübesizdiler. Biz nasıl yönlendirirsek öyle yetişeceklerdi.
Antalya’da da şube müdürü sayısı az olduğu için çe­vik kuvvete başkomiserin vekâlet etmesi kararlaştırılmış­tı. Arif Dirik başkomiser, kolej ve akademi mezunuydu. Kadro polisliğini iyi biliyordu. Çevik kuvvet tecrübesi ol­mamasına rağmen ağırbaşlılığıyla ve bilgili oluşuyla tanı­nıyor, problem olmadan çevik kuvveti yönetiyordu. Gaziantep’teki Orta-K’lı başkomiser Hamdi T’den çok farklı ve mükemmel bir insandı. Her türlü sorunumuzla, kendi sorunuymuş gibi ilgileniyordu. Burada komiser yardımcısı sayımız da fazlaydı. 1977 ve 1978 yılı mezunlarından ge­lenler olmuştu. Böylece ben “çaylak”lıktan kurtulmuştum.
Hatta bir süre sonra havalimanında çalışmam uygun görüldü. Günde bir kez tarifeli uçak geliyordu. Antalya’nın ünlü narenciye bahçelerini ilaçlayan küçük uçaklar da bu meydanı kullanıyorlardı. Hafta sonları bazen turizm amaçlı olarak Avrupa ülkelerinden tarife dışı uçaklar gelmekteydi.
On polis memuru ile bu görevi yürütüyorduk. Memur­larımızdan biri kadındı. O yokken kadın yolcuları yer hos­tesine aratıyorduk. Bu da zor ve riskli oluyordu.
İlginçti. Gaziantep’in Mağarabaşı’ndan sonra şimdi turistik bir kentteydim. Önce havuzlu Derya motelde, ardından ünlü konukları ağırlayan havalimanında çalışıyordum.
Oscar sahibi film yıldızı Grace Kelly’yi, Monaco Prense­si unvanıyla orada tanımıştım. Beyazlar içindeydi. Güzel­liği ile bir kuğuyu andırıyordu.
O yıllarda TRT’de araştırma gemisi Calypso ile dün­ya denizlerini gezerken belgesellerini izlediğimiz Kaptan Cousteau’yla da orada görüşmüştüm. Yarım yamalak Fransızcamla onu VIP kapısından geçirmeye çalışırken zorlandığımı görünce İngilizce konuşarak beni rahatlat­mak istemişti. Kendisi Fransız olduğu için benim Fransız­ca konuştuğumu sanıyordu. İngilizceyi haydi haydi ko­nuştuğumu düşünüyordu. Oysa ben komiser yardımcısı olmama rağmen bir yabancı dil öğrenememiş veya öğre­tilememiş biriydim. Sorgulanması gereken bir problemdi.
Polis akademisinde iken Fransız kültür merkezinde üç yıl süreyle akşam programlarına katılmıştım. Ancak kad­roda pratik yapma imkânı bulamadığımdan ilerlemesi zor ve nankör bir bilgi olarak kalmıştı.
Antalya, görev yaptığım ikinci şehirdi. İster istemez sadece Gaziantep ile mukayese yapabiliyordum.
Şehir içi nakliyenin at arabaları ile yapıldığı Gazian­tep’te atların pislikleri rüzgârda uçuşurken, Antalya’da nostaljik anlamda turist taşıyan at arabaları için görüntü kirliliğine karşı önlemler alınmıştı. Atlar ve arabalar ba­kımlı ve süslüydüler.
Antalya’daki sağlıklı yapı, beni olumlu olarak etkile­mişti.
Havalimanındaki görevim Gaziantep’e göre çok daha kolaydı. Ama hassasiyetini de biliyordum.
Görevi teslim aldığım Başkomiser Metin Doğanay, gelen ve giden uçakları haber merkezine anons etmemi söylemişti. Bu aynı zamanda görev emrimizin bir gereğiy­di. Telsizle bilgi verdiğim bir gün protesto edildim. Polislik jargonunda bunun adı “mandallama” idi. Çok bozulmuş­tum. Ama öğrendim ki o anda şehirde daha önemli olay­lar olmuştu. Oradakiler sıkıntı içindeyken uçağın gelmesi ya da gitmesi pek anlam ifade etmiyordu. Bir daha da anons yapmadım ve görev emrinden çıkarılmasını sağ­ladım.
Kemer’de Fransız tatil köyünün oluşu, havalimanını özellikle hafta sonlarında daha da hareketlendiriyordu. Tarife dışı uçaklar bazen üst üste geliyor, bu da az sayı­daki personelin daha fazla yorulmasına neden oluyordu. Çünkü nöbet sistemi yoktu. Ne zaman uçak gelirse her­kesin havalimanında olması gerekiyordu.
Tam gün izin verme yetkim olmadığı halde çoğu kere yaptıkları hizmete karşılık sorumluluğu üzerime alarak idari izin veriyordum.
Memurlarımızdan Niyazi Sarıtürk, o sıralar ikinci el ara­ba alım satımı yaparak ek gelir elde ediyordu. Bu durum, abartmadan yapıldığında İdareden tepki görmüyordu. Aynı memur bu defa araba satacağı Denizli’ye gitmek için izin istedi. İl dışına idari izin verme yetkim yoktu. Ama memur, izin vermediğim halde iki gün göreve gelmedi.
Döndüğünde bunun hesabını soracağımı biliyordu. Ben sormadan söyledi: “Siz aylık kesimi cezasıyla yüz lira kesersiniz, ben tam bin lira kazandım” dedi.
Bu alışveriş, memurun 900 lira kazançlı olduğu an­lamına geliyordu. Devleti acze düşürmemek adına işlem yapmadım.
Çoğu memurumuz havalimanında, sadece turistlerin alışveriş yapabildiği freeshop denilen mağazalardan içki ve sigara almaktaydı. Alınan içki ve sigara, kural gereği bir turistin pasaportuna yazılmış olmalıydı. Turistler frees­hop’a geldiğinde bizimkiler hemen birini gözüne kestirip kendisi için içki ve sigara almasını istiyordu.
Hiç de iyi olmayan bir manzaraydı. Yabancılar bu du­ruma bir anlam veremiyorlardı.
Polisler, neden kendileri almıyorlar da turistleri kulla­nıyorlardı?
Yasak olan şeyi neden yapıyorlardı?
İşte bunun için “Aynasız” deniliyordu polise. Bal gibi hata yapıyordu ama kendi hatasını görmek istemiyordu.
Birkaç hafta sessiz kaldım. Piyasada sattıklarını du­yunca da yasakladım.
Gümrükçülerin yaptıkları da rezaletti. Gümrüklü sa­hada valiz araması yaparken pardösü giyerlerdi ki cep sayıları çok olsun da daha çok parfüm, daha çok sigara doldursunlar.
O yıllarda kargo uçakları yoktu. Almanya’ya gidecek uçakta, yolcu bagajından artacak bölümde biber, salata­lık, domates gibi ürünler ihraç edilirdi.
Her sabah geldiğimizde apronda bir miktar taze sebze yığını görürdük. Gümrük muayenesinden geçtikten sonra uçağa yüklenirdi. Gümrük amiri olmadığı için birçok defa bu sebzelerin aprondan geri taşındığını bilirim. Kısıtlı im­kânlarla ülkeye döviz kazandıracak girişimcilerin ne kadar kolay biçimde engellendiğini görmek çok acı geliyordu. Gümrük amirinin böyle bir kaygısı yoktu. Birkaç defa görünmemekle rüşvetin rayicini artırmış oluyordu.
Kapı dedektörü ya da X-Ray cihazı yoktu. Aramalar el dedektörü ile yapılıyordu. Hem yabancılar, hem de yerli yolcularımız gülümseyerek geçiyorlardı. Birileri teknoloji­deki geriliğimize, diğeri geliştiğimiz(!) zannına…
Fransız tatil köyü için havalimanına gelenlerin aran­ması sırasında bir polisimiz, nasıl olsa Türkçe bilmez dü­şüncesiyle bir İtalyan yolcuya küfürlü konuşmuş. İtalyan meğer Türkçe biliyormuş, derhal davacı olmuş. Ortam gerilmiş. Polis, durumu düzeltinceye kadar akla karayı seçmiş. Tekrar tekrar özür dilemiş. Devreye birçok insa­nı sokmuş. Sonunda kendisini İtalyan turiste affettirmeyi başarmış. Hatta aralarında dostluk bile kurulmuş. Öyle ki İtalyan turist, Türkiye’de kendisine çok iyi misafirperverlik gösteren bu polisi ülkesine bile davet etmiş. Şakacıktan bir küfürle başlayan bu dostluk, İtalya’dan dönen uçağın Isparta’da düşmesiyle son bulmuş. İnsanın “Nereden nereye” diyeceği geliyor.
Havalimanı görevi ilginçti. Alanya’da yaralanan bir tu­rist, uçağa yetiştirilmek üzere ilçeden ambulansla hare­ket etmişti. Ancak uçağın kalkış saati yaklaşmıştır. Konu pilota intikal ettirilir. Pilot, yarım saat geç kalma yetkisi­ni kullanabileceğini söyler. Ancak turist muhtemelen bir süre daha gecikecektir. Ankara’da dışişleri bakanlığı zor­dadır. İçişleri bakanlığından destek ister. Valinin konuyu bildirmesi üzerine o sırada gelen bir ihbarı(!) değerlen­dirmek için yüklenen bagajlar yeniden aranır. Yaralı turist de uçağa yetişmiş olur. Yolcuların seyahat özgürlüğünü engellemek mi? Yoksa yaralı bir insanın yaşama tutunmasını sağlamak mı?
Polislik, işte böyle bir şeydi!
Antalya’daki ilk yılımı, Gaziantep’e göre mutlu tamam­lamıştım. Üstelik komiser rütbesine yükselmiştim. Son­raki terfilerimin tümünde sorun yaşadığım için bu terfi benim için anlamlıydı.
Gaziantep kadar olmamakla birlikte toplumsal olaylar eksik olmuyordu. Özellikle Antbirlik işçileri bunda aktif rol oynuyorlardı.
Bu sırada çevik kuvvet birimi, Çallı’da yeni yapılan emniyet sarayına taşınmıştı. Bir nöbet değişimi sırasında otomatik tüfeklerden birinin kaybolduğu anlaşıldı.
Silahın kaybolması polis için çok önemlidir. Hem si­lahına bile sahip olamadığına işarettir. Hem de bu silah bir terör örgütünün eline geçerse polise karşı kullanıla­bilirdi.
Silahın kayboluşuna sebep olan memur tespit edi­lemediği için şüpheli görülen sekiz personel görevden uzaklaştırıldı. Aylar sonra Murat Akgün adlı bir polis me­murunun nöbet sonrası evine götürdüğünün anlaşılma­sıyla açığa alınanlar yeniden göreve döndüler.
Çevik kuvvetteki silahın kayboluşu yönetim zafiyeti olarak görülmüş ve yeni bir birim amirini gündeme getir­mişti. Hazır ben komiserliğe de terfi etmişken bu görev için uygun görüldüm.
Böylece bir yıl kadar havalimanında çalıştıktan sonra 1979 yazından itibaren çevik kuvvette ikinci defa göreve başladım.
Yeni atanan personel ile sayımız biraz daha artmıştı.
Gerek ilk çalıştığım dönemde, gerekse sonrasında hangi personelin, hangi görüşte olduğunu biliyordum.
Zaten çoğu personel söylemleriyle ve davranışlarıyla bunu belli ediyordu.
İki kişi ile yerine getirilen nokta ve devriye hizmetleri için iki farklı görüşten personeli görevlendirdiğimde ger­ginlik ve kutuplaşma en aza iniyordu.
Az da olsa Gaziantep tecrübemi kullanmaya çalışıyor­dum. Başkomiser Hamdi T’nin hatalarını yapmamaya çalı­şıyordum. Personele görev yaptırmanın yanı sıra sosyal so­runlarıyla da ilgileniyordum. Zira polislik, gurbette yapılan bir görevdi. Polisler; bir yandan meşakkatli görevini yerine getirirken diğer tarafta memleketinden uzakta yuvasını ku­rup ailesini geçindirme gayreti içindedirler. Uzakta olmaları nedeniyle ebeveyninden göremedikleri şefkat ve desteği amirlerinden beklemektedirler. Her amir, polisin görevinin yanı sıra o polisin bir evi ve ailesi olduğunu unutmamalıdır.
Ne yazık ki Türkiye’de polis amirleri terfi etmek için memurun bu özel durumunu görmez. Görse de yükselme egosu bunun önüne geçer. Oysa memurlar, amirlerinden ebeveyn ilgisi gördüklerinde hizmette verimin arttığı göz­lemlenen durumlardandır.
Taşrada emniyet müdürünün, kademe işçisinin acil durumdaki çocuğu için havadan geçiş yapan helikopter temin etmesi, o ilde personel arasında gündem oluştur­muş ve sonraki günlerde iş veriminde müthiş artışlar ya­şanmıştı. Öyle ki resmi araçların dışında sivil araçlar da onarılarak sosyal amaçlı ek kazançlar sağlanmıştı.
Kuşkusuz anayasaya göre devletin asli ve sürekli gö­revleri, memurlar eliyle görülür. Ancak burada ifade edi­len memurun bir robot değil, “insan” olduğu yöneticilerce unutulmamalıdır.
Aksi takdirde memur, amirini kandırma cihetine git­mekte, bu da meslek içi barışın bozulmasına yol açmak­tadır. Sonuçta zararı, sağlıklı güvenlik hizmeti alamayan halk görmektedir.
Bizi en fazla zorlayan görevler; toplantı ve gösteri yü­rüyüşleriydi. Onbinlerce insan, ana caddeleri yürüyor ve Cumhuriyet meydanında toplanıyorlardı. Az sayıda polisle önlem alıyorduk. Bu arada topluluğun taşıdığı pankart ve dövizlerden rahatsız olan hükümete yakın kişiler hemen valiyi arıyor ve vali de etki altında kalarak bu pankart ve dövizleri taşıyanları yakalamamızı istiyordu.
Birbirine kenetlenmiş grup, attıkları sloganlarla iyice bütünleşmişler ve saatlerdir aynı amaç uğrunda sesle­rini duyurmaktadırlar. Böylesine coşkun onbinlerce top­luluğun içinden birkaç yüz polisle insan almak hiç kolay değildir. Valinin emri, toplantı ve gösteri yürüyüşü için izin alanlara duyurulur. Fakat o atmosferde onların da ya­pacakları fazla bir şey yoktur. Orada yapılacak tek şey, izinli bu toplantılarda suç davranışı içine girenlerin, top­luluk dağıldıktan sonra, sivil polislerce takip edilerek tek tek yakalanmalarıdır. Ancak toplum psikolojisini bilmeyen yöneticiler, hükümetle ters düşmemek adına, sonu kötü biten olaylara sebep olabiliyorlardı.
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin güven içinde yapıl­ması devletin görevidir. Aynı devlet; toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak isteyenlerin taleplerini de yerine ge­tirmelidir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapanları potan­siyel suçlu görmemelidir. Terazinin bir kefesinde güven­lik neyse diğer kefedeki toplantı hakkı da aynı düzeyde olmalıdır.
İktidarlar, halkın bu taleplerini yerine getirmeyerek ateşi söndürdüklerini sanırlar. Oysa ateş küllenmektedir. Küçük bir kıvılcımla yeniden parlayabilir.
Gelişmiş demokrasilerde bu dengenin gözetilmesine özen gösterilir. Halkın duygularını, sevinç ya da üzüntüle­rini açığa vurmalarına fırsat tanınır. Böylece rahatlamaları ve “Oh be! İçimdeki kurtları döktüm” demeleri sağlanır.
2000 yılında Galatasaray futbol takımının İspanyol Mallorca’yı 4-1 yendiği maçı Hollanda’da bir caminin alt salonunda büyük ekran televizyonda izlemiştim. Maç bi­ter bitmez Türk bayrakları ve Galatasaray flamaları ile büyük bir araç konvoyu oluştu. Tezahürat yapan yüzlerce taraftar, bulunduğumuz Zaandam kentinin sokaklarında korna çalarak tur atmaya başladı.
Başka zaman korna sesi duyulmayan Hollanda’daki bu şamata, yurttaşlarımız adına beni endişelendirmişti. Bir polis olarak Hollanda polisinin ne tür tepki göstereceğini merak ediyordum. Ufacık bir olayda bile aynı dakikada birkaç ekibin belirdiği bu ülkede birkaç dakika geçmesine rağmen hiçbir polis müdahalesi olmuyordu. Maçı televiz­yondan birlikte izlediğimiz Türk asıllı meslektaşıma sor­dum. Bu gibi durumlarda on beş dakika süresince hiçbir müdahale yapılmadığını, maç sonucu oluşan sevinç bi­rikimini attıktan sonra kendiliklerinden dağıldıklarını bil­dirdi. Gerçekten on beş dakika sonra her şey eski haline dönmüştü.
Şaşırmıştım. Sistemler ülkesi nasıl olur da böylesine bir kuralsızlığa göz yumabilirdi.
Meslektaşımın açıklamasıyla ikna oldum. Ona göre eğer ülke, kısa süreli bu taşkınlıkları sinesine çekerse, içinde barut barındırmamış olurdu. Yoksa gergin insanla­rın nerede, ne zaman patlayacakları belli olmazdı.
Bu tür sevinç gösterileri ülkemizde abartılarak yapılı­yordu. Uzun süre trafik felç ediliyor, araçtan sarkanlar ka­zalara uğrayabiliyorlardı. Hollanda’da on beş dakika oluşu ilginçti. İnsanlar on beş dakika içinde kurtlarını döküyor­lardı. Sonra kendiliğinden son verip normale dönüyor, do­layısıyla polis ile birey karşı karşıya gelmiyordu.
Terazinin bir kefesindeki devlet, kent içindeki trafik güvenliğinden ve gürültü kirliliğinden ödün veriyordu. Diğer kefedeki insanlar ise bu özveriye karşılık, deşarj olmuş olarak, makul bir sürede taşkınlıklarını sonlandı­rıyorlardı.
Bu, mükemmel bir “antlaşma” idi. Masa başında ya­pılmadığı belliydi. Tarafların imzaları yoktu. Ama her şey saat gibi tıkır tıkır işliyordu.
İşte “sistem” böyle bir şeydi. Devlet bu tür sistemleri oluştururken bir sosyolog gibi, bir psikolog gibi kılı kırk yarmalıydı.
Bu örneği Türkiye’de basın açıklamasına uyarlaya­biliriz. Aslında basın açıklamaları, insanların problemle­rini yansıtmasının “pratik” bir çözümüdür. Bu nedenle devlet, basın açıklamalarına hoşgörülü bakmalıdır. Basın açıklaması yapanlar da iki saati geçmemek kaydıyla in­sanların yaşam düzenlerini bozmamaya özen gösterme­lidirler.
Ülkemizin imzaladığı AİHM kararları, insanların belli ölçülerde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmalarına sıcak bakmaktadır.
Ancak bizde iktidar, basın açıklamalarında kendisi aleyhine söylemde bulunulacağı yönünde bilgi almışsa olabildiğince bahaneler öne sürerek yasak getirmektedir.
Aynı yasak, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde de vardır. Hükümet; aleyhine atılan sloganlardan, taşınan pankart ve dövizlerden rahatsız olduğu için polisi baskı unsuru olarak kullanmak ister. Baskıdan korkan halk, top­lantı ve gösteri yürüyüşü yapmazsa bu durum hükümetin işine gelecektir. Çünkü ayıbı ortaya çıkmayacaktır. Yok, eğer yürüyüş olur da polise müdahale emri verirse ve de çirkin görüntüler ortaya çıkarsa kendisini ak süt gibi kenara çeker ve ihale polisin üstünde kalır. Burada siyasal gücün kararıyla hareket eden polis bir “araç”tır. Müdahale sırasında yasanın belirttiği sınırların dışına çıkarsa sorum­ludur. Ama bilinmelidir ki esas sorumlu, dağıtma emrini veren devlettir.
Polisin örgütsel yapısı ve çalışanların sosyolojik duru­mu incelendiğinde koşulların pek de iyi olduğu söylene­mez.
Örneğin polis akademisi öğretim üyesi Hasan Hüseyin Çevik’e göre 25 bin trafikçi için başkentte üç daire baş­kanlığı varken aynı sayıdaki çevik kuvvet personeli için küçücük bir şube görevlidir.
Yine öğretim üyesi Turgut Göksu’ya göre polisler, sta­tükonun korunmasını isteyen muhafazakâr insanlardır.
Bu yönüyle değerlendirildiğinde mevcut polis ile mü­dahale edilen olaylarda temel haklar ve özgürlükler ko­nusunda çağdaş anlayışı yakalamanın mümkün olmadığı anlaşılabilmektedir.
Göksu, görev yapan polislerin özelliklerini sıralarken sivilleri potansiyel suçlu gördüklerini de belirtir. Biz ve on­lar ayrımı yaptıklarından söz eder.
En kötüsü de polislerde her şeyin kanunla çözülme­yeceği anlayışı vardır. “Nasıl olsa savcı serbest bırakacak, cezasını biz verelim” mantığı ile hareket eden polislerin mevcut olduğu söylenir.
İşte devlet, bu anlayıştaki polislerle, vatandaş üzerine hasmane duygularla giderse kaos kaçınılmaz olur.
*
Antbirlik, Antalya için önemli bir kuruluştu. Üreticinin pamuğu ve narenciye ürünleri bu birlik çatısı altında de­ğerlendiriliyordu. Genel müdürlük binası Yenikapı sem­tindeydi. 12 Eylül askeri müdahale öncesinin hareketli günlerinin birinde, çalışanlar can güvenliklerini sağlamak gerekçesiyle direnişe geçtiler. Taraflı bir genel müdür, “sivil savunma görevlisi” adı altında çok sayıda yeni işçi almış ve hepsine silâh dağıtmıştı. Silahlı bu görevliler de binanın içindeydiler.
Direnişçiler kapı arkalarına barikatlar kurmuşlardı. Po­lisin içeri girmesini engelliyorlardı.
Bu tür görevler için özel eğitilmiş birliklerimiz yoktu. Kendi çabamızla krizi çözmeye çalışıyorduk.
Hassas bir noktadaydık. İçerdekiler arasında çok sayı­da kadın çalışan vardı. Bir kısmı direnişçi, bir kısmı rehine durumundaydı. Rehinelerin yakınları bir an evvel konu­nun çözümlenmesini istiyorlardı.
Saatler sonra birkaç polisle ilk barikatı aşarak giriş katına girebildik. Bu defa merdivenlere barikat kurdular. Gergin bekleyiş saatlerce sürüyordu.
Biraz daha zorlama ile merdivenleri aşarak yukarıya ulaştık. Burası en üst kat idi. Ya bir şekilde barikatı aşarak içeri girecektik ya da ikna edecektik.
Tabii ki ikna etmeyi istiyorduk. Ama kendimi bu yönde yeterli görmüyordum.
Ağzı laf yapan polisleri, kapının ardından içeridekiler duyacak şekilde konuşturuyordum. Klasik laflar söyleni­yordu:
Dışarıda bekleyen yakınlarının üzgün oldukları…
Çocuklarının kendilerini özledikleri…
Eylemlerine son vermelerinin kendileri için iyi olacağı…
Ama hiçbiri fayda etmiyordu. Biz söyledikçe eylemciler slogan atarak karşılık veriyorlardı.
Bazen filmlerde görüyorduk. Öne çıkan biri, etkileyici bir söylemle kanundan, insan haklarından söz ediyordu. Zaman zaman duygusal konulara girerek katı yürekleri yumuşatabiliyordu. Bazen bir bebeğin davranışını, bazen gündemdeki hassas bir konuyu dile getirerek karşısında­kileri etkileyebiliyordu.
Ben de istiyordum. Ama bu konuda ne eğitimim var­dı, ne de yeteneğim! Bu nedenle senaristleri çok takdir ediyordum.
Bize işin bu tarafı öğretilmiyordu. Kim suç davranışı içine girerse devletin verdiği araçla ya da silahla bertaraf etmemiz isteniyordu.
O zaman daha iyi anlıyordum ki devlet öncelikle araç gereç yerine “bilgi” vermeliydi ve biz önce “bilgi”yi kul­lanmalıydık.
Arkasına barikat kurulmuş buz gibi kapıların önünde bizler ve gerisinde yüzünü göremediğimiz onlar vardı. Eyleme son vermeleri için dilimin döndüğünce bir şeyler söylüyordum. İşin hukuki sonucunu anlatmaya çalışıyor­dum. İnsan, karşısındakinin yüzünü, mimiğini göreme­yince kelimeler boğazına tıkılıyordu. Ne tür tepki verdiğini görememek kötüydü.
Direnişçilere bir zarar gelmesini istemiyorduk. Kendi çocuklarından, ailelerinden söz ediyorduk. Ancak hissedi­lir bir yumuşama göremiyorduk.
Bu defa bir taktik olarak başka bir şehirden özel eğitil­miş bir kuvvetin bu iş için Antalya’ya seyir halinde oldu­ğunu belirttim. Gelecek kuvvetin davranışının bizim gibi insancıl olmayacağını vurgulayarak eylemlerine son ver­melerini istedim.
Biraz duraksadılar. Sloganlara ara verdiler. Anladım ki bu yöntem yararlı olacaktı. Devamlı bu konuyu işleyerek sakinleşmelerini sağladım.
Kapılar açıldı. Şiddete başvurmadan da olayların önü­ne geçilebiliyordu. Sabrın, önemli bir silahtan daha etkili olduğunu burada görmüş oldum.
*
Silahımı ikinci kez elime aldığım görev Antalya’da ol­muştu. Halk bankası soygununda, müdahalede bulunan bir başkomiserin silahla yaralanması sonucunda bütün ekipler, arama ve yakalama çalışmasına katılmışlardı.
Çevik kuvvette küçük bir otobüsümüz vardı. Ben de bu otobüse birkaç personel alarak bu çalışmalara katıl­dım. Havalimanına yakın bir bölgede bir aracın hızla seyretmekte olduğunu gördük. Ardında yoğun bir toz bulutu bırakarak ilerliyordu.
Derhal o bölgeye geçerek takip etmeye başladım. Havalimanında çalıştığım için bu bölgenin yabancısı de­ğildim. Telsizle diğer ekipleri bilgilendirdim. Güzergâhta seyrederken bir otomobilin yolun yirmi metre dışına sa­parak terk edildiğini gördüm. Kapıları açıktı. Biraz ileri­de yeni sürülmekte olan büyük bir tarlada iki kişi hızla kaçıyordu. Personel ile birlikte arkasından koşarak takip ettim. Kaçış istikametlerini diğer ekiplere bildirdim. Bu defa silahım smithwesson idi. Elime aldım. İtiraf edeyim ki menzilini bilmiyordum. Ekip personelinde MP 5 diye adlandırdığımız otomatik tüfek vardı. Ancak bu memur­lar geride kalmıştı. Bir ara polis memuru Ahmet Araç, çift sürmekte olan traktöre el koyarak kaçaklarla arayı kapamayı denedi. Ancak tarlanın ortasındaki hendek ge­çişe izin vermedi. Bu arada diğer ekiplerin kaçış yönünde tedbir almak için seyir halinde olduklarını telsiz konuşma­larından anlayabiliyordum.
Havaya ateş ederek ikazda bulunuyordum. Ama genç kaçaklar mesafeyi açıyorlardı. Bir yandan da dur ihtarımı­za ateşle karşılık veriyorlardı. Birkaç merminin, önümüz­deki kurumuş topraktan tozlar kaldırdığını çok rahat gö­rebiliyordum. Ben hedef gözeterek ateş etsem vurabilir miydim? Açıkçası bilmiyorum. Ama şahıslar önümüzdeydi ve diğer ekiplerin önlerini kesmeleriyle yakalanabilecek­lerdi.
Tarlanın bitim noktasında küçük bir tepe vardı. Ka­çaklar bu tepeye çıkarken gözden kayboldular. Zira Ak­deniz bölgesinin tipik bitki örtüsü maki görüşü yer yer engelleyebiliyordu. Bu durum bizim için de tehlikeliydi. Çalılıkların arkasına saklanarak bizi hedef alabilirlerdi. Bu düşünceyle ikiye ayrılarak, tepenin iki yanından dikkatlice tırmandık. Kaçaklar, iki kuvvetin arasında kalmışlardı. Ça­resiz teslim oldular.
Bu arada tabancalarını saklamış olmalılar ki silahları­nın olmadığını söylüyorlardı.
Ve üstelik halk bankası soygunuyla ilgilerinin olmadı­ğını, daha önceden silahlı kız kaçırma suçundan arama kararları olduğu için şehirdeki polis hareketlerinden dola­yı kaçtıklarını belirtiyorlardı. Yakalama noktasında araştır­ma grubunda görevli başkomiser Şerif Ş de bulunuyordu. Kısa sorgulama sonucunda yakalananların kız kaçırma suçluları olduğu ve jandarmaya teslim edilmesi gerektiği kararlaştırıldı. Olay yerine intikal eden binbaşıya teslim yapıldı. Ancak silahlar ortada yoktu. Onlar da bulunmalı ve tutanağa geçirilmeliydi. Benim ısrarım üzerine bir kez daha silahlar arandı ve bulunamadı. Başkomiser acele ediyordu. Çünkü banka soyanlar ve diğer başkomiseri yaralayanlar hâlâ kaçaktı. Bir an önce onlar yakalanma­lıydılar.
Ben ısrarımı sürdürüyordum. Hatta silahları bize ateş­lediklerini, topraktan toz bulutu kalktığını söylüyordum.
Binbaşı, arada kalmıştı. “Ne yapalım” dercesine baş­komisere baktı.
İşte o zaman döküldü Başkomiser Şerif Ş’nin dudakla­rından o sevmediğim kelimeler:
“Genç kardeşimiz böyle olaylarla yeni karşılaşıyor. Korktuğu için hayal görmektedir.”
Şerif Bey polis akademisini benden önce bitirmişti. An­talya’da başarılı bir başkomiser olarak anılıyordu. Ancak ben biliyordum ki onun başarısı, polise yakasını ilikleyen­ler karşısındaydı. Hayal gördüğümü ve korktuğumu söy­lemesi ise tam bir talihsizlikti. O bunları söyledikçe ben daha da ısrarcı oluyordum.
Binbaşı aramanın yeniden yapılmasını istedi. Aramaya katılanlar ısrarlı söylemlerime inanmışlardı. İki tabancayı bir çalılığın içinde buldular.
Tutanağı imzalarken Şerif Bey’in yüz rengi bir ton ko­yulaşmıştı.
12 Eylül’deki askeri müdahale sonrasında siyasi suç şüphelilerinin yakalanması önem kazanmıştı. Bu amaçla iddialı bir ekip hazırlanması gerekiyordu. Emniyet müdü­rü, sahip olduğu ünden dolayı görevi Şerif Ş’ye vermek istiyordu. Ancak Şerif Bey bu görevi kabul etmiyordu. Araştırma ekibini bırakmak istemiyordu.
Çünkü siyasi suçlular, polis karşısında ön iliklemezlerdi.
*
12 Eylül askeri müdahalesinin ardından toplumsal olaylar sona ermişti.
Sıkıyönetimin insafsız baskısı toplumu muma çevir­mişti.
Bir gün öncesine kadar “Ali kıran baş kesen” kimi top­lum bireyleri birdenbire suspus olmuşlardı.
En çok şaşıranlardan biri bendim. Son dört yıldır ya­şanan siyasi hareketlenmenin tam içindeydim. Havalima­nında çalıştığım bir yıllık süre haricinde o yoğun dönemi
bizzat yaşamıştım. İşçi ve öğrenci hareketleriyle sokaklar tam bir kaos yaşıyordu. Bütün bunları yaşamın bir parçası olarak algılıyordum.
Ama birdenbire kesilince ciddi şekilde etkilendim. Demek ki böyle sakin günler olabiliyormuş, dedim. Po­lis akademisinden mezun olup kadroya çıkınca, henüz öğrencilik psikolojisini atamadan, bu toplumsal olaylarla karşılaşınca şaşırdığım gibi bu defa olaylar sona erince yine şaşkınlık yaşadım.
İlerleyen yıllarda bile bir kalabalığın uğultusunu duy­duğumda “acaba” diyordum.
Yine aynı sloganlar mı diye düşünüyordum.
Öyle bir ateşin içinde ne diye yaşadığım konusunda kendi kendimi sorguladım. Üstelik bu dört yıllık süreçte yaralanmıştım. Ancak tesadüfen girmiş olsam da polislik benim yazgımdı. İyi günde de, kötü günde de bu görevi sürdürecektim.
Güzel ülkemizi rahat bırakmayanlar kötü emellerini sürdürmeye devam etmişlerdi. Asırlarca bir arada yaşa­mış insanlarımızı alevi sünni diye ayrıştırarak Çorum’da, Kahramanmaraş’ta birbirlerine düşürmüşlerdi.
Terör örgütü ASALA, 1975 yılından itibaren on yıl bo­yunca eylemlerini sürdürmüş, bu süreçte 42 diplomatımı­zı şehit etmişti.
Bunlar yetmiyormuş gibi ülke, 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de yaşanan katliamlarla birlikte bölücü terörle tanışmıştı. Eylemlerin olduğu yıllarda Bitlis kırsalında böl­ge trafik hizmeti veriyordum. O yıldan bu yana onbinlerce yurttaşımızı kaybetmiştik. Şehit sayımız on binlere dayan­mıştı.
Öte yandan dinci laik ayrımı yapılarak yangına bir çap çırayla gidenler vardı. 12 Eylül öncesinde şu marka siga­rayı içenler sağcı, diğerini içenler solcu diye yapılan yakış­tırmalar bugün gülünüp geçilen olaylardan ise türbanın da bu duruma düşürülmesi gelecekte aynı gülüşmelere neden olacaktı.
Aslında küçük bir tahlil yapmak yeterliydi.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün misakı milli sınırları içinde kurduğu ülkenin adı “Türkiye” idi. Atatürk, Türkiye halkını topyekûn “Türk Milleti” olarak tanımlamıştı.
Sağ sol kavgasına tutuşan sağcılar da Türk Milletiydi, solcular da..
Alevi de, sünni de Türk Milletiydi.
Lazı, Gürcüsü, Çerkezi, Kürdü de Türk Milletiydi.
Dincisi, laik olanı da Türk Milletiydi.
Nüfusun yüzde 99’u İslam dinine mensuptu ve Yüce Muhammed, İslam dininin barış getirmesini istemişti. “İslam” eşittir “Barış” ise; barış içinde yaşayamamanın beceriksizliğini bir Müslüman diğer Müslümana nasıl izah edebilir ki? Bu durumda dökülen her damla kardeş kanı, İslam dininin Yüce Peygamberi Muhammed’in kemiklerini sızlatmayacak mıdır?
Bu ülkenin 90 yıldır az gelişmiş kalması düşündürü­cüdür.
Halkı yönetme göreviyle iktidara getirilenler iki hedefe kilitlenmelidirler.
Birincisi, milletin refahını artırmalıdırlar. Fert başına düşen milli geliri, gelişmiş ülkeler seviyesine yükseltmeli­dirler. Ülkeyi borç batağından kurtarmalıdırlar. Çünkü bu­gün borç verenler, yarın emir de vermeye kalkışırlar.
İkincisi, devletin bekasını sağlamalıdırlar. Yönetimine talip oldukları ülkeyi sonsuza kadar yaşatmak için her tür­lü tedbiri almalıdırlar. Komşularımızla ve diğer milletlerle sorun yaşamadığımız bir ortam yaratmalıdırlar.
Bu iki ana unsur, yönetenlerin olmazsa olmazlarıdır.
Ancak dört husus daha vardır ki devlet dolaylı olarak müdahale ederek bu konularda halkın vizyonunu mutlak anlamda geliştirmelidirler.
Biri Nutuk’tur. Büyük Atatürk’ün Söylev’i, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun hazırladığı gibi belgelerden arındırılmalı ve ders kitabı tarzında halka sunulmalıdır.
İkincisi Kuran’dır. Kutsal Kitabımızda Yüce Allah tara­fından verilen emirler ile ders çıkarılacak ibretlik olaylar yer almaktadır. Bu emirler ve olaylar iyice anlaşılsın diye uzun uzun açıklanmış, bazen de kısa ifadelerle tekrar tekrar hatırlatılmıştır. Devlet, aynı emirlerin ve aynı ib­retlik olayların bir defada anlatılmasıyla Yüce Kuran’ı anlamayı kolaylaştırmalıdır. Türk insanının, mesajı en iyi alacağı biçimde özlüce tercüme edilmesini sağlamalıdır. Örneğin Bakara 101’de “sırtlarının arkasına attılar” şek­linde geçen ifade, ülkemizde “kulak ardı ettiler” anla­mında kullanılmaktadır. Çeviri yapılırken hâlâ “sırtlarının arkasına attılar” ibaresi kullanılıyorsa tercüme edenlerin Yüce Kuran’a saygısındandır. Oysa devlet daha cesur davranarak halkının en iyi anlayacağı şekilde “kulak ardı ettiler” tabirini kullanabilmelidir. Yüce Kuran’ın mesajını “hap” niteliğinde vatandaşına verebilmelidir. Devlet ol­mak budur. Aksi takdirde halk, Yüce Allah’ın Kuran yolu­nu takip etme yerine (Enam Suresi 153) hiziplere bölü­nür, kendisine dini bilgiler anlattığını iddia eden mezhep, tarikat, cemaat gibi grupların peşine takılır. (Enam Su­resi 159)
Üçüncüsü dinde ücrettir. Kutsal Kitabımız, içeriğinde yer alan tebliğlerin ücret karşılığında yapılmasını net ola­rak yasaklamıştır. (Kalem Suresi 46-47) Bu nedenle dev­let, din tacirleri yaratılmasının önüne geçmelidir. Para için köşe başlarında türeyen dincilere engel olmalıdır.
Dördüncüsü vakit hırsızlığıdır. “Maç”, “siyaset” ya da “din” konusunda makul süreyi geçen sohbetlerden kaçı­nılmalıdır. Kaybedilen zamanın, ülke dinamiklerine zarar getireceği hususunda halk bilinçlendirilmelidir.
*
Mehmet Akif Ersoy taa 1913’lerde söylemişti:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Şu anlama geliyordu: Ayrılık girmeden bir millete düş­man giremez, toplu çarpan yürekleri top bile sindiremez.
Sağcı-solcu, alevi-sünni, dinci-laik gibi farklılıklar yara­tılarak ülkemiz güçsüzleştiriliyordu.
En kötüsü de bir grup, diğerine kolayca diş bileye­biliyordu. Bu yapımız dış güçlerin işini kolaylaştırıyordu. Onlar bizim gerginlik içinde yaşamamızı istiyorlardı. Ül­kede kargaşa yaşanırken kıs kıs gülerek seyrediyorlardı. Türkiye’nin bunların hiçbirine kızmaya hakkı yoktu. Çün­kü uluslararası ilişkilerde bir ülkenin, diğerine göre kendi menfaatini gözetmesi doğal sayılmaktaydı.
Türklerin, Orta Asya’dan gelerek başka milletlerin va­tanına el koyduklarını ve savaşçı bir yapıya sahip oldukla­rını söylüyorlardı. Barbar diye niteleyenler vardı. Osmanlı dönemindeki bazı savaş sebeplerini ganimete dayandırı­yorlardı.
Güçlü bir Türkiye’nin başlarına bela olacağından kor­kuyorlardı.
Öyle ki önce “Hasta Adam” durumuna getirip, ardın­dan Sevr antlaşması ile köşeye sıkıştırdıkları ülke, Büyük Atatürk’ün mucize dehasıyla Lozan’da, küllerinden yeni­den doğuyordu.
Her ne kadar antlaşmaya imza atan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, İsmet Paşa’ya “Sevr’i çöpe attığımızı zannetmeyiniz, hepsi cebimizde, zamanı gelince hepsini önünüze teker teker çıkaracağız” dese de muharebelerle topyekûn bitap düşen millet, Büyük Atatürk’ün gösterdiği yolda yeni ülkenin iskeletine et giydirmeye başlamıştı.
İki şey çok ciddi olarak ele alınmıştı.
Birincisi okuma yazma işi, geniş halk kesimlerine ulaş­tırılacaktı.
İkincisi halkın temel gereksinimi olan konularda sana­yi canlandırılacaktı.
Çünkü yeni Türkiye devleti, cephede kazanılarak ku­rulmuştu. Başta Büyük Atatürk olmak üzere kurucular ve Türk milleti omurgalıydı. Kimseye temenna edecek de­ğillerdi.
Başka milletlere borçları olmadığı için dik duruş sergileyebiliyorlardı.
Türk lirasının, dolar karşısında boynu bükük değildi.
Ardından çok partili sisteme de geçilerek ülkenin önü açılmıştı. “Demokrasi” taçlandırılmıştı.
Ama umulan olmadı. 1950 yılında kurulan hükümet döneminde kabul edilen Amerikan yardımı ile omurgalılık zaafa uğratılmıştı.
Evet, bu yardımlarla halkın refahı kısmen artmış, ta­rıma teknoloji girerek köylünün yüzü gülebilmiştir. Öte yandan Amerikan dostluğu ile sıcak denizlere inmek iste­yen Sovyet tehdidine karşı güvence sağlanmıştır. Ama tek taraflı Amerikan dostluğu, kimi çevrelerce ülkenin pabu­cunu kaptırdığına yorumlanmıştır.
Türkiye, en hassas konuyu tam bu noktada yaşamıştır.
Ne kadar çok demokratik ortam oluşursa bunun halka yansıması da o oranda çok olacaktı. Fakat bizde iktidar gücünü elde edenler bunun “değer”ini bilemediler. Bize doya doya “Türk Baharı”nı yaşatamadılar.
Buna birçok kanıt saymak mümkündür. Ama biz sa­dece 1960’da, 1971’de ve 1980’de gerçekleştirilen askeri müdahaleleri gösterebiliriz. Hepsinde mevcut iktidarların yanlış tutumlar içinde oldukları sonucuna varılmıştır.
Bu durum Türk halkını da tembelleştirmiştir. Büyük Atatürk ile silah arkadaşlarının Türk ordusuyla birlikte ka­zandıkları zafer sonucunda yeni Türkiye Devletini kuca­ğında bulan Türk milleti, bu defa başı sıkıntıya girdiğinde ‘nasıl olsa ordu bizi kurtarır’ rehavetiyle memleket mese­lelerine uzak kalabilmiş, derinlemesine tahlil yapmadan, küçük vaatlere kanarak iktidarı belirlemişlerdir.
İşte bu ucuz iktidarlar, kötü yönetimleriyle kendi son­larını hazırlamışlardır. Deneyimli asker, siyaset ve devlet adamı İnönü’nün muhalefeti Menderes iktidarını zayıflat­mıştır. 27 Mayıs 1960’da tank ve postal sesleri, demokra­sinin askıya alınmasına neden olmuştur.
1970’li yıllardaki işçi ve öğrenci hareketlerini frenleye­meyen ve yine yeni cumhurbaşkanını bir türlü seçemeyen Demirel ve Ecevit gerginliği 1980 askeri müdahalesi­ni getirmiştir. Tank ve postal sesleri üç yıl boyunca etkili olmuştur.
Bunun sonucu olarak 1983 yılı seçimlerinde ANAP doğmuş ve fakat aradan fırlayan bir parti olduğu için on yılda iflas etmiştir.
Ülke bu sırada merkez sağda Çiller- Yılmaz gerginliğini yaşamıştır. Bu gerginlik DYP’yi ve ANAP’ı sandığa göm­müştür.
Daha sonra dinci Necmettin Erbakan, REFAHYOL hü­kümetini kurmuş ancak 28 Şubat (1997) sürecindeki tank sesleriyle aynı yıl görevi bırakmak zorunda kalmıştır.
On yıl sonra 2007’de ne postal ne de tank görünmüş­tür. Silahlı kuvvetler bu defa mesajını 27 Nisan’da elektro­nik ortamda vermek istemiştir. Bu, şu iki sonucu doğuru­yordu. Birincisi ordu artık halkın kendi kaderini kendisinin belirlemesini istiyordu. İkincisi siyasiler, tank ya da postal olmadıkça iktidarı bırakmıyordu.
Öte yanda CHP ise elit bir görüntü sergilemiştir. Hal­kın tamamını kucaklayamamıştır. “Halk” sözcüğü partinin tam göbeğine yerleştiği halde…
Cumhuriyetle özdeşleşen ilkelerin altısının birden hak­kını vermede başarılı olamayınca eksik kalan ilkeleri baş­ka partiler sahiplenmiş, bu da kendisinin güdük kalması­na yol açmıştır. Klasik bir “muhalefet” partisinden öteye gidememiştir.
Bu defa 2002 seçimlerinde aradan AKP fırlamış ve ik­tidarı ele geçirmiştir. Partinin genel başkanı Keçiören’de oturarak halkın içinde yer almıştır. Anadolu halkı, gerek oturduğu yer itibarıyla, gerekse eşinin ve kızlarının giyim tarzıyla kendisi gibi gördüğü bu lideri benimsemiş ve ter­cihini AKP’den yana kullanmıştır. Türk halkının yaşam bi­çimini iyi irdeleyen bu parti “Ne kadar oy, o kadar hizmet” politikasını önde tutmuştur. Köy ve mahalle teşkilatları aracılığıyla ihtiyacı olanları tespit etmiş, öncelikle yiyecek ve yakacak yardımında bulunmuştur. Bu yardımları okul kitaplarını ücretsiz dağıtarak ve sağlık hizmetlerinde göre­celi kolaylıklar sağlayarak pekiştirmiştir. Ardından muhtaç ailelerin bireylerine sakat, engelli ya da yaşlı bakım ücreti gibi paralar ödemiştir. Üretimde sıkıntı yaşayan çiftçiye dönüm başına para vererek yardımda bulunmuştur. Ay­rıca gübre ve mazot konusunda destekleme yapmıştır. Cebi ilk kez para gören bu insanlar, kendilerine bu imkânı sağlayan parti başkanına daha çok bağlanmışlardır. Diğer partileri desteklerlerse bu yardımlardan mahrum kalacak­larını düşünmüşlerdir.
Parti, bütün bu hizmetleri kanunlarla halkın geneline yansıtma yerine muhtarların, imamların, belediye başkanlarının ve parti ilçe başkanlarının eliyle gerçekleştir­miştir. Özellikle kırsal alanda ve varoşlarda neredeyse her evden birini “paça”sından yakalamış, onu nemalandırmış, ailenin diğer fertleri de bu fırsatı kaçırmamak için parti ile ilişkilerini kerhen de olsa sıcak tutmaya gayret gös­termiştir.
Bu faaliyetlerde çoğu kere mülki idare amirleri de görev almışlardır. Başbakan; valilerin ve kaymakamların kamyonun şoför mahalline binerek kömür dağıtmalarını istemiştir. Bu da hizmetin, genele şamil kılınmayıp oya tahvil edildiğini göstermiştir. Bazen daha çok oy almak için seçim bölgelerinin sınırlarıyla oynanmış, bazen de Ordu gibi yeni büyükşehirler yaratılarak belediye baş­kanlıkları ele geçirilmiştir. Dolayısıyla iktidar, kendisine yetecek kadar mutlu(!) bir azınlık yaratmış ve yarattığı bu grubu susuz getirip susuz götürür olmuştur. Bütün bunla­ra Cuma namazları sonunda kamera karşısında görünme de eklenince dindar insanları etkilemek kolaylaşmıştır.
Eskiden insanlar tercih ettikleri siyasal partilerin adını kolayca zikrederlerdi. Rozetini yakalarında taşırlardı. Şim­diki AKP taraftarlarının ise gizli arabeskçilerin masa altın­da dinledikleri gibi kendilerini saklı tutuyor olmaları izaha muhtaç bir durum olarak değerlendirilmektedir.
Aslında Türk halkı demokrasiyi sever ve benimser. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Bü­yük Atatürk, bu sözüyle Türk milletine verdiği değeri ifa­de etmektedir.
O halde yanlışı yapan Türk halkı değil de, seçtiği ikti­darlar mıdır?
Ya da iktidarlar yanlış yapıyorsa halk onları neden seç­mektedir?
İnsanın kafası karışıyor. Yumurta tavuk hesabı gibi…
Bir yanda Aziz Nesin’in sözünü ettiği yüzde 60’lık ke­sim, öte yanda çağdaşlığa koşan gezi gençliği…
Tam bir arabesk durum…
Ülkenin iki yakası nasıl bir araya gelebilsin ki…
Demokrasilerde şunu biliyoruz:
Halk, kendini yönetecek iktidarı seçer.
Ama Türkiye’de nasıldır?
Bir grup insan ortaya çıkar ve kandırarak kendilerini seçtirirler.
Seçildikten sonra da halkı bir kenara koyarak kendi­lerine menfaat sağlamaya çalışırlar. Beğenilerek seçilme­diklerini bildikleri için seçenleri çok da sevmezler. Çünkü onlara göre kendilerini seçenler saygı duyulacak insanlar değillerdir. Kişilikleri olgunlaşmamış bu insanları, diğer partiler kandırsaydı onların peşlerine takılırlardı. O halde bu insanlara neden hizmet etsinler ki..!
Hem zaten hizmet edilirse gelişirler! Sağlıklı büyürler! Bilgili ve kültürlü olurlar! Gerçek demokrasinin ne oldu­ğunu öğrenirler! O zaman da kandırılmaları zor olur!
Biz burada iktidarların kötülüklerini sayacak değiliz. Ancak iki cümleyle şunu söylemeliyiz:
İktidarlar önceliği, halkın refahını nasıl artırırız yerine muhalefet partisini nasıl alt edeceğine vermiştir. Enerjile­rini bu yönde harcamışlardır.
İşte dikkatler diğer partiye yoğunlaşırken arada Türk halkı kaynayıp gitmiştir. Halk, bütün bunlardan ders almak yerine sadece kayıkçı kavgası seyreder gibi seyret­miştir.
Yakın geçmişimiz tanıktır ki Türk hükümetleri körfez savaşında Iraklılara, Balkan zulmünde Kosovalılara, Suri­ye iç savaşında Suriyelilere kapılarını açmış ve insani yar­dımlarda bulunmuştur. Kuşkusuz bu davranış, mükemmel bir insanlıktır.
Ancak böyle durumlar karşısında çok daha zengin ül­kelerin hükümetleri, yardım konusunda aynı duyarlılığı göstermemektedirler. Acaba o hükümetler çok mu vic­dansız insanlardan kurulmuştur?
Kesinlikle hayır!
Çünkü o iktidarlar, kendi halkının refahını daha ileri düzeye getirmek için vaatte bulunmuş ve öyle seçilmişlerdir. Başka ülkelere yapacağı yüklü yardımlar, kendi hal­kının refahının düşmesine neden olacağı için vaatlerini yerine getirememiş olacaklardır. O iktidar, öncelikle ken­dini seçenlere hizmet vermek zorundadır. Onların refahını artırmak mecburiyetindedir.
Üstelik insanlar savaşarak “kötü” şeyler yapmaktadır­lar. Belki de yardım yaparak kötülüğü ödüllendirmemek gerekir diye de düşünüyorlardır.
Türkiye, Afrika kadar olmasa da dilencisi bol olan ve halkının bir kısmı çöplerden beslenen bir ülkedir. Bu ne­denle iktidarların bol keseden atmak yerine halkın refahı­nı artıracak tedbirlere yönelmeleri gerekir.
Ama Türk halkı aza kanaat etmeye alıştırıldığı için ikti­darların hoyratça davranışlarına tepki göstermeyi bilme­mektedirler. Bu zaafı bilen hükümetler ise onlara taşıttık­ları davulları çalarak sefasını sürmektedirler.
Türkiye’de ailelerin yakın zamana kadar, aynı tasa ka­şık salladığı bilinmektedir.
Beş kişinin yemek yediği kaptan altıncısı da doyabilir diye düşünülmekteydi. O halde Iraklı da, Suriyeli de kaşık sallasa fark etmezdi.
Tabii ki İslam dininde, “Komşusu aç iken tok yatan biz­den değildir” kuralı mevcuttur. Ama bu söz, Türk halkının tamamının “tok yatması” durumunda geçerlidir.
Çöpten yiyecek toplayanlar varsa…
Dilencilik almış başını gidiyorsa…
600 milyar dolarlara varan borçtan dolayı her bebek borçlu doğuyorsa…
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” sözünün geçerliliği olmayacaktır.
Bu sözler paralelinde demem odur ki beceriksiz ikti­darlar terörü de bertaraf edememişlerdir. 1976-2016 diliminde kırk yıllık fiili polisliğimde ülkemizin yaşadığı terörü çıplak gözle görmüş ve yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki Türkiye’nin bir terör ülkesi olarak tanınmasının en bü­yük nedeni siyasal iktidarlardır.
Biz 12 Eylül 1980 sonrasında, terörsüz günlere de ta­nık olduk. Bunu sağlayan da Türk polisiydi. Türk askeriydi.
Bu iddiamızı terör haricinde basit bir örnekle destek­leyelim:
Almanya’da çalışan işçimiz arabasıyla Avrupa ülkeleri­ni geçerken kola kutusunu asla dışarı atmaz. Ama Kapı­kule’den giriş yaptıktan sonra bu kurala pek uymaz.
Aslında kişi, aynı kişi.
Ne oluyordu da bu kadar farklılaşabiliyordu?
O ülkelerin yöneticileri, bu kusuru işletmeyecek olan “sistem”i yerleştirmiş ve de insanlara benimsetmiştir. Bizim yöneticiler ise becerememiştir.
İki örnek daha vereyim:
Biri, kendimin de yaptığı bir hataydı. Antalya havali­manında Jacques Cousteau’nun ve Grace Kelly’nin isimleri VIP listesinde olmadığı halde özel kapıdan geçirmiş­tim. Türkiye’de bütün havalimanlarında VIP listesi dışında yüzlerce kişi geçerek ya da geçirilerek sistemsizlik örneği yaşanır.
Diğer örneği de kamudan verebiliriz. Neredeyse bütün yöneticiler taşıt kanununu ihlal ederler. Devletin araba­sıyla ya eşini taşıtarak ya da çocuğunu okula veya kursa göndererek sistemin dışına çıkarlar.
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Yasakoyucu, kızların evlendikten sonra ölen babaların­dan “maaş” almalarına izin vermez.
Yine yasalarımıza göre engelli vatandaşlar “ticari” araç kullanamazlar.
Ama uygulamada bu ihlallere sıkça rastlanır. Evlenen kız anlaşmalı boşanır, maaş alır. Engelli vatandaş, ticari araç kullanır. Bu konu yetkililere intikal ettiğinde ise çoğu görmez, duymaz olurlar. “Ben kötü olmayayım” mantığı ile hareket ederler.
Dolap çeviren insanların bütün hünerlerini memur­lar bilir ama kendi de o insanların arasından geldiği için yani dolap çevirmeye müsait olduğu için vurdumduymaz davranır. Eğer anlaşmalı boşandığı tespit edilene ödenen paralar, ödeyen memurdan tahsil edilse o zaman yedi sü­lalesini araştırarak doğru hareket eder.
İşte “sistem” böyle bir şeydir. Getirirsin insan düzelir. Getirmezsin, aynı insan bozulur.
Sırpların sivilleri öldürmeleri nedeniyle kaçan Kosovalı­lar 1999 Mart’ında Kapıkule sınır kapısından içeri alınmış­lardı. Türkiye’de kamplarda ya da yakınlarının yanlarında kalacaklardı. Vali Mehmet Canseven büyük bir hassasiyet göstererek Kapıkule’de personel sayısını artırdı. Giriş ya­panlar için Ankara’nın bilgisi dâhilinde bir form hazırlandı ve buna göre bütün bilgiler bu formlara işlendi. Hepimiz büyük bir ciddiyetle mağdur insanların bir an önce kalacakları yerlere ulaşmaları için gayret gösterdik. Buna rağmen bir gece personelimiz formun bir sütununda kü­çük bir bölümü doldurmayı unutmuştu. Vali ve emniyet müdürünün bu eksiklik için gösterdiği titizliği bugün bile hatırlarım.
Benzer bir zulüm günümüzde Beşar Eset tarafından Suriye’de yapıldı. Ölüm korkusu yaşayan insanların ülke­mize giriş yapmalarına izin verildi.
Edirne’de gösterilen sistemlilikten dolayı hiçbir Koso­valının Türkiye’de vukuatı duyulmadı. Ancak ülkemizdeki Suriyelilerin, pek de bir “sistem” gözetilmeden giriş yap­tıkları için ne ölçüde bir potansiyel tehlike oluşturduğunu ya da oluşturacağını kamuoyunun takdirine bırakıyorum.
Siyasi partiler, “planlı” bir şekilde ve bir “sistem” içinde halkın refah seviyesini yükseltmek için iktidara gelirler. Halkının elindekileri başkalarına yedirmek için değil…
*
Mesleğe başladığımda polisler ortaokul mezunuydular. Tonlarca polis kusuru gördüm. Şimdi yüksekokul mezun­ları görevde. Aynı kusurları yine görüyorum. Eskisinden farkı, düşene kalkana cop vurulmuyor da gözüne gözüne biber gazı sıkılıyor. Ya da orası burası kayda alınıyor, özeli dinleniyor.
İktidar zaafı yaşandığı gerekçesiyle 12 Eylül 1980 ta­rihinde silahlı kuvvetler yönetime el koymuştu. “Sıkı” bir yönetim hâkimdi. Toplumsal olaylar son bulmuştu. Dola­yısıyla çevik kuvvet personeline eskisi gibi iş düşmüyordu.
Antalya’da Bahçelievler polis merkezi amiri ile yardım­cısının adı bir rüşvet olayına karışmıştı. Emniyet müdürü Ahmet Karakurt, benim atanmamı uygun gördü.
O yıllarda “Karakol” diye adlandırılan polis merkezle­ri, polisin okulu olarak bilinirdi. Ben de karakolda görev yaparak polisliği daha iyi öğrenmiş olacaktım. Aslında büyükçe bir mıntıkada sorumluluk alıyordum. İnsanların güvenlikleri, temel hak ve özgürlükleri konularında bü­yük önem arzeden bu görevi “tecrübeli” birinin yerine getirmesi gerekirdi. Ancak başkomiser sınıfı içinde Orta-K veya Lise-K diye adlandırılan orta eğitimli amirlerin, il emniyet müdürüne güven vermemesi beni tercih etmesi­ne neden olmuştu. Polis merkezi amirlerinin öteden beri başkomiserlerden seçilmesine rağmen komiser rütbesiyle bu göreve atanmıştım. Sorumluluğumun bilincindeydim. Zora düştüğüm konularda emniyet müdürüne ulaşmak yerine öncelikle bilgisine başvurabileceğim akil adamım vardı. Bu, geçmişte çevik kuvvet biriminde de bize ağa­beylik yapan Arif Dirik’ti. Polis merkezi deneyimi fazlaydı ve bilgiliydi.
Şunu da belirtmeliyim ki geçmişte polis karakolları diye adlandırılan bu birimler polis merkezlerine dönüştü­rülürken “Emniyet Amiri” rütbeli personel ile yönetilme­si kararlaştırılmıştı. En önemlisi de sayıları azaltılacak ve nüfusu fazla, yüzölçümü büyük yerlerde görev alacaktı. Küçük bir emniyet müdürlüğü gibi donatılarak trafik, pa­saport, ruhsat gibi birçok işlemin yerinde yapılması sağ­lanacaktı. Hem vatandaş daha kısa sürede işini bitirecek, hem de emniyet müdürlüğünde oluşan uzun kuyruklar sona erecekti. Ne var ki değişen sadece ismi oldu.
*
Polis merkezleri aynı zamanda adaletin ilk kapıları olarak anılmaktadır. Kişi, suç işlediği şüphesiyle öncelikle polis merkezine getirilir ve nezarethaneye konulurdu. Bu arada işlediği iddia edilen suçla ilgili fezleke hazırlanarak savcılığa gönderilirdi. Fezlekede, şüphelinin işlediği suç, özet halinde yazılırdı.
Karakollarda bu işi yapanlara “mukayyit” denilmektey­di. Kayıt yapan kişi anlamına geliyordu. “Yazıcı” denildiği de oluyordu. Mukayyitler, o karakolun en tanınmış polisi olarak bilinirdi. Başka polisler öğrenip de kendi yerlerine ortak olmasınlar diye gece giderken daktiloyu saklarlardı. Gece çalışanlar rutin işleri elle yazarak tutanağa dönüş­türürlerdi. Savcılığa gidecek evrak, gündüz mukayyit ta­rafından hazırlanırdı.
Bizim karakolun mukayyiti Sarı Ali idi. Tecrübeli bir po­listi. Bir yaralama olayında ele geçirilen bir bıçak için eks­pertiz raporu alınıp alınmayacağını sordu. Aslında kendisi cevabını çok iyi biliyordu. Amacı beni sınamaktı.
Ekpertiz raporuyla, suç aletinin silah özelliği taşıyıp ta­şımadığı uzman incelemesiyle tespit edilmekteydi.  
Sarı Ali’nin gözlerinin içine baktım. Bu bakışta ondan bir yardım bekler halim yoktu. Aksine müstehzi bir tutum içine girip girmediğini gözlemlemek istiyordum. Cevap veremezsem yüzümün kızaracağını düşünüyordu.
Aslında Sarı Ali’nin öyle bir densizlik yapacağını bili­yordum. Ne yapacağım konusunda da kendimi hazırla­mıştım. Karakol amirinin odasında memurun oturtulması alışık olunmayan bir davranış olmasına rağmen oturması­nı işaret ettim. Hiç endişe etmemesini ve rahat olmasını söyledim. “Şimdi öğrenir, hallederiz” dedim.
Telefonla Arif Dirik başkomiseri aradım. Mukayyit Ali’nin bana sorduklarını aynısıyla aktardım. Sorunun sa­hibinin de Sarı Ali olduğunu bildirdim. Gayet rahattım ve Ali’nin gözlerine bakmaya devam ediyordum. Yüzü, endi­şeli bir hal almıştı.
Arif Dirik, özelliklerini aktardığım bıçağın asayiş şube­sine gönderilmesini ve ekspertiz raporu alınması gerek­tiğini bildirdi.
Sarı Ali’nin bu bilgiye ihtiyacı olmadığını biliyordum. Ama ben yine usulen bu bilgiyi aktardım. Benim kızara­cağımı düşünürken kendisi Kırmızı Ali olmuştu.
Ertesi gün durumu Emniyet Müdürü Ahmet Karakurt’a anlattığımda o da bana nasıl bir gecede polisliği öğren­diğini anlatmıştı. İlk görev yeri olan Amasya’da benzer bir olayla karşılaşmış ve karakolun üstünde kaldığı odaya dosyalar çıkarmıştı. Bilmeyen bir amir durumuna düşme­mek için o gece çok fazla dosyayı yukarı taşımak zorunda kalmış, sonuçta neler yapılacağı konusunu öğrenmişti. Bu nedenle “Bir gecede polis oldum” diyordu. Bilgili polis amirlerinin özgüvenleri de yüksek olmaktaydı. “Otokrat” bir yönetim biçimi sergiliyordu. Polislikte “murakabe”nin önemli olduğunu belirtiyordu. Özellikle polisin uyuyabi­leceği güneşin doğmasından önceki saatlerde denetim yapıyordu. Bu tutumlarından dolayı teşkilat mensupları kendisini “Güneşin oğlu” diye nitelendiriyorlardı.
Sarı Ali’nin suyu ısınmıştı. Yerine mukayyit olarak kara­koldaki en kıdemli polis Osman’ı görevlendirdim. Yardım­cısı olarak en gençlerden biri olan Fatih’e görev verdim. Böylece iki “bilen” polisim olacaktı. Zira diğer polislere gelgit polisi deniliyordu. Getir götür işlerini onlar yapıyor­lardı. Karakolun bütün adli yazışmaları mukayyitler eliyle yerine getiriliyordu.
Eğitim konusunda memurların eksikliğini bilen emni­yet müdürü, personeli eğitmemizi istiyordu. 12 saat ça­lışılıp 12 saat istirahat ediliyordu. Haftada bir gün izin kullanılıyordu. Eğitim için, gece göreve gelecek personeli yarım saat önceden çağırıyorduk. Gündüz çalışanları da yarım saat sonra gönderiyorduk. Böylece bir saatlik sürede birim içi eğitim yapıyorduk. Gündüz vaktinde, o ak­şam verilecek eğitim için ön hazırlık yapıyordum. Böylece kendim de öğrenmiş oluyordum. Daha sonra bu bilgiyi personel ile paylaşıyordum.
En çok tutulan tutanaklardan başladık.
Hayali bir olay anlatıyordum. Bununla ilgili olay yeri tutanağının yazılmasını istiyordum. Başka bir gün başka bir tutanak örneğini çalışıyorduk. Kısaca bir fezlekede ol­ması gereken bütün yazışma örneklerini bu eğitim prog­ramında öğretip sonuçta herkesin soruşturma dosyası yapmasını hedefliyordum.
Aslında birim içi eğitimlerin yanı sıra en azından hafta­da bir gün personelin üniversite hocalarından konferans dinlemeleri sağlanmalıydı. Yalnız bu etkinliklerin sıkıcı olmaması için bazı özendirici tedbirlere başvurulmalıdır. Örneğin başlangıç saatlerinde yerel bir sanatçının mini sunumuna yer verilmelidir. Ara saatlerde pasta ve içecek ikramı yapılmalıdır. Etkinliğin bitiminde salondan ayrılınca şehirde bulunan tarihi bir yer ziyaret edilebilmelidir. Yine etkinlik sırasında örnek bir polisiye olayın canlandırılarak anlatımı yapılabilmelidir. Polisin yazdığı ya da polis için yazılan bir şiir okutulabilmelidir.
Ülke gündeminde çok önemli sorunlar varken bile Türk erkekleri, futbol konuşarak zaman tüketmede mahirdirler. Alman Milli Takımının 1972'de Avrupa Kupası şampiyonu, 1974'te Dünya Kupası şampiyonu olan kadrolarında oynayan futbolcusu Breitner çok konuşuluyordu. Kendisi bir defans oyuncusuydu. Görev bölgesinin sorumlusu olması lazımken o, sahanın başka bölgelerinde de basmadık yer bırakmıyordu. Üstelik gol de atıyordu. Bu nedenle milli takımın vazgeçilmez ve yıldız futbolcusu oluyordu.
Bana göre de bir karakolun bütün polisleri karakol hiz­metlerine dair bütün işleri yapabilmeliydi. Futbolun mey­vesi gol ise, karakolun meyvesi de fezleke idi. Gol atan makbulse, fezleke yapan da makbul olmalıydı. Ve ancak o zaman “yıldız” personel olabilirdi.
Personel, görev saati olarak çok yoruluyordu. Toplum­sal olay olmasa bile törenler, protokol görevleri, sportif fa­aliyetler nedeniyle personelin haftada bir gün olan izinleri kesiliyordu. Şimdi de birim içi eğitim nedeniyle çalışma saatlerinin uzaması sıkıntıya yol açıyordu. Ama polislerin yapacakları bir şey yoktu. Sıkıyönetim nedeniyle dernek­leri kapatılmıştı. Sendikaları zaten yoktu. Doğru bulsunlar ya da bulmasınlar İdarenin tasarrufuna “kurbanlık koyun” gibi itaat etmek zorundaydılar. Zaten o dönemde bütün toplum “kurbanlık koyun” pozisyonundaydı. Hak, hukuk, adalet, eşitlik, insan hakları kavramları sıkıyönetim nede­niyle askıya alınmıştı.
Mutat eğitim programıyla birlikte mukayyitlik uygula­masını değiştirdim. Buna göre her polis kıdem sırasına göre iki ay süreyle mukayyitlik yapacaktı. Böylece sorum­luluk sahibi olacağını bildiği için eğitimlere daha çok sa­rılıyordu.
O yıllarda şube müdürleri, nöbetçi müdürü oldukla­rı günlerde karakollara uğradıklarında “cevval” polisle­ri araştırırlar, gözüne kestirdiklerini, emniyet müdürünü ikna ederek kendi birimlerine alırlardı. Birçok karakol amiri kendi yetişmiş personelini vermek istemezken ben bu kapıyı açık bırakıyordum. Böylece ödüllendirileceğini bilen personel, sıranın kendisine de geleceğini düşünerek fezleke yapmaya gayret gösteriyorlardı.
Böylece Sarı Ali ve onun gibilerin saltanatı sona eri­yordu.
Ancak bir istisnamız olmuştu. Uzun süre vali koruma­da görevli bir memur karakolumuza atandı. Akşam yap­tığımız eğitimlerde en kötü performansı o gösteriyordu.
Eğitim sırasında bir tutanağı iyi düzenleyenleri ertesi gün çağırmazken, yeterli olamayanlarla devam ediyor­dum. Böylece memur, ertesi gün boş kalmak için azami gayreti gösteriyordu. Ama vali korumadan gelen memur hiç yazamıyordu. Sol taraftan başlayan yazı, satır sonun­da kâğıdın en üst noktasına tırmanıyordu. Meslekte on yılını aştığı halde hasta sevk kâğıdını ya da basit bir dilekçesini bile başkasına yazdırmıştı. Diğer polisler iyi duruma geliyorken onu görmezden gelemezdim. Hem otorite ola­rak, hem de diğer personelin azmini kırmamak için mut­laka onu da kazanmalıydım.
Bir çözüm olarak devlet hastanesinde görevlendir­meyi uygun buldum. Yanında başka polis olmayacak ve olay sonrası yaralı olarak acil servise gelenlerin ifadesini mecburen alacaktı. Fakat gelen bu ifade tutanakları tah­min ettiğim gibi hem içerik olarak, hem de düzen olarak berbattı. Fezleke evrakı içine konulan bu kötü tutanaklar savcı nezdinde bizi utandırıyordu. Çözüm olarak savcıyla konuşarak işi hafifletmeye çalıştım. Başkaca çare bula­mayan bu memurumuz da zamanla kendisini geliştirdi ve normal düzeyi yakaladı. Biraz sabır, biraz gayret ve ilgi yeterli olmuştu.
Polis merkezlerinde öne çıkan hizmet şuydu: Önleyici amaçlı devriye hizmetlerini yerine getirmek ve suç olmuş­sa yakalanarak mukayyit tarafından hazırlanan dosya ile birlikte adliyeye çıkarmaktır.
Emniyet müdürü Ahmet Karakurt böyle hizmet istiyor­du. Ancak polis merkezlerinde askeri, idari birçok işlemler de yerine getirilmekteydi. Bu hizmetlerin sorumlusu polis memuru İsmail Aker ve bir bekçi idi. İsmail Aker cana yakın, düzgün bir memurdu. Fermuarlı siyah bir çantası vardı. Zaman zaman bu çantasını koltuğu altına alarak mıntıkaya çıkardı. Bekçi de saygılı ve çalışkan biriydi.
Grup amiri olarak polis merkezimizde göreve başlayan komiser yardımcısı Orhan Özsoy, memurluğu döneminde İzmir Karşıyaka’da İsmail Aker’in yaptığı gibi idari evrak memuruymuş. İsmail Aker’in dolabının ikmal edilmemiş evrakla dolu olduğunu görünce durumu bana bildirdi. Ben, emniyet müdürünün en çok üstünde durduğu dev­riye hizmetlerine ve adliyeye gönderdiğimiz soruşturma dosyalarına yoğunlaşmıştım. İsmail’i de düzgün gördü­ğüm için ve de en önemlisi yaptığı işiyle ilgili bilgim olma­dığı için takip bile etmiyordum.
Aslında bir gün benim iyi niyetle çalıştığımı bilen baş­savcımız aramış ve şu ilginç söylemde bulunmuştu. “Ko­nuk ailesi Antalya’nın en tanınmış ailelerinden. Nasıl olur da ‘Bilene ve tanıyana rastlanmamıştır’ diyebilirsiniz.”
Ben dememiştim. İsmail öyle yazmıştı. Ama sav­cının önüne giden evrakta İsmail’in değil, benim adım ve imzam vardı. Savcının sözleriyle cidden mahcubiyet duymuştum. İsmail’in yaptığı işlemler hakkında bilgim ol­madığı için sorgulama yapma cesaretini kendimde göre­miyor, işi oluruna bırakıyordum. Onun için sonraki yıllarda şunu iyice anlamıştım. Çalışan personel arasında benim durumumda olanlar olabilirdi. Bu nedenle öncelikle yaptı­ğı iş öğretilecekti. Yani hizmet içi eğitimden önce birim içi eğitim olacaktı. Eğer ben polis merkezinde yapılan işlem­leri ve hizmetleri bilmiş olarak göreve başlasaydım İsmail Aker’in beni kandırmaya yönelik tavrı olmayacaktı.
Nitekim o biriken evrakı yine de İsmail ve yanındaki bekçi bitirdi. Ne var ki hoşgörü ile davranışımı suiistimal edip çantasıyla mıntıkaya özel işlerini takibe ya da gez­meye gitmişse şimdi gece gündüz çalışarak bunu telafi edecekti. Yapmamam gereken bir işi yaptım ve bekçiy­le ikisine buluntu mobilet tahsis ettim. Çünkü bisiklet ile bu kadar evrakı eritmeleri mümkün değildi. Gece gündüz sadece ihtiyaç saatleri dışında birkaç ay içinde günlük duruma getirdiler. Kuşkusuz bunda “bilen” komiser yardım­cımız Orhan Özsoy’un katkısı büyüktü.
Polis merkezleri çok ilginç yerlerdir. Belki de yaşamın bütün karakteristik özelliklerini bu merkezlerde görmek mümkündür. Çoğu kere siviller için enteresan olan bu enstantaneler, bazen bizi bile şaşırtabiliyordu. Polis mer­kezi amirliği görevine yirmi beş yaşımda başlamıştım. 63 kiloydum. Odamda kapım açık oturduğum bir sırada ka­dın bir müracaatçının beni sorduğunu duydum. Nöbetçi memuru, benim karakol amiri olduğumu söyleyerek ka­pının önüne kadar getirdi. Kadın başını içeri uzattı. Sağa sola baktı. Sonra bir adım daha atarak yeniden içeriyi süzdü. Kimse yoktu. Anlaşılan, beni genç ve zayıf görün­ce karakol amiri olabileceğimi düşünmemişti. Zira halkın gözünde Hulusi Kentmen tipi karakol amirleri yer etmişti. Orta yaşın üstünde bıyıklı ve göbekli…
Bugün için o kadının hangi konuyla ilgili müracaatta bulunduğunu hatırlayamıyorum. Ama imajla ilgili bakışı bende daha çok iz bırakmıştı.
*
Bahçelievler, sosyo kültürel yönden gelişmiş büyükçe bir mahalleydi. Antalya, dış göç aldığı için kozmopolit yapı­nın Bahçelievler’i de etkilediğini söyleyebiliriz. Bu nedenle suç sayısı diğer mıntıkalardan aşağı değildi. Sabah karako­la geldiğimizde nezarethaneyi dolu görürsem günün hare­ketli ve yorucu geçeceğini tahmin edebiliyordum.
Bu durumda ilk iş olarak gece görevlisinden, nezaret­hanedekiler hakkında bilgi alırdım. O gün yüklüce bir suç trafiği dinlemiştim. Bu arada koridorda elleri koynunda iyi giyimli orta yaşlarda bir kadın dolaşıyordu. Gece görev­lisine sordum. Kavga ettiği kocasının yüzüne kaynar su döktüğünü söyledi. Zengin ve tanınmış ailelerden birinin geliniydi.
Nezarethanedekilerin raporunu aldığımda canım sıkıl­mıştı. Üstüne böyle bir olayı da dinleyince serzeniş ifade eden sözlerle odama geçmiştim. Az sonra emniyet mü­dürü Ahmet Karakurt geldi. Genellikle görev değişim sa­atlerinde gelerek vazifeye bağlılığı görmek isterdi. Geç kalanlar olduğunda tepki gösterirdi.
Kadın doğrudan emniyet müdürüne yöneldi ve beni göstererek kendisine yüksek sesle bağırıp çağırdığımı, bir sürü hakaret ettiğimi söyledi.
Ahmet Karakurt, otokrat yapısıyla tanınıyordu. Onun bu sert tutumu, disiplinsizlik yapan personeli frenliyordu. Ona göre diğer amirler de kendisi gibi sert olmalıydı. Böy­lece hem memurlarına, hem de suçlulara karşı etkinlik sağlarlardı.
Ben ise demokratik yönetim anlayışını doğru buluyor­dum. Olabildiğince buna dikkat ediyordum. Emniyet mü­dürünün istediklerinin, demokratik yönetim anlayışıyla da çözülebileceğine inanıyordum. Başkalarına beni şöyle tarif ettiğini duymuştum. “İyi bir amir, ama bir de ‘sert’ olsa!”
Kadın, benim emniyet müdürü tarafından cezalandı­rılacağımı düşünüyordu. Oysa farkında olmadan lehimde sözler sarf etmişti. Daha sonra emniyet müdürünün an­latımıyla ikna oldu.
Benzer bir olayı komşu apartmanda oturan bir aile ile yaşamıştım. Anne ile kızı birlikte oturuyorlardı. Bürokratik işleri için karakola geldiklerinde onlarla ilgileniyordum. Birlikte çay içiyorduk. Ne de olsa komşuyduk.
Bir gün karşı apartmanlarında oturan sağır ve dilsiz bir karı koca ile tartışmışlar. Onlar hakaret edici sözler söylemiş, ahraz karı koca ise balkondan terlik fırlatmış.
Müstakil bahçeli evler artık yerini apartmanlara bırak­mıştı. Para kazanma hırsıyla iç içe yapılan binalarda bal­konlar neredeyse birbirine değecek kadar yakındı.
Anne ve kızı o gün yine misafirimdiler. Ama kızgın bir ifadeleri vardı. Ne de olsa önceden tanıdığım kişilerdi. Yine çalışma odama aldım. İçecek bir şeyler ikram ettim. Problemlerini anlatınca dinlemek üzere ahraz ailenin geti­rilmesini istedim. Az sonra polisle birlikte gelen karı koca, odamda anne ve kızını otururken görünce yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi biraz daha arttı.
Odamdaki diğer iki koltuğa da onların oturmalarını işaret ettim. Bu defa da anne ve kızının yüz ifadeleri de­ğişti. Nasıl olur da onlara hakaret edenleri odamda otur­tabilirim?
Anne ve kızı benim ayrıcalıklı davranmamı bekliyorlar­dı. Bunu biliyordum. Ama ne olursa olsun böyle bir davra­nış içine girmemeliydim. Tarafsız olmalıydım. Her ikisi de aynı haklara sahiptiler. Onları evimde değil, devlet daire­sinde ağırlıyordum. Benim görevim bir takım yazışmalar yaparak her iki tarafı adliyeye göndermekti. Kimin haklı, kimin haksız olduğu yargısı ise bağımsız mahkemelerin işiydi.
Sonraki günlerde hakkımda verdikleri bir şikâyet di­lekçesi ile idari soruşturma geçirdim. Ceza almamıştım ama dersler almıştım. İnsanları daha iyi tanımıştım. Bir dergiye kapak olmuş güzellikte bir kız ve sosyal bir ya­şamın birçok özelliğini üstünde taşıyan bir annenin, in­sanları etkileme biçiminin yanlışlığını görmüş oluyordum. Öte yandan özellikle ifadeler alınırken sağır ve dilsiz kişi­lerin -tercüman da olsa- meramlarını istedikleri gibi ifade edemeyince sinirli bir yapıya bürünmelerini bu vesile ile gözlemleyebiliyordum.
Nelerle karşılaşmıyorduk ki…
Ücret karşılığı bakımını üstlendiği bahçenin limonlarını çalarak mahalle aralarında satan adam…
Komşusunun çatısından akan yağmur sularının kendi bahçesine zarar verdiğini iddia eden “Kadın Ana”…
Apartmanların birinci katlarından kadın iç çamaşırı ça­larken yakalanan zengin genç…
Korktuğunu bildiği çiçekçiye hediye kutusu içinde yılan gönderen maceraperest iki delikanlı…
Altı yedi yaşlarındaki komşu kız çocuklarına müsteh­cen resimler göstererek taciz eden emekli…
Ve hatırlayamadığım yüzlercesi…
Bir gün öğretmen arkadaşım Sedat Ersoy ziyaret için karakola gelmişti. Aynı yaşlardaydık. Toplumsal konulara ilgi gösteren bir eğitimciydi. Sohbet ettik. Yaz mevsimiydi ve Konyaaltı’nda aynı kamp yerinde kalıyorduk. Bu, onun bir polis merkezinde geçirdiği en uzun süreydi. Akşam kamp yerine taşınan sohbette karakolda geçirdiği iki sa­ati anlatıyordu. Dinleyenler zaman zaman hayret içinde kalıyorlardı. Ben bile onun hararetli anlatımı karşısında “Sahi, bunların hepsi bugün mü oldu” diye hatırlamaya çalışıyordum.
İşte polis merkezleri böyle yerlerdi.
Adaletin ilk kapısıydı.
Sokaktaki her bir hoşnutsuzluk öncelikle polise intikal ederdi.
Çoğu kere mağdur olanla biz de mağdur olurduk. Mağdur edene kin beslerdik.
Sonra da bütün bu olayları kanıksardık. Sıradan şeyler olarak görürdük.
Ama Sedat öğretmenin hiçbir şey atlamadan her şeyi takip ettiğini anlayınca sonraki günlerde hep bu gerçe­ği göz önünde bulundurdum ve her dinlediğim şikâyette kendimi başka Sedat Ersoyların izlediğini düşünerek daha titiz hareket ettim.
Ülkemizde polisin tek görevi suçlu yakalamak olarak bilinir. Vatandaş bu kanıdadır. İşin tuhaf yanı, polisin ken­disi de buna inanmıştır.
Oysa polisin gerçek görevi, kent içinde güvenlik ted­birleri alarak suç olmasını önlemektir. Büyük Atatürk, ünlü Nutuk’ta güvenliğin önemini şu sözle ifade etmiştir: “Ülkenin ve ulusun esenliği ve mutluluğu, yurtta dirlik ve güvenin sağlanmasıyla gerçekleşebilir.” (VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet, Söylev, Gazi Mustafa Kemal, s.111)
Öyle ki polis, performansının yüzde 90’ını suç olma­ması için harcamalıdır. Bütün önlemlere rağmen suç ol­muşsa, suçun esas sahibi olan savcıya yardımcı olmalıdır.
Şunu demek istiyoruz:
Biri 100, diğeri 90 km hızla peş peşe giden iki aracın çarpışma şiddeti 10 km’dir. Savrulma olmadığı varsayılır­sa sadece tamponlar zarar görebilir.
Öte yanda her biri 100 km hızla giden iki aracın karşı­lıklı çarpışma şiddeti 200 km’dir. Araçlar paramparça olur.
Eğer polis teşkilatı mensupları, imkânlarını ve enerjile­rini olay olmadan önce kullanırlarsa toplumda sadece 10 km şiddetinde sarsıntı yaşanabilir.
Yok eğer, güvenlik tedbirleri konusunda pasif kalınırsa bunun topluma yansıması 200 km şiddetinde olur.
Hiç vakit kaybetmeden “Önleyici Hizmetler” kavramı yeniden harekete geçirilmelidir. Çözümün adresi ise stra­tejist emniyet müdürlerimizden Akif Aktuğ’un projelerin­de mevcuttur.
Bugün ülkemiz terör konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyor­sa ve de cezaevleri dolup taşıyorsa önleyici hizmetlerdeki eksiklerimizden dolayıdır. Derhal bu konuya el atılmalıdır.
Halkımızın genelinde “seçkinci özentiliği” vardır. Bunu en net olarak siyaset adamlarında görürüz. Ahmet Nec­det Sezer gibi, Erdal İnönü gibi istisnaların dışında çoğu­nun ilk başlarda trafik ışıklarında durduğunu, fakat gene­tik yapısının dışavurumuyla bir müddet sonra farklılığını gösterme ihtiyacı duyduğuna tanık oluruz.
Polis de böyledir. Başlangıçta devriye ya da nokta hiz­metleriyle göreve başlar. Burada kendisini “pasif” olarak görür. Gözü açılır açılmaz siyasi ya da idari alanda tanıdığı hatırlı kişileri devreye sokarak asayiş, narkotik, terör gibi görevlere geçer. Herkes aynısını yapınca yüzde 90’lık alan boşalır ve suçlular cirit atmaya başlar. Sonra da boş mey­danlarda suçlu arar. Bulanık suda balık arar gibi…
*
Antalya büyüdükçe ferrokrom fabrikası şehir için­de kalmıştı. Dev bacasından yükselen aleviyle, mini bir yanardağı andırıyordu. Çıkardığı toz nedeniyle çevresi­ne konut yapılmıyordu. Yakınında limon bahçeleri vardı. Bahçe sahibi, işinden dolayı ilgilenemediği için limonların yetiştirilmesi görevini ücretle başka bir şahsa yaptırıyor­du. Ancak eksilen limonların takibini yaptığında bu kişi­nin limonları pazar yerlerinde ve mahalle aralarında el arabası üstünde sattığını iddia ediyordu. Şahıs ise sattığı limonları halden aldığını belirtiyordu.
Faturanın ve vergi yükümlülüğünün aranmadığı yıl­lardır.
Bahçeden topladığını gören yoktu.
Birkaç kez adliyeye gönderdik. Ancak deliller yeter­sizdi.
Araştırma polislerine verilse “bülbül” gibi konuşturulur muydu?
Ama bu benim tarzım değildi.
Öncelikle hırsızlığı yaptırmamalıydım. Karakol mıntıka­sındaki sorumluluk alanına hâkim olmalıydım.
Yapılıyorsa suçüstü yakalatmalıydım.
Şahıs her defasında el arabası üzerinde limon satmaya devam ediyordu.
Aslında şikâyet sahibi hali vakti yerinde bir işletmeciy­di. Limonların kendi bahçesinden toplandığından emindi.  
Çözümü, devletten yani bizden bekliyordu. Ona karşı gizli bir mahcubiyet duymaya başlamıştım. Sıkça bu konuyu düşünür oldum.
Bir çare bulmalıydım. Sonunda limonlardan nümune alarak kimyasal tahlilinin yaptırılmasına karar verdim. Bahçeden çalınmışsa ferrokromun tozu, satılan limonlar­da çıkacaktı. Merakla beklediğim rapor beni doğrulamıştı. Daha önce birkaç kez serbest bırakılan şahıs bu defa itiraf etmek durumunda kalmış ve tutuklanmıştı.
Mutlu olmuştum. Ama şahıs tutuklandığı için değil…
Delilden suçluya gidildiği için…
*
“Kadın Ana”, bir televizyon dizisinde Anadolu’nun ce­fakâr kadınını canlandırıyordu. Çevresindeki insanların problemlerini devlete duyurarak çözümler üretilmesini sağlıyordu. Altmış yaşlarındaydı. Yüzündeki çizgiler Ana­dolu kadınının çilesini göstermeye yetiyordu. Sorumluluk alanımızın gecekondu kesiminde bu özellikleri taşıyan bir “Kadın Ana”mız vardı. Çoğu kere komşu anlaşmazlıklarıy­la karakolumuzun müdavimlerinden olmuştu. Televizyon­daki “Kadın Ana”yı takdir ettiğimiz gibi onu da takdir edi­yordum. Hatta yaşına ve gayretine duyduğum saygıdan dolayı ona ben de Kadın Ana diye hitap ediyordum. Yine bir gün komşusunun çatısından akan yağmur sularının kendi bahçesine zarar verdiğinden şikâyetle karakola gel­di. Komşusunu çağırdım. Gerekirse yağmur oluğu yaptır­masını istedim. Kadın Ana şikâyete devam etti. Komşusu ne kadar önlem alsa da Antalya’nın kadı kaçıran yağmuru Kadın Ana’nın bahçesine düşebiliyordu. Böyle bir konuda evrak hazırlayarak adliyeyi meşgul etmek istemiyordum. Birkaç defa tekrarlanan bu durum Kadın Ana’yı tatmin etmemişti. Bu defa şikâyet için valiliğe gitmiş. Şikâyetiyle ilgilenilmediğini söylemiş. Hatta benim kendisine “Kadın Ana” diye hitap etmemi, aşağıladığım şeklinde yorumla­mış. Hâlbuki ben takdir ettiğim için böyle söylüyordum.
Birkaç gün sonra Kadın Ana ve komşularının saç saça baş başa kavga ettiklerini, pejmürde bir vaziyette karakola getirildiklerini gördüm. Kavga, çatıdan akan su sebebiyle olmuştu. Ama kavganın görünmeyen nedeni bendim. Ka­dın Ana’nın müracaatını alıp savcılığa bildirmediğim için devletin yapmadığını kendi yapmaya kalkışmıştı.
Kadın Ana gerçekten dürüst bir insandı. Herkese iyilik yapmak istiyordu. Saf ve temiz görüntüsünün arkasında liderlik vasfı öne çıkıyordu.
Ben de onun iyiliklerinden yararlandım ve o günden sonra polis merkezine gelen her türlü müracaatı “sudan şeyler” demeyip adliyeye intikal ettirdim.
Ama on sekiz yaşında balkonlardan kadın iç çamaşı­rı çalan genci adliyeye göndermediğimde henüz Kadın Ana’yı tanımamıştım. Pırıl pırıl bir çocuktu. Annesinin ve babasının göz bebeğiydi. Sosyal statüleri ve ekonomik durumları iyiydi. Konuyla ilgili yaptığım sohbetlerde bu tür insanların bir nevi hastalık sonucu böyle işlere teves­sül ettiklerini duydum. Aslında sahibinin rızası dışında eş­yası çalınıyordu. Bu bir hırsızlık idi. Ama nedense genç bir insanı, hayatının önemli bir çağında adliyeye göndermek istemedim. Çünkü ebeveyninin, tedavisi için gayret gös­tereceğine inanmıştım. Nitekim gayretleri olumlu sonuç­lanmış ve çocuk normale dönmüştü.  
*
Semtimizin çiçekçisinin yılandan korktuğunu hastane polisinden öğrendik. Ama bizden önce öğrenmiş olan iki kafadar, çiçekçiye şaka yapmak için hediye olarak gön­dermişler. Çiçekçi, kutudan canlı yılan çıkınca bayılmış ve hastaneye kaldırılmış. Hastane polisine verdiği ifadede şahıslardan davacı olduğunu bildirmiş.
Polis kayıtlarında ender görülen durumlardandı. Nasıl değerlendirilecekti?
Sıradan bir şaka mıydı?
Yoksa adli bir olay mıydı?
Ortada hastaneye kaldırılmış biri vardı. Fiziki bir yarası yoktu ama korku sendromu yaşamıştı.
Tabanca, bıçak gibi suç aleti yoktu ama korkuya ne­den olan yılan vardı.
Yapanlar da belliydi.
Çiçekçi, ille de davacıyım, diyordu.
Durumu savcıyla paylaştık.
Tecrübeli savcımız merakla dinledi ve yılanın zehirli olup olmadığı yönünde rapor almamızı istedi.
Artık bizim için adli süreç başlamıştı.
Suç tabancayla işlenseydi iğnesinin kırık olup olmadı­ğı, ateşleme mekanizmasının çalışıp çalışmadığı önem­liydi. Bıçakla işlendiğinde 6136 sayılı kanuna aykırı olup olmadığı ekspertiz raporuyla tespit edilirdi. Cezanın alt sınırı ya da fazlası böylece belirlenirdi.
Demek ki suç, zehirli yılanla işlenmişse ceza artırılarak verilecekti.
Buraya kadar bizim sıradan işimizdi.
Esas olan bundan sonrasıydı.
Çiçekçinin yanında çalışanlar kutuyu karakola getirdiler. Karton bir bisküvi kutusuydu. Hava alması için bırakılan delikten baktık. Yeşilin her tonunu görmek mümkündü.
Mesai saati bitmek üzereydi. Bu nedenle rapor işi er­tesi güne kaldı.
Karşılaşmadığımız bir durumdu.
Nezarethaneye bırakılamazdı. Orada insanlar vardı.
Kaçar mıydı? Kaçarsa ne yapılırdı?
Suçlunun karakoldan kaçırılması büyük ceza gerekti­riyordu.
Acaba açlığa ne kadar dayanabilirdi?
Öyle ya! Ölürse raporu alınabilir miydi?
Ölümü sorumluluk doğurur muydu?
“Bir yılana da sahip çıkamadınız” denilir miydi?
Akla bir sürü soru geliyordu. Ama esas düşünen gece­ki nöbetçi memuru Ramazan’dı. Olayın iki şüphelisini bir tutanakla gündüz nöbetçisinden teslim aldı. Ama bir türlü kutuyu teslim almak istemiyordu.
Yılanın sağ salim ertesi sabaha çıkması gerekiyordu. Arkadaşları Ramazan’a destek oluyorlardı. Gece sütle beslemesini söylüyorlardı.
Sonuçta sabah oldu. Ama Ramazan en büyük sıkıntıyı sütün ıslattığı kartonun mukavemetini kaybetmesi üzeri­ne yaşadı.  
Korkulan olmadı ve görevi gündüz nöbetçilerine teslim etti.
Hazırlanan dosya ile birlikte taraflar ve kutu adliyeye gönderilince herkes rahat bir nefes aldı.
*
Aslında polis merkezleri olarak insanların dışarıda birbirleriyle olan ilişkilerinin doğurduğu hukuksal sorun­ların çözümü için adaletin ilk kapısı olarak görevimizi yapıyorduk.
Bazen de istemeden bu olayların tarafı olabiliyorduk.
Bir müteahhit, içkili bir lokantada, kıyafetinden lise öğrencisi olduğu anlaşılan bir kızla yemek yerken polis merkezine ihbar gelmişti. Kıza içki içirildiğini gören bir müşteri durumu bize aktarmıştı. Kızın babası, müteah­hitin iş yerinde bekçi olarak çalışmaktadır. Müteahhit, yardımcı olmak için okuldan eve, evden okula götürdüğü kızla işi epeyce ilerletmiştir.
Doktor raporu da olumlu çıkmayınca anne ve baba davacı olmuş ve müteahhit tutuklanmıştı.
Bir ay sonra adliyeye çağrıldım. Bu durum polislikte sıkça yaşanırdı. Herhangi bir zamanda attığımız bir imza sonrasında, işlemlerin yapılma aşamasında mahkeme heyeti bilgi almaya lüzum görürse bizi de dinlerdi. Gece çalışan polisimiz bundan çok rahatsız olurdu. Gündüz uyumalıydı ki gece sağlıklı olarak sabaha kadar bu zor görevde ayakta kalabilsin. Ama emir, demiri kesiyordu. Mahkemeye gitmek daha önemliydi.
En kötüsü de saatin belli olmamasıydı. Duruşmaların başladığı saatte orada olunur, mübaşir ne zaman salonda adını çınlatırsa o tarafa gidilirdi.
İşhanından bozma adliyede baroya ait bir yer var­dı. İçeride tanıdığım bir avukatı gördüm. Antalya’nın en ünlü avukatlarındandı. Samimi bir havayla beni karşıladı ve çay ikram etti. Bir süre oradan buradan konuştuk. Az sonra bir şeyler söyleyerek ayrıldı. “Şimdi çay içiyoruz. Ama…” dediğini duydum. Son kelimeleri söylerken cübbesini almış ve koridora çıkmıştı bile.
Çay içimi bir süre geçmişti. Mübaşir adımı okudu ve beni bir odaya yönlendirdi. İçeride bir hâkim ve tanıdığım o avukat vardı. Liseli kız ile babası da odadaydı. Hâkim, müteahhit olayıyla ilgili sorular yöneltti. O günle ilgili bil­diklerimi anlattım. Hâkim bu defa avukata söz verdi.
“Komiser, müvekkileme zor kullanarak söyletmiştir.”
Avukatın yarım kalan sözlerini şimdi anlamıştım.
Kız da şimdiki ifadesinde müteahhidin yapmadığını, tanımadığı biri tarafından iğfal edildiğini söylüyordu.
Bir an için şaşırmıştım. Bir ay önce polis merkezimize intikal eden bir olayı gönül rahatlığıyla adliyeye intikal et­tirmiştik. Müteahhit tutuklanmıştı. Kız ise anne babasına teslim edilmişti.
Üstelik avukatla dostluğumuzun özünü, insan hakla­rı konusundaki duyarlılığımız oluşturuyordu. Benim kötü muamele yapmayacağımı en iyi o biliyordu.
İlginç bir durumdu. Bir müteahhit ile yanında çalışan birinin kızı arasında geçen hukuki bir olayda “taraf” ola­biliyordum. Kötü muamele yaptığım iddiasıyla resmen suçlanıyordum. Ülkemizde yaşayan insanların birçoğu birbirleriyle davalıydı. Böylesi bir toplumda bunun polise yansımasını bir düşünmek gerekir. Açacağı erozyonu kim düzeltebilir ki… Hâlâ poliste sosyal hizmet uzmanlarının bulunmayışı, psikolog hizmetlerine yer verilmeyişi ciddi bir handikap olarak görülmektedir.
Polis, göreviyle ilgili iki şekilde olayın “taraf”ı olur.
Birincisi, müteahhit olayında olduğu gibi kişi suçu işle­mediğini, cezadan kurtulabilmesi için polisin baskısı kar­şısında “yaptım” dediğini iddia eder. Burada polis, baskı yaptığı veya kötü muamelede bulunduğu iddiasıyla so­ruşturma geçirebilir.
İkincisi; polis, örneğin bir trafik kontrolünde şahısla münakaşaya girer. Buna polis jargonunda “Ayağıyla pislik getirmek” denir. Münakaşanın boyutuna göre de soruş­turma geçirir.
Her iki durumda da polis metanetini korumalıdır. Böyle konuların sırf polis olduğu için başına gelebileceğine ha­zırlıklı olmalıdır.
Birinci olayda taraflar; müteahhit ile lise öğrencisidir. İkinci olayda trafik kusuru işleyen vatandaş ile bu kural­ları koyan devlettir. Yani ikisinde de polis taraf değildir.
İngiltere’de bir polis alımı mülakatında bir zenciyi, po­lise tükürürken gösteren fotoğrafa yer verilmiş olduğunu duymuştum. Adaylar, polisliğe girerken bu gibi durumla­rın olabileceğini bilsinler diye…
Daha sonra avukatla karşılaştığımda yarısını anlama­dığım cümlesini tekrar etti. “Şimdi çay içiyoruz. Ama az sonra aramız bozulabilir.”
Beni neden suçladığını sordum.
“İşimi yapıyorum” demekle yetindi.
Dostunu üzecek kadar işine saygılıydı.
Sonra davanın iç karartan çirkin pazarlıklarını anlattı. Müteahhitin, kızın babasına bir daire verdiğinden söz etti.
*
Konyaaltı plajlarının bulunduğu alanda belediyeye ait ahşaptan yapılmış sayfiye evleri vardı. Antalya’da görev yapan bürokratlar, “oba” adı verilen bu mekânlarda serin­leme imkânı buluyorlardı.
Emniyet müdürümüz Ahmet Karakurt da burada otu­ruyordu. Emniyet amiri Ümit Aksoy’un nöbetçi müdürü olduğu bir gece ben de nöbetçi amiriydim. Telsizle anons ederek yanına gelmemizi istedi. Konyaaltı caddesinde trafik kontrolü yapan ekibin, belediye otobüs işletmesi müdürünün arabasından rakı şişesini çalmış olduğunu bildirdi.
Otobüs işletme müdürü, poşet içinde rakı şişesini bu­lamayınca doğrudan emniyet müdürüne gitmiş ve ekip personelinden şikâyetçi olmuştu.
Yapacağımız şey belliydi. Ekip otosunu, polis merkezi­nin bahçesinde aradık. Rakı şişesi yoktu. Kontrol yaptıkla­rı yerin etrafında arama yaptık. Bırakabilecekleri ihtimali olan yerleri kontrol ettik. Yoktu. Ekip amiri sınıf arkada­şımdı. İçkiye karşı olan biriydi. Ama ekipteki diğer iki me­muru bu yönleriyle tanımıyorduk.
Biz araştırmamızı sürdürürken emniyet müdürü telsiz­le yine aradı ve yanına gelmemizi istedi. Ümit Aksoy’la birlikte gittik. Bize, otobüs işletme müdürünün başka bir şey için arabasına gittiğinde koltuğun altında rakı şişesini bulmuş olduğunu söyledi. Ekip personeline iletmemiz için şu talimatı verdi: “Söyleyin onlara, otobüs işletme müdü­ründen davacı olsunlar. Beni de tanık göstersinler.”
Eğer rakı, ekip otosunda bulunsaydı personel adli ve idari yönden en ağır cezayı alırdı. Emniyet müdürü bu ko­nuda çok titizdi. Zaten personel, aksini beklemezdi. Ama bizi ve personeli etkileyen şey, emniyet müdürünün, poli­se iftira atan otobüs işletmesi müdürüne karşı personelin yanında yer almasıydı.
Bahçelievler’den Konyaaltı plajlarına, üç keskin viraj­dan oluşan varyant geçilerek inilirdi. Fizik kanunları gere­ği arabalar az da olsa savrulmaktaydı. Rakı, şişede dur­duğu gibi durmaz ya… Poşette de durmamış, koltukların altına yuvarlanmıştı.
*
İlk kadrom olan Gaziantep’te polisi, kirlenmiş yüzüyle görmüştüm. Oturacak bir sandalye bile çok görülmek­teydi. Antalya’da havalimanında, çevik kuvvette ve polis merkezinde müstakil amir olarak çalıştırılmıştım. Değer verilmesi nedeniyle mutluydum. Ama yine de hatırlamak istemediğim olaylar yaşadığımı belirtmeliyim.
Ahlak komiseri Orta-K’lıydı. Sorguları bazen polis mer­kezlerinde yaparlardı. Karakolda olmadığım bir sırada iki genel kadına kötü muamelede bulunmuş.
Neden kötü kadın olmuşlarmış?
Neden fuhuş yapıyorlarmış?
Tam anlamıyla “yargısız infaz!”
Geldiğimde gördüğüm manzara şuydu: Kadınlardan biri, yaşadığı travma sonucu kanama geçirmektedir. Di­ğer kadının müdahalesine rağmen kanama durmamak­tadır. Anlaşılan tıbbi bir müdahale gerekecektir. Bu da komiserin kötü muamele yaptığını ortaya çıkaracaktır. Az önce tıpkı ortaçağ zihniyetiyle iki kadına karşı aslan kesilen komiser şimdi süt dökmüş kediye dönmüştü. En acısı da döverek kanamaya sebebiyet verdiğinden dolayı hâkim karşısına çıkacağını düşünüp diğer kadına yalvar­maya başlamıştı. Dövüldüklerini söylememesi için…
Hani fahişeydiler.
Sokak kadınıydılar.
O halde şimdi sokak kadınına niye yalvarıyorsun?
“Sokak adamı” durumuna düşmüş biriyle aynı devlet kademesinde çalışmak utandırıcıydı…
Bir kere de kendi uygulamamdan utanmıştım. Mutfak tüpü hırsızlığının yaygınlaştığı bir dönemde, önlem olması bakımından, tüp satıcılarına, polis merkezine bilgi verme­den vatandaştan tüp satın almamalarını istemiştim. Hep­sine bir yazı göndererek konuyu duyurmuştum. Bir gün genç bir kadın gelerek mutfak tüpünü satabilmesi için yazı vermemizi istedi. Utanarak söylediği besbelliydi. Ku­cağında küçük bir çocuğu vardı. Kocası cezaevindeymiş. Fakir muhitte oturuyordu. Mutfak tüpünü satabilmesi için yazıyı hazırlayıp kadına verdim. Ama hemen o uygulama­yı kaldırdım.
Polislik, insana neler öğretiyordu!
*
Antalya’da başka neler oldu?
İlk idari soruşturmayı Antalya’da geçirdim. Yasak ya­yın kapsamında Kitle dergisine abone olduğum konusun­da soruşturma açılmıştı. Böyle bir dergiye abone olmuş­luğum yoktu. Soruşturma sonucunda tarafıma herhangi bir ceza ya da bilgi tebliğ edilmedi. Zaten ceza almam önemli değildi. Dosyamda bu gibi bilgiler bulunursa terfi etmem zorlaşacaktı.
Ama esas cezayı İKK’lı oluşla ödedim. Beni sol görüşlü bir personel olarak istihbarata karşı koymakla nitelendir­mişlerdi. Sakıncalı görüyorlardı. Ben ve benim gibi olan­lar istihbaratçılar tarafından takip edilirdi. Kimlerle otu­rup kalkıldığı, kimlerle görüşülüp konuşulduğu, kimlerle samimi olunduğu emniyet müdürü tarafından periyodik olarak bir raporla Ankara’ya bildirilirdi.
Ülkemiz ilginç dönemlerden geçiyordu. 12 Eylül reji­minin etkileri devam ediyordu. Türkiye, iki kutuplu dün­yada kendisini Sovyet tehdidi altında görüyordu. Ülkeyi yönetenlerden bir kısmı bu algıdan korkarken bir kısım meslektaşlar da POLDER’e üye olanlardan korkuyordu. Onları potansiyel tehlike göstererek ötekileştiriyorlardı.
POLDER yasal bir dernek olduğu için yıpratamıyorlar­dı. Bu defa toplatılmasına karar verilen bir dergiye abone olduğum isnadıyla zaaf içinde gösteriyorlardı. Yani amaç, üzüm yemek değildi.
Ülke, 1980 Eylülünden 1983 yılı sonuna kadar sıkı­yönetimle idare edildi. Kendini devlet başkanı ilan eden Kenan Evren, Atatürk ilkelerini örnek alan bir model izleyeceğini belirtti. Atatürk gibi baston kullandı. Onun gibi fötr şapka giydi. Daha sonra yurt gezilerine çıktı. Büyük Atatürk’ten ve yaptıklarından övgüyle söz etti. Bu konularla ilgili dağarcığındaki bilgiler bitince dinsel konulara girdi.
Malum! Türkiye’de herkes din âlimidir! Siyaset uzma­nıdır! Futbol teknik direktörüdür!
Kenan Evren, babasının din hocası olduğundan söz etti. Ülkede Amerika Birleşik Devletleri gibi sağ ve sol olmak üzere iki merkez partinin önde olmasını istedi. Se­çimler yaklaştığında kendisi sağ partinin yanında yer alın­ca halk bu duruma tepki olarak ne sağ, ne de sol partiyi seçti. Dört eğilimi ve orta direği temsil ettiğini öne süren Turgut Özal’lı Anavatan Partisini tercih etti.
Sağcı partiler işin kolayını bulmuştu. Sovyet tehdidini bahane ederek sol düşünceli insanları potansiyel tehlike olarak göstermekteydiler. Bu görüş, dar düşünceli Anado­lu halkınca yandaş bulunca sol partiler iktidar olma şan­sı yakalayamamakta, meydan sağ partilere kalmaktadır. Böylece ucuz iktidar sahibi olan sağ partiler, kolayca ele geçirdiği saltanatla şımarıkça kararlar alabilmekte, keyfi yönetim sergilemektedirler. Basitçe ele geçirilen iktidar, acemice yönetmekte, dolayısıyla ülkede “sistemlilikten” söz edilememektedir. Az gelişmişlikten gelişmişliğe sıçra­ma yapılamamaktadır.
Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynaması gere­ken memurlar, çoğu kere basit iktidarların, basit iş takip­çileri durumuna düşmüşlerdir. Cumhuriyetten beri kaza­nılan değerleri, basit iktidarlar istedi diye yok etmişlerdir. İktidara yaranmak için görev sırasındaki tarafsızlığını, iktidar lehine bariz biçimde bozmuşlardır. Bunu ispatlamak adına ana muhalefet partisini “Sovyet yanlısı”, “solcu”, “komünist” gibi sıfatlarla küçültmeye çalışmışlardır.
Tarih boyunca da aynısı olmuştu. Solu temsil eden ilk parti 1889 yılında kurulmuştu. Askeri tıp öğrencilerinin İttihadı Osmani partisi daha sonra Anadolu ve Rume­li Müdafa-i Hukuk Cemiyetine dönüşerek bugünkü CHP doğmuştur.
Sağda ise ilk olarak 1908 yılında Ahrar partisi kurulmuştur. Bir yıl sonra ortaya çıkan şeriat yanlısı İttihadı Muhammediye partisiyle birleşerek Hürriyet ve İtilaf partisine dönüşmüştür. Zorunlu tek particiliğe son verilince 1946 yılında DP, daha sonra AP ve DYP adıyla devam etmiştir.
DP, 1960 askeri müdahalesiyle ortadan kalktığında yeni bir anayasa yapılarak ülkemizde demokrasi rüzgârla­rı esmeye başlamıştır.
DP, bu defa AP olarak sahne almıştır. Ama ülkeyi sağ sol olaylarının sarmalından kurtaramamıştır.
CHP hep vardı. Ama halk “solcu”, “komünist” diye CHP’ye yeterince oy vermiyordu. 1980’li yıllara girerken kendisini aşırı sol söylemlerden arındırmışsa da bir türlü hedeflediği seviyeye gelemiyordu. Seçmenin kafasında, sondaki “u” harfi uzatılarak söylenen “Ama o solcu” tedir­ginliği giderilemiyordu.
Bu durum AP’nin işine geliyordu ve kolayca iktidar olu­yordu. Çok sıkıştığında sağın “şımarık kardeşleri” MSP ve MHP’den destek görüyordu.
Dolayısıyla fırsatçı iktidar olduğu için millete çare ola­mıyordu.  
İşte ANAP’ın ara partisi olarak ortaya fırlayışı bundan­dır. Halk, merkez sağda ve merkez solda istediğini bu­lamayınca şansını ara partisinde denemiştir. ANAP, pan­suman niteliğinde bir parti olduğu için on yılda miadını doldurmuş ve sahne gerisine atılmıştır.
Ara partisi ANAP’ın üzerinden silindir geçmesiyle sağda bu defa Demokrat Partinin AP’den sonraki uzantısı DYP belirmişti. CHP (bu defa SHP olarak) yine vardı ve iki olgun insan Süleyman Demirel ve Erdal İnönü birlikteliği ile merkez sağ ile merkez sol yeniden Türk siyasi hayatına sahip çıkmıştı.
Ama burası Türkiye idi. Cumhurbaşkanı Özal’ın ani ölümüyle Demirel Çankaya’ya çıkmış, merkez sağda Tan­su Çiller- Mesut Yılmaz çekişmesi yeni bir zafiyete yol aç­mıştı. Ardından tecrübeli isim olarak Ecevit sahne almış ve koalisyon hükümetleriyle yeni bir sancılı dönem baş­lamıştı.
Ülke sıkıntılı duruma düşse de asker bir daha müdaha­lede bulunmayacaktı. Halk, kendi sorunlarını kendi çöz­meyi bilecekti.
Ama merkez sağ ile merkez sol umut olamıyordu.
Halk yeni bir arayışa girdi. Dinci Necmettin Erba­kan’dan kopan genç ve yenilikçiler AKP’yi iktidara getirdi.
AKP, ANAP’tan sonra Türkiye’nin siyasi hayatına giren ikinci ara partisi oldu.
İktidarda iken iki kulvarda koştu.
Kulvarların birinde fakir ve muhtaç Anadolu insanı var­dı. Onlara küçük yardımlarda bulunarak yarısının oyunu aldı. Yardımın büyüğünü alırken de dört Bakanı yakalandı.
Diğer kulvarda ise FTÖ, PKK ve IŞİD ile birlikte hare­ket ettikleri yorumları yapıldı.
Fetullah Gülen ile aynı yolda beraber yürüdüğünü, ne istediyse verdiğini ifade etti.
PKK ile ‘Analar Ağlamasın’ diye çözüm sürecine girdi.
İslam dinine hizmet ettiğini öne sürerek IŞİD’e destek olduğu bildirildi.
Ama işler istediği gibi gitmedi.
Dost bildiği Fetullah cemaati; Ankara Cumhuriyet Baş­savcılığınca “Fetullahçı Terör Örgütü” ilan edildi.
IŞİD; Gaziantep 3. Ağır Ceza Mahkemesince silahlı te­rör örgütü damgasını aldı.
PKK, zaten tescilli bir terör örgütüydü.
Neyse ki birinci kulvarda göl çok derin değildi ve dört Bakan -biraz da olsa- yüzme biliyorlardı. Kurtuldular.
Ancak ikinci kulvarda terör örgütleriyle yanlış ilişkileri sonucu 7 Haziran 2015 seçimlerinde sendelediler. Gemi ciddi derecede su aldı. Ancak beş ay sonraya bırakılan 1 Kasım seçimlerinde yeniden toparlanmayı bildiler.
Bu durumda mini bir tahlil yapacak olursak 1950’lerin Demokrat Partisi ile onun uzantıları olan Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi bitmiştir.
Aradan fırlayan ANAP’ın üzerinden silindir geçmiştir. AKP de 276’nın altını görmüştür. Çünkü her iki ara parti­sinin “sistem”leri olmamıştır. Günübirlik politikalarla vazi­yeti idare etmeye çalışmışlardır.
MSP, MHP ve HDP gibi partiler ise ana yemeğin yanın­daki garnitür gibidir. Demokrasiye zenginlik kazandırmak­tan başka işlevleri yoktur.
CHP’ye gelince halk tarafından iktidar olacak seviye­ye çıkarılmadığı görülmektedir. Kurnaz sağ tarafından elinden maması alınarak güdük bırakılmaktadır. İnsanın, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diyeceği geliyor. Çünkü onun karşısında ortaya çıkan DP, 1960’da hazin bir son yaşamıştır. Uzantısı AP, 1980’de başarısız görülerek askeri müdahaleyle kapanmıştır. Uzayan ikinci kol DYP, Mehmet Ağar ile birlikte havlu atmıştır. Ara partilerden ANAP yok olmuştur. AKP ise 1 Kasım seçimleriyle yeni bir hayat bulsa da 7 Haziran’da 276’nın altını gördüğü için tedirginlik yaşamaya başlamıştır.
Peki, çözüm nedir?
Tabii ki demokrasilerde çözüm, halk iradesidir. Par­lamentoda 276’ları zorlayan bir merkez sağ ile merkez solun, halkın karşısına çıkarılarak en az hata yapanın ka­zanacağı bir iktidar iş başına getirilmelidir.
CHP; 1923’den beri siyaset arenasındaki yerinde ha­zırdır. Sıra, onun karşısına merkez sağ bir partinin getiril­mesindedir. Gelecek olan merkez sağ partisi bilmelidir ki Cumhuriyetle yaşıt partiye saygı gösterdiği ölçüde kendisi de saygınlığını kazanarak onun gibi uzun ömürlü olacak­tır. Böylece Türkiye ve Türk milleti kazanacaktır.
Anayasada yazıldığı gibi “Siyasi partiler, demokratik si­yasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Ancak bu söylem, siyasi partileri şımartmamalıdır. Anayasa esasen, siyasi partilerin ürettiği ya da üreteceği siyaseti önemsemektedir. İşte bu siyaset, insanlar üzerine bir silah gibi kulla­nılmamalıdır.
*
Söz, İKK’lı olmaktan gelmişti. Kendi siyasi düşüncesi­ni güçlendirmek için başkalarına İKK’lı diye iftira atmak siyaset ahlakına uygun olmasa gerektir. Çünkü siyaset, mesai arkadaşını siyaseten alt etmek değil, ülkenin ufuk­larını açmaktır.
Teşkilatımızdaki İKK’lılık yükü, Ünal Erkan’ın 1992 yı­lında emniyet genel müdürü olmasıyla sona erdirildi. Aynı teşkilatın içinde sakıncalı personel gibi görülmek ve böyle davranılmak hoş olmayan şeylerdi. Teşkilat içinde yıldı­zı parlaması muhtemel birçok personelin, bilgilerinin ve başarılarının kıskanılması sonucunda adı İKK’lıya çıkarı­lıyordu.
Kolejli komiserler gerek çalışkanlıklarıyla, gerekse verilen emirleri mevzuata uygun yapmalarıyla müdür­ler tarafından daha çok sevilmektedir. Bunu çekemeyen Orta-K’lılar, kolejli komiserleri rakip olarak görmekte ve önlerine engeller çıkarmaktadır. Kendileri başkomiserliğe kadar yükselecekken kolejlilerin daha üst rütbelere çıka­cağını -çoğu kere- hazmedememektedirler.
O yıllarda polis istihbaratında Orta-K’lı komiserler çalıştırılmaktaydı. Yetersiz emniyet müdürleri, maale­sef kendi yönetim zaaflarını, kadro tecrübesi olduğuna inandığı istihbaratçı komiserlerin yalan yanlış fısfısları ile kapatmaya çalışıyorlardı. İstihbaratçılar, ülkenin bekası­na yönelik davranışları önceden ortaya çıkarıp tedbirler alacağına hangi memur kiminle görüşmüş, kime ne söylemiş, hangi görüşe mensupmuş, içki içiyor muymuş, na­mazını kılıp orucunu tutuyor muymuş gibi görevi olmayan konulara bulaşıyorlardı.
Nasıl ki geçmişte Osmanlı yöneticileri Türkleri adam yerine koymayarak imparatorluğun sonunu getirmişlerse emniyet teşkilatı yöneticileri de kolejlileri ezerek teşkila­tın kanguru yavrusu gibi kucakta taşınmasına vesile ol­muşlardır. Bununla da yetinilmemiş, 1950’lerde kapatılıp 1958’de açılan polis koleji, aynı bahtsızlığı 2014’lerde tek­rar yaşayarak teşkilat yeni bir karanlığa sevk edilmiştir.
Bitlis’te bir müdürün istihbaratçı komisere, teşkilat mensuplarını kastederek “Kimin ne yaptığını bana niye getirmiyorsunuz” dediğine bizzat tanık olmuştum. Hâl­buki istihbaratçının getireceği şey, memurun disiplin­siz davranışına ilişkin konular olmamalıydı. Memleketin iç güvenliğine yönelik iç ve dış tehlikelerin algılamasını sağlamalıydılar. İstihbarat birimlerinde bulunan dinleme ve izleme aygıtları iç güvenliği tehlikeye sokacak kötü niyetlilerin yakalanması için kullanılmalıdır. Bu cihazlar­dan, yurda sokulan ve ülkemizden geçişi yapılan kaçak ve uyuşturucu maddelerin ele geçirilmesi için yararlanıl­malıdır. Bu konularda başarılı olamayan istihbaratçılar bu defa müdürünün gözüne girmek için yalan yanlış haber­lerle kendi personelini gammazlamakta, prim toplamaya çalışmaktadırlar.
Gazete haberlerine göre Avrupalılar, Türkiye’den geçen on uyuşturucudan dokuzunun Bulgaristan’da yakalandı­ğını ifade etmekteydiler. Böyle bir beyan, Türk tarafının zafiyeti anlamına gelmektedir. Hatta Almanlar, Türklere güvenmeyerek Bulgarlara destek çıkmışlar ve onların Avrupa Birliğine girmelerine ön olmuşlardır. Bulgaristan’da yaşanan Rus mafyasına karşı Opel otomobiller ve maki­neli tüfekler vererek özellikle otobanlarda güvenli ortam yaratmaya çalışmışlardır. Bütün bu söylenenler, Alman ya da Avrupa gençliğinin zehirlenmesinin önüne geçilmek için yapılmış hareketler olarak değerlendirilmektedir.
İstihbaratçılar ya da elinde dinleme izleme aygıtı olan kaçakçılık birimlerimiz, görevlerinin gerektirdiği işleri yapmalıdırlar. Kendi personelinin denetimi, sıralı amir­lerin işidir.
Ülkemizde, kullanması için dinleme aygıtı verilenler, genellikle kullanılmaya müsait memurlardan seçilmişler­dir. Amirlerinin gözüne girmek için ellerindeki dinleme ve izleme silahını en yakınına bile doğrultabilirler. Kendileri gibi düşünmeyen personel için haydi haydi uygularlar. Cemaatçilerin yaptıkları da benzer davranışlardı.
Böyle bir davranışın kul hakkı açısından günah oluştu­rabileceği hatırlatıldığında cevaplar hazırdır:
“Onlar kul mu?”
Çünkü onlara göre solcu birine yapılacak her türlü kötülük evladır. Yüzde 99’u Müslüman olan ülkede, ne­redeyse yüzde 30’luk demokrat kesimi “kul”luktan muaf tutma yetkisi Allah’tan başkasına ait olamaz. Ama yaptık­ları günahın altında ezildikleri için kendilerince sözde çıkış yöntemleri icat etmektedirler.
Eğer istihbaratçılar, meslektaşlarını değil de ülke ger­çeklerini değerlendirerek hareket etselerdi ülkemiz terör tarlasına dönüşmezdi.
Çoğu il emniyet müdürleri liyakat sahibi değillerdi. İkti­darın borazanını çalacak olanlar bu göreve getiriliyorlardı.  
Üstelik Orta-K’lı istihbaratçı komiserlerin yalan yanlış ha­berleriyle besleniyorlardı. Kitap okuma alışkanlıkları yoktu. Günceli iyi takip etmiyorlardı. Türkiye’nin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanda dünyanın neresinde olduğu konusunda yeterli bilgi sahibi değillerdi. Hukuk nosyonu eksikti. Görev tanımları yapılmamıştı. Lisan bilmiyorlardı. İyi polis olduklarını ve iyi yönettiklerini sanıyorlardı. Ama bu tamamen bir aldatmacaydı. Yönetmek için iyi polis ol­mak yetmiyordu. Polis teşkilatı sürekli geriye gidiyordu. Çağdaş yönetim anlayışından hızla uzaklaşılıyordu. Teşki­lat, kendi genel müdürünü kendi içinden çıkaramıyordu.
Ünlü tiyatro oyuncusu ve yazar Ferdi Merter bir söyle­şisinde cehennemde sanatçıların olduğu bölümde zebani­lere fazlaca bir görev düşmediğini, çünkü cehennemden kurtulmak isteyen sanatçının ayağını diğer bir sanatçının çektiğini söylüyordu.
Bizde de aynısı yapılıyordu.
İşte böyle bir kültürden gelen Orta-K’lı zihniyet, şu kitabı okumakta, şu dergiye abone olmakta diye kendi yazıp gönderdikleri isimsiz dilekçelerle genç komiserlerin hayatlarını karartmaya çalışıyorlardı.
*
Antalya’daki ilklerden biri de meslek hayatımda ilk kez zamanında terfi ettiğim idi. 1976 yılında komiser yardım­cısı çıktıktan sonra 1979 yılında komiserliğe terfi etmem gerekiyordu ve anılan tarihte bu terfi gerçekleşti. Bu be­nim “zamanında” yaptığım ilk ve tek terfiydi.
Diğer terfilerimi hep gecikmeyle aldım. 1982 yılında başkomiser olmam gerekiyorken Antalya’da bir yıl fazla “komiser” rütbesiyle çalıştım. Bitlis’te de göreve başladı­ğımda hâlâ komiser rütbesindeydim. Benden bir yıl sonra mezun olanlar üçüncü yıldızlarını takmışlardı bile…
Bu konuyla ilgili yaşadığım bir anıyı paylaşmak isterim. Bitlis’te göreve başladıktan kısa bir süre sonra Ankara’ya gitmem gerekiyordu. O yıl terfi etmesi gereken komiser arkadaşım İsmail Sarkmaz, terfisiyle ilgili bir sıkıntı yaşa­dığını belirterek ne durumda olduğunu öğrenmemi istedi. Personel dairesi başkanlığına gittim. Benden bir yıl sonra mezun olan Süleyman B’ye durumu anlattım. Bizzat ilgi­lendi. İsmail Sarkmaz’la ilgili mahkemeden adli karar gel­mediği için dosyanın beklediğini söyledi. Verdiği bu bilgi için kendisine teşekkür ettim. Ayrılacağım sırada da “Ta Bitlis’ten abimiz gelmiş, adli tahkikat gelince yerine koya­rız, olur biter” dedi. Getiren memura, komisyona girecek dosyaların içine alınması için emir verdi. Böylece İsmail Sarkmaz terfi etmiş oldu.
O gün bir şey daha dikkatimi çekmişti. Orada bulun­duğum sırada Süleyman B’yi birçok kişi telefonla arayarak isimler bildiriyor ve durumlarını soruyordu. Aynı görevli büyük bir sevecenlikle memur göndererek dosyalarını is­tiyor ve durumu karşı tarafa bildiriyordu. Düşündüm ki büroda çalışanlar sadece bu gelen telefonlardaki isimlerin işine baksa mesai biterdi. Nitekim öyle oluyordu. Bu nedenle mutat işler geri kalıyordu. Daha doğrusu takip edilen işler yapılıyor, sahipsizler Allah’a havale ediliyordu.
Bugünkü aklım olsaydı kendi durumumu da sorardım. Ama gençlik gururum ve mesleğe saygım buna engel ol­muştu. Yine de birçok ders alarak oradan ayrıldım.



BİTLİS

Polis akademisinden mezun olalı yedi yıl geçmişti. Bit­lis, üçüncü tayin yerimdi ve 1983’den 1986’ya kadar ça­lıştım. Bir rütbelik sürede tam üç rütbem oldu: Komiser, başkomiser ve emniyet amiri.
İkinci görev bölgesi; “doğu görevi”, “şark hizmeti” gibi isimlerle anılmaktaydı. Bu şekilde isimlendirmeler doğru değildi. Bir ilden başka bir ile tayin edilmiş gibi bakılma­lıydı. Doğudaki bu göreve gelen arkadaşlardan birçoğu ilk yıl kendilerini misafir olarak görürler. İkinci yıl biraz çalışırlar. Üçüncü yıl ise gitme hazırlıkları yaparlar.
Bu anlayışla hizmette verim olacağı düşünülemez.
Çözüm olarak o ilden memurluğa giren personel ile görev yapılmalıdır. Yetmezlik söz konusu olursa o zaman atama yapılmalıdır. O ilde kalmak isteyen personel süre bitti diye başka ile gönderilmemelidir.
Polisin, kendi ilinde çalışamayacağı fikri doğru değildir. Olağan hallerde bu konuda kolaylık gösterilmelidir. Aksi halde polisin, tarafsızlığını muhafaza edemeyecek bir in­san olduğu intibaı çıkar. Polis eğer, kendi ilinde tarafsız kalamayacak kadar basit bir yapıdaysa başka yerde de yetersiz kalacaktır.
Öte yandan bazı amirler, personelin kendi ilinde ya da yakın illerde çalışmasını istemezler. Hafta sonları ya da tatil günleri ellerinin altından kaçacağını düşünürler. Onlara sahip çıkamayacağını sanırlar. Yönetim becerisine sahip amirlerde bu husus, bir sorun teşkil etmez.
Mezuniyetten sonra çevik kuvvet biriminde, havalima­nında ve polis merkezi amirliğinde çalışmıştım. Bitlis’te ise trafikçiydim. Aslına bakıldığında trafik, sevdiğim bir branş değildi. Ama itiraz da etmedim. Türkiye’de 1960’larda ku­rulan bölge trafik hizmetleri Bitlis’te 1983 yılında şube müdürlüğü olarak faaliyete başlayacaktı. Tatvan ilçesinde önceden kurulmuş bir bölge trafik denetleme istasyon amirliği vardı.
İşin ilginç tarafı 6085 sayılı karayolları trafik kanunu benim trafik hizmetlerine başladığımda yerini 2918 sa­yılı yeni kanuna bırakıyordu. Böylece 1953 yılında trafik hizmetleri ile tanışan polis teşkilatı ilk kez ciddi bir deği­şiklikle karşılaşıyordu. Eski kanunu bildiğim söylenemez­di. Ama artık ben de trafikçiydim. Yenisini en iyi şekilde öğrenmeliydim.
Bazı maddelerinin uygulamasının 1985 yılına bırakılma­sı işimi biraz daha kolaylaştırmıştı. Özümleyerek öğrenme şansı buldum. O tarihlere kadar trafik memurları bilirkişi olarak kazalara doğrudan bakıyorlar ve rapor hazırlıyor­lardı. Mahkemelerde bu raporlar değerlendirilerek hüküm veriliyordu. Bu nedenle trafik polislerini takdir ediyordum.
Ancak gördüğüm manzara iç açıcı değildi. Bilirkişi ra­porlarını, kaza yerini gören personelimiz hazırlıyordu ve benim imzaladığım üst yazı ekinde Cumhuriyet Savcılığı­na gönderiliyordu.  
Raporlarda birçok eksiklik ve yanlışlıklar görüyordum. Ama bilirkişiliği, kazaya bakan polisler yapıyordu. Ben ise üst yazıyı imzalıyordum. Neticede eksik ve yanlışla­rın olduğunu bildiğim bir raporu kendi imzam eşliğinde göndermeyi doğru bulmadım. Bir şekilde bu eksiklik ve yanlışlıklara müdahale etmeliydim. Trafik hizmetlerinde çalışmadığım için böyle bir rapor tanzim etmiş değildim. Ancak bir çözüm bulmalıydım. İlk işim evdeki kitaplar arasında trafik dersi hocamız Gültekin Kızılışık’ın hazırla­dığı ders notlarını bulmak oldu. İlginç bir tesadüf eseri bu notların arasında okulda varsayıma dayalı olarak tanzim ettiğimiz bir de bilirkişi raporu modeli vardı. Hangi bö­lümlere nelerin yazılacağı, nasıl yazılacağı, nelere dikkat edileceği açık olarak vurgulanmıştı.
Yedi yıl sonra hocasından, böyle bir modeli yakalamak benim için iyi bir moral olmuştu. Bundan sonraki kazaları ben de alıcı gözle görecek ve bilirkişi raporu aşamasında ilgili memurları yönlendirecektim. Kusur oranlarını yine raporda imzaları olan personelimiz belirleyecekti. Böylece ben hem memurları eğitmiş olacaktım. Hem de adliyeye gönderdiğim yazı ekindeki bilirkişi raporundan utanmayacaktım.
Hızla çalışmaya koyuldum. Enver Özdemir’in Keşif ve Bilirkişilik adlı eserini temin ettim. Kemal Özüm’e ait Tra­fik Bilirkişiliği kitabını okudum. Yine Kemal Özüm’ün Tra­fik Kaza Bilirkişiliğinde Araştırma Tekniği kitabından ol­dukça yararlandım. Kitaplardaki bilirkişi rapor örneklerini tek tek inceledim.
Aslında polis merkezinde yaptığımız fezleke ile aynı metot uygulanmaktaydı. Bazı bölümlerde insan unsuru­nun yerini araçlar almıştı ve biraz daha tablolaştırılmıştı.  
Bitlis’te bölge trafik şube müdürlüğü, Van güzergâ­hındaki Hüsrevpaşa mahallesinde afet evlerinden birinde hizmet veriyordu. Adliye lojmanları yakındı. Yeni trafik kanunu gündemde olduğu için savcılar ve hâkimler bazı konularda tartışmak için şube müdürlüğümüze uğrarlar­dı. Bir sohbetimiz sırasında laf trafik kazalarına ve bilirkişi raporlarına geldi. Hâkimlerden biri bu zamana kadar en sağlıklı, en doğru raporla ilk defa karşılaştığını söyledi. Bu durum, uğraşılarımın olumlu sonuç verdiğinin gösterge­siydi. Doğru yolda olduğumu anlamıştım.
Yaptığımız görev nedeniyle trafik kazalarına en önce ulaşan trafik polisleri oluyordu. Diğer görevlilerden ilk yardım ekibi ikinci sırada geliyordu. Mahalli kolluk ge­nellikle jandarmadır. Kazayı soruşturacak savcı ve zabıt kâtibi ortalarda yoktur. Belki de gece otopsi yapamaya­cağı düşüncesiyle olay yerine gelmek için sabah olmasını bekleyecektir. Kazazede ile trafik polisi baş başadır.
İnsanlık adına hatırda kalan en önemli husus, trafik polisinin ilk yardım bilgisiyle kimi yaralıların hayata tu­tunmasını sağlamaktır. Bir de kazazedelere moral verici sözler söyleyip üzüntülerini bir nebze azaltmaktır.
Ama polisin nefretle anılacağı hususlar da burada yaşa­nabilir. Öncelikle polis taraf olur. “Neden böyle yaptın” di­yerek taraflardan birini itham eder. Bu durum ister istemez karşı tarafa yandaş olduğunu gösterir. Polisin ikinci yanlışı da rüşvet alarak kaza raporunu yanlı hazırlamasıdır.
Trafik polisinin kazalara ilk intikal etmesi ve sıcağı sı­cağına yaşanan hezeyanları görmesi onların ruhsal du­rumlarında ciddi travmalar yaratabilmektedir. Bu durum­da tıpkı çevik kuvvette olduğu gibi trafik birimlerinde de sosyal hizmet uzmanları, psikologlar istihdam ettirilmesi gerekmektedir.
Emniyet müdür yardımcısı İsmail Ertemli trafik kaza­larından birine intikal etmişti. Devre arkadaşları her şeye karışıyor diye kendisini “kaynana” diye nitelendirirlerdi.
İlginç bir kazaydı. Bir petrol tankeri ile kamyon karşı­lıklı çarpışmışlardı. Tanker şoförü yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. Ama kamyon şoförü sıkıştığı için şoför ma­hallinden çıkamıyordu. Kocaman tanker üzerine çullan­mış gibiydi. Akşamın koyu karanlığı etrafı sarmıştı. Yerler ıslaktı. Ortam buz gibi soğuktu.
Şoförün inlemeleri karanlığı deliyordu. Herkes ona odaklanmış, sıkıştığı yerden kurtarmaya çalışıyordu. Ama demir yığınları buna imkân vermiyordu. Bu saç ve demir­lerle ancak kaynak makinesi ile baş edilebilirdi.
İsmail Ertemli krizi o kadar soğukkanlı yönetiyordu ki o “kaynana” gitmiş, sanki ders veren bir akademisyen gelmişti. Yerine göre insanları dinliyor, olumlu çözüm öne­rilerini değerlendiriyor, faydası olmayacakları öteliyordu.
Nihayet kaynak makinesi geldi. Ancak bu defa pet­rol tankeri doluydu ve tam da şoförün tepesindeydi. Bir kıvılcımla alev alması durumunda çok daha büyük facia yaşanabilirdi.
Yaralının büyük acılar duyduğu belliydi. “Polis beyler, atın bir kurşun, öldürün beni!” diye inliyordu.
İsmail Müdüre inanmıştık. Herkes elinden gelen yar­dımı gösteriyordu. Kaynak makinesinden çıkacak kıvıl­cımlara karşı önlem alındı. Petrole ulaşması önlendi. Bu riskti. Ama başka çare yoktu. O yıllarda araçlarda sıkışan demirleri açacak aparatlar yoktu. Maniveladan yararlanı­lıyordu. Ona da insan gücü yetmiyordu.
Sonuçta çalışmalar yararlı oldu ve şoför kurtarılarak hastaneye kaldırıldı. Hepimiz çok sevinmiştik. Hastanede kendisini ziyaret ettik. İyi görünüyordu. Bizimle sohbet etmişti. Fakat ne yazık ki bir gün sonra iç kanama sonucu öldüğünü öğrendik.
Herhangi bir olayda rol model bir tutum izlemeyi bu kaza sırasında İsmail Bey’den öğrendim.
Bir araçta sıkışma olayını da Bitlis Siirt yolunda yaşa­mıştım. Buzda kayan bir kamyon gidiş yönüne göre sağ taraftaki kayalara çarpmış ve şoförün bacakları sıkışmış­tı. Zaten sol tarafa gitseydi kırk metre aşağıdaki dere­ye uçardı. Yine ilk müdahale trafik ekibi tarafından ger­çekleştirildi. Şoför mahallindeki sıkışan demirleri açmak için bir yolcu otobüsü durduruldu ve kamyonun sıkışan aksamları otobüse bağlanarak çekilip açılmaya çalışıldı. Olumlu sonuç alındı ve şoför kurtuldu.
Bu kazayla ilgili unutamadığım bir anı vardı. Durdur­duğumuz otobüsteki yolcuları indirmemiştik. Ağırlık olsun da otobüs kaymadan daha iyi iş görsün diye…
Otobüslerin karlı ve buzlu yollarda durmadığı sürece yola daha iyi tutunduğunu, durunca zor kalkış yaptığını biliyordum. Otobüs, çekme işini bitirip yola koyulmak is­tendiği sırada yolun dereye doğru eğiminden dolayı yan tarafa kaymaya başladı. Otobüs şoförü tam karşımızdaydı. Ama yüz ifadesi her şeyi apaçık gösteriyordu. Direksiyona sımsıkı yapışmıştı. Gözleri gittikçe daha da irileşiyordu. Otobüs öne doğru gideceğine bu hamleyi gerçekleştire­miyor, dere tarafına doğru ağır ağır kayıyordu. Yol kaplaması buzdan cam gibi olmuştu. Yolcular ve dışarıdakiler bağrışıp çağrışmaya başladılar. Bacakları sıkışan ve am­bulansla hastaneye gönderilen kamyon şoförünü herkes unutmuştu bile. Allahtan, kenardaki ufak tefek manialar sayesinde otobüs durdu. Daha sonra güvenli şekilde kal­kış yaparak yoluna devam etti.
Bitlis Siirt yolu derin bir vadiden geçmektedir. Güneş alan yerler kuru iken tepelerden dolayı güneş görmeyen yerlerde geceden kalan buzlar çözülememektedir. Yolun tamamını kuru zanneden şoförler virajlarda hız azaltmak için frene basmak zorunda kalmakta, bu defa aniden kar­şılaşılan buzda kayan araç ya Bitlis deresine uçmakta ya da kayalara çarpmaktadır.
Bu şekilde dere içinde ceset aramak ya da ayakları sıkışmış insanlarla karşılaşmak kaderimiz olmuştu.
Etkilenmememiz mümkün değildi.
Böyle bir günde karayolları bakımevinde hazır bek­letilen kamyonları göreve davet etmek istedim. Aslında karayolları ekipleri, yolu trafiğe açık hale getirmeliydiler. Trafik polisleri olarak biz açık olan yolda araçların güvenli şekilde seyrüsefer yapmalarını sağlamalıydık.
Ama karayolları çalışanları acıklı sahneleri bizim kadar göremiyorlardı. Ben biraz da bu görüntülerin etkisinde kalarak hareket etmiştim.
Tatvan’daki karayolları şube müdürlüğünden gelen haber, tuz kamyonunun lastiğinin patlak olduğu yönün­deydi.
İnanmamıştım. Trafik ekibini Muş Tatvan yol kavşa­ğındaki karayolları bakımevine gönderdim. Ekip, lastiğin patlak olmadığını bildirdi. Kamyonu, şoförüyle birlikte ge­tirmelerini istedim. Bölge trafik binası önüne gelince yük­sek sesle bağırıp çağırdım. Buzda kayarak ölen, yarala­nan insanların durumunu anlattım. Vicdanınız sızlamıyor mu, dedim. Ekip nezaretinde buzlu yerlere tuz atması için emrivaki bir tutumla göreve gönderdim.
Şoför bu durumu biraz abartarak karayolları şube mü­dürüne bildirmiş, o da vali Yılmaz Ergun’a beni şikâyet etmiş. Emniyet müdürü beni aradı. Telaşlı bir hali vardı. Valiyle görüşmemiz gerektiğini bildirdi. Sonra da, suçlu yakalamış gibi beni yanına alarak valiye götürdü. Vali gö­rüşmek için makam odası yerine toplantı odasını tercih etmişti. Şehir içi trafik şube müdür vekili İsmail Sarkmaz da çağrılmıştı.
Salona intikal ettiğimizde valinin yanında karayolları şube müdürünü gördüm. Başka zamanlar daha sıcak ilişki­lerimiz olurken bu defa düşman gibi baktığını seziyordum. Oturduğumuz konum itibarıyla sanki vali ve karayolları şube müdürü mahkeme heyeti gibiydi. Emniyet müdürü, şehir içi trafik müdürü ve ben sanık sandalyesindeydik.
Bu durumdan oldukça rahatsız olmuştum. Emniyet müdürü ile şehir içi trafik müdürünün bu konuda hiçbir kusurları yoktu. Bir sıkıntı hissettikleri belliydi ve buna sebep olan bendim.
Vali, sakin bir edayla konuyu açtı. Konu, başka bir daireye mensup görevliye hakaret etmiş olmamdı. Ka­rayolları şube müdürü, zafer kazanmış kumandan gibi duruyordu.
Aslında görevliye yüksek sesle konuşmuştum. Ama valilik binasında huzura getirilecek kadar da hakaret et­memiştim. Vicdanen rahattım. Konuya, “hakaret ettim” ya da “etmedim” şeklinde bir savunmayla başlamayı uy­gun görmedim.
Doğrudan trafik kazaları sırasında birebir yaşadıklarımı anlatarak başladım. Özetle şunları söyledim: Geçenlerde müdahale ettiğimiz bir kazada direksiyonda sıkışan kam­yon sürücüsü “Polis beyler, dayanamıyorum, atın bir kur­şun, öldürün beni” diye feryat etmişti. Siirt yolunda da buzda kayan kamyon şoförü kayalara çarpmış ve bacak­ları sıkışmıştı. Yardım edenler büyük bir gayretle yaralıyı kurtarmaya çalışırken onun inlemeleri yürek yakmaktay­dı. Yine “Atın bir kurşun” diyecek mi diye bekliyordum.
Emniyet müdürü önüne bakarak dinliyordu.
Karayolları şube müdürü, valinin bir an önce bağırıp çağırmasını bekliyor gibiydi.
Ara vermeksizin devam ettim. Ok yaydan çıkmıştı. Her şeyi söylemeliydim: Yolun, dik yamaçlar altında ka­lan bölümü, kar erimediği için gizli buzlanmalara maruz kalmaktadır. Sürücülere tuzak teşkil eden bu bölümlerin karayolları tarafından tuzlanarak trafiğe açılması gerekir­di. Konuyu Tatvan’daki karayolları şube müdürlüğündeki görevlilere telefonla ilettim. Görevliler telsizle bakımevi ile irtibat kurdular ve tuz kamyonunun Siirt yoluna çıkmasını söylediler. Ben telsiz konuşmalarını duyuyordum. Bakıme­vindeki görevliler, tuz kamyonunun lastiğinin patlak oldu­ğunu bildirdiler. Birden fazla kamyonları vardı. Bu nedenle inanmadım. O bölgenin trafik ekibini karayolları bakımevi­ne gönderdim. Lastiğinin patlak olmadığını öğrendim.
Valinin yanında zafer kazanmış gibi duran karayolları şube müdürü yavaş yavaş küçülüyordu. Başı öne düşme­ye başladı.
Sözüme ara vermek istemiyordum: Hafta sonu olduğu için yetkilileri bulmada zaman kaybedebilirdik. Bunun için kamyonu bölge trafik istasyonu önüne getirmelerini söy­ledim. Lastiği patlak diyerek yalan konuştuğu için şoföre nasihatte bulundum. O da vardiya sistemi olmadığını, sü­rekli kendilerinin görevde kaldığını, yorulduğu için yalana başvurduğunu söyledi.
Karayolları şube müdürü daha da küçülüyordu.
Vali ilk kez konuştu ve karayolları şube müdürüne “Vardiya sistemi getirin” dedi.
Şube müdürünün “Emredersiniz” sözleri arasında ben konuşmamı sürdürdüm: Gizli buzlanma yüzünden kaza yapan araçlarda sıkışan insanların çaresizlik içinde acı çekmeleri bizi de aynı ölçüde üzmektedir. Bitlis deresine savrulan cesetlerle karşılaştığımızda yemeden içmeden kesildiğimiz olmuştur.
Sözlerimi bitirirken valinin gözlerine bakıyordum. Beni dikkatle dinlediğini fark etmiştim. Sertçe ayağa kalktı ve kapıya yöneldi.
“Oraya gidiyoruz!”
Bir kat inerek araçlara yöneldik. Merdivenleri inerken emniyet müdürü yanıma yaklaştı. Üzerindeki gerginlik gitmişti. “Az kalsın bizi ağlatacaktın” dedi. Vali Yılmaz Er­gun aracının başında bana işaret ederek “Sen benimle gel” dedi. Birlikte yarım saat kadar ilerledik. Yol boyunca gizli buzlanma olabilecek yerleri gösterdim. Buzlanmaya ilişkin tek bir levha vardı. O da Arıcılık Enstitüsünün ya­nındaydı. Diğer bölgelerde sürücü resmen tuzağa düşü­yordu.  
Yol boyunca Bitlis deresinin hangi bölgelerinde ceset aradığımız bilgisini paylaştım. Sürücülerin hangi nokta­larda tuzağa düştükleriyle ilgili bilgilendirmede bulun­dum.
Sonra kazaların sıkça yaşandığı bölgede durduk. Hâlâ yol yüzeyinin cam gibi olduğu yerler vardı.
İndiğimizde kamyon şoförünün bacaklarının sıkıştığı kaza yerini gösterdim. Kazanın oluş biçimini ve kurtarma çalışmalarını anlattım.
Olayı yeniden yaşıyor gibi anlatıyordum. Vali, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamacasına dinliyordu.
Sözlerimi bitirince doğrudan karayolları şube müdü­rüne döndü. Buzlu yollara tedbir alınması emrini verdi. Trafik levhaları ile sürücülerin uyarılmasını istedi.
O anda trafik ekibimiz yeni bir kaza bilgisi veriyordu.
Telsiz konuşması bitince vali “Bak yine kaza var, sen görevine devam et” dedi.
Karayolları şube müdürünün omuzları düşmüştü. Vali ayrıldıktan sonra sessizce arabasına bindi ve gitti.
*
Bitlis çok kar alan bir bölgeydi. Batıda doğa, ilkbaharla birlikte gelinliğini giymeye başlamışken Bitlis beyaz örtü­sünü henüz atmamış oluyordu. Kar püskürtücü araçları ilk orada görmüştüm. Karın yoğun olduğu yollar kar püs­kürtücü ile açılıyordu. Onun açtığı yerler bir kanal şeklini andırıyordu. Araçlar, beyaz duvarlar arasında ve beyaz zeminde yol alıyordu.
Ekiplerimiz, otomobil türü araçlardı. Zincir takılmadan yol almak mümkün olamazdı. Araç kaloriferleri ısıtmak için yeterli değildi. Ön camın buz tutması çok tehlikeliydi. Sileceklerin çalışmaması durumunda araç sürmek imkân­sız olurdu. Ekip şoförünün başını camdan çıkararak riskli bölgeleri geçtiği sıkça yaşanan durumdu. Araçlara Çorum kaloriferi diye anılan ilave ısıtma aygıtları konularak sorun çözülmeye çalışılıyordu.
Daha sonra şube müdürlüğüne getirilen Halit Ziya Ta­man ile birlikte yaptığımız yol kontrolünde benzer durumla karşılaştık. Aslında kar yağış biçimi normaldi. Zincirli araçla yol zemininde hareket kabiliyeti vardı. Ancak nerede tipi olacağını kestirmek mümkün değildi. Tipi, birkaç dakika içinde birkaç saat yağmış gibi yolun bazı bölgelerini kar­la doldurabiliyordu. Bitlis’ten itibaren Muş istikametine hiç ağaç yoktu. Tipi sonrasında yol ile arazi bir bütün haline geliyordu. Neresi yol, neresi arazi fark edilemiyordu.
Bitlis’e dönüş yolunda tipiye yakalandık. Silecekler ça­lışmadı. Ekip şoförü bir süre açık camdan yolu görmeye çalıştı. Ancak tipi yoğunlaşmıştı. Sonuçta araç gidemez oldu. Yolda mıydık yoksa yol dışına mı çıkmıştık, bunu kestirmek zordu. Bu gibi durumlarda arazi vitesli araçlar yol alabilirdi. Ama böyle bir ekip aracımız yoktu.
Başkalarının trafik güvenliğini sağlayacağımız yerde biz yardıma muhtaç kalmıştık. Yardım istememiz gereki­yordu. Arabanın çalışması bizim için şanstı. Aksi takdirde donma riski yaşanabilirdi. Şehir istikametinden gelecek kar araçları yolu açmalı ve bizi kurtarmalıydılar.
Şube müdürümüz telsizle anons ederek yardım iste­meliydi. Fakat böyle bir niyeti yoktu. Ben de o varken öne çıkıp anons etmeyi uygun görmüyordum. Meslek disipli­nimiz böyle gerektiriyordu. Ama risk vardı. Aracımız stop edebilirdi. Yakıtımız bitebilirdi.
Ben şube müdürünün neden anons etmediğini tah­min edebiliyordum. Akşam herkes polisevinde bu konuyu gündeme getirebilirdi. Mizah konusu yapabilirlerdi. Ben kendisinden izin isteyerek anons edeceğimi bildirdim. Buna “hayır” demedi.
Şehir içi trafik şube müdür vekili İsmail Sarkmaz’ı anons ettim. Belediyeye ait greyderi bulunduğumuz nok­taya göndermesini istedim. Böylece hem yol açıldı hem de greyder, aracımızı çekti. Onun açtığı yoldan şehre ulaştık.
Tabii ki akşam polisevinde Halit Ziya Taman’ın kork­tuğu başına geldi. Bütün bir gece bu konu konuşulmaya başlandı.
Polisevleri önemli bir ihtiyacı karşılıyordu. Uzun kış ak­şamlarında polislerin bir arada olmasını, günlük olayları paylaşmasını sağlıyordu.
Bu sırada gelen bir telsiz anonsu Halit Ziya Bey’i içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmıştı. Asayiş şubesine bağlı bir ekip şehirde kurtlar bulunduğunu bildirdi. Amirine, ne yapmaları gerektiğini sordu.
Aklım karışmıştı. Gündüz yoğun karın geçit vermediği bu şehirde gecenin sessizliğini şimdi de bu yabancı hay­vanlar bozuyordu.
Ama bu durum Halit Ziya Bey için gündemi değiştire­bilirdi. Başını kaldırdı. Gözleri asayiş şube müdür vekili Tağı Aras’ı arıyordu.  
Ve Tağı Aras bunun farkındaydı.
“Tarayın!” emrini verdi.
Kurtlar tehlikeli olabilirdi.
Polis tehlikelere karşı vardı.
Bir gün aç kurtların olası tehlikelerine karşı polis ted­biri alacağımız aklıma gelmezdi.
Ekip otoları megafonlarla halkı uyararak kurtları şehir dışına kadar takip ederek tehlikeyi bertaraf etmiş oldular.
Böylece değişen gündemle Halit Ziya Bey rahatlamış oldu.
*
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrasında emniyet teşkilatında fiziki gelişmeler devam ediyordu. Polisevlerin­den sonra polis kantinleri de kurulmaya başlandı. Persone­lin topluca oturduğu lojmanlarda bir kantin açıldı. Yönetim kurulu başkanlığına ben seçildim. Polisimiz hem ucuz mal alabilecekti, hem de piyasaya borçlanmayacaktı.
Ankara’da kantinlerle ilgili bir yönetmelik hazırlanmış­tı. Bu yönetmeliğe göre hareket ediyorduk. İki polis me­muru satış görevlimizdi.
Birkaç ay sonra durumumuzu görmemiz için sayım yapmaya karar verdik. Bu, aynı zamanda yönetmelik emriydi. Satış görevlilerimizin kasa açıkları vardı. Neden olduğunu sorduğumda bazen bardakların, yumurtaların kırılabildiğini söylediler. Oysa bunun için tutanak tanzim etmeleri gerekmekteydi. Durumu emniyet müdürlüğüne bildirmem gerektiğini bildirince maaşlarından karşılaya­caklarını bildirdiler.  
Gelecek ay da sayım yapmaya karar verdim. Çünkü bir memur maaşı kadar kasa açığı gösteriyorlardı. Bu birkaç ay devam etse maaşlarını aşar ve ödeyemezlerdi.
Yeniden yaptığımız sayımda da açık verdiler ve aynı yöntemle kapatmayı kabul ettiler.
İstanbul kadrosundan gelen iki polistiler. En az on yıl­lık meslek kıdemleri vardı.
Her defasında açık verdikleri için mecburen her ay sa­yım yaptırıyordum. Bunun zararı polis ailelerine oluyordu. Çünkü sayım sırasında kantini üç gün kapalı tutuyorduk.
Beş altı ay sonra yine açık vermişlerdi. Bu defa maaş­larından karşılamayacaklarını bildirdiler. Durumu emniyet müdürüne rapor etmem gerektiğini bildirdim. Buna yaklaş­madılar. Çünkü birisi Orta-K sınavlarına müracaat etmişti. Bu konuda soruşturma geçirirse komiser yardımcısı olma hakkını kaybedebilecekti. Diğeri de bunu bildiği için açığın onun tarafından karşılanmasını istiyor ve onu zorluyordu. İkisi de kurnaz polislerdi. Kasayı birlikte kullanıyorlardı. İşin acı olan tarafı ödeme yapmak istemeyene diğeri “Aldı­ğın altınları sat” diyerek bir nevi ikrarda bulunmuştu.
Yeni yönetim seçilinceye kadar her şeye tahammül et­tik ve bir daha yönetimde görev almadım.
Personelimiz arasında haksız kazanç temin etme işi almış başını gidiyordu. Yolsuzluk yapmayan memur nere­deyse kendisini “beceriksiz” gibi görmekteydi.
İktidar partisi lideri “Benim memurum işini bilir” felse­fesiyle hareket ediyordu.
Müdürlerimizden biri bir gün odasındaki çekmeceyi gösterdi. “Benim burada hazır para bulunması gerekir” dedi. Bitlis’in uyuşturucuda güzergâh olduğunu, kendi­sine bilgi getirecek yöre insanlarından bazılarına ajanlık yapması için para vereceğini bildirdi. Dolayısıyla bir kılıfı­na uydurmamı ve kantin parasından vermemi istedi.
Böyle bir riske giremeyeceğimi belirttim.
Daha sonra kantin yönetim kurulu başkanlığına, Or­ta-K’lı bir komiser yardımcısı seçildi. Kantin hızla büyüdü. Daha çok ihtiyaç maddesi alınıp satılmaya başlandı. Sa­yım falan yapılmadığı için ayda üç gün kapalı da kalmı­yordu. Herkes memnundu. Sonraki aylarda aynı komiser yardımcısının şehirden kaçtığını duymuştum. Kantindeki hesapların altından kalkamadığı için…
Bu sırada Tatvan’daki bölge trafik denetleme istasyon amirliğine tayin edildim. 25 kilometrelik mesafeyi toplu taşıma araçlarıyla gidip geliyordum. Bir gün yolda bek­lerken Tatvan’a giden kantin minibüsüyle karşılaştım. Üniformalıydım. Şoför, kantin başkanına iftarlık bir şeyler almak için Tatvan’a gittiğini söyledi.
Yolda müdürümüzle karşılaştık. Durmamızı işaret etti. Şoför bu defa başka söylemde bulundu ve kantine ihtiyaç maddeleri almak için gittiğini söyledi.
Oysa müdür, minibüsün benim için Tatvan’a gittiğini düşünüyordu.
Şoföre hitaben “Başkomiserini burada bırak ve geri dön” dedi.
İndiğim yer Rahva diye anılıyordu. Ortada in cin yoktu.
Aslında Rahva, benim görev alanıma giriyordu. Çok ilginç bir yerdi. Kış boyu oluşan doğa olaylarının hepsine tanık olmuştum. Sanki mini bir Bermuda Şeytan Üçgeniydi. Bitlis, Muş, Tatvan arasında kalan bu üçgen çok kar aldığı için tren bile, özel yapılmış tünel içinde yol alıyordu.
Bazen eriyen karlarla Van gölünün su seviyesi yükse­liyordu. Bu durum fizik kanunlarını alt üst ediyordu. Ka­radan gelen trenler, ray döşenmiş gemilerle Tatvan’dan Van’a gidiyorlardı. Ama yükselen göldeki gemide, ray seviyesi de yükselmiş oluyordu. Dolayısıyla trenlerin ge­mideki raylara geçişleri mümkün olmuyordu. Sonradan liman içerisinde özel düzenlemeler yapılarak seferlerin gerçekleşmesi sağlanabiliyordu.
Rahva’nın hüneri bu kadarla bitmiyordu. Geçmişte ABD ordusu bu bölgenin stratejik konumu nedeniyle üs kurul­masına gerek duymuş, on beş dakikaya kadar indirilen nö­bet kulübeleri için hava ısıtmalı sistem gerçekleştirmişti.
Uzunca bir düzlük oluşturan Muş ovası Rahva’da, Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu’yu ayıran sıradağ­lara yaslanıyordu. Dolayısıyla Rahva, yeni bir iklimi baş­latıyordu.
Kim bilir, belki de bütün hünerleri bu yüzdendir.
Çok özel bir yerdi. Toprak bir pisti vardı. Bir kış günü pist sonundaki küçücük bir vadide, elle bırakılmış gibi du­ran bir keşif uçağını görmeseydim “Rahva Şeytan Üçgeni” yakıştırması yapmayacaktım. Hava koşulları, pist dâhilin­de duruşa imkân vermediği için uçak, daha ilerideki çukur bir alana sürüklenmişti.
Rahva’nın tek olumlu yanı vardı. Sırtını dayadığı dağ, Atatürk siluetini andırıyordu.
Büyük Atatürk, en iyi şekilde müdürün beni bıraktırdığı o noktadan görülebiliyordu. Her gün araçla geçerken bu anı yaşıyordum. Şimdi tek başınaydım. Doya doya Ata­türk’ü seyretme imkânı buluyordum.
Akşam olmak üzereydi. Mutlaka bir araç geçecekti ve ben onunla Tatvan’a ulaşacaktım.
Üniformalı, beyaz şapkalı biri yalnız başına böyle bir noktada ne arıyordu?
Duracak araçtakilerin soracağı ilk ve tek soru bu ola­caktı ve bir müdürün beni burada bıraktırdığını hiç kimse­ye söyleyemeyecektim.
Allahtan, Büyük Atatürk oradaydı ve ben onu izlemek için kendi rızamla indiğimi söyleyecektim.
O büyük insan, ait olduğum milletimi kurtarmış, yaşa­yacağım devleti kurmuş, şimdi de personelini dağ başın­da bırakan yöneticilerin zulmünden kurtarıyordu.
Bir müddet sonra bir otomobil geldi. Yolcuymuşum gibi durmasını işaret ettim. Trafik kontrolündeki gibi dur­duramazdım. Başka personel yoktu, ekip otosu yoktu. İnandırıcı olmazdı.
Dört kişiydiler. Onların sormasına fırsat vermeden söze girdim ve klasik bir soruyla nereden gelip nereye gittiklerini sordum. Bitlis’te ehliyet imtihanına girdiklerini, şimdi de Tatvan’a döndüklerini söylediler. Kazanıp kazan­madıklarını sordum. Direksiyondaki kazandığını söyledi. Böylece bölge trafik başkomiseri olarak ehliyetsiz bir şoförle yolculuk yapmaktan kurtulmuş oldum.
Sonra onların sormasına fırsat bırakmadan Atatürk dağı için indiğimi söyledim. Ne ölçüde inandırıcı buldular bilmiyorum ama Tatvan’a geldiğimizde teşekkür ederek onlardan ayrıldım.
Aslında Büyük Atatürk’e sığınıyorsam da bu satırların okuyucuları haklı olarak devletin başkomiserinin kendisini bu duruma düşürmemesi gerektiğini düşüneceklerdir. İç­tenlikle itiraf ediyorum ki kendi beceri eksikliklerim elbet­te vardır. Bu beceriksizliğimi ifşa etmekten keyif aldığımı da söyleyemem. Ama paylaşmamın nedeni, meslektaş­larımın ve okuyucularımızın o döneme ait “yönetici” ve “yönetilen” portföyünü görmesini istememdendir. Ders çıkarılarak doğru olanların yapılması isteğimdendir.
Ancak şunu belirtmeliyim. Aynı müdür, görev yerinde olmadığım gerekçesiyle personel şube müdür vekili komi­sere ifade vermem için anons ettiğinde, bana yakıştığına inandığım duruşu göstermiştim. Bir başkomiser olarak ifade vermek için bir komiserin ayağına gitmeyecektim. Telsizde diplomatik bir söylemle, ifade vermek için bölge trafikte hazır beklediğimi anons ettim. Komiser de, kendi­si de ifademi almak için gelemediler.
*
Tatvan ilçe emniyet amiri Ahmet İçöz’dü. Saç tıra­şı olacağı zaman berber Hüsrev takımlarını getirir, ilçe emniyet amirliğinde tıraş yapardı. Hüsrev’in iyi iş yaptığı bir dükkânı ve yanında çalışan bir işçisi vardı. Otuz beş yaşlarındaydı. Ahmet İçöz tıraş olurken berberle sohbet ederdi. Birinde ben de tanık olmuştum. Berberin Ahmet İçöz’den bir isteği olmuştu. Kendisinin devlet dairesine alınması için yardımını istiyordu.
Yaşı otuzbeşe gelmişti. Bildiği işi yapıyordu. Bir kişiye de iş imkânı sağlıyordu. Ahmet İçöz’le sözleşmiş gibi aynı anda sorduk: “Neden devlet dairesi?”  
Cevabı ilginçti:
“Çok yoruldum Beyim! Biraz da biz dinlenelim!”
Ona göre devlet dairesi “dinlenme” yeriydi.
Yıllar sonra MİT müsteşarı Hakan Fidan da yorulduğu­nu öne sürerek kendisinin milletvekili yapılmasını istemiş­ti. Hatta Adalet ve Kalkınma Partisine kaydını yaptırarak MİT’ten ayrılmıştı. Sonra cumhurbaşkanının “O benim sır küpüm” demesi üzerine yeniden MİT müsteşarlığı görevi­ne getirilmişti. Bu durum, “Kendi geleceğini bile öngöre­meyen birisi mi MİT’in başındaymış” söylemine yol açmıştı.
Bütün bunlar bize Büyük Atatürk’ün ünlü sözünü ha­tırlatmıştı. Dolayısıyla başkaca da yoruma gerek yoktu: “Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden, rahat yaşama yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş milletler, ev­vela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra ba­ğımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdurlar.”
12 Eylül sonrasındaki ilk yerel seçimler 1984 yılında yapılmıştı. Tatvanlılar, Bursa’da yaşayan otuzbeş yaşların­daki bir hemşerilerini belediye başkanı seçtiler.
Tatvan farklı bir konumdaydı. Bitlis’ten büyüktü. De­nizi andıran gölü, treni, gemisi, hatta Rahva’da mini bir uçak pisti olan bir ilçeydi. Bitlis il olmasına rağmen Tatvan öne çıkıyordu. Daha çok tercih ediliyordu. İmkânları daha fazlaydı.
İnşaat mühendisi olan yeni belediye başkanı bunun farkındaydı. Güzel şeyler yapmak istiyordu. Ama belediye başkanlığının bir okulu yoktu.
Onu her gün kaymakam Osman Dıraçoğlu’nun, em­niyet amiri Ahmet İçöz’ün, jandarma komutanının, hâkim ya da savcının yanında görüyordum. En çok da ziraat bankası müdürüyle birlikteydi. Çünkü yılların bankacısı çok tecrübeli bir insandı.
Her gün farklı insanlarla irtibat halindeki kamu görev­lileri, ilçenin eksiklerini en iyi tahlil eden kişilerdi. Başkan, bu inançla onların fikirlerinden yararlanır, eksik olan bele­diye hizmetini yerine getirirdi.
Bir mahalleye çeşme ya da tuvalet yapılması, çöp bi­donu konulması, kaldırım ya da refüj yapılması, park ala­nının çiçeklendirilmesi gibi ihtiyaçlar, birçok yerde telaf­fuz edilmeye başlandığında belediye başkanı hemen işe koyuluyordu. Burada biraz hazırcılık vardı. Ama zaman kazanma adına çok faydalı oluyordu.
Okulu olmayan bir konuda halkın yönetime katılımını sağlayarak yapılan bir yönetim biçimiydi. Böylece yöneten yönetilen ilişkilerindeki aktivitenin önemini görebilmiştik.
*
Komiser sınıfında iken yurt dışı misyon koruma göre­vine gidebiliyorduk. Bunun için Ankara’da yapılan sınav­lara katıldım. Ancak atış aşamasında başarılı olamadığım için Tatvan’a döndüm. Devre arkadaşlarım İrfan Banaz ve Zeki Yılmaz bu atışlarda tam puan almışlardı. Onlara bu­nun sırrını sordum. “Biz kendi ilimizde atış hocalığı yaptık. Bu aşamada daha çok atış yapma imkânı bulduk. Böylece atış tekniğimiz gelişti” dediler. Demek ki ben de çalışır­sam başarabilecektim. Ankara’da iken devre arkadaşım İbrahim Şahin’i de gördüm. Özel Harekâtçı olduğu için bu konulara vakıf biriydi. İki elle yapılan atışlar için tabanca­nın tutulması konusunda sol el işaret parmağının namlu­yu kumanda etmek için oynadığı rolü özellikle belirtmişti.  
Sınavı kazanamadığımdan çok atışlarda başarısız ol­duğuma üzülmüştüm. Hem bir başkomiser, hem de bir Karadenizli olarak biraz da mahcup olmuştum.
O güne kadar bu eksiğimi giderememek tamamen benim kusurumdu. Hele böyle bir eksikle mezun edilişi­miz ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konuydu. Bunun “gözden kaçmış” gibi bir bahanesi olmamalıdır. Kuşkusuz her polis, uluslararası alanda atış yarışmasına katılmaya­caktır. Ama makul bir düzeyde isabet kaydedebilmelidir.
Tatvan’a dönünce Mehmet Ali Selçuk ve Halim Çı­tır’dan ödünç aldığım hava tabancaları ile işe başladım. Her akşam çalıştım. Evde en uzak köşeye hedef koyarak bir ayda siyah noktaya ulaştım.
O sıralarda Tatvan ilçe emniyet amirliğinde tabanca atışları yapılmaktaydı. Bölge trafik denetleme istasyon amirliği personeli olarak birlikte atışları yaptık. Hava ta­bancası ile çalıştıktan sonra ilk kez ateşli silahla atış ya­pıyordum. Başarmıştım. Hatta ilçe atış birincisi oldum. Tatvan kaymakamı Osman Dıraçoğlu, motivasyonu önde tutan bir yöneticiydi ve ödülüm, gümüş gondoldu.
Bu yurt dışı sınavında iki şey öğrenmiştim.
Öncelikle belirtmeliyim ki tam puan alan devre arka­daşlarım da yurt dışına gidemediler. Çünkü terfi sırası gelen başkomiserlerin muaf tutulacakları açıklanmıştı. Sınava çağrılan bu insanların böyle bir engele takılması üzücü bir durumdu. Ama esas neden kendi adamlarına yol açmaktı. Maalesef Türk kamu yönetiminin en aciz kaldığı noktalardan biri buydu ve bürokrasi ülkeyi adım adım kemiriyordu. 12 Eylül rejimi hiç umulmadığı şekilde ülkeyi bir din devletine doğru götürüyordu. Başlangıçta dört eğilim parolasıyla hareket eden Özal hükümeti de sonunda çareyi dine sarılmakta aramıştı. Başbakan Özal, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” demek zorunda kalmıştı. Bu nedenle bürokraside din yanlısı olanlar öne çıkarılmaya başlamıştı. Allah’ın ipine sarılmak yüce Kuran hükmüydü. Ama “Emaneti ehline veriniz” emri de Kuran hükmüydü. Yurt dışı sınavlarında tam puan alarak “ehil” olduklarını ispat eden iki devre arkadaşım yurt dışına gidemediler. Bizi en çok üzen ise kıçını başını toparlayamayan birçok Orta-K’lı komiserin “Ben bu sefer Amerika’ya gideceğim” demeleriydi. Çünkü hepsi bir kez Avrupa’da görev yap­mışlardı. Bu ödülü kapmaları için eşlerinin saçlarını kapa­maları yeterli oluyordu.
Yurt dışı sınavından aldığım ikinci ders ise çok sevdi­ğimiz polis akademisinden mezun olurken ki yetersizli­ğimiz idi.
Tabanca atışlarında hedefi tutturamayan biri mezun ediliyorsa bir sıkıntı var demektir.
Ben bu sıkıntıyı atışta gördüğüm gibi başka alanlarda da hissedenlerdenim. Sadece teksir edilen ders notların­dan, önceki yıllarda sorulan sorulara çalışılarak atlanılan sınıflar ve sonuçta mezuniyet, donanımsal yönden yeterli olmadığımızı göstermekteydi. Bunu, kadroda görev ya­parken daha iyi anlıyorduk. Belki ilk mezuniyette koştur­maca ile hayata başladığımız için bunu göremiyorduk. Ama yedi sekiz yıl sonra özellikle başkomiser olunca fark edebiliyorduk. Bu yıllarda vekâleten de olsa bazı şube müdürlüklerinde görevlendiriliyor olmamız savcı, hâkim, kaymakam, vali yardımcısı ya da diğer bürokratlarla kıyas yapmamıza imkân tanıyordu. Onlar arasında yurt sorunlarını daha iyi bilen, sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik konularda farklı olanları görebilmek mümkün oluyordu. Üstelik Bitlis, Tatvan gibi küçük yerlerde bu birliktelikler kişi seviyesini tanımada önemli rol oynuyordu. Ben kendimdeki kimi eksikleri bu nedenle anlayabilmiştim.
Açık hava sinemasında Arkadaş filminin gösterimi sıra­sında çıkan olaylarda, personele ne yapmaları konusunda uygun emir veremeyişim de benim yetersizliğimdi.
Gaziantep’te tutanak yazdırmayı beceremediğim için sanığı siyasi şube görevlilerine belgesiz teslim etmek de benim yetersizliğimdi. Memurlar yazsın diye gözlerinin içine bakmam da bir eksiklikti.
Yabancı dil öğrenmeden mezun olmam da benim ye­tersizliğimdi.
Milli Güvenlik Akademisine kadar ülkemizdeki ve dün­yadaki terör örgütlerini tanıyamayışım da benim yeter­sizliğimdi.
Rahva’da tek başıma yol ortasında bırakılınca “gık”ı­mın çıkmaması da benim yetersizliğimdi.
Devam eden yıllarda biraz TODAİE, biraz Milli Güven­lik Akademisi derken “normal”e dönmeye uğraştım. Ama aslolan polis akademisinden mezun olurken bu donanım­lara sahip olmaktı.
Burada bir noktayı da belirtmeliyim. Bizler nasıl küçük yerlerdeki diğer bürokratı tanıyorsak onlar da meslek ha­yatlarının başında biz polisleri tanıyorlardı. Birçoğu belki de polisi ilk bu kadar yakından görüyordu. Bilgisini ya da bilgisizliğini, becerisini ya da beceriksizliğini, beğendikle­rini ya da beğenmediklerini, hatta siyasal bakış açılarını ilçelerde görev yaparken gözlemliyorlardı. Genç hâkim, savcı ya da kaymakam; polisleri hukuk ya da siyasal bil­giler fakültelerinde öğrenci iken tanımış olabilirlerdi. Öğ­renci-polis ilişkilerinde sevimsiz durumlarla karşılaşabilir­lerdi.
Polisimizin birçoğu ortaokul mezunuydu. Yeterli polis eğitimi ve disiplini almadan polisliğe başlamışlardı. Sıkça disiplin suçu işliyorlardı. Emniyet müdürleri ceza amaçlı olarak ilçeye tayin ediyordu. Bu nedenle ilçeler yetenekli olmayan personelin sürgün yeri oluyordu. Hâkim, savcı ya da kaymakam; polisi buradaki yetersizliği ile yakından tanıyor, yıllar sonra Ankara’da önemli mevkilere geldikle­rinde ilçede gördüğü polis imajı gözünde aynı kalıyordu. Doğrusu burada da eğitimsizlik engeline takılıyorduk.
O zaman ki adıyla polis enstitüsü bizi teksir notların­dan öteye taşıyamamıştı. Bu yetmezmiş gibi her daim okuma alışkanlığı kazandıramamıştı.
Mezun olur olmaz, memleketi hemen kurtaracakmışız gibi ekip görevlerini sahiplendik. Bir an için Türkiye’de ve dünyada polislikten başka şeyler olduğunu unuttuk.
Kuşkusuz güvenlik çok önemlidir.
Ama ne polis tek başına güvenliği sağlayabilir, ne de hayat tek başına güvenlikten ibarettir.
İnsan, sosyal yaşamalıdır.
Her tür konuda kültürlü olmalıdır.
Seçmeyi, seçilmeyi bilmelidir. Kendisini en iyi yönete­ceğine inandığı oluşumu belirleyebilmelidir. Siyaseti bil­melidir.  
Çağdaş düzeyde yaşayabilmesi için gelişimini sürdü­rebilmelidir. Ekonomik gelişmelerde geride kalmamalıdır.
Bu da yetmez.
“Dünyanın neresindeyiz” sorusuna da cevap verebil­melidir.
Silah atışındaki eksiğimi pek âlâ tamamlayabilmiştim. Bilgi eksikliğini de tamamlayabilirdim. Sosyal, kültürel, si­yasal ve ekonomik bilgilerimi geliştirebilirdim.
Bunun pek de kolay olmayacağını biliyordum. Sınıf ge­çerken şikâyetçi olmadığım teksir notlarının yetersizliği, şimdi tuğla hacmindeki kitapların okunmasıyla mümkün olabilecekti.
Yetersizliğimin okuldan veya benden kaynaklanması­nın bir anlamı yoktu. Önemli olan tamamlamaktı. Tür­kiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsündeki kamu yönetimi uzmanlık programını tamamlama fikri buradan doğmuştu.
Programa başlayabilmek için yazılı sınavdaki başarı yetmiyordu. Beş kişilik bir komisyon önünde hassas bir terazide sanki bilgi tartısı gerçekleştiriliyordu.
Bir yılı aşkın süreyle çok okudum. Sonuçta Çorum kad­rosunda iken TODAİE programını tamamladım. Kendime olan güvenim arttı.
*
1980’lerde 12/12 saat sistemine göre çalışılıyordu. Yalnız bölge trafikçiler 12/24 sistemine göre çalışmaktay­dılar. Yani 12 saat çalışıp 24 saat dinleniyorlardı.  
Antalya’dan ayrılmadan önce gece çalışan bölge trafik­çilerin, gündüz saat 14’e kadar uyuyup ek göreve çıktıkla­rını duyuyordum. Ekip personeli gönüllü olarak yola çıkıyor ve trafik hizmeti yapıyorlardı. Ben şuna inanıyordum ki Türkiye’de vatanını milletini düşünüp de kaza olmasın diye istirahatinden fedakârlık yaparak ek görev yapacak polis henüz anasının karnından doğmamıştı. Türk şoförü öteden beri rüşvet vermeye alıştırılmıştı. Bu nedenle ek görev ya­pan polisler mutlak anlamda rüşvet amaçlı olarak bu işi yapıyorlardı. Aslında bu durumu amirlerinin bilmemesi müm­kün değildi. Bu durumda onların da rüşvete ortak olduğu kesin gibidir. Ancak bu tür rüşvet için sistemli midir yoksa değil midir tartışması yapılabilir. Antalya’da iken trafikçi ol­madığım için derinlemesine bilgi sahibi değildim. Sadece değerlendirmelerim bu şekildeydi.
Polis merkezinde iken mukayyitimiz Sarı Ali, benim ka­rakola atanma nedenimi iyi biliyordu. Hatta şöyle demiş­ti: “Karakol amiri ve yardımcısı rüşvet aldığı için emniyet müdürü onların tayinini çıkardı. Siz de biz memurlardan rüşvet alanların tayinini çıkaracaksınız.” İlginç bir ilave yapmıştı: “Ben rüşvetçi olmayan amirin yanında rüşvet alacak kadar budala değilim.”
Bu, şu demekti: “Siz rüşvet almazsanız ben de al­mam.”
Şu anlama da gelebilirdi: “Siz alırsanız da rüşvete ha­yır demem.”
Gerçekten toplumumuzda çok ciddi bir kokuşmuşluk vardı. Sıkıyönetimin etkilerinin henüz geçmediği dönem­lerde bile halkının cebine saldıran polisleri gördükçe insa­nın midesi kabarıyordu.
Nasıl öğrenciler öğretmenlerinin huyunu suyunu öğre­nirlerse bizde de polisler amirlerini tanırlardı. Dolayısıyla benim rüşvete bakışımı da öğrenmişlerdi.
Antalya’da iken trafikçilik yapan polis memuru Ali Öz, Bitlis bölge trafikte göreve başlamıştı. Sonraki aylarda öğrendiğime göre bölge trafiğe yeni atananlar, Ali Öz’ün etrafında toplanmışlar ve benim rüşvet konusundaki tu­tumumu sorgulamışlar. Bu konunun değerlendirilmesi için Turistik otelde bir araya gelmişler. Ali Öz’ün verdiği bilgiler doğrultusunda toplantıda benim rüşvete karşı ol­duğum fikri kabul görmüş. Bu durumda çalışma yöntemi hakkında şöyle bir karar alınmış: Bitlis şehir merkezine gelenlerden değil, giden araçların şoförlerinden rüşvet alınacak. Böylece yakalanma riski en aza inecekti.
Kötü haber çabuk yayılıyordu. Ekiplerde görevli polis­lerin rüşvet aldıkları konusu harici bilgiler olarak bana da ulaştı.
Ben rüşveti namus konusu gibi görmekteydim.
Kendisi de halkın bir parçası iken ihtiyaç hissedildiği için polislik mertebesini ele geçiren zat, kendi hemcinsi­nin kemiğini yalama acizliğini göstermemeliydi.
Konuyu müdürümüzle sıcağı sıcağına paylaşmalıydım. İlk bilgiyi benden duymalıydı.
Makam odasına gittim ve duyduklarımı anlattım. Pe­şine de ekledim: “Takip edeceğim ve yakaladığımı geti­receğim.”
Ayaktaydım. Beni dinledi ve şunları söyledi:
“Bölge trafiğin rüşvet aldığı ile ilgili bana da ihbarlar geliyordu.”
Devam etti:
“Zaten şüpheleniyordum.”
Birden bire sordum. Daha doğrusu gayri ihtiyari ağ­zımdan çıktı:
“Benden de mi?”
“Evet, senden de.”
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Bu lafı duymuştum ama vücuttaki tepkisinin nasıl ola­cağını bilmiyordum. Orada öğrenmiş oldum.
Kendimi aklamak için rüşvet alan personeli mutlaka tespit etmeli ve müdürün karşısına çıkarmalıydım.
Bunun için özel bir gayrette bulundum. Devamlı kont­rol yaptım. Sivil insanlarla irtibat kurdum. Minibüs esnafı ile dostluklar oluşturdum. Sonuçta ehliyetsiz bir sürücü­nün polise rüşvet verdiğini tespit ettim. Rüşvet alan po­lisleri belirledim.
Hem rüşveti alanlar cezalandırılacaktı. Hem de ben aklanmış olacaktım. Memur, eğer amiri ile birlikte rüşvete ortaksa yakalandığında, amirini de ele verecekti. Bu, hep böyle olmaktaydı.
Minibüs şoförünü müdüriyet dışında beklettim. İlgili müdüre yalnız çıktım. Rüşvet olayıyla ilgili bilgi sundum.
Beni dinledikten sonra durdu. Pencereye baktı. Sonra önüne döndü. Gözüme bakamıyordu.
“Şimdi olmaz”, dedi. “Vali yeni geldi. Burada devamlı rüşvet alındığını sanır.”
Belki de benim aktardıklarımın yeterli kanıt oluşturma­yacağını düşündü.
*
Ankara, gönderdiği bir emirde otobüs ve kamyon şoförlerini zaman zaman bölge trafik merkezinde bir ara­ya getirerek içecek ve pasta ikram etmemizi istemişti. Hem biraz dinlenmiş olacaklardı, hem de kurallar konu­sunda kendilerini aydınlatacaktık.
Hız sınırlarına uymalıydılar.
Bir defada dört saatten fazla araç sürmemeliydiler.
Polise rüşvet vermekten kaçınmalıydılar.
Kimi dinliyordu.
Kimi “Bıraksanız da gitsek” diye sabırsızlanıyordu.
Samimi ortamda şunu söyleyenler de oluyordu: “Ay sonunda bu arabanın bonosu ödenecek. Ben bu parayı bir araya getirip getirmeyeceğime bakarım.”
Bu, şu demekti: “Siz ne derseniz deyin, ben para­yı denkleştirinceye kadar kural mural tanımam. Borcu ödemek için değil dört saat, on dört saat bile direksiyon sallarım.”
Gerçekten şoför esnafı zor koşullarda çalışıyordu. Bu insanlardan rüşvet almak hiçbir polisin, hiçbir kamu gö­revlisinin harcı olmamalıydı.
Ne var ki ahlaken zayıf karakterli toplumların içinden çıkan polisler, bu zafiyetlerini görev yaparken gösterecek­lerdi.
Polis memuru Ali Öz, sonraki yıllarda samimi bir or­tamda şunları anlatmıştı:
“Babam ekmeğini taştan çıkarıyordu. Küçük bir kam­yonu vardı. Taş ocağında çalışıyordu. Ben polis olmadan önce bu kamyonda çalıştım. Ehliyetim yetersiz olduğu için trafik polisine çok on liralar verdim. Şimdi bu on lira­ları çıkarmalıyım.”
Diğer bir polisimiz Muzaffer ise şunları söylemişti:
“Neden bizi bu kadar sıkıştırıyorsunuz. Biz Bitlis’e gel­meden önce çalıştığımız kadrolarda rüşvet almadığımız için ceza olarak çevre koruma nöbeti tuttuk. Şimdi rüşvet alıyoruz diye siz çevre koruma nöbeti tutturuyorsunuz. Bizi rüşvete oradaki amir arkadaşlarınız alıştırdılar.”
Muzaffer, Edirneliydi. Sonraki yıllarda Edirne’de çalı­şırken pırıl pırıl Trakyalılar tanıdım. Hepsi dürüst insan­lardı. Trakyalı bu insanlar arasından Muzaffer gibi çok meslektaş da tanımıştım. Neredeyse hepsi rüşvete me­yillilerdi. Nasıl oluyordu da vatandaş olarak pırıl pırıl olan bu insanlar polislik mesleğine girince bozuluyorlardı. Bu bir araştırma konusuydu. Polisliğin, düzgün insanı nasıl bozduğunun kanıtıydı. Bozukluğu düzeltecek polis, kendi kendini çirkinleştiriyordu.
*
Polisin kötü hastalığı sadece rüşvet miydi?
İşkence de polisin hastalığıydı.
Birinde polisin gözü vatandaşın cebindeydi.
Diğerinde eli vücudundaydı.
Birinde cebini acıtıyordu.
Diğerinde tenini acıtıyordu.
Birinde aciz bir dilenci oluyordu.
Diğerinde gaddar bir öcü kılığındaydı.
İkisinde de kötü muamele yapıyordu.
İkisinde de insanlık suçu işliyordu.
Ve de bütün bunları, sırtını devlete dayayarak yapı­yordu.
Peki, o vatandaş sırtını nereye dayamalıydı?
Devlet, vatandaşını acz içinde bırakmak için değil, va­tandaşına sahip olmak için vardır. Vatandaşını kucakla­mak için vardır.
Bir lokma, bir hırka diyerek sürekli yolunan bir millet­ten ne beklenebilir ki…
Bir milleti bu kadar gagalamak niye…
Sıkıştıkça zam yapmak niye…
Vergi yüklemek niye…
Ezmek niye…
Hâlbuki devlet halkının refah düzeyini yükseltmek için vardır.
Birini iki etmek için vardır.
Ama sen onu Kuran kursunda döv.
İlkokulda döv. Eti senin kemiği benim, de.
Askerde döv.
Sokakta polisin dövsün.
Kendi milletini şamar oğlanına çeviren bir devlet ola­bilir mi?
Sonra da de ki; halk, layık olduğu yönetimi seçer.
Gerçekten kaliteli halk mı devletini geliştirir?
Yoksa devlet mi halkını bilinçli düzeye taşır?
Kuşkusuz bu tartışma bilim adamlarını ilgilendirir.
Ama gördüğümüz bir gerçek vardır. Vatandaşını dö­ven, vatandaşına söven, cebindeki parasını soyan devle­tin parayla çalıştırdığı bir kısım polisler değil midir? Ücret­le çalışan bir takım kamu görevlileri değil midir?
Devlet onları “kiralık adam” mı tuttu da halkın burnun­dan getiriyorlar?
Ya da bu halk, kendilerine sadistlik yapılmasından ke­yif mi alıyor?
Demokrasilerde halk, iyi şeylere layıktır. Kendisini en iyi yönetsin diye en az kötü olanları seçer.
Demek ki bizde “en az kötü”ler bile beter vaziyette ki varın siz “çok kötü”lerin halini düşünün!
Zaten din mektebinde, devletin okulunda, asker oca­ğında, hatta sokağında dövülen halktan, “iyi”lerin çıkabi­leceğini nasıl beklersiniz ki…
Bütün bunların önüne geçmek için basit bir formül vardır.
Devlet, 81 ilin emniyet müdürünü Ankara’ya çağıra­cak.
Onlara tek bir cümle söyleyecek.
“İşkence ve rüşvet istemiyorum” diyecek.
Öyle resmi yazıyla falan değil, bizzat ve kararlı bir şe­kilde söyleyecek. Söylerken hepsinin gözlerinin içine ba­kacak. Rol yapmayacak.
Bu cümle televizyonlar önünde halkın göreceği şekilde tekrar tekrar verilecek. Hani, polis bir cop vurur da peş­peşe birçok kere vurdu gibi gösterilir ya…
Onun gibi gösterilecek.
“İşkence ve rüşvet istemiyorum” lafını 81 il emniyet müdürüne bizzat halkın iktidara getirdiği başbakan söy­leyecek.
İnanarak söyleyecek.
İnandırarak söyleyecek.
Kararlı söyleyecek.
“İşkence ve rüşvet istemiyorum” diyecek.
Vatandaşın cebine veya tenine darbe geldiğinde aynı darbeyi Ankara’da başbakan da hissedecek. Onun da içi acıyacak.
Şimdiki manzara böyle mi?
Hâlâ yüzde beş okumaz yazmaz insan varsa…
Sokak çocuğu sayısı 200 binlere ulaşmışsa…
Üniversiteden nasibini alanların oranı yüzde 12’de kal­mışsa…
Vurursun, döversin, söversin.
Ta ki bilinçli bir toplum oluncaya kadar…
*
Mersin’den gelen genç bir galerici, Murat 124 arabam olduğunu duyunca benimle görüşmek istediğini belirtti. Satarsan arabana talibim, dedi.  
Böyle bir niyetim yoktu. Daha iyi ve yeni bir araba almak için maddi durumum müsait değildi.
Duyduğum kadarıyla Adana ve Mersin taraflarında bu araçlar prim yaptığı için bazı uyanık galericiler doğu ille­rinden alıp orada satıyorlarmış.
Ama burada söylemek istediğim esas konu araba alın­ması ya da satılması değil, Türkiye’nin rüşvete bakışını dillendirmektir.
Genç adam konuşkan biriydi. Sohbeti ilerlettik.
Ona göre bölge trafik başkomiserinin daha iyi bir ara­bası olmalıydı.
Üstelik nasıl olur da bölge trafikte çalışan başkomise­rin daha iyi bir araba alacak parası olmayabilirdi.
Kuşkusuz beni tanımıyordu. Ama benim adıma ka­rar verebiliyordu. Verdiği kararın dayanağı ise gelirken Şanlıurfa’da gördüğü trafik uygulamalarında polisin tu­tumuydu. Şanlıurfa çıkışında yapılan bir kontrolde rüşvet vermek zorunda kalmış. Çok geçmeden yeni bir trafik kontrolüne tabi tutulmuş ve ikinci kez rüşvet vermiş.
Bütün bunları gülerek anlatıyordu. Rüşvet vermiş ol­maktan yana şikâyeti yokmuş gibi davranıyordu. Ama canını sıkan konu, iki kontrol noktasının yakınlığıydı. Bir­birini görecek kadar yakın iki ayrı trafik ekibinden ceza yemeyi içine sindiremiyordu.
Şanlıurfa’da ekiplerin güvenliği için birbirine yakın uy­gulama yapılabilirdi. Ama en azından farklı yönlere giden araçları kontrol edebilirlerdi. Bu durum onların görev an­layışıydı. Onların tasarrufuydu. Ama sivil bir insan, sohbet ortamı da olsa kendisinin rüşvet verdiğini, iki polis ekibi­nin de rüşvet aldığını söylüyordu.
Bütün bunlardan sonra şöyle değerlendiriyordu: Bölge trafikçiler beşyüz metrede iki kez rüşvet aldıklarına göre özel arabalarını yenilemeleri zor olmasa gerektir.
Evet, böyle düşündüğünü söylüyordu. Ama neticede bir suçu ihbar etmiş oluyordu. Doğru söylüyorsa iki tra­fik ekibi personeli ve kendisi hakkında işlem yapılmalıydı. Yok eğer, yalan söylüyorsa devletin polisine iftira atmak­tan yine işlem yapılmalıydı.
Konuyla ilgili sadece Şanlıurfa bölge trafik denetleme şube müdürünü telefonla bilgilendirdim. Sonucunu da bilmiyorum.
Aslında çıkarılacak dersler vardı:
Bir… Para kazanmak isteyen kurnaz bir genç, doğuda­ki insanların gözü açılmadan gelip ellerindeki Murat 124 otoları ucuza alıp pazarlamayı düşünmektedir. Maalesef üretime dayalı bir hizmet değildir. Fırsatçılık ön plandadır.
İki… Trafik polisinin, beşyüz metre arayla aynı şoför­den iki kez rüşvet alacak kadar gözü dönmüştür.
Üç… Devleti temsil ettiğine inanılan polis, yönetilen tarafından ironik biçimde eleştirilebilmektedir.
Dört… Davranış biçimi, birçok hukuksal sonuç doğur­masına karşın, ben dâhil hiç kimsede “tık” yoktur.
İnsanın, “Pes yani” diyeceği geliyor!
*
Bitlis’te toplumumuzu kemiren sosyal bir yarayı daha yakından tanıma imkânı buldum: Şeyhlik.
Aslında bu kavram bana yabancı değildi. İçinde “Mol­la” sözcüğü olan bir sülaleden geliyordum. İlçem Pira­ziz’deki “Pir” ön eki, yetiştiğim çevre hakkında kanaat oluşturabiliyordu. Nüfus cüzdanımdaki doğum yeri hane­sinde “Eren” yazılıydı. Şeyhli, Şeyhmusa, Hasanşeyh gibi köylerimiz vardı.
Üstelik ilçemizde Tirealioğulları adıyla bilinen bir “Bey­lik” vardı. Piraziz’deki toprağın sahibiydiler. Söz sahibi de onlardı. Hizan’da ve Norşin’deki bazı sülaleler gibi…
Eski bakanlardan Kamuran İnan, Hizan’daki şeyhler­dendi. Geniş bir çiftlikte yaşamışlardır. Halk gelip mec­canen bu çiftlikte çalışmaktadır. Suni bir göl bu çiftliğe ayrı bir güzellik katmaktadır. Çiftlikte fındık dâhil birçok bitkinin yetiştirilmesi dikkat çekicidir. Ziyaret için gelenlerin, çiftlik girişindeki şeyh mezarına yüz sürmeleri ma­nidardır.
Kenan Evren’in ilah gibi olduğu yıllarda Bitlis vilayet binasında yaptığı balkon konuşmasında halkın, Kenan Ev­ren yerine, “şıh” olarak gördükleri Kamuran İnan’a sevgi gösterisinde bulunmaları derhal balkondan uzaklaştırıl­masına yol açmıştır.
Şeyhlik ya da şıhlık müessesesi bugüne kadar çoktan yıkılmalıydı. Üstelik devrim kanunlarıyla resmen yasaklan­mıştı. Ama nasıl bir virüstür ki dinsel öğelerle beslendiği için Türk milleti bir türlü bu illetten kurtulamamaktadır.
Yörede bizzat gördüğüm için bazı uygulamaları pay­laşmalıyım: Şeyhlik, babadan oğula geçmektedir. Bütün aile bireyleri şeyh olarak ‘kabul’ görmektedir. Şeyh ailesi dışından insanlar ise “mürit” olarak anılmaktadırlar.  
Şeyh’e ve şeyh ailesinden gelene mutlak itaat esastır. Komutanın çağırdığı asker, nasıl koşarak gelip esas duruş gösterirse müritler aynı şekilde itaat etmek durumunda­dırlar. Şeyhler, aynı zamanda yörenin kanaat önderleridir. Devletle olan ilişkileri onlar düzenlerler. Eksiğinden dolayı trafikten men edilen traktörü şeyhlerden biri gelir ve ek­siğini tamamlamayı taahhüt ederek polisten alır. Böylece şeyhin itibarı daha da artar.
Müritler cahil ve garibandırlar. Türkçeyi zor konuşur­lar. Trafik kontrollerimiz sırasında bazı minibüslerin ve otobüslerin topluca şeyh ziyaretine gittiğini görürdük. Şeyhe, başta bıldırcın kavurması olmak üzere yiyecek ve hediyeler götürülürdü.
Şeyh ve ailesi kurnaz ve bilgilidirler. Kabul odasında oturtulan müritlerin hangi hediyeyi getirdiğini şeyh, min­der renginden bilirdi. Bu da onun “Derin adam” unvanına daha da derinlik kazandırırdı.
Şeyh ailesinden genç insanlarla dostluğum olmuştu. Onlarla sohbet ediyordum. Orada yaşananlarla Piraziz’de gördüğüm “Beylik” statüsünü karşılaştırma şansı bulu­yordum.
Şeyh arkadaşlarımdan biri gelerek bir köylünün tra­fikten men ettiğimiz traktörünü bırakmamızı istedi. Kayıt tescilsiz bir traktördü. Bana hafta sonu traktörün birkaç eksiğini Tatvan’da Sanayi çarşısındaki Şirin Usta’ya yap­tıracaklarını ve pazartesi günü trafiğe kaydettireceklerini söylediler. Traktör pazartesi günü gelmeyince hem zi­yaret, hem de bu durumu sormak için Güroymak’a git­tim. İşyerinde çay içmeye geldiğimi söyledim. Hürmetle karşıladılar. Az ileride hiç tamir görmemiş traktör aynı haliyle park etmiş duruyordu. Ne Şirin Usta’ya gitmişti, ne de tescili yaptırılmıştı? Dobra dobra ve samimi bir şekilde “Niye yalan söyledin, traktör aynen duruyor” de­dim. Genç şeyh mahcup olmuştu. Onun suskunluğunu ve çaresizliğini gören bir müridi hemen devreye girmiş ve zevahiri kurtarmaya çalışmıştı: “Yalan değil beyim, yanlış yanlış…”
‘Şeyh yalan söylemez, ama yanlışlık olabilir’ demek is­tiyordu. Ben üsteledikçe “yanlış” kavramını öne çıkarmak istiyordu.
Bir şeyh nasıl olur da müritlerinin önünde yalancılıkla suçlanabilirdi.
Konuyu, şakayla dengeleyerek traktörün kaydının ya­pılmasını sağlamıştık.
Genç şeyhlerden, büyük şehirlerde yaşayanları da ta­nımıştım. Aynı yaşlardaydık. Kolay anlaşıyorduk. Onlar Bitlis’e geldiklerinde içki içmediklerini, içmek zorunda kalırlarsa kırsal alanda kimseye görünmeden bu işi yap­tıklarını söylüyorlardı. Dönüş sırasında kendilerine bağ­lılıklarını bildirmek için yanlarına kadar gelen müritlere içki kokusu hissettirmemek için olabildiğince uzaktan el verdiklerini belirtiyorlardı.
Piraziz’de büyüklerimiz, “Bey” sülalesinden olanla­ra, yaşı ne olursa olsun “Bey dayı” diye hitap ederlerdi. Beyler, politikada ve sosyal yaşamda halkın önündeydiler. Halkı maraba olarak çalıştırıyorlardı. Devletin yanında yer alarak sivrilmeye çalışan köylüye kötülük yapmada sakın­ca görmüyorlardı. Onların arabaları vardı. Piraziz konak­larında onlar otururdu. Çocukları pırıl pırıldı. İyi giyinirler­di. Köylü çocuğun yüzündeki utangaçlığı onlarda görmek mümkün değildi. Özgüvenleri fazlaydı. Köylü çocuklardan arkadaş edinmezlerdi.
1900’lerin başlarında devlet; toprağı ve hayvanı karşı­lığında Piraziz halkından vergi istemiştir. Parası olmayan halk; hayvanını yaylaya kaçırarak kurtulmuş, fakat vergi ödeyemediği için arazisine tapu alamamıştır. Bunu fırsat bilen Bey sülalesi, köylünün ekip diktiği araziye kendileri adına tapu çıkarmışlardır. Böylece halk, toprağın sahibi iken Bey’in yarıcısı durumuna düşmüştür.
Türk filmlerinde gördüğümüz “Ağalık” sistemi de top­rak ve mal varlığı sistemine dayanmaktadır. Ağa, tipik bir köylüdür. Sadece toprak zenginidir.
Piraziz’deki Bey sülalesine mensup olanlar, sosyal ve kültürel yönden köylüden ileri düzeydedirler. Büyük kent­lerde yaşarlar. Fındık zamanı Piraziz’e gelirler. Medeni bir görünüm sergilerler. Belki de bunun için “Ağa” yerine “Bey” kavramı kullanılmıştır.
Piraziz’deki Beylik sistemi kot pantolon ve tişörtlerin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı 1980’lerde tarihe karışmıştır. Ucuz ve kullanışlı olan bu giysiler, kişiler arası görüntü birliği sağlamada etkin olmuşlardır.
Ağalık sistemini de artık Türk filmlerinde görmekteyiz.
Ama şeyhlik sistemi bir türlü bitmemektedir. Yeri gel­mişken söylemeliyim ki şeyhlik sisteminin bitmesiyle Tür­kiye birçok sorununu da halletmiş olacaktır. Ama sistemli olarak bu konu devam ettirilmektedir. Atatürk döneminde bile yasa çıkarıldığı halde 90 yıldır bitmemesi manidardır.
Şeyhlik müessesesinin içine, beylik ve ağalığın aksine “din” unsuru karıştırılmıştır. Büyük Atatürk şeyhliği ka­nunla kaldırmak isterken din duygularını zedelemekten kaçınmıştır. Sonraki dönemlerde din unsurundan arındı­rılarak yok edileceğini düşünmüştür. Ancak din, bilgisiz insanların elinde öylesine bir afyon olmuştur ki bugün halk katmanlarının çoğu serseri mayın gibi dolaştıklarının farkında bile değillerdir.
Ağaların zalimce uygulamaları karşısında başkaldı­rıların olduğunu Türk filmlerinden görmek mümkünken şeyhlikteki mutlak itaat, insanı “birey” olma özelliğinden mahrum kılmaktadır.
Kutsal İslam dinine göre Müslüman biri, Fatiha Suresini her okuduğunda “Yalnız sana kulluk ederim, yalnız senden yardım beklerim” diyerek biat edilenin sadece Yüce Allah olduğuna inanmışken, dayatma sonucu şeyh adı verilen bir faniye biat edilmesi gerçekten utanç vericidir.
Türk halkı, Arap kültürsüzlüğünden ve Osmanlının kötü alışkanlığından derhal vaz geçmelidir. Kendi keyfi için başka bir bireyi kullanmamalıdır. Yöneticiler, devlet gücünü ve imkânını sadece vatandaşın refahı için harca­malıdır.
Avrupalı başbakan işine bisikletle giderken bizde sü­rüyle araba konvoyu arasında gitmek sadece Osmanlı özentisidir. Hâlâ çağdaş olunamadığının göstergesidir.
Türkiye bu anlamda gariplikler ülkesidir. Seçilen ya da atanan kişi, halka hizmet etme vaadiyle göreve getiril­miştir. Ama nedense hep kendisine hizmet edilir. Arabayla taşınırlar. Pazardan maydanozları alınır. Eşi kuaföre, ço­cukları okula götürülür. Ellerindeki şemsiyeleri, çantaları taşınır. Abdest alacaksa ibrikleri tutulur. Havluları verilir.  
Kim demiş ki “kölelik” eskidendi diye…
Sözde seçilenlere hizmet için gelmişlerdi.
Resmen kendilerine hizmet ettirmektedirler.
Ayrıca bir de hediye bölüşümü vardır ki tipik bir az gelişmişlik örneğidir. Ben bunu modern dilencilik olarak da yorumluyorum. Makam arabaları, koruma arabaları büyük şatafatlarla taşra iline gider. Orada herhangi bir açılışa, törene ya da başka bir etkinliğe katılır. Misafirper­ver olan Türk halkı geleni boş çevirmez. Elinde neyi varsa gelene de ikram eder. Göbekleri büyümüş makam şoför­leri şimdi bagaj başındadırlar. Kısa saçlı, siyah takım elbi­seli genç korumalar kış yiyeceği tedarik eden karıncalar gibidirler. Hediyeleri, kırmızı plakalı araçların bagajlarına özenle yerleştirirler. Ankara’ya gelince de paylaşılır.
Yani seçilen, seçene vereceğine seçenden alıp götürür.
Seçilene hizmet edeceğine, kendisine hizmet ettirir.
Sonra da korktuğu için korumalarla dolaşır.
Bu insanlar halk tarafından beğenilmezlerse seçilebi­lirler miydi?
Elbette hayır!
İnsan, kendini seçen halktan korkar mı?
Korkak insanlar, halkı yönetebilir mi?
Bazen korktukları için, bazen hava atmak için, bazen de çantasını, şemsiyesini taşıtmak için yapmacık bir kala­balık yaratırlar ki dostlar işbaşında görsünler.
İnsanoğlunun yaratılışında pohpohlanmak vardır. Ken­disine hizmet edilme beklentisi vardır.  
Şoförün hızlıca koşarak kapıyı açması, ardından gi­rinceye kadar bekleyip sonra kapatması hoşuna gider. Aslında hem kendisi, hem de şoför; Tanrı katında eşit yaratılmışlardır.
Hani derler ya...!
Şeyh uçmaz, müridi uçurur.
Aslında şoförün yasalarla bu yönde verilmiş bir görevi yoktur. Ama hem “efendisini” uçurur, hem de bagaja gi­ren malzemeden pay alır. Küçük avantalarla o da “alan” saflarına karışır. Ne gariptir ki hem efendisi, hem de ken­disi kamuoyunda “veren” olarak bilinmektedir.
Halka hizmet için gelenlerin bir de konut lüksleri vardır ki bu durum birçok olayı aydınlatmaya yetmektedir.
İllerdeki vali konakları, ilçelerdeki kaymakam evleri buna örnektir.
Son Osmanlı padişahlarının yaşadığı Topkapı ve Dol­mabahçe sarayları herkesçe bilinmektedir. Özellikle Dol­mabahçe sarayı, gerilemekte olan İmparatorluğun “Biz ölmedik, hâlâ ayaktayız” mesajını vermek için debdebeli olarak yaptırdıkları bir saraydır. Ne yazık ki ilk dış borcun, bu sarayın yapımıyla alındığı bilinmektedir.
Padişahlar bununla yetinmemişler, yazlık Beylerbeyi sarayından başka Maslak koruluğunda, Ihlamur’da, Bey­koz’da, Küçüksu’da köşk ve kasırlar yaptırmışlardır. Yıl­dız’daki Şale, Göztepe’deki Filizi, Haliç’teki Aynalıkavak bu amaçla yapılanlardandır. Söylenenlere göre serin olan yerlere asılan etlerden en son bozulan yere bir köşk ya­pılırmış.
İşte bütün bu savrukça davranışlar altı yüz yıllık koca bir imparatorluğun sonunu getirmeye yetmişti. Bugün, henüz iki yüz yıllık olan Amerikalılar, nasıl Osmanlılar gibi uzun yaşarız diye İmparatorluğun iyi yönlerini örnek al­makta, Osmanlıların yaptıkları hatalardan da uzak dur­maktadırlar.
Günümüzün vali konakları aynen padişahların köşkle­rini andırmaktadır.
Bu kervana kaymakamlar, emniyet müdürleri, diğer kamu görevlileri de katılmışlardır.
Sınıf arkadaşım Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simon­lar Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabında, kendisine hizmet eden 22 personeli 10 kişiye düşürdüğünü belirti­yordu. Emniyet müdürü lojmanının on dönüm bahçe için­de 200 metrekare olduğunu yazıyordu. Padişahların Filizi Köşkü ve Küçüksu Kasrı, inanın daha küçük bir alanda inşa edilmiştir. Kitabında belirttiği gibi üç maymunu oy­nayıp hayatını rahata erdirmesi mümkünken onurundan utanacağı yapısı, dört yıl mahpus yaşamasına neden ol­muştu.
Köşk yaptıramayan müdürler de apartmandaki iki da­ireyi birleştirmek suretiyle farklılıklarını ortaya koymuş­lardır.
TRT yetkilisinin jakuzili lojmanına ne demeli? Gazete­ler günlerce yazmıştı. Banyosuna ve diğer yerlere eşinin isteğiyle yapılan onarım parası, neredeyse yeni bir daire fiyatına denk geliyordu.
Sözde hizmet için gelenlerin lüksüne bakın! Eğer bu düşüncedeki insanlar bu nimetlerden yoksun olsalar “Elalemin enayisi ben miyim” deyip bu tür görevlerden kaçarlar. Onları görevde tutan memleket aşkı değil, ni­metlerden yararlanma hırsıdır. Konaktır, jakuzili lojmandır. Yurtdışı gezileridir, harcırahtır. Maaş ikramiyeleridir. Çün­kü hizmetler insan odaklı değil, koltuk odaklıdır. Bizde böyle şatafatlar yaşanırken ünlü Time dergisi Almanya başbakanı Angela Merkel’in sıradan bir apartman daire­sinde oturduğunu yazıyordu.
Bir genel müdürün eşi de, kendisine Corolla yerine Ca­rina otomobil almadığı için kocasının yolsuzluklarını ele vermemiş miydi?
“Şatafat” olan yerde koltuk çılgınları da türüyordu.
Tıpkı para için her köşe başında bir dincinin türediği gibi…
Memleketi ayakta tutan bir avuç ahlaklı Türk evladıdır. Onlar, Büyük Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasındaki on beş yılda yaktığı ışığın aydınlığında ülkemizi bugünlere getirebilmişlerdir.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletini hazır bir şekilde kucağında bulan halk zaman zaman zor durumlara düş­müş, hatta her on yılda bir baygınlık geçirmeye başlamış­tır. Bu gibi durumlarda askeri müdahale ile şok verilmiş ve tehlikeler ‘sözde’ bertaraf edilmiştir. Bu duruma alışan halk, çözüm üretme konusunda gayret göstermemiştir. Bir istisna olarak gezi çocuklarıyla birlikte, memleket me­selelerini sahiplenmeleri gerektiğini anlayabilmiştir. Bun­da da zalimce “cop” ve “gaz” yedirilerek yıldırılmışlardır.
Bütün bunlara milletvekillerine verilen yüksek maaşları ve “kıyak” özlük haklarını eklediğimizde biat kültürüne ne kadar yer verildiğini görmek mümkün olur. Hâlbuki mil­letvekilleri asgari ücretten maaş almalıdırlar. Asgari ücret alanların aylıkları arttıkça milletvekili maaşları da artmalıdır.
Emniyet teşkilatında yapılanlar da aynısıdır. Bir daire başkanının maaşı, aynı rütbedeki emniyet müdüründen dörtte bir oranında daha fazladır. Amaç yine biat kültürü yaratmaktır. “Bak sana şu kadar fazla para veriyorum. Bu imkânı kaçırmamak için bana biat et. Söylediklerimi aynen yap.”
İçinde yasal olmayan istekler de olunca personel iki­lem içinde kalmaktadır.
Koltuk sahibi olmak ya da olmamak!
Koltuk sahibi olursan aile içinde, çevrede itibarın olur. Ekonomin düzelir. Kamu menfaatlerinden daha çok yarar­lanırsın. Koltuk sahibi değilsen “düz memur” gibi addedi­lirsin. Sıradan bir yaşam sürdürürsün.
Çoğu kere koltuğun cazibesine dayanamayanlar, be­cerileri de yoksa, kendilerini koltuğa taşıyacaklara taviz vermek zorundadırlar. Kendilerini, onların istediği kanun­suz işleri yapmak mecburiyetinde hissederler. Taviz verdi­ği konu bir suç doğurmuşsa hiç kimse onu kurtaramaz ve koltukta yaşadığı laylaylom günleri çabucak biter ve sonu cezaevine kadar gider.
Birine yaslanmayanlar ise belki üst görevlere gelip kamu menfaatlerinden yararlanamazlar ama hiç değilse başları da ağrımaz. Ne demişler? Ağaca yaslanma devrilir, insana yaslanma ölür.
Anlatacağım örnek olay Edirne’de gerçekleşmiştir. Bir moral yemeğinde samimi bir hava olduğunu gören polisi­mizin eşi, emniyet müdürüne şunu söyleyebilmiştir.  
“Müdür bey! Benim kocamı Kapıkule’ye verin de koo­peratif taksitlerini ödeyelim.”
Tam bir Anadolu saflığıydı. Kapıkule gümrük kapısın­dan rant geleceğini biliyordu ama rüşvetin suç oluştura­cağını düşünemiyordu.
Bir başka gerçek de birinci sınıf bir emniyet müdü­rü eşinin sözlerinde gizliydi. “Yurt dışına ilk gittiğimizde gençtik. Para tutamadık. Şimdi çocuklar büyüdü. Evlen­dirmek için para lazım. Yeniden gitmek için talepte bu­lunduk.”
Birçoğumuz hiç yurt dışı göreve gidememişken o sanki Kızılay’a gidiyor gibiydi. Nitekim bu defa emniyet müşaviri olarak gitmişti.
Arabesk bir yönetim anlayışımız vardı.
Görevler; kıdeme ve liyakate göre olması gerekirken kooperatif borcuna ya da çocukların düğün masrafına göre veriliyordu.
Eskiden söz konusu vatansa gerisi teferruattır, denili­yordu. Şimdi ise bal tutanın parmağını yaladığı dönemdir.
Bütün bunlar ülke yönetimi için riskli davranışlardır. “Yukarıdakiler” ve “Aşağıdakiler” diye iki kutup yaratır.
Hele de üst yöneticiler; padişahlar gibi konaklarda oturmaya özenirse…
Şehir duvarlarına asılan posterleri büyürse…
Konvoyundaki araç sayısı çoğalırsa…
Koruma personeli artırılırsa…
Fark, uçuruma gidiyor demektir.
“Yukarı”dakinin refahının artırılması, “Aşağı”dakinin o oranda cebine ve tenine dokunulması demektir.
Aslında şeyhlikten söz ediyorken buralara geldik.
Piraziz’de “Beylik” sona erdi.
Artık Anadolu’da “Ağalık”la ilgili filmler de çekilmiyor.
İnşallah “Şeyhlik” de bir gün bitecektir.
Piraziz’deki “Beylik” sigara alışkanlığı gibiydi. Terk et­memiz zor olmadı. Ama doğudaki “Şeyhlik”, eroin alış­kanlığından daha beterdi. Bu ülke insanının üzerinde çok ciddi bir kamburdur. Eğer Türkiye bir gün bu kamburdan kurtulursa üç şey olacaktır. Birincisi bölücü terör bitecek­tir. İkincisi Türkiye az gelişmişlikten kurtulacaktır. Üçün­cüsü çağdaşlaşma batı seviyelerine ulaşacaktır.
Birkaç yıl önce dinci Fetullah’ın biteceği kimsenin aklı­na gelmezdi. Sürüyle insanın, hatta devlet erkânının bile peşinden koştuğu zat, şimdi ininden bile çıkamamaktadır. Böylece toplumumuz, şeyhlerin bile peşinden koşmaktan vaz geçilebileceğinin sinyallerini vermiştir.
Ne âlâ bir memlekette yaşıyoruz.
Şeyh, müridinin sırtından uçuyor.
Ağa, marabasını kullanıyor.
Müdür, memuruna mobbing uyguluyor.
Patron, işçisini eziyor. Sendika sömürüyor.
YÖK, öğrenciyi öğütüyor.
Aslında şeyh, birkaç kişidir.
Ağa, birkaç kişidir.
Müdür, kişiliğine ipotek konulmuş duruma düşürül­müştür.
Patron, az sayıdadır.
Sendika, 12 Eylül Anayasasının gazabına uğramıştır.
Ama onların temsil ettikleri halk, gerçek “çoğunluk”­tur. Büyük Atatürk’ün ifadesiyle “Türk Milleti”dir.
“Türkiye”nin gerçek sahibidir.
Köylüsü, “milletin efendisi”dir.
Hepsi hizmete susamış bağrı yanık insanlardır.
Yüzlerindeki her bir çizgi, yaşadıklarının kanıtıdır.
Yememiştir, yedirmiştir. Giymemiştir, giydirmiştir.
“Saçını süpürge etti” denilenler bizim anamızdır.
Ama Hanefi Avcı’nın dediği gibi rahat ve huzur içinde yaşayanlar; bir avuç olan ağalar, beyler, şeyhlerdir.
Müdürler, patronlar ya da sendika ağalarıdır.
Hani Tanrı insanı eşit yaratmıştı?
Şimdi ben bu “eşitsizlik”ten ikinci kez nasibimi alıyor­dum. 1982 yılında başkomiserliğe terfi etmem gerekirken nasıl devre arkadaşlarımdan bir yıl geriye bırakılmışsam bu defa 1985 yılında aynı şanssızlığı yaşamıştım. Emniyet amirliğine terfim yapılmamıştı. Sorgu sual edemezdiniz. O yıllarda bilgi edinme kanunu da çıkmamıştı.
Nihayet bir yıl sonra terfi edebildim ve Bitlis’ten Ço­rum’a emniyet amiri olarak atamam yapıldı.



ÇORUM

Çorum’da 1986-1992 yılları arasında emniyet amiri ve şube müdürü rütbesiyle çalıştım. Bu ildeki ilk emniyet müdürüm Ömer İ idi. 1950 yılında kapatılan polis kole­ji, 1958 yılında yeniden açıldığında Konya’dan katılmıştı. 1964 yılında, o zaman ki adıyla polis enstitüsünden me­zun olmuştu.
Halkla ilişkiler konusunda iyi düzeyde olduğu söyle­nemezdi. Gündüz makamında, geceleri ise polis lokalin­deydi.
Sonradan öğrendiğime göre benim için ilk sözü “Bir solak geldi” olmuştu.
Bu, şunu gösteriyordu. Önceki çalıştığım kadrolarda Orta-K’lı istihbaratçı komiserler beni İKK’lı olarak göster­mişlerdi.
Onlara göre İKK’lılar, sakıncalı kişilerdir. Önemli görev­lere getirilmemelidirler. Sürekli takip edilmelidirler.
Bu nedenle kimlerle görüştüğümüz, ne tür faaliyet­lerde bulunduğumuz takip edilirdi. Her ay hakkımızda bir rapor düzenlenerek Ankara’ya gönderilirdi.
İKK’nın ne olduğu, İKK’lının ne duruma düşürüldüğü; yıllar sonra konuştuğumuz Niyazi Palabıyık’ın sözlerinde gizliydi. Palabıyık da istihbaratçıydı. Ünal Erkan’ın emni­yet genel müdürü olduğu yıllar için konuşuyordu: “İKK’yı biz kaldırdık. Zararlı unsurlar diye biliniyorlardı. İnsanlara yazıktır, günahtır dedik.”
Aslında temel hedef şudur: Memleketimizin daha ileri­ye gitmesi için hamle yapan insanları bir ‘etkisizlik alanı’ içinde toplayalım. Yönetimden tecrit edelim. Hiçbir şeye karışmasın­lar. Böylece bizler daha çok yükselme imkânı elde etmiş oluruz.
Hal böyleyken bir de “Yazıktır, günahtır” denilerek acı­nacak gözle bakılması elem verici oluyordu.
Çorum’da iken halı saha furyası henüz başlamamıştı. Ama Ekin caddesindeki lojmanlarımızın arka tarafındaki bir düzlükte futbol maçları yapabiliyorduk. Bülent, istih­baratta çalışan genç bir memurumuzdu. Ayağı, topa ya­kışan biriydi. Evimde özel daktilomun olduğunu öğrenmiş olmalı ki bir rapor hazırlayacağını söyleyerek daktiloyu vermemi istedi. Verdim. Bilgisayarlaşmadığımız yıllardı. Aslında çalıştığı yerde her boydan daktiloyla bu işini hal­ledebilirdi. Demek ki emniyet müdürlüğünde şüpheli bir belge vardı ve o belgenin benim daktilomdan çıkabileceği ihtimali de konuşulmuştu. Ne de olsa onlara göre “Zararlı unsur”dum. Zararlı işler yapabilirdim!
Bülent, futbolda başarılıydı. Umarım, şüpheli belgeyi başka daktilolarda bulma konusunda da başarılı olmuştur.
Resmi yazışmalarda kullandığım imza, bir takım çizgi­lerden ibaretti. Adımı ya da soyadımı çağrıştıran bir yanı yoktu.
Ama emniyet müdürü, personel şube müdürünü uyar­mıştı:  
“Bu adama dikkat edin. İmzası orak çekice benziyor!”
Orak ve çekicin, komünizmin simgesi olduğunu bili­yordum. Orak köylüyü, çekiç işçiyi sembolize ediyordu. Bu lafları duyunca imzama ve orak çekice tekrar baktım. Bana göre alâkası yoktu. Evet, bir takım çizgiler vardı. Keza kişiden kişiye farklı yorumlar yapılabilirdi. Kimi in­sanlar dolunayda bir kadın yüzü gördüklerini söylerler. Ya da yoğun bulutların hareketi sırasında avını yakalamaya çalışan vahşi bir hayvanın siluetini algılayanlar olabilir.

Eğer aynı imza başka birine ait olsaydı emniyet müdü­rünün aklına böyle şeyler gelir miydi?
Hiç sanmam.
Sadece imza mı?
Annemin adı da emniyet müdürümüzün aklını karış­tırmıştı.
Ömer İ’ye göre “Ketalin”, Rus ismini andırıyordu. An­nesi Türk olmayan birinin imzası pek âlâ orak çekici sem­bolize edebilirdi.
Annemin gerçek ismi Ketayin idi. İran’da Ketayun ola­rak kullanılmaktadır. 1300’lerin sonuna kadar Horasan’da yaşayıp sonradan Piraziz’e gelenlerden olduğumuz için is­min oradan geldiği bilinmektedir. Az da olsa doğu bölge­lerimizde kullanılan bir isimdir. Nüfus memurunun y harfi yerine yanlış harf kullanmasıyla kayıtlara Ketalin olarak geçmiştir.
Acı olan, bir ilin güvenliğinden sorumlu olan bir şahsi­yetin ne kadar ucuz yargısız infaz yapabilmesiydi.
Bu cümleyi şöyle de okuyabilirdik: Bir ilin güvenliği kimlere teslim ediliyordu?
*
O yıllarda lisansüstü eğitim almak için ciddi bir çaba içerisine girmiştim. Ömer İ gibi emniyet müdürlerinin bir­çoğunu gördükçe kendi geleceğimden de korkar olmuş­tum. Ama asla onlara benzemek istemiyordum. Başvu­ruda bulunduğum TODAİE, bilginin bilimselini vermeye çalışırken, benim emniyet müdürüm mutat akşam soh­betlerinde bir takım rivayetlerden yola çıkarak başı ke­silen adamın yere düşen başını koltuğunun altına alarak yürüdüğünü -inanarak- anlatıyordu.
Yoksa bir insan, yanlış yazılan bir isimden ya da imza­dan niye korksun ki…
Bu düşüncedeki bir emniyet müdürünün beni çalıştı­racağı birim kuşkusuz “önemsiz” olmalıydı. Lojistik birimi, önemsiz sayılanlardan biriydi ve orada göreve başlatıl­dım. Fiziki iyileştirmeler bu birimde yapılmaktaydı.
Samsun emniyet müdürlüğünde maaş işlemlerinin bil­gisayarla ve çok kısa sürede yapılabildiğini öğrenmiştim. Bilgisayarı kullanan memur tekerlemeyi andıran bir laf söylemişti: “Beş kişinin beş günde yapacağı işi, bir kişi bir saatte yapıyor.”
Bu laf, sanki matematik kurallarını alt üst etmişti.
Maaşlar, uzun şaryolu daktilolarda günlerce yazılarak ay sonuna zorla yetiştiriliyordu.
Gece gündüz Samsun’daki memurun lafını düşünüyor­dum.
Nasıl olur da beş günde yapılacak iş bir saatte yapı­labilirdi?
Üstelik bir kişiyle…
Neresinden bakılırsa bakılsın harika bir işti.
Bizim de mutlaka bilgisayara kavuşmamız gerekiyor­du. Genel müdürlük imkânlarıyla böyle bir şansımızın ol­madığını biliyorduk.
Tek şansımız polis merkezleri yaptırma derneği para­sından kullanabilmekti.
Emniyet müdürü buradaki paranın polisevi yapımında harcanacağını söyleyerek teklifimi geri çeviriyordu.
Başı kesilen birinin yürüyebileceğine inanan birini, haftalarca süren bir işin bir saatte yapılacağına nasıl inan­dırabilirdim ki..
Ortada ne bilgisayar vardı, ne de maaş programı…
Varsayalım ki emniyet müdürü alınmasını kabul etti. Bilgisayarı kim kullanacaktı?
Günler geçiyordu. Ama ben hâlâ Samsun’daki memu­run lafını düşünüyordum.
Bu iş, bir saate nasıl düşerdi?
Bu tılsımı çözememekten rahatsız olmuştum.
Aklıma aykırı bir fikir geldi. Polisevi binasının yapımı için bankadaki paranın bir miktar faizi vardı. Bu faiz para­sı da bilgisayar fiyatını karşılamaya yeterli geliyordu.
Batıl inançlara sahip olan emniyet müdürüne, faiz ka­rışan parayla yapılan binanın sağlam olmayacağını belirt­tim.
Sonuçta bu öneri kabul gördü ve bilgisayar alındı.
Hem sevindim, hem üzüldüm.
Sevindim, çünkü beş günde yapılacak işin bir saatte nasıl yapılacağını gözlerimle görme şansına kavuşacak­tım. Çağın gelişimine ayak uydurabilmenin mutluluğunu yaşayacaktım.
Üzüldüm, çünkü 21’inci yüzyıla girerken bilgisayarı bize kazandıran “hak” değil, “batıl”dı.
Öyle ya da böyle bilgisayar alınmıştı. Ancak kim kul­lanacaktı?
Bir an evvel personel maaşlarını bilgisayarla yapamaz­sak emniyet müdürünün dilinden kurtulamazdım.
Başvuracağımız tek yer, halk eğitim merkeziydi.
Aynı lojmanlarda oturduğumuz iki genç memurumuz Muhsin ve Hüseyin’i ikna ettim. Kendimin zaten org kur­suna gideceğimi belirterek özel arabamla gidip gelebile­ceğimizi söyledim.
“Biz hafta sonu kursa gitmek istemiyoruz” deselerdi yapabileceğim bir şey yoktu. Gidip gelmeyi bahane etme­sinler diye kendi arabamla servis yapıyordum.
Şimdiki aklım olsaydı ben de bilgisayar kursuna gider­dim. Ama o yıllarda bir bilgisayara kavuşmak benim için hayal gibiydi. Üstelik benzeri bazı aletler, çocukların oyun araçları olduğu için benim yaşımdakilere yakıştırılmıyor­du.
Bu nedenle org kursunu seçtim.
Ama kurstaki ilk gün gördüğüm manzara, benim ya­şımdakilere uymuyordu. Öğretmenimiz henüz yirmi yaş­larındaydı. Kursiyerler ise 7-12 yaş grubundaydı. 30’lu yaşlarda onların arasında bulunmak izaha muhtaç bir durumdu. Aklıma gelen bir fikri öğretmenle paylaştım. Ben kursiyer değil, sözde yardımcı öğretmendim. Amacım tu­haflığı, bir nebze de olsa hafifletebilmekti.
Servis şoförlüğüm birkaç hafta sürdü. Genç polis me­murlarımız Muhsin ve Hüseyin kısa sürede lazım gelen bilgiye ulaştılar ve artık dairede bilgisayar mucizesi res­men başlamış oldu.
Gözlerimle gördüm ve inandım ki, beş kişinin beş gün­de yapacağı işi, bilgisayarla bir kişi bir saatte yapabiliyor­muş.
Türkiye, Osmanlı’nın matbaa konusunda yaptığı hata­yı bilgisayarda yapmamalıydı.
Üstelik bilgisayar o kadar maharetli bir aletti ki, iste­nirse geçmişteki kayıp yılları çarçabuk kapatabilirdi. Yıllar süren az gelişmişliğimize son verebilirdi. Yeter ki akıllıca kullanılabilsin.
Çorum’da göreve başladığımda, kadroda onuncu yılı­mı çalışıyordum.
Her geçen gün mesleki bilgi ve becerilerimin artması gerekirken irtifa kaybettiğimi fark ediyordum.
Yabancı bir dil konuşamıyordum. Polis akademisinde iken Fransız Kültür Merkezinde altı kur eğitim alanların mezuniyet sonrasında, alanda eğitim yapmak üzere Fran­sa’ya gönderileceği söylenmişti. Üç yıl boyunca geceleri bu eğitime kendi ödediğim parayla katıldığım halde böyle bir fırsat verilmedi.
Daha önce söylediğim gibi tabanca atışından sıfır de­recede mezun edilmiştim. Ödünç aldığım hava tabancası sayesinde eksiğimi sonradan tamamlayabildim.
Trafik bilirkişiliği yapabileceğimi ancak yedi yıl sonra teksir notları arasında bulduğum müsvedde rapor saye­sinde fark edebildim.
Bütün bu eksiklerimi giderebilmek için TODAİE sınav­larına girmeyi kafama koymuştum. Sürekli kitap ve gaze­te okuyordum.
O yıllarda en çok satılan Sabah gazetesini okumaya başladım.
Ayrıca ikinci bir gazete olarak Cumhuriyet’i okuyor­dum. Birçok makaleyi keserek kendimce arşiv oluştu­ruyordum. TODAİE sınavındaki başarımda hepsi yararlı oldu.
Bu arada sanayi çarşısında genç birini tanımıştım. Adı Yılmaz Yıldırım’dı. Bir aracımıza ait motor bloğunun onarımı konusunda desteğini görmüştüm. Dükkânlarında sürekli Zaman gazetesi bulunurdu. Benim iki gazete oku­duğumu biliyordu. Neden Zaman gazetesi okumadığımı sordu. Ben ekonomik durumumun ancak iki gazete için yeterli olabileceğini söylediğimde kendisinin gönderebile­ceğini söyledi. O günden sonra Zaman gazetesinin dağı­tıcısı bana da bir gazete bırakmaya başladı. Artık günlük üç gazete birden okuyordum.
Hatta terörle mücadele şube müdürü, o yıllarda siyah beyaz çıkan Cumhuriyet ve Zaman gazeteleri için “Okur­ken içiniz kararmıyor mu” diye soruyordu.
Aynı şube müdürü, akşam saatlerinde polis lokalinde ana haberler başladığında televizyonun sesini garsona açtırmayı ihmal etmiyordu. Güncel konulara ne kadar ya­kın olduğunu göstermek için…
Ama gündemdeki en önemli siyasi haber okunurken istekasına yerleştireceği en uygun taşın seçimiyle meşgul oluyordu.
Dolayısıyla haberle ilgili yapılan yorumlarda yeterli olamıyordu.
Kendimi de yeterli görmediğim için mutlaka TODA­İE’deki yüksek lisans programına gidecektim. Orada Tür­kiye’nin, hatta dünyanın sosyal, siyasal, ekonomik ve kül­türel sorunları hakkında daha fazla bilgi sahibi olacaktım.
Çalışmalarım semeresini verdi ve sınavları geçerek 1987 yılında kamu yönetimi uzmanlık programı eğitimi almaya başladım.
Meslek hayatımda ikinci kez durağan döneme giriyor­dum. İlkini 12 Eylül 1980’i takip eden günlerde yaşamış­tım. Müdahale sonrasında askerler yönetime el koydukla­rı için şaşkınlık yaşadığımız bir döneme girmiştik.
Şimdi ise bir eğitim sezonu boyunca ücretli izinli sayı­lıyordum. Herhangi bir görev sorumluluğum yoktu. Üni­forma giymiyordum. En önemlisi telsizden uzaktım. Tel­sizin yarattığı stresi, TODAİE’de, ondan ayrı iken daha iyi anlamıştım.
Hazır stresten uzaklaşmışken sigarayı bırakma kararı­nı da burada aldım ve onbeş yıllık sevimsiz arkadaşıma veda ettim.
Hafta içi Ankara’da, hafta sonu Çorum’daydım.
İkinci yıl tez yazma aşamasıydı. Emniyet genel müdür­lüğü ile TODAİE anlaşması gereği mesleki bir konuda tez çalışması yapabilirdim. Üstelik konu, daha önce işlenme­miş olmalıydı.   
Tez danışma hocasını seçme şansımız vardı.
En titiz hocayı seçmek istiyordum. Eğer başarılı olur­sam yazma konusundaki özgüvenim artmış olacaktı. Mu­zaffer Sencer’i tercih ettim. Çok yönlü olan hocamız özel­likle yönetsel alanda yazdığı kitaplarla ve insan haklarına verdiği önemle dikkati çekiyordu.
Kumar davranışının sosyal boyutu daha önceki tez ça­lışmalarında işlenmemişti. Bu fikrimi hocama ilettiğimde yeni bir konu üzerinde düşünmemi istedi. Sonra ne dü­şündüyse bu konuyu işlememizin uygun olacağını belirtti. Onun ifadesiyle ünlü yazar Dostoyevski bile Kumarbaz adlı bir esere imza atmışsa kumar konusu fevkalade iş­lenebilirdi.
Yıl içerisinde bilimsel bir tez çalışmasının nasıl yapıla­cağını, hangi kurallara uyulacağını da Sencer Hoca’dan dinlemiştik.
Tez çalışmasını, alanda araştırarak yapacaktım. Ho­camız, anket soruları hazırlanarak alandan elde edilecek bilgilerin gerçeği daha çok yansıtacağına inanıyordu.
Öncelikle sorular hazırladım ve bu soruları kumar oy­nayanları en iyi tanıyan kahvehane işleticilerine sordum.
Haftanın ilk dört akşamında dışarı çıkmama kararı alarak çalışmayı bitirip hocaya sundum. Hocanın titizliği bana o kadar yansımıştı ki daktilo ile yazarken bile yan­lış tuş basmamaya özen gösteriyordum. Sonuçta benim titizliğim de faydasını verdi ve hiçbir düzeltmeye gerek kalmadan “Müjde dost, kamu yönetimi uzmanı oldunuz” haberini kendisinden almış oldum.
*
Çorum’daki ikinci emniyet müdürümüz Güner Kalkan­delen’di. O da 1958 yılında ikinci kez açılan polis kolejinin ilk dönem mezunlarındandı.
Ankara bir karar almış ve depoda bulunan standart dışı silahların az bir ücretle personele satılmasını istemişti.
Buna göre illere gönderilecek belli sayıdaki silah, bir komisyon marifetiyle kura ile her rütbeden personele da­ğıtılacaktı.
Komisyonda ben de görevliydim. Emniyet müdürü Güner Kalkandelen ise bizzat başkanlık yapıyordu. Öyle ki tarafsız hareket edildiğini göstermek için bazen en kı­demli bekçiyi, bazen en genç polisi kura için torbanın bu­lunduğu yere çağırıyordu.
Ertesi günü şube müdürü Faik Yazıcı’nın odasına git­tim. Zaman zaman sohbetlerimize katılan başkomiser İlhan da oradaydı. Konu tabancalara geldiğinde “Silah dağıtımında yine katakulli olmuş” dedi.
Tamamen tarafsız bir dağıtım yapıldığına gözlerimle tanık olmuştum. Şimdi de katakulli yapıldığı iddiasına ku­laklarımla tanık oluyordum. Eğer orada bulunmasam ve emniyet müdürünün büyük bir gayretle en adil biçimde dağıtım yaptığını görmesem başkomiserin ortaya attığı iddiaya belki ben de inanacaktım. İşte zanna dayalı bilgi ile bilimsel bilgi farkı buradaydı. Benzeri iddialar meslek yaşamımız boyunca çok olmuştur. Asla inanmamak ge­rektiğini böylece anlamıştım. Zaten TODAİE’ye gitmeyi de bilimsel bilgi farkını görmek için istiyordum.
Güner Kalkandelen müdürümüz polisin sporla ilgilen­mesini isteyenlerdendi. Kayseri müdürüyken Erciyesspor, onun dönemindeki Polisgücü futbol takımının devamı ola­rak ortaya çıkmıştı.
Çorum’daki Polisgücü için katkıları da çoktu. Ekibimiz; polisler ve sivil gönüllülerden oluşuyordu. Takımı maçla­ra, kurs görmüş Halil Göral komiser hazırlıyordu. Ben ise yönetici pozisyonundaydım.
Polisgücü olarak amacımız, polis halk işbirliğini sağla­maktı. Polislerin, sosyal alanda aktivitelere katılarak sa­dece cop sallamadığını kamuoyuna göstermekti.
Ama çoğu kere halkla ilişkileri geliştirmek yerine daha da gergin sonuçlara neden olabiliyorduk. Müsabaka anın­da kendisine faul yapılan polis, futbolcu olduğunu unu­tuyor ve sahada polislik yapmaya kalkıyordu. İyi olsun diye özen gösterdiğimiz polis halk ilişkileri daha da bo­zuluyordu.
Bazen yerli hakemler, polisleri yabancı görerek Çorum takımlarının bazı hatalarını görmezden gelebiliyorlardı.
Bunun için müdür rütbeli olarak oyuncuların sabırla maça devam etmelerini sağlıyorduk. Aynı zamanda hafta boyunca akıttıkları terin karşılığı olarak haklarını koruyor­duk.
Son haftaların birinde Sungurluspor ile önemli bir ma­çımız vardı. Rakip takım, sahte lisansla yabancı oyuncu oynatmış ve galip gelmişti. Bu gerçeği, beyanlarla ifade edebilirdim. Ama yine de bir gazeteci arkadaşıma maç sırasında fotoğraflar çektirdim.
Salı günleri tertip kurulu toplanıp maçların sonuçlarını tescil ederlerdi. Dilekçe ile başvuruda bulundum. Kendim de toplantıya konuk olarak katıldım. Başkan ve dört üye konuyu ele aldılar ve kanıt yok diye Sungurluspor’un ga­libiyetini tescil etmeye yeltendiler.
Maç sırasında çekilen fotoğrafı gösterdiğimde bu defa itirazımızı haklı gördüler ve müsabakayı 3-0 lehimize tes­cil ettiler. Haklarının korunduğunu gören oyuncularımız kalan maçlarda daha da gayret göstererek ligi, grup lideri olarak tamamladılar.
Benzeri haksızlıkların olduğu bir örneği bekçi alımla­rında gördük. 98 müracaat vardı. En iyi yedi kişi, sınav sonucu göreve başlayacaktı. Beş kişilik komisyonda gö­revliydim. Komisyon başkanımız emniyet müdür yardım­cısı Abdulkadir Aydın idi. Emekliliği yaklaşmış, dürüst bir insandı. Kendisine emniyet müdürü Necdet Y tarafından torpil yapılması için verilmiş isimler vardı. Ama o, sınavda başarı gösterenlerin önüne başkasını almak istemiyordu. Dolayısıyla tarafsız bir sınav yapılıyordu.
Konu, kulağına gitmiş olmalı ki biraz sonra emniyet müdürü sınav salonuna gelerek komisyona el koydu ve elindeki listeye göre sonuçları tayin etti.
Emniyet müdürünün bizzat görev aldığı bir konuda, onun atadığı komisyon başkanı ve üyeleri olarak geri adım atmak zorunda kaldık. Ne de olsa emniyet müdürü; cumhurbaşkanı, başbakan ve bakan iradesiyle görevlen­diriliyordu. Onun dediği olmalıydı.
Çok ilginçti. Emniyet müdürü, biri de kurum doktoru olan beş kişilik komisyonu yok hükmünde sayıyordu.
Milletvekili de, başarısız hemşerilerini başarılı olanlara tercih ediyordu. Üstelik “kul hakkı” yiyordu. Bizi de buna alet ediyordu.
Aslında topyekun dejenere olmuştuk. Devletin yer­leşmiş hiçbir sistemi yoktu. Arabesk düşüncedeki insan­lar, bir gece önce düşündüklerini yarın sabah uygula­maya geçirebiliyorlardı. Resmen günübirlik yaşıyorduk. Siyaset adamı Süleyman Demirel, siyasette 24 saatin bile çok uzun bir süre olduğundan söz ederken milletin yapısını da özetlemiş oluyordu. Yapılanlar bilim süzge­cinden geçmediği için sürekli geriye gidiyorduk. Millet­vekilinin verdiği isimler Çorumluydu da diğerleri değil miydi? Milletvekilleri Çorum’un ve bütün Türkiye’nin mil­letvekili değil miydi?
Hem layık olanı bekçi yaptırmıyor, hem de hemşerile­rini ötekileştiriyordu.
Emniyet müdürünü ve milletvekilini bu yanlışlardan arındıracak bir sistemin olmayışı ise tam bir laçkalık ör­neğiydi.
Doğrular, sisteme göre değil kişilere endekslenmiş du­rumdaydı. Emniyet müdür yardımcısı Abdulkadir Aydın’a göre doğru olan şey, Necdet Y’ye veya milletvekiline göre değişebiliyordu.
Tertip kurulu başkanı ve üyeleri de sahte lisanslı fut­bolcuyu bal gibi biliyorlardı. Ama Çorumlu olmadığı için Polisgücü aleyhinde karar vermekte sakınca görmüyor­lardı. Ama siyah beyaz bir fotoğraf işin kimyasını değişti­rebiliyordu.
Silah dağıtımında hiçbir katakulli olmadığının bizzat tanığı olduğum halde iyi tanıdığım İlhan başkomiser zan­na dayalı bilgiyi, doğru bilginin önüne çıkararak insanların kafalarını karıştırabiliyordu.
Bütün bunlar azgelişmişliğin sonucuydu. Ülkemizde az sayıda yetişen kaliteli insanlar siyasetten kaçtıkça mey­dan günübirlikçilere kalıyordu. Sistem “es” geçiliyordu.
Aslında siyaset de kalitesizlikten nasibini alıyordu. İyi bir oy yüzdesiyle iktidara başlayan ANAP, her geçen se­çimde oy kaybederek sıfır düzeylerine iniyordu. Ya “Al­lah’ın ipine sımsıkı sarılın” diyerek dinsel motifler kullan­mak zorunda kalıyor ya da “Benim memurum işini bilir” diyerek sistem dışı davranışlarla günü kurtarmaya çalışıyordu.
Ardından ev ve otomobil kastedilerek iki anahtar va­adiyle iktidara gelenlerin kalıcılığı mümkün görünmüyor­du. Politika üretme yerine partiler arası kavganın prim yapacağına inanılıyordu.
Partilerdeki yozlaşma yöneticileri, yöneticilerdeki yoz­laşma ise yönetilenleri olumsuz etkiliyordu.
*
Polis teşkilatında ilk kez 1988 yılında terfilerin sınavla yapılması kararlaştırıldı.
Buna gerek var mıydı?
Vardı. Çünkü her alanda olduğu gibi mesleğe giriş, meslekteki süre ve meslekten ayrılışlar planlı ve sistemli yapılamadığı için yığılmalar olmaktaydı.
Ya bu üç süreç, ileriyi görecek şekilde planlanmalıydı. Ya da rütbe ilerlemelerinde sınav sistemi uygulanmalıydı.
Sınav uygun görüldü ama sapla saman da birbirine karıştı.
Sınavlarda liyakat kazanacağına hatırlı adamların ver­dikleri isimler terfi ettirildiler. Bu defa zaten sallantıda olan mesleki iç barış bir kez daha darbe aldı.
Gerçekleri ifade edebilmek için bilimsel bir çalışmadan bir cümleyi örnek olarak verelim: “Dördüncü sınıftan bi­rinci sınıfa kadar bütün emniyet müdürlerinin yüzde 38’i Ankara’dakiler arasından terfi etmişlerdir.” (ÖZCAN, Yusuf Ziya – GÜLTEKİN, Recep, “Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi”, Polis Bilimleri Dergisi, Cilt 1, Sayı 4, s.81)
Araştırıcılar, “Amirlerin Ankara’da yoğunlaşması ne An­kara’nın nüfusuna, ne de buradaki olay ve suç sayılarına göre orantılı değildir” diyerek Ankara’nın, ‘suyun başı’ ol­duğuna dikkat çekmektedirler.
Polis üst düzey yöneticileri; mesleklerinin ve meslek­taşlarının yükselmesi için politikalar üretme yerine, poli­tika ürettiklerini sandıkları iktidar partisinin uşağı duru­muna düşmüşlerdir. Bütün inisiyatiflerini kaybetmişlerdir.
Aslında buraya kadar “beceriksizlik” deyip geçebiliriz. Ya da seçilmişlerin bu tür müdahalelerini demokrasi adı­na sinemize çekebiliriz.
Ama “hainlik” yapılması, yenilir yutulur cinsten olmu­yordu.
Bu satırları okuyan meslektaşlarımın zihninde elbette şimdi onlarca örnek belirmiştir.
Sivil okuyucularımız ise Türk kamu yönetiminde ne dolaplar döndüğüne bir kez daha tanık olmuşlardır.
Ancak ben yine de söylediklerimi örneklendireyim.
Şu hainliğe bakar mısınız?
Devre arkadaşlarımdan Cemil Taş, “tanık” olduğu bir dava dosyasında bizzat “sanık” gösterilmiş ve o yıl terfi edecekler listesinden çıkarılmıştır. Amaç, yandaş bir mes­lektaşa yer açmak. Konunun üzerine gidildiğinde küçük rütbeli biri kurban gösterilmiş ve sehven harf hatası yap­tığı bildirilmiştir.
Hani bir laf vardır ya… “Böylelerinin öteki dünyada bile yeri yoktur” diye…
Ama yaptıkları yanlarına kâr kaldığı sürece böyle de­vam edecektir.
Başka bir örnek vereyim.
Bir makama getirilmesi için birinci sınıf bir emniyet mü­dürünün ismi Bakan’a verilir. Bakan bu durumu, personel işlerinden sorumlu genel müdür yardımcısına iletir. İlk ata­maların birinde alınan birinin yerine o müdür verilecektir. Ancak atamalar gecikmiştir. Bakan’ın verdiği isim hâlâ bek­lemektedir. Bu sıralarda polis eğitim birimlerinden bir mü­dür, başka bir ilde görev beklediğini belirterek genel mü­dür yardımcısına sözle iletir. Bunu fırsat bilen genel müdür yardımcısı hemen Bakan’ı arayarak bekleyen müdüre yer bulduğunu bildirir ve ataması yapılır. Görevden alınan mü­dür “Böyle konuşmamıştık” dese de önemli olan Bakan’ın isteğinin yerine getirilmesidir. Öteki müdürün kapı önüne konulmuş olmasının bir önemi yoktur. Yeter ki Bakan’ın gönlü olsun ve genel müdür yardımcısı yerini korusun.
Boş yer olmadığı için görevlendirme yapılamadığını anladık. Ama ötekini haince alıp Bakan’ı memnun etmek ise tam bir sahtekârlık.  
Hainlik konusunda başka bir örnek daha var ki mes­lektaş kazığının nasıl olduğu en iyi bu örnekte görülür. Mesele terfi değildir ama il içi görevlendirmede kızağa alınmak söz konusudur.
Konunun kahramanı Kemal Sarıdağlı, devre arkada­şımdır. Doktora yapmış bir şube müdürüdür. Tokat’ta çalışmaktadır. Çocuğu İstanbul’da okuduğu için eşini ve evini Tokat’a getirmemiştir. Bilgili ve becerikli olduğu için kendi şubesinden başka üç şubeye daha vekaleten bak­maktadır. Ancak bir gün başka bir şube müdürünün, il emniyet müdürüne Kemal Sarıdağlı’nın sarışın bir kadınla polisevinde yemek yediği ve sonra da Tokat caddelerinde Kartal bir otoyla tur attığını söylemesiyle bu görevlerden alınarak kızağa çekilmiştir.
Bir ay kadar sonra il sınırında Bakan karşılamasında görevlendirilmiştir. Bakan’ı karşılamak üzere vali de il sınırına gelmiştir. Kemal Sarıdağlı, polislerin uygulama noktasındadır. Vali ise makam aracında beklemektedir. Kemal Sarıdağlı, polislerin yaptığı çaydan valiye de gö­türmeyi uygun görmüş ve memuru muhatap etmeyerek bizzat kendisi ikramda bulunmuştur. Çay için teşekkür eden vali, Kemal Sarıdağlı’ya şunları söylemiştir: “Senden bunu beklemezdim, sarışın bir kadınla ulu orta gezmeni asla uygun görmedim.”
Meseleyi aradan bir ay geçtikten sonra anlayan Kemal Sarıdağlı, o kadının kendi eşi ve otonun da eşinin İstan­bul’dan getirdiği kendi arabası olduğunu bildirince şaşkınlı­ğını gizleyemeyen vali özür dilemiştir. Derinlemesine araş­tırmadan peşin hükümle karar verdiği için üzüntülerini dile getirmiştir. Sonuçta önceki görevlerine döndürülmüştür.  
Bir şube müdürünün bu kadar ucuza gitmesi insanın aklını karıştırmaktadır. Hem teşkilata, hem de topluma sürekli bir geriye gidiş, sürekli bir monotonluk pompalan­maktadır.
Balıkesir’deki “Selam heyeti” serenomisine ne dersi­niz? Nöbetçi müdürü, nöbetçi amiri ve nöbetçi memu­rundan oluşan nöbet heyeti, her akşam emniyet müdürü Sabri K’yı selamlayarak uğurlarlar. Emniyet müdürü bu heyete, giriş katında olduğu için pasaport şube müdürü Hüseyin B’nin de dâhil edilmesini ister. Serenomi daha kalabalık ve daha gösterişli olsun diye…
“Dikkat” çekilir ve dört elle selamlama yapılır.
Bitmedi.
Makam arabası bölünmüş yolda gider. İlerdeki kavşak­tan dönerek karşı yönden şehir istikametine yönelir. Bu durumda selam heyetinin de yönü değişecektir. Kıdem­li en başa gelecek şekilde yeniden selam vaziyeti alınır. İkinci bir selamlama yapılarak emniyet müdürü selametle uğurlanır.
Aynı emniyet müdürünün başka ilginç hareketleri de vardı. Bir gün tek polisin görev yaptığı noktayı teftiş eder. Memurun tekmil vermesini ister. Başka amirlere de sık sık tekmil veren memur “Her gün tekmil mi olur” diyerek tepki gösterir. Emniyet müdürü Sabri K buna çok içer­lenir ve memurun zihinsel hasta olduğunu öne sürerek Manisa’daki ruh ve sinir hastalıkları hastanesine sevk edilmesini ister. Bir başkomiser nezaretinde Balıkesir’den Manisa’ya gönderilir. Doktorlar memurun hasta olmadı­ğına karar verirler. Başkomiser, hazır gelmişken öğle sa­atlerine kadar Manisa’yı gezmek ister. Bu arada memur, başkomiserinin gitmiş olabileceğini düşünerek Balıkesir’e erkenden ulaşır. Bu durum, Balıkesir’de hastanın hangisi olduğu yönünde yeni bir tartışma yaratır.
Yine başka bir emniyet müdürünün tekmil istemesini, tekbir getirmesine yorumlayan memurun biraz da heye­canlanarak “Eşhedü en la ilahe illallah…” diye başlama­sına ne dersiniz? Tekmil, memurun kendini tanıtması ve yaptığı görevi amirine açıklamasıdır. Tekmilin doğrudan verilmesi memura öğretilemediğinde benzer sorunlar ka­çınılmaz olur.
Laf, terfi sınavlarından gelmişti. Bu zihniyetteki insan­ların başta olduğu bir dönemde sınav adaleti beklenebilir mi?
Olur ya, Bakan’ın sevdiği biri, sınavı kazanamazsa ne olacak?
Bizimkiler hemen buna da bir çözüm getirdiler.
Bakan yalakalarının geliştirdiği sisteme göre sınavlar dört aşamalıdır. Mevzuat bilgisi, atış, spor ve mülakat.
Bilsin ya da bilmesin, atsın ya da atmasın, yapsın ya da yapmasın ilk üçünde herkes makul bir puan toplama şansına sahiptirler. Önemli olan mülakatta alınan puandır.
Mülakatta adaylardan istenen şudur:
“Hangi illerde ve hangi birimlerde çalıştığınızı anlatın?”
Mülakatın puan değeri 40’tır. Adaylar on atıştan birini isabet ettirse de, karnı üstünde sağa sola dönerek şınav çekse de üç aşamada ortalama 90-100 ya da 110 puan almışlardır. Yeterlik puanı ise 125’tir. Tuzak, bu noktada kurulmuştur. Terfi etmesi istenen adaylara 40 üzerinden 125’i geçecek şekilde mülakat puanı verilir, istenmeyenler 125’in altında bırakılarak kadrosuna gönderilir.
Mesele sınavı başarma, başaramama değil, siyasilerin istediklerini terfi ettirme gösterisidir. Böyle bir tuzak giri­şimi ise ancak hainler tarafından kurulabilir.
Oysa sınavda iyi olanlar yukarı taşınmalı, diğerleri de iyi olmak için kendilerini geliştirmelidirler.
Benzer bir haksızlık polis akademisi mezunlarının kura çekiminde yaşanmış ve dönemin emniyet genel müdürü Ünal Erkan gece saat 24’de baskın yaparak bizzat el koy­muştu. Çağın Polisi dergisinde yayımlanan bir söyleşide Ünal Erkan gördüklerini şöyle anlatıyordu:
“Yeni mezunlar içeri tek tek alınıyordu. Başkanın önün­deki masanın altındaki sehpalarda birkaç torba bulunu­yordu. Her bir torbada istihbarat, kaçakçılık, trafik gibi birimler için lazım gelen sayıda kura kâğıtları vardı. Geri kalanlar da ayrı bir torbadaydı. İçeri giren yeni mezun, eğer kayırılacak eleman ise özel olarak hazırlanmış tor­badan kura çekiyordu. Gariban ise yani herhangi bir ka­yıranı yoksa masa üstündeki torbadan kura çekiyordu.” (ÖZDEMİR, Erol, “Ünal Erkan ile Söyleşi”, Çağın Polisi Dergisi, sayı 34, 2004) (http://www.caginpolisi.com.tr/unal-erkan-ile-soy­lesi/)
1992 yılında gerçekleştirilen bu baskında yakalanan­lardan biri Ali B idi ve görevden uzaklaştırılmıştı. Sonra aynı Ali B’yi cemaatçiler yeniden palazlandırdılar ve İz­mir il emniyet müdürlüğüne kadar yükselttiler. Cemaa­tin, “Fetullahçı Terör Örgütü” olarak nitelendirilmesiyle, bu defa bir daha dönmemek üzere kapı önüne koydular. İzmir’deki görevi sırasında karıştığı bir olay nedeniyle de tutukladılar.
Ünal Erkan söyleşi sırasında hatırlatmıştı: “Polis teşki­latında haksızlık olursa, polis başkasına haksızlık yapmayı hak sayar.”
*
Çorum, şube müdürü sayısı bakımından zengindi. Cid­di bir güvenlik sorunu yoktu. Birimler tarafından mutat görevler yerine getirilmekteydi.
Akşam saatlerinde amirler lokalinde oturulur. Çoğu kere birlikte yemek yenilir. Bilardo, tavla ve kâğıt oyunları oynanırdı.
Ünal Erkan’ın genel müdür olmasıyla polis akademisin­deki çift torbalı kura sistemine son verilmiş, dinci oldukları sabit görülen birçok müdürün tayinleri çıkartılmıştı. Ahmet Ç’de o dönemde Çorum’a gelen şube müdürlerindendi. Ye­mekli toplantılara mutlaka katılır ve içenlere eşlik ederdi.
O sıralarda bir konunun tahkiki için Ankara’dan iki mü­fettiş geldi. Biri eğitim dairesi eski başkanı Salih Tuzcu idi. Terfi sınavlarının etkin isimlerinden biriydi.
Ev sahibi pozisyonundakiler Ankara’dan gelen misa­firleri akşam yemeğine davet ettiler. Herkes lokaldeydi. Sadece Ahmet Ç yoktu. Oysa gündüz herkesten çok mi­safirlerle o sarmaş dolaş olmuştu. Yemeğe ev sahibi ola­rak en önce o gelir sanıyorduk.
Sonradan anladık ki Ankara’daki Ahmet Ç onlarla bir­likteyken içki içmiyormuş. Orada takındığı dinci kimliği gereği içkiden uzak duruyormuş.
Şimdi içerse Ankara’dan gelenlerin yüzüne bakama­yacakmış.
İçmezse de Çorum’dakilerin yüzüne bakamayacaktı.
Çareyi, geceye katılmamakta bulmuştu.
İşte bu takiyyeci davranış, içimizde bir kangren olarak hâlâ devam etmektedir.
Salih Tuzcu, Muharrem T, Necati A gibi isimler tama­men siyasilerin borazanlarını çalarak hareket etmişlerdir. Siyasilere şirin görünerek teşkilatın bütün kazanımlarını yerle bir etmişlerdir. Kimi il emniyet müdürü, kimi millet­vekili olarak ödüllendirilmiştir.
Sınavların başladığı 1988’lerde polisevlerinde içki ya­sağı yoktu. Ama Salih Tuzcu’nun sınav için Ankara’ya ge­lenlere “Sınav boyunca tüm hal ve hareketleriniz değer­lendirmeye tabi tutulacaktır” lafı, içki alan arkadaşlarımızı polisevinin dışına itmiştir. Kimi arkadaşlarımız da iktidara yakın Türkiye gazetesini, ceplerinde görünecek şekilde taşımıştır.
*
Çorum deyince akla gelenlerden biri de emniyet amiri Ali T’nin telsiz cambazlığı idi. Emniyet müdürü Necdet Y, nöbetçi müdürlerinin lokalde değil, emniyet müdürlüğün­de veya sokakta olmasını istiyordu. Böylece gece çalışan personelin daha iyi kontrol edilebileceğini düşünüyordu.
Ali T’nin Çorum’da mobilyacılık yapan bir hemşerisi vardı. Cep telefonlarının olmadığı dönemdi. Hemşeri, ön­ceden öğütlendiği için haber merkezini arayarak Ali T ile görüşmek istediğini söyler. Haber merkezi anons ederek Ali T’den telefon numarası ister. O da her seferinde emni­yet müdürlüğündeki telefon numarasını bildirince ne ka­dar sadık bir şekilde nöbetçi müdürlüğü görevini ifa ettiği anlaşılmış olurdu(!)
Çorum güzel insanların olduğu bir kentti. Halkla ilişki­ler doğrultusunda birçok esnafı yerinde ziyaret eder, bir­likte çay içerdim. Her defasında da emniyet müdürlüğü­ne davet ederek orada da çay içebileceğimizi söylerdim. Başlangıçta teklifime olumlu yanıt verirlerdi. Fakat pek gelmezlerdi. Birçoğu, işini bahane ederdi. Bir kısmı da, “Bizi emniyet müdürlüğünden içeri girerken gören hem­şerilerimiz, falancanın bir yanlışı mı olmuş da polise gidi­yor” derler diye gelmediklerini söylüyorlardı.
Birçok vatandaşımız da polisi “soğuk” buldukları için siyaset adamına gittiklerini ifade ediyorlardı. Zira eskiden beri devlet memuru vatandaşa mesafeli durmuştur. Ken­disini sınıfüstü görmüştür. Vatandaşa tepeden bakmıştır. Rüşvet almıştır. Ya da kötü muamele yapmıştır. Bu defa vatandaş, kendine yakın gördüğü siyasetçiye kaçmıştır. Siyasetçi ise oy kazanmak uğruna polise aracı olmuştur. Böylece polis ile vatandaş ilişkisi bozulmuştur. Polisin, dışmüşteri ilişkilerini iyi düzeyde tutamaması tamamen kendi eksikliğidir. Kanunlarla verilmiş görevlerini bihakkın yerine getirirse bütün “aracı”ların ortadan kalktığı görü­lecektir.
Bu bir araştırma konusuydu. Ama kimin umurunda ki…
Başlangıçta Çorum’da kötü günler geçirmiştim. “So­lak” damgası yemiştim. Annemin adının nüfusta yanlış yazılması, imzamdaki çizgilerin orak çekice benzetilmesi, hakkımda ayda bir İKK raporu düzenlenmesi hep can sıkıcı şeylerdi. Üstelik emniyet müdürü Ömer İ, emniyet amiri rütbesinde olduğum halde, başkomiserin çalıştırılabileceği kademe amirliğinde görevlendirmişti. Çorum, memleketim olan Giresun’un Ankara ve İstanbul yol gü­zergâhındaydı. Beni ziyaret eden hemşerilerim, Piraziz’e döndüklerinde, adımız emniyet amirine çıktığı halde, “Araba tamirhanesinde çalışıyor” diye nitelendirmekteydiler.
Böyle bir görevi, emniyet amiri olduğum için kabul et­meyebilirdim. Fakat TODAİE’ye gidebilmek için en küçük bir ceza dahi almamam gerekiyordu. Emniyet müdürü, “solak” olduğum düşüncesiyle bana zulüm yapıyordu. Allahtan kademe amirliğinde, işine vakıf başkomiserimiz Hilmi Kösekul vardı. Bütün işleri çekip çıkarmada başarılı bir performans gösteriyordu. Ben ise TODAİE sınavlarına çalışmak için fırsat bulmuş oluyordum.
Neticede sabırlı davranışım meyvelerini vermeye baş­ladı. 1990 yılında TODAİE tezim kabul edildi. Bunun kar­şılığı olarak maaş kademem iki yıl öncesine yükseltildi. Ne var ki 1988 yılında terfilerin sınavla yapılmasını dü­zenleyen kararda TODAİE’yi bitirenlerin iki yıl öncesine terfi etmeleri engellenmişti. Başka dönemlerde insanlar eğitim için motive edilirken şimdi engelleniyordu.
1992 yılı başında teleks memuru Haluk’tan iyi bir ha­ber aldım. Dördüncü sınıf emniyet müdürlüğüne terfi et­miştim.
Üç ay sonra aynı memur yeni bir teleks yazısıyla oda­mın önündeydi. Bu defa üçüncü sınıf emniyet müdürlü­ğüne terfi etmiştim.
Emniyet genel müdürlüğüne getirilen Ünal Erkan, bir cerrah edasıyla, kangrenleşen bölümleri ameliyat ettikçe taze kan vücudumun diğer organlarına da ulaşabiliyordu.
Hakkımda İKK raporu düzenlenmesine de o dönemler­de son verilmişti.
Allah fakire eşeğini kaybettirir, sonra da bulunca se­vindirirmiş. Çorum’da altıncı yılımı çalışırken kaybettikle­rimi yavaş yavaş bulmaya başlamıştım.
Sonra bir dilekçe vererek Ankara’ya tayin istedim.




ELMADAĞ

Elmadağ, Ankara’nın dış ilçesiydi. 1992-1995 yılları arasında ilçe emniyet müdürü olarak çalıştım. Rütbem üçüncü sınıf emniyet müdürüydü.
İlk ve tek ilçe deneyimimdi.
Ankara’ya 40 km uzaklıktaydı. 25 bin nüfusu vardı.
Ankara’dan Kırıkkale’ye devam eden demiryolu Elma­dağ’dan geçiyordu.
Hem Karadeniz, hem de Doğu Anadolu bölgesi güzer­gâhındaydı.
Uzun yıllar köy enstitüsü ışığıyla etrafını aydınlatan Hasanoğlan, Elmadağ’ın bir beldesiydi.
Barutsan ve Roketsan gibi barut kokusu ile savaşı çağ­rıştıran silah ve roket fabrikaları da Elmadağ’daydı.
Ayrıca bir çimento fabrikası vardı. 1965-1969 yılları arasında emniyet genel müdürlüğü yapmış olan Hayret­tin Nakiboğlu’nu, bu fabrikanın yönetiminde görev aldığı için tanıma şansı bulmuştum. 10 Nisan polis haftalarında onur konuğumuz olmuş ve personelimizi konferansları ile aydınlatmıştır.
Üç yıl süresince iki kaymakamla çalıştım. İkisi de dinci bir yapı sergiliyorlardı.
Kaymakam Necati T, ilçede olmadığı zaman yerine ilçe milli eğitim müdürü Hasan Nalbant’ı vekaleten bırakıyor­du. Üçümüzün bir arada olduğu bir gün Hasan Nalbant’ın, yalvarır sözlerle dizlerinin ağrıdığını belirterek Cuma na­mazına gidemediğini anlatışı, kaymakamın ne ölçüde din­ci olduğunu göstermeye yetiyordu.
Kaymakam Turgut O da aynı yapıdaydı. Bir gün An­kara’dan gelen PTT görevlilerinin talebi üzerine Kanal 7 televizyonunun, TRT yayınlarını etkilediği gerekçesiyle vericisinin iptali için polis görevlendirmiştim. Kaymaka­mın dinci olduğunu bildiğim için görevliler daha olay ye­rine varmadan bilgi vermeyi uygun gördüm. İyi ki bildir­mişim. “Bırakın kardeşim, nasıl yayın yapıyorsa yapsın” dedi. Polisleri telsiz emriyle geri çağırdım. PTT görevlileri müdahale edemeden geri döndüler. Bir yanda devletin köklü bir kuruluşunun halkın yararına düzenlemesi var­ken, devletin kaymakamı özel sektöre ait bir dini yayın kuruluşunun tarafında yer alabiliyordu.
Bilgisayar tutkum Elmadağ’da da devam ediyordu. Po­lis Merkezleri Yaptırma Derneği fonundan bir bilgisayar alımını gerçekleştirdik.
Bu arada kendim için ikinci el bir bilgisayar satın al­dım. Halk eğitim öğretmeni Hanife Yaman’dan destek alarak savcı Ali Velioğlu’nun 12 yaşındaki oğlu Mehmet’le bilgilerimizi geliştirdik.
PC 286 olarak anılan bu bilgisayarlar, yeni çıkan elekt­ronik daktiloların pabucunu kısa sürede dama atmıştı. Elektronik daktilolar için “Ne büyük yenilik” diyorduk. Ama bilgisayarların yaygınlaşmasıyla ortalıktan kayboldular.
Toplum, benzeri bir durumu çağrı cihazlarında da ya­şamıştı. Cep telefonlarının birdenbire yaygınlaşmasıyla çağrı cihazları da ömürlerini tamamlamıştı.
Doğru Yol Partisinin iktidar olduğu yıllardı.
İlçede siyaset yapanlar genelde barut fabrikasının iş­çileriydi.
İnsan ilçede olunca hem mesleğin, hem de devletin iç organlarını daha iyi tanıyordu.
Yıllar önce Antalya’da çalışırken sıcak akşam saatle­rinde insanlar Konyaaltı sahillerine iner, mehtabı seyre­derken çoğu kere fıçı bira ile serinlerlerdi. Fırsat buldukça aynı şeyi ben de yapardım.
Yoksul Elmadağ’da da insanlar seyirlik bir tepede aynı şekilde bira içtikleri için kaymakam tarafından yakalatılıp adalet önüne gönderilmekteydi. Meskûn mahalde silah atmak ya da gelip geçen insanları rahatsız etmek gibi hiçbir müracaat bulunmuyordu. Buna rağmen sırf bira iç­tikleri için toplatılıp taciz ediliyorlardı. Komiser olduğum yıllarda aynı davranışı bizzat kendim de yapmıştım. Şim­di o insanları nasıl yakalayabilir ve adliyeye gönderebi­lirdim? Durumu kaymakam beyle açıkça görüştüm. Bir daha böyle bir talebi olmadı.
Elmadağ sakin bir ilçeydi. Bu sükûneti bazen Nurettin bozmaktaydı.
Nurettin, babasının büfesinde gece saatlerinde çalışır­dı. Alkol almayı seven biriydi. Psikopat bir yapısı olduğu söyleniyordu. Ya da öyle gözükmek istiyordu. Geçmişte gece görev yapan polislere de içki ikram ederek belirli ölçüde dostluklar kurabilmiştir.  
Sonradan öğrendiğim kadarıyla alkolün de etkisiyle bacağında iyileşmeyen bir yarasının pansuman edilmesi için sık sık hastaneye gitmiş ve maalesef birçok keresinde doktoru ya da hemşireyi taciz etmiştir.
Lojmanımız ilçe emniyet müdürlüğü binasındaydı. Devlet hastanesi de hemen yanıbaşımızdaydı. Gecenin ilerleyen bir saatinde lojman penceresinden iri yarı biri­nin kendisine müdahale eden iki polise zorluk gösterdiği­ni gördüm. Polisler zor durumdaydı. Görevli grup amirini arayarak şahsı almalarını ve hakkında işlem yapmalarını istedim.
Biraz sonra polis merkezine geldiğimde Nurettin; ko­miser Hüseyin ve diğer personel ile birlikte oturuyordu. Onun, iki polise görevinde zorluk gösterdiğini bizzat gör­müştüm. Benim polislik anlayışıma göre nezarethanede olması gerekiyordu. Derhal üst aramasını yapmalarını ve nezarethaneye koymalarını istedim. Şaşkın gözlerle beni izliyordu.
Bugüne kadar nezarethaneye atılmamış, yaptıkları yanına kâr kalmıştı. Ben de biliyordum ki ertesi gün, hastane personeline ve polise yaptıkları için özgürlük kısıtlayıcı bir ceza almayacaktı. Savcının bilgisi dâhilindeki nezarethane uygulamam ise sadece tedbir olarak yapılan bir hareketti. Gecenin sessizliğinde, iri gövdesiyle demir kapıya vurarak çıkardığı gürültü gerçekten ürkütücüydü. Kaymakam gürültüden ne kadar rahatsız olduğunu bildirse de personel, benim emrim olduğunu bildirerek Nurettin’i nezarethaneden çıkaramıyordu.
Duvara bilinçsizce çarparak kendilerine zarar verebi­lecek hasta yapılı kimseler için duvarları özel madde ile kaplı odalarımız yoktu. Bu tür mekânların sadece ruh sağlığı merkezlerinde hazır olduğunu, ihtiyaç halinde bu merkezlere yönlendirme yapıldığını biliyordum. Ama Nu­rettin böyle biri değildi.
Ertesi gün Nurettin’i minibüsle adliyeye sevk ettirdim. İçerisinde dört polis bulunan minibüsü, önce bir görev için çarşının en kalabalık merkezine yönlendirdim. Mini­büste iri bedenini iyice küçültmeye çalışsa da karizması çizilmişti. Sonradan öğrendiğim kadarıyla jandarma böl­gesinde büyükbaş hayvan hırsızlığı yaptığı için tutuklan­mıştı.
Hata yapan sadece Nurettin miydi? Biz de yapabiliyor­duk. Birinde sonu 06 ile biten plaka numarasını, general yerine sahtekâra tahsis etmişiz.
Olay şöyle gelişmişti: Fakir Fukara Fonu toplantısı için değerlendirme çalışmaları yaptığımız bir sırada Kayma­kam Turgut O bir telefon görüşmesi yapıyordu. Birkaç dakika konuştuktan sonra bana döndü ve “Seninle görüşmek istiyor” dedi. Karşıdaki şahsa iyi dileklerde bulunarak ahizeyi bana uzattı.
Şahıs “Merhaba Müdür Bey” diyerek söze girdikten sonra duraksamaksızın emekli general olduğunu ve oğlu için sonu 06 olan plaka numarası istediğini bildirdi. Kay­makamın tanıdığı düşüncesiyle verebileceğimizi söyledim. Ertesi günü oğlunu göndereceğini söyleyerek vedalaştık. Tescil bürosundaki görevlilere de oğlunun adını vererek 06 plakayı vermelerini söyledim.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Ankara’da asayiş şubesinden sorumlu devre arkadaşım Deniz Çetin ara­dı. Plaka verdiğimiz kişinin araba konusunda sahtecilik yapan biri olduğunu bildirdi. Bu bir hataydı ve hatanın gerçek nedeni kaymakam ile olan iletişim eksikliğimdi. Kaymakamla uzun uzun görüştüğü için önceden tanıdığı biri sanmıştım. Almam gereken dersler bölümüne bunu da ekledim.
Sonraki yıllarda da başka bir hatanın içinde bulmuş­tum kendimi. Bir ilçede, polis merkezleri yaptırma derne­ği aracılığıyla asayiş hizmetlerinde kullanılmak üzere bir minibüs satın alınmıştı. Trakya halkı bu konuda duyarlıy­dı. Hizmetin halka yansımasını çok iyi süzebiliyor ve yö­netime katılma konusunda fedakârlıktan kaçınmıyorlardı.
Ama aynı minibüsle bir hafta sonu lojmanlardaki ka­dınların pazaryerine alışveriş için götürüldüğüne tanık ol­muşlardı. Asayiş hizmetleri için halkın katkılarıyla alınan minibüsün pazar servisinde kullanılmasını kabul edeme­mişler ve bu durumu şikâyet konusu yapmışlardı. Aslında minibüste, kapkaççılık suçlarına karşı pazaryerinde önlem alması için yöresel kıyafet giydirilmiş bir kadın polisimiz de vardı. Ancak yapılan araştırmada diğer kadınları da kapkaççı takipçisi polisler olarak zikretmiştik. Bu bir ha­taydı ve biz bazen kendi hatamızı göremediğimiz için “Ay­nasız”dık.
*
Yılbaşı geceleri, emniyet teşkilatı mensupları için yo­ğun çalışmayı gerektirir. Bu nedenle polisler, yeni yıl kut­lama etkinliklerini, yılbaşından birkaç gün sonra yaparlar. Mehmet Ağar’ın emniyet genel müdürü olduğu dönemde Ankara emniyet müdürü Orhan Taşanlar koordinesinde Dedeman otelde verilen yemeğe Elmadağ’dan katılmıştık. Bütün rütbeli arkadaşlarımız oradaydı. Geceye An­kara belediye başkanı Melih Gökçek ve zamanın devlet güvenlik mahkemesi başsavcısı da davetliydi. Ayrıca yar­gının diğer tepe görevlileri de oradaydı.
Dedeman oteldeki polis gecesinin konuk sanatçısı Si­bel Can; mükemmel bir oryantal ve iyi bir Türk sanat mü­ziği icracısıydı. Refah Partisinden seçilen belediye başkanı Melih Gökçek onun kıvrak dansları sırasında aynı kareye girmemek için bizim bulunduğumuz arka masaya gelmiş­ti. Daha sonra esas dansözün sahne almasıyla kısa sü­reli olarak salonu terk etmişti. Aklıma yıllar önce Bitlis’te yazın büyük şehirlerden köye gelen şeyh çocuklarının, köylünün yanında içki içiyor gözükmemek için araziye çıktıkları gelmişti.
Emniyet genel müdürü Mehmet Ağar’ın yargı görevli­leri ile iletişimi mükemmeldi. Teşkilat mensupları olarak buna sevinmemiz gerekiyordu. Çünkü haksızlığa uğra­yan personelimiz mağduriyet yaşamaktan kurtulabilirdi. Ne var ki ben sevinemiyordum. Geçmişte Kitle dergisine abone olduğum iftirasıyla İKK’lı olarak yaftalanmışlığım vardı. Bu nedenle terfilerimde sorun yaşıyordum. Tabii ki hakkımı aramak için sıkça idari yargıya başvuruyordum. Taşradaki idari yargı mensupları, yakından tanıma şan­sı buldukları için isabetli kararlar verebiliyorlardı. Oysa Ankara’daki yüksek yargıda bizzat tanınmadığım için bu şansım yoktu. Dolayısıyla dosyadaki bilgi ve belgelerle hakkımda karar veriliyordu.
Mehmet Ağar yargıyı ikna ederken şu mealde laflar ediyordu: “Biz polis teşkilatını güzel yerlere getirmek is­tiyoruz. İçimizdeki çürükleri ayıklamak istiyoruz. Kötülük yapanları dosyalarına işliyoruz.”
Bu lafta kötü bir şey yoktu. Çürüklerin ayıklanması el­bette iyi olurdu. Dosyadaki bilgiler de bunu doğruluyorsa neden olmasın?
İşte bütün mesele dosyadaki bilgilerdeydi.
Siz eğer dosyaya neredeyse yatılı okulda yatağı iyi yapmadı diye alınan haftasonu izinsizlik cezasını bile ko­yar, öte yanda toplumsal olayda yaralanan birinin aldığı maaş katı ödülünü dosyanın yakınına uğratmazsanız yar­gı merci ne yapsın?
Ne hazindir ki memurun dosyasındaki “kâğıt” önemse­nir de “birey” olduğunun bir anlamı yoktur.
Aslında emniyet teşkilatındaki bu vahim durum, 2005 yılında mülkiye müfettişlerince yapılan bir inceleme ile or­taya çıkarılmıştır:
“İdareye karşı açılan davalardan karara bağlananların yüzde 45’i emniyet genel müdürlüğü aleyhine sonuçlan­mıştır.”
Raporda iç acıtan bölüm diplomatik bir dille şöyle ifa­de edilmişti:
“Emniyet genel müdürlüğü; ülke genelinde kanun ve nizamın, emniyet ve asayişin sağlanmasından ve ka­nunlara aykırı hareket edenlerin yargı mercilerinin önü­ne çıkarılmasından sorumlu olan bir genel müdürlüktür. Dolayısıyla böyle bir genel müdürlüğün yaptığı her türlü işlem ve eylemin hukuka uygun olması beklenir. Genel müdürlük ve bağlı birimlerince, teşkilat mensuplarına ve vatandaşlara karşı yapılan işlem ve eylemlerin yüzde 45’inin hukuka aykırı olduğu ya da hukuken yanlış ol­duğunun mahkeme kararlarıyla tespit edilmesi, yapılan işlem ve eylemlerin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır.”
*
Karadenizlilerin tutkusu olduğu bilinen düğünlerde si­lahla mermi atma olayı Elmadağ’da da yaygındı. Ancak mesai arkadaşlarımın gayretleriyle ve belediye başkanı Ömer Ağa Kurt’un da karşı duruş sergilemesiyle bu kötü alışkanlığın asgari düzeye indirilmesi sağlandı. Ama “sıfır­landı” denilemezdi. Yine bir gece vakti haber merkezine yapılan bir ihbarla silah atıldığı telsizlere yansımıştı. Ekip­ler, plaka numarası verilen aracı ve sürücüsünü yakalaya­rak işlem başlattılar.
Biraz sonra doğru yol partisi ilçe başkanı Yılmaz Küçük telefonla aradı. Vakit, gece yarısını geçiyordu. Görüşmek istediğini bildirdi. Sarhoştu.
Silah atanı kast ederek “Benim parti üyem ve ben se­kiz gün sonra bu ilçede seçime gideceğim” dedi.  
Ve ekledi: “Bu evrakı yok etmemiz lazım.”
Anlaşılan parti üyesi Ankara’da güzel bir akşam geçir­mişti. Gecenin ilerleyen saatinde ilçesine girerken keyfe gelip silahını ateşleyerek hemşerilerine “ben geldim” me­sajı veriyordu.
Aslında hedef gözetilmiyordu. Ancak kazalara yol aça­bileceği için suç sayılıyordu.
Olumsuz bir sonuçla karşılaşmamak için her tür si­lah atışına el koyup bu alışkanlığın ortadan kaldırılma­sını istiyorduk. Geçiş sürecinde, keyfe keder attıklarını bildiklerimiz, örneğin korkup köpeğin arkasından attığını söylemişlerse aynısıyla ifadeye geçiriyorduk. Ekip perso­nelimiz, partili bu şahıs için de aynısını yapmıştı.
Bu durumu ilçe başkanına anlattım. Hâlâ beni anlamak istemiyordu. “Bu gece bu evrak yok edilecek” diyordu.
Onunla uzun süre tartışmam anlamsız olacaktı. Biz po­lislere ceza veren tüzüğü getirttim. Evrakı yırtmanın mes­lekten ihraç edilmekle cezalandırılacağı maddesini bizzat okuttum. Sonra da aynı evrakı yok etmesi için kendisine uzattım. Benim ihraç edilmemin önemi olmadığını, yeter ki kendisinin ve arkadaşının zarar görmemesini söyledim.
Aldı.
Kanlanmış gözleriyle bana baktı.
Sonra evraka baktı.
Gözlerini sehpa üzerindeki evraka sabitleyerek çıkıp gitti.
Aslında yumuşatılmış bir dosya ile partili vatandaşın adliyeden fevkalade bir ceza almayacağını kendisi de biliyordu. Ama bürokrasi tecrübesi olmayan bir işçi emeklisi olarak emniyette işi bitirememenin sıkıntısını çekiyordu.
Dolayısıyla benim yerime, bu işlerini kolayca yaptıracağı bir ilçe emniyet müdürü olsun istiyordu. Nitekim kısa bir süre sonra Ankara emniyet müdürü Orhan Taşanlar imzalı faks yazısıyla, Şereflikoçhisar’a tayinim çıktığı bildirildi.
Ancak ilginç bir gelişme oldu.
Aynı partinin Piraziz’deki mevkidaşı kayınbiraderimdi. Konuyu, avukatlık da yapan Giresun il başkanına anlattı­ğını söyledi.
Doğru Yol Partisi Giresun il başkanı Mehmet Ali Gü­ney, köpekten korkma olayını evraka koyarak o kişiye ne ölçüde iyilik yapıldığını bir çırpıda çözebilen tecrübeli bir hukukçuydu.
Yıllardır avukatlık yaptığını, hiçbir müvekkili için kolluk görevlisinden bu şekilde iyilik görmediğini, dolayısıyla bu işin takipçisi olacağını belirtmişti.
Ankara’ya gelince birlikte partinin Ankara il başkanlığı­na gideceğimizi söyledi. Aslında parti binalarına gitmemiz doğru karşılanmıyordu. Bu hususu belittiysem de kendi­sinin misafiri olarak gelmemi istedi.
İl başkanına şunları söyledi:
“Ben de yıllarca davalarla uğraşıyorum. Müvekkilleri­min suçunu hafifleterek az ceza alması için çaba harcıyo­rum. Benim hemşerim, benim partilime ‘köpekten korktu’ diyerek bu iyiliği yapmış. Ama ilçe başkanımız bunu hâlâ kavrayamamış.”
Yetmişli yaşlarına yaklaşan Mehmet Ali Güney, bir anda partililiğini unutarak sanki duruşma salonundaymış gibi konuşuyordu.
İl başkanı sabırla dinledi. Bizi güzel duygularla uğur­ladı.
Elmadağ’a döndüğümde personel şubeden aradılar ve faksla gelen tayin yazısını kendilerine göndermemi iste­diler.
Kuşkusuz avukat ile işçi emeklisi particilerin hayat gö­rüşleri ve siyaset anlayışları bir olamazdı. Elbette siyaset, halkın bütün katmanlarını temsil edebilmeliydi. İşçi, me­mur, köylü, şehirli, esnaf, zengin, fakir, serbest meslek mensubu, akademisyen, yargı mensubu, basın mensubu herkes siyaset yapabilmeliydi. Ancak karar verme yerinde bulunanlar için “Emaneti, ehline veriniz” kuralı göz ardı edilmemeliydi.
İlçe başkanı halkın; sosyal, kültürel ve ekonomik yön­den gelişmesi için gayret gösterip oy toplayacağı yerde emniyet müdürünü tayin ettirerek gücünü gösteriyordu. İlçesini geliştirme yerine işin kolayına kaçıyordu.
Devam eden günlerin birinde cadde üzerinde hatalı park yapan aracının plaka numarası trafik polisi tarafın­dan megafonla anons edilince bana geldi ve bu trafik po­lisini ilçeden göndermemi istedi.
Neymiş?
İlçe halkı nazarında popülaritesi sarsılmış. Eğer o po­lisi sürgün ettirirse halk, “Ne güçlü başkan” diyecekmiş.
Trafik polisinin, devletin belirlediği kuralları tatbik etti­ğini söyledim. Ve de tayin ettirmedim.  
Ama ne var ki Yılmaz Küçük benim tayinimi yaptırdı.
İlk denemesinin üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. Bu defa yeni bir faks emriyle Ankara’ya atandığım bildi­rildi. Ankara emniyet müdürü Orhan Taşanlar’ın, randevu taleplerime cevap vermemesinden siyasi baskıya maruz kaldığını anlayabiliyordum.
Yılmaz Küçük, Elmadağ ilçesine bağlı Yeşildere belde­sinde yapılacak mini seçimi koz olarak kullanıyordu. “Bu emniyet müdürü burada kalırsa biz bu seçimi kazanama­yız” diyerek iktidar partisinin Ankara’daki görevlilerini can evinden vuruyordu. Hâlbuki Yeşildere, polis bölgesinde değildi ve benimle hiçbir ilgisi yoktu.
1994 yılında yapılan seçimlerde belediye başkanı olan ANAP’lı Hasan Delice’nin bir seyahat sırasında Kıbrıs’ta öl­mesi üzerine mevzuat gereği 1995 Haziran ayının ilk hafta­sında mini seçim yapılacaktı. Aslında bu seçimlerde iktidar partisi olan DYP’nin göstereceği aday, deniz kuvvetlerine bağlı birliklerde sivil olarak çalışmıştı. Beğenilen bir kişiliğe sahipti. Dolayısıyla seçilme şansı yüksek görünüyordu.
Benim tayinim 18 Mayısta çıkmıştı. Ertesi gün 19 Ma­yıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı için tören alanında Büyük Atatürk’ü bir kez daha selamladıktan son­ra ilişiğimi keserek 15 günlük mehil müddetini kullanma­ya başladım. O sürede Elmadağ’a uğramadım.
Elmadağ’da üç yıldır görev yapıyordum. Polis halk iliş­kilerinin iyi düzeyde olduğunu söyleyebilirim. Herkes ta­yinimde Yılmaz Küçük’ün parmağının olduğunu biliyordu.
İlçeden aniden ayrılışım, kahırlandığıma yorumlan­mıştı. Bizim toplumumuzda mağdur duruma düşürülenlere karşı garip bir tutuculuk özelliği vardır. Mehil iznimde tayinimin durdurulması için hemen bir imza kampanyası başlatmışlar. Kısa sürede 2000’lerin üstünde imza temin edilince konunun TBMM’ne taşınmasına karar verilmiş.
Her siyasi görüşten birer temsilci, halkın imzaladığı di­lekçeyi meclis genel kuruluna ulaştırmışlar.
Bir gün ilçe savcısı Ali Velioğlu arayarak ATV’nin ak­şam haberlerinde, tayinimle ilgili bilgi verileceğini bildirdi. Ana haber bülteninde geçecek bazı haber başlıkları erken saatlerde seyircinin dikkatine sunuluyordu. Nitekim top­lanan imzaların Meclise götürülüşü, 13 Haziran 1995 ta­rihli Ali Kırca ile ana haber bülteninde işlenmişti. Yapılan haksızlık kamuoyuna duyurulmuştu.
Ancak konunun Meclisteki değerleniş biçimi tam bir Türkiye gerçeğiydi.
Meclis tutanaklarının ilgili bölümü şöyleydi:
HALİT DUMANKAYA (İstanbul) -Ben de belgelerle bunları söylüyorum.
İÇİŞLERİ BAKANI NAHİT MENTEŞE (Devamla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri;(…)
Elmadağ İlçesindeki duruma da açıklık getirmek istiyorum. İlçe Emniyet Müdürü Erol Özdemir’in 18.5.1995 tarihinde Anka­ra İl Emniyet Müdürlüğünden...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakanım, 15 dakika süre kullandınız. Ben, size 5 dakika daha süre veriyorum; lütfen toparlar mısınız efen­dim...  
İÇİŞLERİ BAKANI NAHİT MENTEŞE (Devamla) - Önergede 7 iddia var; bu 7 iddiayı, teker teker, çok kısa olarak cevaplandırmaya çalışıyorum. Alanya'daki hadiselere geliyorum.(…) (Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı 19. Dönem 4. Yasama Yılı 138. Birleşim 11 Temmuz 1995 Salı.)
Türkiye’nin en yüce, en saygın, en önemli mekânında “hiç” yerine konulmanın açacağı tahribatı düşünemeyen­ler tarafından yönetilmenin dayanılmaz acısı ancak başa geldiğinde bilinir.
Küçük bir siyasetçi, İdare makamlarının önüne geçe­rek ilçe emniyet müdürünü tayin ettirebilmişti.
Meclis, mikrofon kapatarak bir insanı yok hükmünde sayabilmişti.
Bakan, kendisine ek süre verildiği halde, Elmadağ il­çesindeki duruma açıklık getirme tenezzülünde bulunma­mıştı.
Ama halkın cevabı bitmemişti. Yılmaz Küçük’ün siyasi hayatını bitirmeye kararlıydılar. Buna göre bütün partiler, doğru yol partisi adayı dışında birleşerek tek adayı des­tekleyeceklerdir.
Sonuçta üzerinde mutabakata varılan refah parti­li aday, diğer bütün partililer tarafından desteklenerek belediye başkanı olmuş ve Yılmaz Küçük ağır bir darbe almıştır.
Mini seçimi koz kullanarak emniyet müdürünün ilçe dışına gönderilmesine neden olan bu ihtiraslı adam, ken­di “küçük” oyunlarının altında ezilmiş, sonuçta Elmadağ’ı terk etmek zorunda kalmıştır.  



ANKARA

Ankara emniyet müdürlüğünde 6 Haziran 1995 tari­hinde göreve başladım. 28 gün çalıştım. Rütbem şube müdürüydü.
İl emniyet müdürü Orhan Taşanlar nedense bir şu­bede göreve başlatmadı. Yaklaşık bir ay kadar emniyet müdürlüğü emrinde kaldım. Devre arkadaşım Feyzullah Arslan bu durumu hayra yormadı ve başkanlığını yaptı­ğı ikmal bakım dairesine gelmemi önerdi. Teklifini kabul ederek emniyet genel müdürlüğü kadrosuna geçtim.
Orhan Taşanlar beni iktidar partisinin istemediği biri olarak algılıyordu. İktidar partisinin dışladığı birini sa­hiplenirse kendisinin zor duruma düşeceğini sanıyordu. Oysa benim iktidar partisi ile bir problemim yoktu. İmza toplayanlar ve Meclise görüşmek için gelenler arasında Elmadağ’da tanınmış doğru yol partililerin de bulundu­ğunu duymuştum. Problem sadece beni maşa olarak kul­lanmak isteyen Elmadağ ilçe başkanı Yılmaz Küçük’teydi. Sanırım Orhan Taşanlar bu ayrıntıları bilmiyordu.
Ankara emniyet müdürlüğündeki bir ay içerisinde de bilgisayarın yararını gördüm. 1975 yılında polis bakım ve yardım sandığının girişimleriyle Sincan’da aldığımız hisse tapulu arsaya ev yaptırabilmek için arsa ortaklarımı araş­tırdım. Görevli ya da emekli olanlara ait adreslere bilgisa­yar sayesinde ulaştım. Benim dışımdaki dokuz arsa sahi­bini bilgilendirerek kooperatif yapımını başlattık. Sonuçta o arsaların karşılığında birer daire sahibi olduk.
Ankara emniyet müdürlüğünde iken kimilerine göre basit ama benim çok önemsediğim bir olaya tanık olmuş­tum. Personel şube müdürü Ömer G idi. Aynı dönemde okumuştuk. Ziyaret amaçlı olarak yanında bulunduğum bir sırada zile bastı. Gelen memura pencereyi kapatması­nı söyledi. Sivil memur söyleneni yaptı ve çıktı.
Daha sonra personelden sorumlu emniyet müdür yar­dımcısı Mehmet Naldöven’i ziyaret ettim. Naldöven, biz­den iki dönem önceydi. Az sonra personel şube müdürü Ömer G, elinde bir kâğıtla geldi. İmzalaması için masaya uzattı. “Neredeyse başımıza çıkacaklar” diyerek söylen­meye başladı.
Pencereyi sert biçimde kapadığı gerekçesiyle kadın sivil memurun Aktepe polis merkezine tayinini yazmıştı. Emniyet müdür yardımcısı taraftar olmadığını belirttiyse de Ömer G’nin ısrarı karşısında yazıyı imzaladı. Hâlbuki ben de oradaydım ve anlattığı şekilde bir davranış sergi­lenmemişti. En azından benim fark edebileceğim bir sert­lik söz konusu değildi. Bugünkü aklım olsaydı mutlaka müdahale ederdim ama o gün hiçbir şey söyleyemedim. Bu sivil memurlar, tarihten üç yıl kadar önce mesleğe alınmışlardı. Polislerin önleyici görevlerde çalıştırılarak onların yerine belge düzenleme görevlerini yapacaklardı. Çoğu yüksek okul mezunuydular. Çoğunluk kadındılar. Az sayıda erkek sivil memurlar ulaştırma hizmetlerinde görev almışlardı. Ne var ki duyarlı olmayan emniyet müdürleri İdarenin bu önemli kararını uygulayamadılar. Sekreter ya da gelgit işlerinde çalıştırmaya başladılar. Terfi sistemin­den de yararlanamayınca ve de örnek olayımızda olduğu gibi dışlanınca yarısı teşkilatımızdan kaçırılmış oldu. 1995 Türkiye’sinde “mobbing” lafı henüz telaffuz edilmiyordu. Ama gözlerimle gördüğüm bal gibi psikolojik tacizdi.


EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Ankara il emniyet müdürlüğü kadrosunda doku uyuş­mazlığı yaşayınca 1995 yılında emniyet genel müdürlüğü kadrosunda göreve başladım. İstanbul’da milli saraylar koruma şube müdürlüğüne atanıncaya kadar bir yıla ya­kın süreyle genel müdürlük polisliği yaptım.
İnsanlar, kafatasının içindeki 1400 gramlık “beyin” ile yönlendirilmektedir. Yetmiş kiloluk insanın yüzde ikisi ka­dar…
Polis teşkilatı da 6000 personelin çalıştığı “merkez teş­kilatı” ile yönetilmektedir. Üçyüzbin personelin yüzde ikisi kadar…
İnsanlarda da, emniyet genel müdürlüğünde de “be­yin”, bütün organları çalıştıran ana unsurdur.
İyi çalışmazsa, mongol bebeklerde görüldüğü gibi vü­cudun diğer organları bilinçsizce hareket eder ve “down” sendromu yaşanır.
Aynı şekilde beyin, EGM’de iyi çalışmazsa teşkilatın geri kalan yüzde 98’i sendeler.
Bugün teşkilat, bu genetik hastalığa yakalanmıştır. Kendi ayakları üzerinde duramamaktadır. Mülki idare sını­fından aldığı dayangaçla hayata tutunmaya çalışmaktadır.
Sağlıklı bir hale gelebilmesi için derhal hücrelerini ye­nilemelidir.
EGM’de şu birimde, bu birimde çalışmanın bir önemi yoktur. Olmamalıdır da! Çünkü ne olursa olsun tek hedef vardır. Bu hedef kentsel alanda yaşayan insanların “iç gü­venliğini” sağlamaktır.
Beyni oluşturan insanlar, taşradaki organları saat gibi çalıştırmalı ve çark muntazam şekilde dönmeye devam etmelidir.
Peki, EGM’deki manzara bu tanıma uymakta mıydı?
EGM’ye şube müdürü rütbesinde iken geldim. O za­mana kadar geçen yirmi yılda mükemmel olduğunu sa­nıyordum. Ancak içine girdiğimde durumun böyle olma­dığını, birçok konuda taşra teşkilatının gerisinde kaldığını gördüm.
Aslında EGM’nin, polis teşkilatındaki yeri ve durumu baştan aşağı inceleme konusu yapılmalı ve reorganize edil­melidir. Torpilliler derhal uzaklaştırılmalı, sadece kaliteli ve yıldız personele yer verilmelidir. Yüzde 2’lik beyin, ancak o zaman yüzde 98’lik kitleyi sağlıklı olarak yönlendirebilir.
Anadolu’dan devlete gelen memur; sıvası dökülmüş oda, sifonu çalışmayan tuvalet, kolu olmayan kapı ya da kırık sandalye ile karşılaşırsa devleti zaaf içinde görür ve işin başında oyundan düşer. (Tespit, Edirne valiliği yapan Fahri Yücel’e aittir.)
Daha verimli bir hizmet üretimi için memur sıkça tayin edilmemelidir. Japonlar, üç taşınmanın bir yangına bedel olduğunu söylerler. Öte yandan tayin işleminin, beceriksiz amirlerin başvurduğu bir yöntem olduğu da bilinmelidir.
Yine aynı şekilde memurun memleketinde görev yap­masına izin verilmelidir. Tarafsız olacağına inanılmalıdır.
Memur, çalıştığı birimde uzun süreli kalacağına emin olmalıdır. Polis memuru Fatma Karadeniz, sivil savunma ile ilgili hizmetlerin yerine getirildiği birime atandığında konuyla ilgili hiçbir bilgisi yoktu. Birim içinde bölük pör­çük bilgi sahibi olanlar aracılığıyla hizmet sürdürülüyordu. Zaman zaman kendisine de sorular gelmeye başladı. Ay­rıntılı bilgi sahibi olmadığı için her defasında doyurucu ce­vap verememenin ezikliğini yaşadı. Uzun süre bu birimde çalışacağını da anlayınca kendini tamamıyla bu işe verip bütün mevzuata hakim olarak bugün ilgili daire başkanlı­ğının “ağzına bakılan” tek personeli oldu.
İster iyilikle, ister kötülükle olsun her memurun kendi­ni yetiştirmesi sağlanmalıdır. Fatma Karadeniz buna gerek kalmadan kendi kendini yetiştirmiştir. Diğerleri kendini yetiştiremiyorsa sürekli eğitime tabi tutulmalıdır. Yaptığı iş ısrarla kendisine öğretilmelidir. Polis memuru Abdur­rahman yeni mezun olmuş ve çevik kuvvette göreve baş­lamıştı. Gece nöbetlerinde uykusuzluğa dayanamıyordu. Sıkça disiplin cezası almasını istemiyorduk. Sonuçta kendi kararını verdi: “Gece çalışacağımı bilseydim polis olmaz­dım” diyerek rızasıyla teşkilattan ayrılıp gitti.
İl emniyet müdürleri, kendilerini hem mesleki hem de sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik konularda ye­tiştiren, hizmette verimi artırmayı planlayan, liderlik vasfı olan müdürler arasından seçilmelidir. Kutsal Kitabın 1400 yıl öncesinde belirttiği gibi işler ehline verilmelidir.
Böyle olduğunda onlar da alt kadrolarını yıldız perso­nel ile donatmayı bileceklerdir.
Ormandaki ağacın güneşten nasibini almak için en yükseğe çıkmak istemesi gibi memurlar da “bilgi”ye ulaş­mak için gayret sarf ederek “yıldız” olmak isteyeceklerdir. Zira bilim adamının dediği gibi en güzel meyveler, dalın en ucundakilerdir.
Bu şekilde kaliteli personelin olduğu yerde işler planlı, etkili, ekonomik yapılacak ve hizmette en yüksek verim elde edilecektir. Sonuçta moral değerler yükselecek ve iç barış sağlanmış olacaktır.
Emniyet genel müdürlüğünde işler günübirlik değil, teşkilatın geleceğine yönelik kararlarla yerine getirilme­lidir. Bunun için planlamaya önem verilmeli, belirlenen hedeflerden yola çıkılarak alınacak sonuçların geçerliliği sınanmalıdır. Modası geçmiş yasal düzenlemeler yerine çağdaş olanlar yaşama geçirilmelidir.
Devre arkadaşım Feyzullah Arslan’ın yönetimindeki ik­mal ve bakım dairesi başkanlığında büyük ihalelere tanık oldum. Türkiye’de imal edilmeyen araç, gereç ya da si­lahların yabancılardan alınarak mesleğimize nasıl kazan­dırıldığını bizzat izledim.
Toplumsal olaylara müdahale konusunda Barbaros Hayrettin Aydın’dan edindiğim yöntemlerle kendimi nasıl güçlü hissettiysem ihaleler konusunda da Feyzullah Ars­lan’ın taktikleri ile devlet soyucularıyla mücadele etme gücü buldum.
Fabrikalar ve kademeler diye anılan birimde bizzat çalıştım. İşçi kadrolu iletişim görevlisi Aynur Akarçay’ın İstanbul’daki distribütörle görüşerek Amerika’daki panzer parçasını 24 saatte nasıl Türkiye’ye getirttiğine tanık ol­dum.  
İşlemler birkaç hamle sonrası düşünülerek yapılmak­tadır.
Panzer parçası, sanki nakledilecek bir organdır ve he­nüz okyanus üzerindeyken onu alacak ekip İstanbul’daki havalimanında hazır beklemektedir.
Onaracak kademe işçisi Diyarbakır’da tulumunu giy­miştir bile.
Onları Siirt’e götürecek araç, start beklemektedir. Ay­nur Akarçay’a göre panzeri arazide arızalı bırakmak, ar­kadaşını cephede yaralı bırakmaktır.
Fabrikada bazı gerçekleri görme şansımız da oldu. Fi­ber malzemeden bir metre çapında polis armaları yapıl­maktaydı.
Malzeme ucuzdu ve personel yeterliydi. Ancak sadece iki kalıp olduğu için ve anında kurumadığından beş mesai gününde 10 adet arma imal edilebiliyordu. Kadrodan çok talep vardı ve daha fazla üretmeliydik. Yeni kalıplar yap­tırmak pahalıydı. Bu defa mevcut kalıplarla haftada 10 olan sayıyı 28’e çıkardık. Aynı zamanda mühendis olan komiserler İlker Saraçoğlu ve Mehmet Gürsoy yaratıcılık­larını göstererek hizmette verimi artırma projeleri geliştirebilmekteydiler. Öncelikle sabah erkenden dökülen ka­lıplar, akşam üzeri kuruduğunda yenileri dökülerek gece kurumaya bırakıldı. Böylece mesai günlerinde 10 yerine 20 arma yapılmış oldu. Ayrıca aynı şekilde nöbetçi vardi­yaya öğretilerek cumartesi ve pazar günleri ile gecelerin­de de devam edilerek neredeyse üç kat artırılarak 28’e çıkarılmış oldu.
Genel müdürlükte bir yılı doldurmamıştım. Meclis ko­ruma müdürü Şuayip Doğanç, İstanbul için milli saraylar koruma şube müdürlüğü önerisinde bulundu. Kabul ede­rek ikmal ve bakım dairesinden ayrıldım.




İSTANBUL

Milli saraylar koruma şube müdürlüğü, Dolmabahçe sarayı içerisinde konuşlandırılmıştı. Kaderimde sarayda polislik yapmak da varmış… Göreve başladığımda takvim­ler 20 Mart 1996’yı gösteriyordu. 1997 yaz sonuna kadar görev yaptım. Rütbem; üçüncü sınıf emniyet müdürüydü.
150 personelimiz vardı. Dolmabahçe sarayı ile birlik­te Beylerbeyi sarayı ve Yıldız köşkü, Filizi köşkü, Maslak köşkü, Ihlamur kasrı, Aynalıkavak kasrı, Küçüksu kasrı sorumluluk alanımızdı. Turizme açık olan bu sahalarda insan ve tarihi eşya güvenliğini sağlamakla görevliydik.
Saraylar, köşkler ve kasırlar kültürel miraslarımızdı. Bu yönüyle kültür bakanlığının sorumluluğunda olması bek­lenirken TBMM’nin sorumluluğunda kalmasının faydalı olacağı düşünülmüştür. Siyasetten uzak olursa daha iyi korunacağına karar verilmiştir.
Saraylarda, TBBM personeli dışında sağlık hizmetleri sınıfı, teknik hizmetler sınıfı, silahlı kuvvetler mensupları ve emniyet hizmetleri sınıfı olarak biz vardık. Görev yap­tığım dönemde toplam personel sayısı 1500’ü buluyordu.
En sık değişenlerden biri polis sınıfıydı. İkinci bölge için ilişik kesmeler, sonra onların yerine yenilerinin gelme­si saray personeli ile tanışıklıklara mani oluyordu.
Dolayısıyla ilişkiler beklenen düzeye taşınamıyordu. Polisten başka sarayda sadece gece çalışan bekçiler var­dı. Saray personeli onları çoğu kere tanımaz, varlığını bile bilmezlerdi. Saray personelinin, polisi tanıması da ancak o gece bekçilerini tanıdıkları kadardı.
Polisler görev yerine gelip giderken sivil giyinmeyi tercih ediyorlardı. Hem İstanbul’un toplu taşımacılığında yaşanan zorluklar, hem de güvenlik nedeniyle böyle ge­rekiyordu. Fakat fazlaca spor giysiler polisin ağırlığını or­taya koyma yönünde olumsuz etkilere yol açıyordu. Nasıl olsa saraylarda çalışırken ek ücret alıyorduk. “Ye kürküm ye” lafı da boşa söylenmemişti. Bu nedenle saraya takım elbiseli olarak gelme kararı aldık.
İkinci olarak ikinci bölgeden gelenlerle tanışma, gi­decek olanları uğurlama amaçlı bir resepsiyon vermeyi planladık. Saraylarda ortalama her hafta popüler kişiler ya da kurumlar önemli otellerin sorumluluğunda bu re­sepsiyonları düzenlemekteydiler.
Biz neden yapmayalım diye düşündük. Lütfü Çetin­demir ve Adnan Okçuoğlu başkomiserlerimizin koordi­nesinde düzenleyici otellerin birinin yeme içme müdü­rüyle görüştük. Sosyal fonda biriken paramız da yeterli gelince bu düşüncemizi saray yetkililerine ilettik. Anka­ra’dan izin alınacağını söylediler. Bizim adımıza başvuru yapıldı ve Hasbahçede resepsiyonun gerçekleştirilmesi kararı alındı.
Hasbahçe, sarayın zengin mimarisinin ortasında ren­gârenk çiçeklerle bezenmiş bir alandı. Görkemli manolya ağaçlarının beyaz çiçekleri bu zenginliği daha da artırıyor­du. Garsonların cicili giysileri, havuzun etrafındaki dört gül ağacının motifleri ile tam bir uyum içindeydi. Kız Ku­lesi bütün azametiyle karşımızdaydı.
400 kadar davetlimiz vardı. Hepsi çok memnun kaldık­larını belirttiler. İkinci görev bölgesi için giden arkadaşları­mızı topluca uğurlama imkânı buldular. Yeni personelimiz ile tanıştılar. Sonra da şu ilginç lafı söylediler: “Biz Saray personeliyiz. Yıllardır böyle bir etkinliği düşünememişiz. Polisin böyle bir resepsiyon gerçekleştireceğini de aklı­mızdan geçirmezdik.”
Bizi daha iyi fark ettiklerini görüyorduk.
Devam eden günlerde Merdan Eren gibi polislerimiz bağlama kursu vererek, Aydemir Avcı polisimiz halı saha maçları düzenleyerek saray personelinin sosyal yaşantı­larında aktif roller üstlendiler. Böylece polisimizin saray­daki popülaritesi iyice artmış oldu. Öyle ki personel giriş kapısında görevli polis memuru Aydemir Avcı, göreviyle ve görev yeriyle o kadar bütünleşmişti ki sarayın o kapısı “Aydemir Kapı” olarak anılmaya başlandı.
Emniyet genel müdürlüğünün isteği doğrultusunda personelimizi bilgilendirmek amacıyla konferanslar dü­zenliyorduk. Atatürk konulu bir konferans için milli sa­raylar daire başkanı profesör Erol Eti’ye müracaat ettim. Konuşmacı Orhan Çekiç “Atatürkçü Düşünce Işığında Çağdaşlaşma” konulu sunum yaptı. Yıllar önce Çorum’da meslek yüksek okulu okutmanından dinlediğimiz konfe­ranstan çok farklıydı. O yıllarda Atatürk’ün anası, babası, aldığı görevler anlatılmıştı. Şimdi ise felsefesi paylaşılı­yordu. Türk insanı için başlattığı aydınlanma döneminden söz ediliyordu.
*
Milli saraylar koruma şube müdürlüğünde de bilgisa­yar konusunda bir ilki gerçekleştirmiştik. Maaş bordroları­nı öne sürerek yaptığımız öneri yerine getirilmiş ve Meclis bütçesinden bilgisayar alınmıştı.
O yıllarda bir bilgisayara kavuşmanın pek önemi yok gibi görünebilir. Ancak polisin teknolojiyle tanıştırılması bakımından tam bir devrimdir. Çünkü daha sonra çalıştı­ğım bir emniyet müdürüne, her bir polis merkezine faks cihazı alınmasını talep ettiğimizde “Her yeni teknoloji, yeni masraf gerektirir” diyerek teklifimizi geri çevirmişti. Faks cihazının toneri, daktilo şeridine göre pahalı olduğu için eski düzenin devam etmesini istiyordu. Hâlbuki beş ayrı polis merkezinin emniyet müdürlüğüne uzaklıkları göz önüne alındığında evrak sevkiyatı için oto giderleri daha fazlaydı. Üstelik personelin zaman kaybı söz konu­suydu. Bu nedenle Edirne’deki bilgisayarlaşma sürecimiz müdürümüz değiştikten sonra gerçekleştirilebilmişti.
Milli sarayları ziyaret edenlerin yaklaşık yüzde 90’ı ya­bancıydı. Dolmabahçe sarayında selamlık ve harem bö­lümlerini gezen bir ziyaretçi dört defa aranmak durumun­daydı.
Arama mutlaka olmalıydı. Ama aynı kişinin dört ayrı yerde arama işlemine tabi tutulması insanı düşündürü­yordu. Yabancılar; “Müslümana gâvur eziyeti” lafının ter­sini yaptığımızı düşünebilirlerdi.
Öncelikle yabancılardan başlayarak bir anket yapmayı düşündüm. Sorular hazırlayıp kâğıda dökmeden önce sı­nama soruları ile başladık. Sarayın rehberleri bu konuda bize teknik destek sundular. Ne var ki o ilk görüşmeleri­mizde hiçbir turistin dört kere de olsa aranma konusunu sorun etmediğini gördük. Üstelik “Ne kadar çok aranırsak o kadar güvende oluruz” diyorlardı. Bunun üzerine arama sayısını azaltma düşüncemden vaz geçtim.
Üçüncü sınıf emniyet müdürlüğü rütbesine geçeli beş yıl olmuştu. Hâlâ ikinci sınıfa yükselememiştim.
Hakkımda ikmal ve bakım dairesi başkanlığında ça­lışırken süregelen bir soruşturma vardı. Depoyu sayan komisyon üyeleri, Sinop emniyet müdürlüğüne gönde­rilmiş bir eşyayı depodaymış gibi göstermişler. Yanlışlık anlaşınca da gerekli düzeltmeler yapılmıştı. Altı ay sonra depo görevlisi başka bir husustan dolayı kendisine yöneltilen bir soruyu cevaplandırırken bu tür hataların ya­pılabildiğini anlatmış ve altı ay önce yapılan sayımdan örnek vermiş. Bunun üzerine açılan soruşturma görevi polis başmüfettişi Nihat Ö’ye verilmiş. Nihat Ö gerek tef­tişlerde, gerek soruşturma görevlerinde kendisine verilen soruşturma emrinin dışında suçlar yaratabilen bir tipti. “Ne büyük müfettiş!” desinler diye böyle davranıyordu. Polis jargonunda böylelerine “Tetikçi müfettiş” yakıştır­ması yapılıyordu. Nitekim ben ve sayım komisyonu baş­kan ve üyeleri için meslekten ihraç talep etmişti. O dö­nemde İstanbul’da bulunduğum için istinabe ile ifademi almak üzere bu defa aynı nama sahip İstanbul bölgesi müfettişlerinden Mümtaz B görevlendirilmişti. Dolayısıyla benim için görevlendirilen iki müfettişin de en “cezacı” tipler olarak seçilmesi tesadüf olamazdı. Bir yanda saray polisliği yapacak kadar özel taleple bu göreve getirilebili­yorum. Öte yanda ihraç cezası verilebilmesi için her yola başvuruluyordu. Neticede ben sayım komisyonu üyesi değildim. Dört ayrı sayım komisyonunun koordinesiyle görevliydim.
Şu bir gerçekti ki meslekten ihraç edilmekle hakkımda işlem yürütülüyordu. Soruşturma bitmemişti. Ve ben sırf meclis kadrosunda olduğum için terfi ediyordum.
Bu şu anlama da geliyordu: Eğer ben mecliste değil de kadroda olsaydım demek ki bir kaşık suda boğacaklardı.
Daha sonra disiplin kurulu, görevde kayıtsızlık olduğu yönünde değerlendirmede bulunarak maaş kesimi müey­yidesi uygun görmüş, belli bir süre sonra da bu ceza afla ortadan kalkmıştı.
Milli saraylarda şube müdürü rütbesiyle çalışabiliyor­dum. Ama terfi etmiştim. Bunun için uygun yerin, Edirne emniyet müdür yardımcılığı olduğu gelen atama emrin­den anlaşılıyordu. 1997 Eylül’ünde İstanbul’dan ayrıldım.




EDİRNE

Edirne’de emniyet müdür yardımcısı olarak beş yıl ça­lıştım. Bu beş yılda dört il emniyet müdürümüz oldu.
Edirne, Avrupa’yı andıran bir kentti. Anadolu’nun ay­dınlık yüzüydü. Anadolu’daki ataerkil yapı Edirne’de ve Trakya’da görülmüyordu. Suç yüzdesi çok düşüktü. Eğer Kapıkule faktörü olmasa asayiş yönünden en rahat il­lerden biri olurdu. Kırklarelili bir vatandaşın söyledikleri ilginçtir: “Eğer polis ve asker olmasa burada hiç olay ol­maz.” Çok iddialı bir laftır ama içine girince gerçek payı olduğu görülebilmektedir.
Aynı Edirne’de bir grup Roman vatandaşımız çok zor koşullar içinde yaşamaktadır. Okulluluk oranı yok gibidir. Erken evlilik yaygındır. Doğum kontrolüyle ilgili bilgilen­dirme yapılmamaktadır. Türkiye’nin Avrupa’ya en yakın bu bölgesinde zaten derme çatma olan konutun bir kena­rına naylon ve tahtalardan baraka yapılarak yeni evlenen­lere yer açılmaktadır. Suça katılım oranları düşüktür. Kâğıt toplayarak bunu ekonomiye kazandırıp günlük geçimleri­ni sağlayabilmektedirler. Kadınlar, merdiven temizliklerine giderek aile bütçesine katkıda bulunmaktadırlar.
Valinin temel görevlerinden biri ilköğretim çağındaki çocukların behemehâl okula gönderilmesi iken Roman çocukları için nedense bir takip yapılmıyordu. Cahil kalan Romanların toplumla entegrasyonunda güçlükler yaşanı­yordu.
Devlette görev alan yetkililer kendi çocuklarının oku­ması için her türlü zorluğa katlanıyorlar da başka çocuk­ların okuması konusunda hiçbir titizlik göstermiyorlardı. Kendi çocuklarının önde olmasını istiyorlardı. Oysa top­yekûn bilinçli bir toplum olmadıkça ileride kendi çocukla­rının da mutlu olmayacaklarını düşünmüyorlardı.
Ekonomik eksikliklerden dolayı eğitim verilmemiş in­sanlar istismar edilmeye oldukça müsaittirler. Zorluklarla büyümüş, doğru dürüst eğitim görmemiş, kaybedecek bir şeyi olmayan birisinin eline geçen ilk fırsatta, içinde yıllarca birikmiş olan hıncını topluma yöneltmesi çok do­ğaldır. (DENKER, Mehmet Sami, Uluslararası Terör Türkiye ve PKK, Boğaziçi Yayınları, 1997)
Edirne’de de benzer durumların yaşanmaması için valinin; emniyet müdürlüğü ile milli eğitim müdürlüğünü devreye sokarak okulsuz çocuk bırakmaması gerekmek­tedir.
Edirne’de göreve başladıktan altı ay sonra ikinci bölge görevi için tayin hazırlık emri aldım.
Bu şu anlama geliyordu:
“Ben seni meclis kadrosunda iken şarka göndereme­dim. Ama şimdi güç bende! Artık elimdesin. Tıpış tıpış git bakalım.”
İdare içindeki bazı aklıevveller böyle diyorlardı ama hiç de öyle olmadı. Edirne’de beş yıl görev yaptım ve bi­rinci sınıf emniyet müdürlüğü rütbesine yükselerek emniyet genel müdürlüğü kadrosuna tayin oldum. Ankara’nın dayanaksız görev anlayışı, taşrada kayaya çarpıyordu. Personelden sorumlu emniyet genel müdür yardımcısı Necati A ile personel dairesi başkanı İbrahim S’nin; sırtla­rını siyasetçiye dayayarak yaptıkları acemilikler meslek içi barışı daha da beter hale sokuyordu. Hâlbuki şu gerçek asla unutulmamalıydı:
“Galip olan güç değil, sistemdir.”
*
Edirne’de genel bütçe ödeneği ile bilgisayar alımı mümkün görünmüyordu. Polis merkezleri yaptırma der­nekleri ya da kantin gelirleri ile bu tür ihtiyaçlar karşılan­maktaydı.
Aynı dönemde Çanakkale Emniyet Müdürlüğü, 15’i için “Çok bilgisayarımız var” derken Edirne’deki sayımız 80’e ulaşmıştı.
Ancak sayısal çokluk tek başına bir anlam ifade et­miyordu. Onu kullanacak personel de gerekiyordu. Kadromuza yeni atanan komiser yardımcısı Salih Tezel, akademide başmümessil olduğu için sınıf komiserlerinin odasındakilerden yararlanma şansı bulmuştu.
Ayrıca Trakya Üniversitesi Rektörlüğünden 24 perso­nelimize bilgisayar eğitimi verilmesini talep ettik. Rektör Osman İnci’nin hoca görevlendirmesi bizim için bir nimet­ti. 24 memurumuzun içine, personel şubesindeki disiplin kurulu kararlarını yazan polis memuru Jale Yalçın’ı da dâ­hil etmiştim. Herkesin can attığı bu kursa Jale katılmak istememişti. Bu durumu Zonguldak’ta görev yapan dev­re arkadaşım Nail Yalçın’a intikal ettirmişti. Nail, Jale’nin ağabeyiydi. Onu kıramazdım. Jale’nin yerine başka bir personeli kaydettim. Ama Jale çok gayretli ve çalışkan bir memurdu. Bütün kararları tek başına daktiloda yazar ve göreviyle ilgili hiçbir aksaklık yaşanmazdı. Daktilo ile yazımlarda ne kadar da dikkat edilirse yanlış tuşa vurma sonucu silintiler olabiliyordu. Bu defa yeniden yazılmasını istiyordum. Bu arada şubedeki bütün işlemler bilgisayarla yapılmaya başlanmıştı. Jale de artık kendini bu kervana katılmaya mecbur hissetti ve bilgisayarda arkadaşlarının seviyesine ulaştı. Onu bilgisayardan uzaklaştıran ise “Ya­pamam da, mahcup olurum” hissiydi.
Ödenek kullanma konusunda başka bakanlıklar ta­sarruf tedbirleri mazeretine takılırken, güvenliğin öne­mi nedeniyle polis teşkilatında, özellikle bina onarımları için ödenek eksik olmuyordu. Dikkatimi çeken husus ise Edirne’deki tanınmış müteahhitlerin bu ihalelere girmiyor olmalarıydı. Genellikle belli kişiler girer ve en ucuz teklif veren müteahhit işi üstlenirdi.
Tanınmış müteahhitlerin dost meclislerindeki ortak görüşü; “Biz onların arasında yer alarak adımızı kirlete­meyiz” şeklinde oluyordu. Demek ki bizim ihaleye katılan müteahhitler “kirli” insanlardı. Ama ihale sırasında yapı­lan işlemlere bakıldığında her şey normal görülüyordu. Dosyalar eksiksiz tamamlanıyor ve doğal olarak kim fazla kırım yapmışsa ihaleyi o üstleniyordu.
İhale komisyonunda görev alan polis sınıfından insanlar, ihalenin nasıl yapılacağı konusunda bilgi sahibi olmadıkla­rı için kendilerini bayındırlık müdürlüğü temsilcisine teslim ederlerdi. O da çoğu kere müteahhitlerin lehinde hareket ederdi. Çünkü onlarla gelir, onlarla yemeğe çıkardı.
Feyzullah Arslan ile çalışırken ikmal bakım dairesinde büyük ihaleler için komisyonda görevler almıştım. Kendi­me güvenim tamdı. Şimdi komisyon başkanı bendim ve ihaleyi ben yönetecektim.
Öncelikle güvenlik şubesinin kamerasını getirterek ihalelerin kaydını sağladım. Bir şekilde bu “kirli” durumu çözecektim.
Bu arada öğrenci yurdu olarak kullandığımız tarihi bi­nanın dış cephesi bir yıl önce boyanmış, fakat boyalar dö­külmüştü. Müteahhidini öğrenerek kusurunu gidermesini istedim. Birtakım bahanelerle boyayı düzeltmedi. Bayın­dırlık müdürlüğüne bildirdim. Oralı bile olmadılar. Hatta bir sonraki ihalemize katılmasına izin verdiler. Kamera, görüntü almaya devam ediyordu. Bayındırlık görevlisi dâ­hil herkes yerini almıştı. Başkanlık kürsüsünden boyayı yenilemeyen şahsa dönerek derhal salonu terk etmesini istedim. Şahıs dosyasını toplayarak çıkıp gitti. Bunu yap­maya hakkım var mıydı? Bilmiyorum. Ama kamuoyundaki olumsuz görüşü mutlaka bozmalıydım.
Geri kalan üç firmayla devam ettim. Ancak kırımlar, milimetrik denecek kadar düşük düzeyde ilerliyordu. İlk söz verdiğim müteahhit, yüzde üç kırım yaptığını belirtti. Diğerleri yarımşar puan artırarak devam ettiler. Çeyrek ya da yarım puanla devam eden artışlar sırasında önce birisi, sonra da diğeri çekildiklerini bildirdiler. Yüzde 5,5 bir kırımla ihale üçüncü kişiye kalmış oldu.
O güne kadar taşrada çalıştığım yerlerde hiç ihale iptal edildiğine rastlamamıştım. Ama ikmal bakım dairesinde iken Feyzullah Arslan’dan gördüğüm için, yeterli rekabet ortamı sağlanamadığı gerekçesiyle ileri bir tarihe ertele­dim. Buz gibi esen bir ortamda herkes salonu terk etti.  
Hafta içinde önceden tanıdığım mühendislerle görüş­meler yaptım. İhale edilecek yeri görmelerini istedim. Kendileri ihaleye girselerdi ne kadar kırımla, zarar etme­den işi kabulleneceklerini sordum. Çünkü devlet adına görevli bayındırlıkçı bize bu konuda sağlıklı bilgi vermi­yordu. Müteahhitlerle birlikte gelip yine onlarla geri gi­diyordu.
Bir mühendis arkadaşım yüzde 25’e kadar kırım yapıl­sa bile zarar edilmeyeceğini söyledi. Kendisini de ihaleye katılımcı olarak davet ettim. Kabul etmeyince ısrar ettim. İhale günü o da salondaydı. Yine kamera kayıttaydı. Sı­rayla herkese hangi oranda kırım yapacaklarını soruyor­dum. Mühendis artırdıkça diğerleri de artırıyordu. Geçen haftaki gibi yarımşar puanla değil, daha büyük oranda kı­rımlar yapıyorlardı. Kırım seviyesi yüzde 25’lere geldiğin­de herkese son olarak yapacakları kırım miktarını yazarak bir zarf içinde vermelerini istedim. Mühendis yine yüzde 25 yazmıştı. İçlerinden biri ise yüzde 28 yazdığı için iha­leyi almış oldu. Geçen hafta yüzde 5,5’da kalan zihniyet, ezberleri bozulduğu için yüzde 28’lere kadar çıkabiliyor­lardı. Edirne’deki kaliteli müteahhitlerin bu tür ihalelere neden katılmadığını daha iyi anlamıştım.
Kamu görevlilerini saf gören sözde gözü açıklar, ara­larında anlaşarak küçük rakamlarla ihaleyi bitiriyorlardı. Bir sonraki ihalede diğeri devreye girerek, sırayla haksız nemalanma alışkanlıklarını sürdürüyorlardı.
Nasıl gümrükte, tapuda, trafik polisinde rüşvet varsa bayındırlık idarelerinde de yanlışlara göz yuman görevli­lerin olması kaçınılmazdır.
Memurlar, toplumun kamuya yansımış halidir. Toplum bozuksa, onun içinden çıkan memurlar da o oranda bo­zuk olacaktır.
Benzer bir yanlışı müdürler yapmaktadır. Memur, böl­ge trafikte istatistik görevlisidir. Bölge trafik tazminatı al­sın diye şube müdürü maliyeye onun adını da gönderir. Daha da ayıbı, il emniyet müdürü, kendi koruma polisini bölge trafikçi kadrosunda göstererek bu parayı aldırır.
Devlet, panzer operatörünü özendirmek için bölge tra­fikte olduğu gibi bir tazminat öder. Müdür, bu tazminatı almak için başta kendisi olmak üzere o birimin tüm per­sonelini, sanki hepsi panzer operatörüymüş gibi gösterir. Hazırladığı listeyi muhasebe müdürlüğüne gönderir.
Bazen de müdür, “Mademki devlet vermiyor” diyerek gerekli gereksiz dış görevlendirmeler yapar ve personelin harcırah almasını sağlar.
Her üç halde de mini bir meydan okuma vardır: “Dev­let, istediği kadar vermesin. Ben almasını bilirim!”
Memurlara, kanun dışı kazanımlar edinme konusunda öncü olan müdürler, yanlış yapma konusunda kötü örnek olmaktadırlar.
Bütün bu kural dışı ödemeler bir gün ortaya çıkmakta ve paralar geri tahsil edilmektedir. Ayrıca meslekten ih­raç edilenler olmaktadır. En önemlisi de bu şekilde ucuz hesapların adamı olarak kişiliklerini ve teşkilatı zedele­mektedirler.
Aslında Zülfü Livaneli genel bir tahlil yapmıştı. Liva­neli’ye göre Osmanlı İmparatorluğunun çökertilmesinden sonra Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya’daki Müslümanlar, son kale olarak Anadolu’ya göçmüşlerdir. Bu kılıç artı­ğı insanların kültürleri, adetleri, yaşam biçimleri farklıdır. Bu büyük farklılıklar, Anadolu’da zaten karmakarışık olan etnik ve dini yapıya eklenince, acayip bir karışım doğ­muştur.
Eğer “acayip karışım” içindeki insanlar acayip davra­nışlar sergiliyorlarsa onları bir çırpıda düzeltecek ilaç he­nüz eczanelerde satılmamaktadır. Gelişmiş ülkeler, “sis­tem” belirlemişler ve yolsuzluk yapma olasılığını en alt düzeye çekmişlerdir. İşi, insanın vicdanına ya da keyfine bırakmamışlardır.
Bizde trafik, ruhsat, vakıf gibi birimlerde makbuz karşılığı nakit para bulunduran memurların bu paraları kendisininmiş gibi harcadıklarına sıkça rastlanır. Paranın sıcaklığı veya cazibesi zayıf karakterli görevlileri etkiler ve bunun sonucu haklarında işlem yapılır. Mademki in­sanoğlu böyle bir yanlış içine girebiliyor, o halde İdare sorunu kökten halletmelidir. Memurun eline nakit para geçmeyecek şekilde düzenlemeler yapmalıdır.
Aynı şekilde Kapıkule’nin Avrupa tarafında araçlar ya­yalara yol verirken, Kapıkule’den beride yayaların araçla­ra yol vermesi yeniden değerlendirilmelidir.
Kapıkule’den ötede araçtan çöp atılmazken memleket topraklarına girildiğinde “fora” edilmesi durumunda “sis­tem” yeniden sorgulanmalıdır.
Unutulmamalıdır ki devlet, o sistemi kurabildiği ölçüde “devlet”tir.
Demokrasilerde geniş halk yığınları özgür bir ortamda ve refah içinde yaşamak isterler. Kendileri hayat gailesi içindeyken kaliteli yaşamak adına, kendisini yönetecek olanları seçerler. İşte bu seçilen grup, “sistem”i oluştur­ma görevini iyi derecede yapmak zorundadır. Çünkü se­çenlerden bu yönde icazet almıştır.
Peki seçilen, “sistem”i kurar mı?
Ya da seçen, sistem kurulacak beklentisi içinde midir?
İşte bu ikisi arasındaki hassas denge; seçenler ve se­çilenler tarafından algılandığında “sistem” kendiliğinden kurulmuş olacaktır.
Bir traktör sürücüsü, kontrol yapan trafik polisinin rüş­vet aldığını ihbar edince polis hakkında işlem başlattık. Ancak ertesi gün, sürücü, polisin rüşvet almadığını be­lirten yeni bir başvuruda bulundu. Bize göre polis, sürü­cüyü bir şekilde etkilemiş ya da korkutmuştu. Emniyet müdürünün bilgisi dâhilinde trafikten sorumlu müdür yardımcısı Yılmaz Güngör ile Başsavcı Ali Şanver’i ziyaret ettik. Amacımız rüşveti sakladığı için sürücüye müeyyide uygulanmasıydı. O zaman traktör şoförü, polisin rüşvet aldığını yineleyecek, biz de polise cezasını vererek sepet­teki çürük elmayı temizleyecektik.
Başsavcı bizim önerimize sıcak bakmadı ve ders nite­liğinde şunları söyledi:
“Böyle yapılırsa polisle sürücüyü karşı karşıya getirmiş oluruz. Polislik, disiplin mesleğidir. Hiyerarşik bir sistem vardır. Siz bu sistemle polisinizin yanlış yapmasının önüne geçemiyorsunuz. Başka birinden medet umuyorsunuz.”
Kibarcası şöyleydi: “Siz sürücüyü bırakın, kendinize bakın!”
Aslında savcının zımni bir gerekçesi daha vardı. Açıkça söylemedi ama mimikleri bunu ifade ediyordu: “Ben bir yargı mensubu olarak yeni bir adli suçun oluşumuna katkı veremem.”
Trafikçi ile şoförün hasmane davranış içine girebile­ceklerini ima ediyordu.
Diğer müdür yardımcısıyla birlikte üçüncü gözün gör­düklerini önemli bularak müdüriyete döndük.
*
Yurt dışında yaşayan insanlarımız çoğu kere araçla­rıyla birlikte Avusturya’dan Edirne’ye Optima Express trenleriyle gelmektedirler. Trenin Edirne durağındaki sey­yar satıcılardan şikâyet vardı. Bir dolarlık çakmak ya da cevşen satıp, aldıkları paranın üstünü getirmeden kaçtık­ları yönünde dışişleri bakanlığına müracaatlar yapılmıştı. Oradan da içişleri bakanlığına intikal ettirilerek emniyet müdürlüğünün önlem alması istenmişti.
Sabit esnaf olmadıkları için suça karıştığı iddia edilen seyyar satıcıları bulmak, takip etmek sorun teşkil ediyor­du. Emniyet müdürüne vekâlet ettiğim bir dönemde suça karışma ihtimali bulunan seyyar satıcıların o bölgeden uzaklaştırılmalarını sağladım. Bu defa iktidar partisi ANAP il başkanı “Bu çocuklar hırsızlık mı yapsınlar” diye çıka geldi.
Ölür müsün, öldürür müsün?
Seyyar satıcıların kaldırılmasını isteyenler dışişleri ve içişleri bakanlarıydı. Seyyar satıcılara dokunmayın diyen ise aynı partinin il başkanıydı.  
Bakanın emri mi, il başkanının talebi mi?
Aslında ortada dolandırıcılık suçu iddiası vardır. Üstelik seyyar satıcılık yasal görülmemektedir. Bu cihetle satıcı­ları uzaklaştırdığınızda il başkanı Ankara’ya “Bize bir em­niyet müdürü göndermişsiniz, sağda solda bizim partiye küfrediyormuş” dese kime ne diyebilirsiniz?
İktidar çoğu kere “Bir oy da bir oydur” diyerek il baş­kanının yanında yer alır.
İşte hepsi bir sistemsizliğin sonucuydu.
Benim memleketim olan Giresun il başkanına ne de­meli…
Emniyet müdürü Ahmet Demirci’ye diyor ki…
“Sen herkesin işini yapma ki bize gelsinler. Biz size gönderelim, işin bizim sayemizde yapıldığı bilinsin.”
Emniyet müdürünün daha çok hizmet üretmesi değil, il başkanının göreceği itibar daha önemli…
İnandırıcı bulmakta güçlük çekilebilir. Ama emniyet müdürüne şunu söyleyenlere de tanık olduk: “Siz yasal olan işleri zaten yapacaksınız. Biz sizi yasal olmayan işle­rimizi yapmanız için getirttik.”
Pes yani!
*
Polislik yaşamımda iç çamaşırı çalandan adam öldü­rene kadar suç işleyenleri bizzat görmüştüm. Ama Ertan Tunçbilek bir başkaydı. Suç bilimcilerin, sosyologların in­celemesi gereken biriydi. İnsanın içinden “Herkes işinde onun kadar profesyonel olsa..” diyeceği geliyor.
Maharetinin bir kısmı, askerlik öncesinde oto elektrik­çisi yanında çalışmasından kaynaklanıyor.
Amasya’da askerliğini bitiriyor. Parası yoktur ve Edir­ne’ye dönecektir. Gece yarısını bekliyor. Bir eve giriyor. Pantolon cebindeki paraları çalıyor. Sehpa üzerindeki anahtarları da alarak sokağa çıkıyor. Anahtardaki düğ­meye bastığında dörtlü lambaları yanan Mazda arabayı kolayca buluyor. Çalıştırıp Edirne’ye geliyor. Benzin parası olarak pantolon cebinden aldığı paraları kullanıyor. Ara­banın arama kararı yurdun her tarafına duyurulduğu için Edirne’de yakalanıyor ve Amasya polisine teslim ediliyor.
Amasya’da nezarethaneden kaçmayı başarıyor ve bu defa bir Kartal otoyu çalarak Edirne’ye geliyor. Canı, Meriç kıyısında piknik yapmak istiyor. İki arkadaşıyla buluşuyor. Paraları olmadığı için bir marketten yeteri kadar yiyecek ve içecek çalıyor. Çalıntı oto kayıtlara girdiği için kırmızı ışıkta dururken polislerce fark ediliyor. Arkadaşları yakala­nırken kendisi yaya olarak kaçıyor. Ele geçirilen oto, emin yer olarak emniyet müdürlüğü bahçesine park ediliyor.
Gecenin ilerleyen bir saatinde Ertan Tunçbilek du­vardan atlayarak emniyet müdürlüğü bahçesine giriyor. Amasya’dan beri getirdiği Kartal otoyu düz kontak yapa­rak tekrar çalıp dışarı çıkıyor. Sabah saat altıda Babaeski girişinde kaza yapıyor. Aracı terk edip kaçıyor. Babaeski polisi, bu araç içinde yaralı olabileceğini ve Trakya üni­versitesi hastanesine gelebileceğini düşünerek Edirne haber merkezine soruyor. Akşamki anonslardan dolayı haber merkezi plakayı hatırlıyor ve Babaeski’ye bu aracın emniyet müdürlüğü bahçesinde park halinde olduğunu söylüyor. Babaeski ekibi, olay yerinde aracın ön ve arka plakasını tekrar kontrol ediyor. Diğer özellikler de aynı olunca Edirne polisi, aracın emniyet müdürlüğü bahçesin­den tekrar çalınmış olduğunu anlıyor. Hasarlı araç, Amas­ya’dan çağrılan sahibine teslim ediliyor.
Ertan Tunçbilek suç makinesi gibi ve boş durmuyor. İstanbul’dan çaldığı başka bir kartal oto ile gece yarısı tekrar Edirne sanayi çarşısına geliyor. Önceden çalıştığı elektrikçi dükkânının kapısını, aracın tamponuyla açmaya çalışıyor. Çıkan gürültü üzerine sanayi bekçisi, polise ha­ber veriyor. Benim de nöbetçi olduğum gecede amansız bir takip başlıyor. Bir ara Kapıkule yolunda kıstırılıp araç tekerlerine ateş açıldığı halde yine kaçmayı başarıyor. Sonraki günlerde Ertan’ı yakalayan Lüleburgaz polisi olu­yor ve yine Ertan ilk cezaeviyle bu ilçede tanışıyor.
Kuşkusuz kötülükle bir yere varılmaz ama suç bir in­sanla ancak bu kadar özdeşleştirilebilirdi.
*
İnsan haklarının gelişmesiyle birlikte, toplumumuzda işkence ve kötü muamele yapılmaması gereği konuşulur olmaya başlanmıştı. TODAİE’de aldığım eğitim sırasında cezanın mutlaka kanunla verilmesi gerektiğini idrak et­miştim.
Oysa polis öteden beri kötü muamele yapmaktaydı.
Kendisini toplum terbiyecisi yerine koyuyordu. “Sen misin onu yapan? Ben senin kulağını çekmesini bilirim” diyerek yasama ve yargının görev alanına giriyordu.
Kötü muamele kavramı kafalardan çıkmalıydı. Devle­tin Anayasası; tıbbi zorunluluklar dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamayacağı hükmünü getirmişken devletten alınan güçle, bir başka insanın tenine ve onu­runa dokunulamamalıydı.
Bir kış akşamında, gündüz bitiremediğim işleri tamam­lamak üzere Daireye geldim. Gündüzün hareketli trafiği­ne karşın gece ortalık sakindi. Ama beklenmedik bir şey oldu. Gecenin sessizliğini bir çığlık bozuverdi. Koridora çıktım. Bağrışmalar biraz ilerdeki tuvalet antresinden ge­liyordu. Kapıyı açtım. Biri de müdür yardımcısının şoför­lüğünü yapan Ramadan olmak üzere beş polis memuru çıplak bir kızla birlikteydiler. Ramadan’ı iyi tanıyordum. Müdür yardımcısı şoförlüğü yaptığı için sık birliktelikleri­miz oluyordu. Onun elinde su hortumu vardı. Diğerinde ise manyetolu telefon makinesi bulunuyordu. Vücuda ve­rilen elektrik, su ile buluşunca daha etkili olduğu için Ra­madan, işkence ekibinin sudan sorumlu elemanıydı. Hem Ramadan, hem de diğer polisler kırklı yaşlarda, iri cüsseli, uzun boyluydular.
Kız ise ufak tefekti. Çömelerek sırtını duvara dayamış­tı. Sadece külotu vardı. Kollarıyla göğsünü kapatmış, yere bakıyordu.
Kapıyı açtığımda Ramadan, su akan hortumla birlik­te kızın üzerine doğru gidiyordu. Anlaşılan, biraz önceki seansta verilen elektrik ile kurban, çığlık atmıştır, ama “bülbül gibi ötmemiş”tir. Şimdi yeniden su ile ıslanacak, elektrik verilecek ve bülbül gibi öttürülecekti.
Ve o yıllarda Türkiye yeni bir milenyuma “merhaba” diyordu.
Ben o yılların ardında yazdığım bir kitapta bu gerçeği şu cümlelerin içine gizliyordum:
“Bugün Türk polisi gelmesi gereken yere hızla gel­mektedir. Onun da lisede, üniversitede çocukları vardır. O artık toplumun aydın insanıdır. Onun yetiştirdiği çocuklar da toplumun aydını olmaya aday bireylerdir. Düşünebili­yor musunuz, çocukları bu yaşta olan beş polis, gecenin korkulu bir saatinde, liseli veya üniversiteli bir kız öğren­ciyi bir tuvalet girişinde, çıplak bir vaziyette, biri elinde hortumla su tutarak, diğeri meme uçlarına elektrik vere­rek, sözde doğruyu söyletmek için sorgulasınlar. Onlar hiç kendi kızlarına böyle davranılmasını isterler mi?” (ÖZDEMİR, Erol, Mavi Yol, Piramit Yayıncılık, s.78, 2004)
Ne kadar kendimi avutsam da, Türkiye’nin Avrupa ya­kasında bile milenyuma aykırı davranışlar görebiliyorduk. Trakya’nın yetiştirdiği Ramadan bile şaşırılabiliyordu.
Ertesi gün kendisiyle karşılaştığımızda gözlerini ben­den kaçırmak istedi. Bunu senden beklemiyordum, de­dim.
Kafası karışmıştı.
Şükrü müdürüne sorma gereği duymuş: “Erol müdür, şaka olarak mı söyledi?”
Anayasamız “İnsanın vücuduna dokunulmaz” diyor. Ama ne yapalım ki Ramadan ve arkadaşları 12 Eylül Ana­yasasının da gerisinde kalmışlardı.
*
Üç yıl önce müdür yardımcısı olmuştum. Şimdi ise 2000 yılında birinci sınıf emniyet müdürlüğüne terfi et­mem gerekiyordu.
Ama Ankara, beklenmedik bir karar almıştı. Karara göre bu sene kimse terfi ettirilmeyecekti.
Eğer terfi etseydik özlük haklarımızdaki iyileşmeler bütçemize yansıyacaktı. Sıradan bir kararla, kanunla ön­görülen haklarımıza mani olunuyordu. O sene “Emir, de­miri keser” dedik ve 2001’i bekledik.
Bu arada ilkokul ikinci sınıfı okuyan lojman komşumuz tombik Gizem, takdirname almıştı. Her karşılaşmamızda sohbet ederdik. Herkesin sevgisiyle karşılandıkça büyük keyif alırdı.
Bir gün evinde şunu söylemiş:
“Anne, ben üçe geçtim. Erol amca, hâlâ ikinci sınıfta!”
Meğer önceki yıl lojman girişine asılan ve benim adım­la yazılan lojmanda uyulacak kuralları belirten yazı dikka­tini çekmiş. Adımın altındaki “2. Sınıf Emniyet Müdürü” ibaresini görünce evinde paylaşma gereği duymuş.
“Erol amca, hâlâ ikinci sınıfta!”
Yani her şey özlük haklarımızı alamamak değildi. Ta­raflı İdare, insanı çocukların diline düşürüyordu.
Hatta daha utanç veren ayak oyunları da yapılıyordu. Personel dairesi, o yıl terfi edecek olanları, çalıştıkları il­lerden soruyordu. Haklarında yürütülen bir soruşturma var mı diye…
Daha önce söylediğim gibi hakkımda “Görevde kayıt­sızlık göstermek” iddiasıyla bir soruşturma yürütülmek­teydi. Ankara’nın bunu bilmemesi mümkün değildi. Ama yine de durumum Edirne’den soruluyordu. Benim için ge­len yazının konu bölümünde aynen “Görevde kayıtsızlık göstermek- Hırsızlık” yazıyordu.
“Görevde kayıtsızlık gösterme iddiası” bizzat sayım ekibine yönelik olsa da benim de işlediğim suç olarak gösterilmişti. Bunu biliyordum. Ancak “Hırsızlık iddiası” o sıralar depoda çalışan bir müstahdem için yapılmıştı. An­kara bunu da çok iyi biliyordu. Ve o müstahdem Edirne’de değil, hâlâ Ankara’da çalışıyordu. Ama benim durumumu sormak için Edirne’ye gönderdiği yazıya hiç alâkası yok­ken “Hırsızlık” suçunu eklemesi tam bir mobbing örneğiy­di. Bu yazıyı Edirne’de vali görüyordu. İl emniyet müdürü görüyordu. İlgili personel de görüyordu. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” deyip bana “şüpheli” gözle bak­mazlar mıydı?
Müstahdem, terfi edecek biri değildi ki, yazı dağıtımlı olarak her iki vilayete de gönderilsin.
Başta daire başkanı İbrahim S ve genel müdür yar­dımcısı Necati A olmak üzere birçok yetkili, kendi yerlerini sağlamlaştırma adına yeni birinci sınıf emniyet müdürü adaylarını baltalamaya çalışıyorlardı. Ancak kanunla sınır­lanabilecek bir özlük hakkını basit oyunlarla engelliyorlar­dı. Böylece iç barışı bozuyorlardı.
Emniyet teşkilatının büyük bir aile olduğunu idrakten yoksundular. Oyunculardan bazılarını oyundan düşüre­rek kendi kuyularını kazıyorlardı. Sonuçta bunun cezasını hem kendileri, hem de temsil ettikleri teşkilat çekiyordu. Daha genel bir bakışla değerlendirdiğimizde güvenlik hiz­meti alacak olan halkımız cezalandırılmış oluyordu.
Tabii ki yine terfi edememiştim. Yusuf Ziya Özcan ve Recep Gültekin’in araştırmalarında belirttikleri gibi “ada­mı olanlar” terfi ettiriliyordu.
Allahtan Büyük Atatürk’ün hukuk devletinde yaşıyor­duk. Olumlu ya da olumsuz da olsa, sonuç alabileceğimiz idari yargıya başvurabiliyorduk. Davayı kazanamazsak bile “adaletin kestiği parmak acımaz” diyerek teselli bu­luyorduk. Hemen Edirne idare mahkemesi başkanlığına dava açtım. Mahkeme iptal kararı vererek terfi etmeme engel olmadığını bildirdi.
Buna rağmen Ankara soğuk savaşı sürdürmekte ısrar ediyordu. İç barışı resmen bozuyordu. Kendi içinde hasım yaratma hırsını aşamıyordu.
Bu gibi durumlarda İdarenin yaptığı itirazlar Danış­tay’ın ilgili dairelerinde değerlendiriliyordu. Danıştay, kişileri tanımadığı için tamamen dosya üzerinden karar veriyordu. Danıştay’ın önünde iki taraf bulunuyordu. Biri, birbuçuk asırlık emniyet genel müdürlüğü teşkilatı, diğeri üçyüzbinlere varan personelinden sadece birisi...
Bu personel, gerçekten Susurluk failleri gibi gırtlağına kadar suça bulanmış biri mi, yoksa ayağı istemeden bir iddiaya dolanmış masum biri mi?
Biz birbirimizi biliriz, ama Danıştay’ın her birimizi ay­rıntılarıyla bilmesini bekleyemeyiz.
Hele de Danıştay yetkilileri, “Biz içimizdeki çürük el­maları temizliyoruz” aldatmacasıyla iyi niyet gösterisi ser­gileyen üst yöneticilerimize kanıyorlarsa sonuç pek parlak olmayacaktır.
Nitekim bu düşünceyle terfi edemedim. Ama benimle aynı kaderi paylaşan Osman K hiçbir engele takılmadan terfi etmişti. Ya Çanakkale’de hakkında verilen olumlu idari yargı kararı genel müdürlükçe temyize gönderilme­mişti. Ya da o sıralar kılı kırk yaran Danıştay, bana göster­diği hassasiyeti onun için göstermemişti.  
Aklım karışmadı değildi. Osman K polis akademisi­ni benden sonra bitirmişti. Öğretmen olan eşi Edirne’ye atandığında verilen tanışma yemeğinde türbanlıydı. Edir­ne, Türkiye’nin Avrupa’sıydı. Valinin, emniyet müdürünün, milli eğitim müdürünün eşleri Atatürk Türkiye’siyle uyum içerisindeydiler. Bir süre sonra Bayan K’yı türbansız görme­ye başladık. Birkaç yıl sonra Ankara’ya atandık. Tesadüfen yine aynı lojmanlarda kaldık. Yeniden türbanlanan Bayan K, meslektaşı olan eşimle karşılaştığında “Size karşı da çok mahcubum, beni bir açık bir kapalı görüyorsun” deme mecburiyeti duymuş, onun bu zor durumu karşısında konu değiştirilmiş, çocuklardan söz edilerek cumhuriyet öğret­meni(!) utançtan kurtarılmaya çalışılmıştır.
Ama sonuçta Osman K’nın, önce küçük bir ilin emniyet müdürlüğü ile ödüllendirilmesi, ardından orta ölçekli Ma­latya’ya ve nihayet ülkenin dördüncü büyük ili Bursa’ya emniyet müdürü yapılması türbana yorumlandı.
Bursa’da lojmanının bulunduğu parkta el ele tutuşan gençlerin varlığından duyduğu rahatsızlığı gazetelere yansıttı. Bütün bunlar yükselişinin, dinsel motifli bir çizgi­ye paralel olduğunu gösterdi.
Cemaatçi olduğu için yıldızının parlatıldığı ve eşi tür­ban taktığı için din destekli olarak terfi ettirildiği, üç kez il emniyet müdürlüğü görevi ile ödüllendirildiği söyleniyor­du. Ama aynı kişi, bir anda “paralelci” yaftasıyla merkez emniyet müdürlüğüne çekilebiliyordu. İlginçti, bir gün önce en has adam, bir gün sonra tu kaka ilan edilebili­yordu.
Yargıtay başsavcılığında tanıdığım bir ulaştırma gö­revlisi vardı. Takip ettiğim bir arsa davasıyla ilgili olarak Yargıtay 18. Hukuk dairesi kalemine gitmem ve oradan alacağım bir evrakı Antalya’daki avukat arkadaşıma gön­dermem gerekiyordu. Ulaştırma görevlisi arkadaşımdan, ilgili birimi bulma konusunda yardım istediğimde o, karar için tanıdık bir hâkim aradığımı düşünmüş olmalı ki şu ilginç söylemde bulundu: “Bulacağımız hâkim cemaatten mi olsun, ötekilerden mi olsun?”
2005 yıllarıydı. Ben “hâkim” aramıyordum. Ama gö­revlinin söyleminden anlaşılıyordu ki cemaatçi hâkimler o yıllarda da iş başındaydılar.
Terfilerin ve atamaların liyakat yerine dinsel içerikli olduğunu gösteren başka örnekler de vardı. Ama biz bunları çok sonraları, taşlar yerine oturduğunda anla­yabiliyorduk. Aslında Hanefi Avcı kitabında valilerin ve müdürlerin, cemaatçi olan personeli bal gibi tanıdığını söylüyordu.
Şube müdürü Hüseyin TO da yıldızı parlatılanlardandı. Yine bir rastlantı sonucu hem Edirne’de hem de Anka­ra’da aynı lojmanlardaydık. Eşi memurdu. Bazen başında ilginç bir “başlık” olurdu. İki amaçlı bir başlık…
Saçını göstermediği için cemaatçilere, türban sayıla­mayacağı için diğerlerine yaranmaktaydı.
Aslında toplum olarak “türban”ı ne kadar da çarpıtı­yorduk!
Oysa Yüce Kuran, cinsel suçların önüne geçmek için kadınların uyacağı kuralları belirlerken saç ile ilgili hiçbir sınırlama getirmemişti. (Nur Suresi 31) Sadece göğüsle­rini, başlarındaki örtü ucuyla kapatmalarını istemişti. O dönemin sıcak iklim kuşağında, erkeklerin bile başlarında örtü varken kadınların örtülü olmalarından daha doğal ne olabilirdi ki…
Yüce Kuran’ın işaret ettiği husus; saçın örtülmesi de­ğil, göğüslerin görünmemesidir. Eskiler bu bölgeye “iman tahtası” derlerdi. Sutyen de henüz icat edilmemiştir. Gü­nümüz kadınının plajda iki parçalı giyindiğini de düşündü­ğümüzde Yüce Kuran’ın göğüslerle ilgili hassasiyeti daha iyi anlaşılabilecektir.
Çünkü Yüce Kuran aynı ayette, sadece göğüsleri değil suça konu olabilecek diğer cinsel unsurları da saymıştır.
Birincisi, kadınlar cinsel arzuyla erkeklere bakmaya­caklardır.
İkincisi, edep yerlerini yani cinsel organlarını göster­meyeceklerdir.
Göğüslerinin görünmemesi emri üçüncü sıradadır.
Dördüncü ve son olarak da ayaklarını yere vurarak dikkatleri üzerine çekecek tarzda kırıtarak yürümeyecek­lerdir.
Dolayısıyla hiç ilgisi yokken, konuyu “saç”a endeksle­mek manidardır.
Çünkü kırk yıllık polislik hayatımda ‘saç, cinsel bir objedir’ diye suça sebep olduğuna rastlamadım. (Kav­ga sırasında saçın çekilmesiyle ilgili birkaç vakayı istisna olarak belirtmeliyim.) Ama Kuran’da sayılan diğer cinsel unsurlarla işlenen onlarca suçun tanığı olmuşumdur.
Yüce Yaradan sıcak iklim kuşağında yaşayan insanları, güneş ışınlarından korunmaları için kıvırcık saçlı yaratmış­tır. Buna rağmen erkeğin ya da kadının, yaşadığı çevrenin bir gereği olarak başının rahat etmesi için mahalli çare­lere başvurması olağan bir durumken “türban” takıntısı toplumda bir “gergi” vasıtası olarak kullanılmaktadır. 610 yıl daha modern bir dinin mensupları, ancak bu zihniyetle üçüncü dünya ülkelerine dönüşebilmektedir.
*
Şube müdürü Hüseyin TO, Optima Express trenlerinin giriş garından da sorumluydu. Halkın katkılarıyla alınan iki bilgisayar, görevli personelin duyarlı davranmaması üzerine çalınmıştı. Resmen görevi ihmal suçu vardı. Ama ortada herhangi bir soruşturma evrakı görünmüyordu. O soruşturma dosyasının cemaat gücüyle ortadan kaldırıldı­ğı bugün daha iyi anlaşılabiliyordu.
Bundan başka Ankara’da lojman yönetimi seçiminde divan başkanı gibi görev alıp terör dairesinde çalışan ve sonradan cemaatçi olduğu anlaşılan bir şube müdürü­nü yönetim kurulu başkanı seçtirebiliyordu. Yani lojman yönetiminin bile cemaat hâkimiyetinin dışında olmasına tahammül gösteremiyordu. Ki seçtirdiği Zeki B, önce baş­bakanın koruma müdürlüğüne getirildi. Ama başbakanın çalışma ofisinde bulunan böceklerin sorumlusu ilan edile­rek yıldızı söndürüldü.
Hüseyin TO’nun Ankara’daki yükselişi devam etti. Emniyet teşkilatında ayrıcalıklı yerlerden sayılan TBMM koruma müdürlüğüne getirildi. Sonra cemaatçiliğin sih­riyle koruma daire başkanı oldu. Parlama devam ettirildi. Kaçakçılık dairesinin başına sıçratıldı. Hız o kadar fazlaydı ki sınırları aştı ve bir Avrupa ülkesine emniyet müşaviri yapıldı.
Ne var ki bir türbanla yaşama tutunmaya çalışan bu zihniyet, küçük bir bez parçasının koca bir bedeni tar­tamayacağını hesaplayamadı. Ayrıcalıklı yurtdışı müşavir görevinden vakti dolmadan apar topar geri getirildi. Mer­kez emniyet müdürlüğünde her gün iki kez imza attırıla­rak yoklamaya tabi tutuldu. Sonuçta Osman K ile birlikte zorunlu emekliliğe sevk edildi.
Kırk yıldır teşkilatın içindeydim. Çok yükselişler gör­müştüm. Ama Fetullah cemaatinin yaptığı bu son yükse­lişler, en modern asansörlerden daha hızlıydı. Yangından mal kaçırırcasına hareket ediyorlardı. İl emniyet müdür­lükleri, daire başkanlıkları, yurt dışı görevler; cemaatçiler tarafından kapış kapış edilmişti. Polis akademisi, cema­atçiler için doçentlik, profesörlük tahsis eden bir kuluç­ka makinesine dönüştürülmüştü. IPA yönetimine de el atmışlardı. Polis Sandığı da onlardaydı. Yönetim kurulu üyeleri, bir maaş kadar ‘ballı’ huzur hakkı alıyorlardı. Hizmetin nasıl yapılacağı önemli değildi. Önemli olan o makamlarda bir cemaatçinin oturtulmasıydı. Böylece ce­maat, 1970’lerden beri verdiği uğraşın meyvelerini topla­maya başlamıştı.
Sınıf arkadaşım Hanefi Avcı da 1975’lerde ışıkevinde kalmıştı. Birkaç devre arkadaşımla onu, Maltepe camisi yanındaki evinde ziyaret etmiştim. Yıllar geçip taşlar yeri­ne oturduğunda kendimin de bir “Işıkevi” ziyaretçisi oldu­ğumu anımsarım. Hanefi Avcı, cemaat lideri Fetullah ile birkaç kez görüştüğünü kendi kitabında söylüyordu. Ça­lışkan ve donanımlı bir devre arkadaşımızdı. Muhafazakâr oluşunun da katkısıyla yıldızı parlatılmıştı. Daire başkanı ve il emniyet müdürü görevleri verilmişti. Cemaate yakın görüntüsü bu makamlara gelişinde etkili olduysa da bu görevleri hak eden bilgi ve beceriye sahipti. Suçluluğa ve komploya karşıydı. Haliçte Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat adlı kitabında cemaatin foyalarını çıkardı. Cemaatin, bir terör örgütü paralelinde zararlı olduğunu açıkladı. AKP iktidarını uyaracağını sandı. AKP uyanma­yınca ilgisi olmayan bir iddiayla cezaevine konuldu.
Hanefi Avcı cemaatçi olduğunu üstü kapalı da olsa kabul ediyordu. Ama benim tanıdığım Hanefi Avcı doğru olan şeylerin yanındaydı. Ne zaman ki cemaatin bir terör örgütü olduğunu fark ettiğinde, polis olduğunu hatırla­yarak düğmeye basmasını bildi. Çünkü o babası da suç işlese aynısını yapardı.
Emin Arslan’ın başına gelenler ise cemaatçi olmama­sındandı. Devletçi bir anlayışa sahip genel müdür yardım­cısıydı. Teşkilatın ikinci adamı konumundaydı. O, orada bulunduğu sürece cemaatçiler diledikleri gibi at oynata­mayacaklardı.
Cemaatin, teşkilat üzerindeki hedeflerini daha kolay gerçekleştirebilmesi için kıdemli olan Emin Arslan fak­törünün ortadan kaldırılması gerekiyordu. Önce tayinle görevinden alındı. Kendisi aynı zamanda bir hukukçu olan Emin Arslan bir dava açma manevrasıyla cemaatin bu planını bozdu ve yeniden göreve döndü. Ama cemaat kararlıydı. Ziya Paşa’nın politikasını uyguladı: “Nush (na­sihat) ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmaya­nın hakkı kötektir.” Hemen bir kumpas kurularak kaçak­çılık çetesi içinde değerlendirildi. Cezaevine kapatılarak bertaraf edildi. Böylece genç Ahmet P’nin önü açılmış oldu. Kaçakçılık dairesinin başına getirildi. Yüksek hızla yükseliş, Ahmet P’yi valiliğe taşıdı.
Cemaat; hukuku ve bilgisayar teknolojisini iyi kulla­nıyordu. Önüne çıkan her engeli; ya sürgün ederek ya da cezaevine göndererek aşıyordu. Tabanca tüfek kul­lanmasına gerek yoktu. Neticede cemaatin bu zaptolmaz tutumu iktidarı da rahatsız etti. İnlerine girileceği vaadiyle karşı cephe kuruldu. Cemaatçi unsurlar tarafından hızla yükselenler bu defa kızgınlık ve öfkenin de bir sonu­cu olarak nanoteknolojik bir hızla yere indirildiler. Daha da kötüsü oldu. Ya cezaevine gönderildiler. Ya da erken emekliye sevk edildiler.
Eğer bu ülkede bir gün dini alet ederek geçinenlerin çanına ot tıkanacaksa, çomakları saklatılacaksa, bu başa­rı, dinci AKP’nin “inlerine girme” operasyonu sayesinde­dir. Çünkü diğer partiler, halkının yüzde 99’u Müslüman olan ülkede buna cüret gösteremezlerdi. “Kâfir” olarak suçlanmaktan korkarlardı.
Dinci AKP’nin yasadışı cemaat örgütü ile “paralel” yü­rümesi, öte yandan dört Bakan’ın yolsuzluğa karışması, Bakan Egemen Bağış’ın Bakara Suresi için “makara” diye­rek kutsal değerlerimizle alay etmesi muhafazakâr Türk toplumunu etkilemiştir. Dinsel değerlerin “araç” olarak kullanılması, buna karşılık maddi çıkarların “amaç” edil­mesi Anadolu insanının bakış açısının değişmesine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak AKP, 7 Haziran (2015) mil­letvekili seçimlerinde salt çoğunluğu elinden kaçırmıştır. Ne var ki cumhurbaşkanı, muhalefet partilerine hükümet kurma görevi vermeyince beş ay sonraya ötelenen 1 Ka­sım seçimlerinde yeniden eski oy oranına ulaşma şansını yakalamıştır.
*  
Ülkemiz cemaatle yaşarken polisimizin eski bir huyu depreşmişti.
Şoförlük yapan ve yağcılığı seven birçok mensubu­muz, makam sahiplerini araca bindirirken kapısını açar ve eliyle başını korurlardı.
Sonra bu hareketi; Ergenekon, Balyoz, Oda tv gibi da­valarda, zanlıları araca bindirirken gördük. Hareket biraz değişmiş ve başın bastırılmasına dönüşmüştü.
Sonra devran dönüp sıra cemaatçi polislerin yargılan­masına geldiğinde başı bastırılanlar bu defa kendileri ol­muştu.
Polisimiz her hal ve şartta yargı önüne çıkardığı kişiye, muhakeme usulü çerçevesinde hareket etmelidir. Hasma­ne duygulardan uzak durmalıdır. Bir gün kendisi de “başı bastırılan” durumuna düşmemek için bu tür fantezilerden kaçmalıdır.
Kırk yıldır yaptığımız polislikte başın bastırılacağına dair bir hüküm yoktur. Bu şekildeki kanunsuz emirler de asla uygulanmamalıdır.
Türk kamu yönetiminde polislik mesleğinin oldukça etkin bir yerde olduğu herkesçe bilinmektedir. Polis, bu etkililiği silahlı bir kuruluş olmasından ve kanunlardan sağlar. Her dönemde polisle yakınlık kurarak onu elde etmek isteyenler olmuştur. Bar, pavyon, kumarhane sa­hipleri en canlı örneklerdir. En küçük rütbelinin karşısında bile ön iliklemekte sakınca görmezler. Mekânlarının kapa­tılmasından korkarlar.
Bundan başka iktidarlar da polisi elde etmek isterler. Ama iktidarlar polis önünde ön iliklemezler. “Benim polisim kahramandır” diyerek yanlarına çekerler. Yanlarına gelmeyenleri de “sürgün” ederler.
Polisi elde etmek isteyenlerin en kötüleri ise terör örgütleridir. Hanefi Avcı kitabında yasadışı örgüt elema­nının, örgütüne ne ölçüde bağlandığını çok güzel ifade etmişti. Şunu demeye getiriyordu: Herkes işine o örgüt elemanları gibi bağlı olsa Türkiye cennete dönerdi.
Neticede cemaat de bir terör örgütüydü. Terör örgütü olarak ilan edilmeden önce çok sayıda polisten taraftarı vardı. Bu polislerden “militan” düzeyinde bağlı olanlar is­ter istemez örgüt üyesi durumuna düşmüş oldular. Belki silahla, bombayla eylem koymamışlardı ama teşkilatın elindeki teknolojiyi kullanarak kendilerinden olmayanları sürgüne ya da cezaevine göndermişlerdi.
Ne istedilerse verilmesi, boynuzun kulağı geçmesine neden olmuş, tehlike sezilince de “kandırıldık” denilerek mağduriyet rolüne girilmiştir. Bu defa paralel iki petekteki bal, tek petekte toplanmıştır. Yani önceden ikiye bölünen sevgi, şimdi mağdur(!) taraftaki AKP’de yoğunlaşmıştır.
Bir kısım polisler Emin Arslan örneğindeki gibi cemaatin etkin olduğu dönemde yargılanmıştır. Diğer bir kısmı ise Ali Fuat Yılmazer örneğinde olduğu gibi cemaatçiler etkisiz duruma getirildikten sonra yargı önüne çıkarılmıştır. Polis teşkilatı mensupları her iki halde de ciddi zarar görmüşlerdir.
Pek tabii ki başlangıcı hukuksuz olan işlemler, hukuk­suz sonuçlar doğuracaktı. Zira çoğulcu demokrasilerde yürütme organının içindeki iktidarların tek başına “her şey” olmadıkları bilinmeliydi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gere­ği yasama ve yargı organlarının varlığı yadsınmamalıydı.  
Kuvvetler arası dengeler bozulursa domino taşları gibi hak, hukuk, adalet, eşitlik, gelir dağılımı, yaşam kalitesi gibi bütün değerlerin zarar göreceği beyinlere kazınma­lıydı.
İşte bu hassas dönemde polis teşkilatı krizi yönete­memiş, aksine krizin bir parçası olmuştur. Bu da cumhu­riyet döneminde elde ettiği kazanımlarını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır.
Bütün bu olup bitenler yaşanırken ben de birinci sınıf emniyet müdürüydüm. Sanki bir belgesel izliyordum ve azgın birkaç aslan, masum bir ceylanı avlıyordu. TV gö­rüntülerini izlerken “Bu durum, doğa kanunlarının olağan akışında normaldir” diyerek kendimi teselli ediyordum. Ama “oy” ve “din” sarmalında “maşa” durumuna düşürülen meslektaşlarıma, kanunların olağan akışında da olsa, özgürlükleri kısıtlandığı için üzülüyordum. Şimdi emekli olurken geride bıraktığım meslektaşlarımdan özür diliyo­rum. Ne yazık ki derneklerimizin kapatılmasından sonra otuzbeş yılı aşkın sürede örgütlenemeyişimiz ve yine bir sendikamızın olmaması bizi seyirci olmaktan öteye götü­rememiştir.  




APK

2002 yılında birinci sınıf emniyet müdürü rütbesiyle emniyet genel müdürlüğü kadrosuna geldim. 2005 yılına kadar, şimdiki adı strateji geliştirme daire başkanlığı olan araştırma planlama koordinasyon dairesi başkanlığında APK uzmanı olarak çalıştım. Meslektaşlarımız, APK’nın açılımı için “Al Paranı Konuşma” ya da “Al Paranı Karışma” gibi yakıştırmalar yapıyorlardı. Hâlbuki bu birimde emni­yet teşkilatının stratejistleri olmalıydı ve aksayan yönler için stratejiler geliştirilmeliydi. Bizde ise “depo” olarak kullanılıyordu.
Birimin adı ne olursa olsun bizim gibi disiplin meslekle­rinde son rütbeye yükselebilmek çok önemliydi.
Emniyet örgütü disiplin tüzüğü hükümleri, devlet me­murları kanunundaki benzerlerine göre ağır cezalarla do­natılmıştı. 12 Eylül 1980 öncesinde sağ sol olaylarında tarafsızlığını koruyamayan polis, fazlaca dejenere olmuş­tu. Siyasete bulaşanlar disiplinden uzaklaşmışlardı. İda­re, polisi zapturapt altına alabilmek için disiplin cezalarını yüksek tutmuştu.
Ne var ki bazı amirler sıkıyönetim yıllarında bu du­rumu fırsat olarak kullanmışlar ve astlarını ezmişlerdir. Çoğu kere mobbing uygulamışlardır.
Genel müdür yardımcısı Necati A’nın, problemini ak­tarmak için makamına gelen personele, pencerenin önü­ne gelerek parmağıyla TBMM binasını göstermesi sıradan hale gelmişti. Personel sorunlarının çözümünde en üst makam kendisi olduğu halde Meclisi işaret etmesi teşki­latımızın ne kadar siyasete alet edildiğini göstermesi açı­sından manidardır.
Daire başkanı olarak sorumlu olan İbrahim S ise du­rum sorma yazısına, hiç alâkası yokken “Hırsızlık” suçunu ekleyecek derecede yanlışlık içine girebilmiştir. Bu durum siyasetçiyle yandaş olurken meslektaşına ayak oyunu yaptığına yorumlanmıştır.
Böyle üst yöneticilerin olduğu bir arenada birinci sınıfa yükselmek bir kurtuluştur. Resmen özgürlüğe kavuşma­dır. Prangalardan kurtulmadır. Birinci sınıf emniyet müdü­rü olunduğunda İdarenin kozları tükenmiştir. Tayinle kor­kutamaz. Çünkü tayin edemez. Terfi sorunu kalmamıştır ki terfi ettirmemekle tehdit edemez. Ve de kolay kolay ceza veremez. Zira vereceği cezanın bir anlamı yoktur.
Peki birinci sınıf olmayanların hali nice olacaktır?
İşte onlar; amirlerin yıldızları ile disiplin tüzüğü arası­na sıkışıp canlarını kurtarma derdine düşmüşlerdir. Tayin ve terfi silahıyla korkutulmuşlardır. Kendi istikbal güven­liklerini sağlamaya çalışırken vatandaşın güvenliğini ikinci plana almışlardır.
Yapılması lazım gelen onların durumunu düzeltmek­ti. Aslında polislerin durumunu düzeltmek demek, halkın güvenliğini sağlamak demekti. Zira kendi mesleği içinde ayakları yere sağlam basmadığı için vatandaşı koruyup kollamakta yeterince payanda olamıyorlardı.  
APK dairesinin başkanı Mustafa Gülcü’nün beni ara­yarak emniyet teşkilatı kanununun yenilenmesi çalışma­larında görev teklif etmesi belki de bu ve benzeri neden­lerdendi.
İktidar partisi AKP, idarenin yeniden düzenlenmesi konusunda bir çalışma başlatmıştı. Gülcü’ye göre oluş­turacağımız bir ekiple bu çalışmanın emniyet genel mü­dürlüğü kanadını yürütecektim. Daha sonra teftiş kurulu başkanlığı yapan Ahmet Yanç’ın da katılımıyla genişletil­miş bir grupla çalışmalara başladık. Genel müdürlüğün ilgili birimlerinden dâhil olan personelin azimli çalışmala­rıyla emniyet teşkilatı kanunu taslağını bitirdik.
Ne var ki iktidarın göreve gelir gelmez başlattığı idare­nin yeniden düzenlenmesiyle ilgili çalışma, ülkede üniter yapıyı bozacağı gerekçesiyle yarıda bırakıldı. Geçmişte anayasa mahkemesi başkanlığı yapmış olan Cumhurbaş­kanı Ahmet Necdet Sezer, o kadar etkili bir gerekçe hazır­lamış ve veto etmişti ki iktidar bu sevdadan vazgeçmek zorunda kaldı. Dolayısıyla bizim hazırladığımız kanun tas­lağı da askıda kaldı.
Bu arada meslek hayatımda bir ilki yaşadım. 30 yıla yakın sürede ilk kez görevli olarak yurt dışına çıkma şansı buldum. Belki de polislik tarihinde ilk kez bir APK uzmanı görevli olarak yurt dışına gönderiliyordu. Çoğu il emniyet müdürleri olan on yöneticiyle on günlüğüne Belçika’da inceleme gezisinde görev aldık.
Benim için muhteşem bir fırsattı. Bu on gün içinde bir Batı ülkesinin polis birimlerine girerek merak ettiğim birçok konuyu öğrenebilme şansına sahip olabilecektim. Zira bundan birkaç yıl önce kendi imkânlarımla Hollan­da’ya gitmiştim. İyi dil bilen bir yakınımla bir polis merkezini ziyaret etmek istedim. Bizi karşılayan bir polis, giriş bölümünde beklememizi istedi. Birkaç dakika sonra gelerek kapıyı gösterdi. Çok etkilenmiştim. Biz olsaydık en azından bir çay ikram ederdik. Bir suç işlemişim gibi oradan ayrılışımı unutamıyorum. Ama şimdi benzer bir ülkede on gün boyunca, her şey dâhil, polisin bütün bi­rimlerini ziyaret edebilecektik.
Kuşkusuz bu on gün içinde kayda değer birçok olay yaşadım. Ancak bir fikir vermesi açısından birkaç örnek olayla yetineceğim. Yapılan ön çalışmalarda Türk heyeti olarak bizlere Türk mutfağına uygun yemeklerin çıkacağı bildirildi. Bu, yemeklerde domuz ürünleri bulunmayacağı anlamına geliyordu. Ancak müdürlerimizden biri bu on gün içinde ne olur ne olmaz diye salata ile yetindi.
Yine bir gün bilgilendirme toplantılarının birinde uyuk­layan sayımız yediye yükseldi.
Belçika ziyaretini gerçekleştirdiğimiz 2004 yılında si­yasal iktidarın Avrupa Birliğine girme gayretleri devam ediyordu.
Müdürlerimizden biri, sunum yapan yetkiliye sordu: “Sizce Türkiye’yi Avrupa Birliğine alırlar mı?”
Adam yarı gülümsemeyle uyuyanları bir kez daha süz­dü.
“Alırlar, alırlar” dedi. Ama resmen müstehzi bir ifade hissedilebiliyordu.
*
Üç yıldır APK’da mevzuat çalışmaları ile meşguliyetim devam ediyordu. Muayyen saatlerde toplantı salonunda yerimizi alıyor, şube müdürü Özcan Çalışkan’ın kumanda ettiği yansıya düşüncelerimizi aksettiriyorduk.
Bu yıllarda teftiş kurulunda çalışmak daha avantajlıy­dı. Çünkü müfettişler, APK uzmanlarına göre dörtte bir oranında fazla maaş alıyorlardı. Özlük yönünden böyle bir hakkı elde etmek için üst yöneticilere başvuranlar eli boş dönüyorlardı. Tek yol vardı. O da Bakanın tanıdığını bulmaktı.
Ben bu konuyla ilgilenmiyordum. Teftişte ya da APK’da olmak benim için fark etmiyordu. 500 liralık maaş farkını da önemsemiyordum. Aslında aynı sınıftan rütbeliler aynı ücreti almalıydılar. Fakat bazı işgüzarlar çalışanla çalışma­yan bir olmasın diyerek farklı ücretlendirmelere gitmiş­lerdi. Sanki APK uzmanına görev verilmiş de yapmamış gibi…
Ancak ilerleyen günlerde “Hâlâ teftiş kuruluna geçme­din mi” şeklindeki soruların etkisinde kaldım. Birçok kişi müfettiş olurken APK’da kalanlara ikinci sınıf gözüyle ba­kılmaya başlandı. Bu durum beni de tetikledi. Geçmişte benzer bir durumu sigara içerken de yaşamıştım. İçenle­re ikinci sınıf gözüyle bakılmaya başlandığında da derhal sigarayı bırakmıştım.
Teftişe geçme konusu özlük haklarıyla ilgiliydi. Kim­seyi koltuğundan etmiş olmayacaktım. Aslında geçmeye engel bir halimiz yoktu. Yeterli kadro mevcuttu. Sadece Bakan tasarrufu gerekliydi.
Bakan’ı etkileyecek sivil bir tanıdığım yoktu. Memleke­tim olan Giresun milletvekillerine konuyu açtım. Amacım sadece özlük haklarım içindi.
Milletvekilimiz Ali T konuyu, partisinin genel kurul top­lantısında Bakan’a aksettirdi.  
İnceleyeceğini söyleyen Bakan ikinci hafta yaptığı gö­rüşmede, benim kendileriyle aynı görüşü paylaşmadığımı öne sürerek bu işin olmayacağını bildirmiş. Buna rağmen milletvekilimiz bir takım gerekçeler öne sürerek Bakan’ı ikna etmiş. Ertesi hafta yapılan grup toplantısında Bakan bu defa benim Giresunlu olmadığımı belirtmiş. Milletve­kilimiz, bütün inandırıcılığı ile Pirazizli olduğumu ve bazı yakınlarımı bile tanıdığını belirterek yeniden ikna etmiş.
İşte burada meslek içindeki hasmane tutum o kadar belirginlik kazanıyordu ki akıllara zarar bir gerçekle karşı karşıyaydık.
Bizim aslında siyasi iradeye hiç ihtiyacımız olmama­lıydı. Ama kendi üst yöneticilerimiz siyasi iradenin elini güçlendirmek için topu onlara atıyordu. Ama bu arada kendilerini küçülttüklerinin farkında olamıyorlardı.
Grup toplantıları günlerinde yapılan diyaloglardan anladığımız kadarıyla siyasi irade, bizim lehimize karar verebilmek için küçük destekleri yeterli görüyordu. Ama ne acı ki cephede birlikte görev yaptığımız kişiler köstek oluyorlardı. Gerekçe olarak ise farklı siyasal düşünceyi ve hemşeri olmamayı gösteriyorlardı. Burada milletvekilimiz ısrarcı tutum göstermemiş olsaydı teftiş kuruluna geçmem mümkün olmayacaktı. APK’da ikinci sınıf muamelesi görmeye devam edecektim.
Hele de hemşeri olmama konusu çok ilginçti. Bakan, milletvekilinden gelen talebi personelden sorumlu genel müdür yardımcısı Necati A’ya iletiyordu. Necati Bey kom­şu ilimizdendi. Eşi de Giresunluydu. Üstelik Giresun’da çalışmıştı. Kolej ve akademide benden önce olduğu için kendisini tanıyordum. O beni tanımayabilirdi. Ama şöyle düşünüyordu: “Giresunlu böyle biri olsaydı istekleri için mutlaka bana gelirdi.” Ama ben böyle bir yapıda de­ğildim. Hatta tavassut için ilimin milletvekiline gittiğimi söylediğimde beni eski tanıyanlar inanmamışlardır bile. Ama maalesef doğruydu. Meslek hayatımda yapmadığımı yapmış ve de siyasetçiden tavassut istemiştim. Milletveki­limiz de samimice gayret göstererek bu işi yapmıştı.
Necati Bey beni, Bakan’a, milletvekilini yanıltan biri olarak göstermeye çalışıyordu. İlkinde “farklı siyasal dü­şünce” iddiasıyla karalamıştı. Şimdi de nereli olduğumu bilemeyecekmişim gibi ‘yalancı’ durumuna getiriyordu. Geçmişte ‘hırsızlık’ isnat edenler de yine kendi zihniyet­leriydi.
İşin ilginç tarafı, aynı Necati Bey birkaç gün sonra te­lefonla arayarak teftiş kuruluna geçiş yazımı imzaladığını söylüyordu. Kendisi yapmış gibi…
Meslek terbiyesi gereği usulen teşekkür ettim.
2005 başlarıydı ve artık teftiş kurulundaydım.




TEFTİŞ KURULU BAŞKANLIĞI

Teftiş kurulu başkanlığı; birinci sınıf emniyet müdürle­rinin “Başmüfettiş” sıfatıyla görev yaptıkları bir birimdir. Daire başkanlıkları ve hukuk müşavirliği ile birlikte emni­yet genel müdürlüğünün merkez teşkilatını oluştururlar.
Emniyet genel müdürlüğünde sistem şöyle işlemek­tedir:
Daire başkanlıklarının taşra uzantıları olan ana ve yar­dımcı hizmet birimlerindeki personel, iç güvenliği sağla­ma adına yurdun çeşitli yerlerinde görev başındadırlar.
Hukuk müşavirliği çalışanları, görevin mevzuata uy­gun olması için danışmanlık yaparlar.
Müfettişler ise mevzuata uygunluğu denetlerler. Bu vesile ile personelin performansını ölçerler. Performans geliştirici önerilerde bulunurlar.
Müfettişlerin bir diğer fonksiyonu ise hukuk dışı dav­ranış içine giren personel hakkında disiplin soruşturması yürütmektir.
Bu şu anlama gelmektedir: Personel ne kadar hukuk içinde kalırsa ceza ile karşılaşması o oranda az olacaktır.
Sokakta da böyle değil midir?
Polis, önleyici hizmetlerde ne kadar başarılı olursa suçlu ile mücadelede daha az yorulacaktır.
Genellemeyi biraz daha büyütelim. Komşu ülkelerle sı­fır sorun yaşarsak terör ya da harp riskini en az seviyeye indirmiş oluruz.
Teşkilatımızda müfettişin önemi, polisin insan hak ve özgürlüklerine yönelik görev yapmasından dolayı daha da önem kazanır. Örneğin mülk üzerinde yapılacak bir hata kolayca giderilebilir. Ancak özgürlüğü haksız ola­rak kısıtlanan biri için bunun telafisi yoktur. Şunu de­mek istiyoruz: Tarlanın tapu ölçümünde hata yapılmış­sa, doğruluğu tespit edildiğinde taşlar yerine konulabilir. Ama nezarethanede haksız yatırılana bunu geri vermek imkânsızdır. Dolayısıyla polisin hatasız görev yapması gerekir. İşte müfettiş tam bu noktada ileriyi görerek ola­sı polis hatalarını asgariye indirme konusunda denetle­melerini sürdürmelidir. Buna rağmen hata yapan varsa en doğru soruşturma dosyası hazırlayarak caydırıcılığı sağlayabilmelidir. Öyle ki müfettiş, en tepe noktadan iz­leyerek teşkilatın nabzını elinde tutabilmeli, aksayan du­rumlara göre teftişe ya da soruşturmaya ağırlık vererek dengeyi sağlamalıdır.
Günümüzde müfettişler hâlâ personelin mevzuata uy­gun hareket edip etmediğini teftiş etmektedirler. Oysa Batı yönetimi bu anlayışın geride kaldığını ifade etmek­tedir. Personelin mevzuata aykırı bir faaliyette bulunma lüksü zaten yoktur.
Müfettişler artık personelin performansını denetleme­lidirler. Ürettiği hizmetin ölçüsüne bakmalıdırlar. Etkililiği­ni, verimliliğini ve ekonomikliğini kontrol etmelidirler.  
Bazı mesleklerde ayrı bir eğitimle ya da sınavla müfet­tiş olunurken polis teşkilatında birinci sınıfa yükselen mü­dürlerin müfettiş olabileceğine hükmedilmiştir. Bu da belli bir mesleki olgunluğa gelen müfettişlerin hataları düzelti­ci, eğitici ve yol gösterici olmaları anlamına gelmektedir.




TAM 40 YIL

Polis akademisini bitireli kırk yıl olmuştu.
Çalışırken “emeği kiralanmış” biriydim. Aldığım ücret karşılığında halkın iç güvenliğini sağlama görevini yerine getiriyordum. Kamuya ait barut fabrikasında çalışan “iş­çi”ler, Elmadağ’daki siyasi partilerde irili ufaklı görevler almışlarken benim siyasi parti binasına girmem dahi ya­saklanıyordu.
Memurlar, toplumun aydını olma yönünde söz sahibi insanlardı. Ama siyasetten uzak tutuluyorlardı. Bu da yet­mezmiş gibi dernekleri, sendikaları kapatılıyordu.
Emniyet Genel Müdürlüğü, 2000’li yılların başında il­lere gönderdiği bir yazıda, polis dergilerine yazı gönde­renlerin, il emniyet müdürü gördükten sonra yazılarını yayımlatmalarını istemişti. Tam da dünyanın bilişim dev­rimini idrak ettiği yıllarda…
Aba altından sopa göstermenin dik âlâsıydı.
“Ey emniyet müdürü! Emrindeki adama dikkat et. Be­nim keyfimi kaçıracak yazıları varsa, engelle!”
Bunun bir diğer adı düşüncelere pranga vurmaktı.
Hem siyaseti yasakla, hem beynini kelepçele…
Allahtan, günde kaç kez nefes alacağımıza, kirpikleri­mizi kaç kez kapayıp açacağımıza karışmıyorlardı.
Artık emekliydim. Yaşadıklarımın yazıya dökülmesiyle 1976-2016 arasındaki 40 yıllık döneme ışık tutacaktım. Bu dönem Türkiye’sinde polis teşkilatını yönetenlerin dü­şünsel yapısı hakkında tarihe not düşecektim.
Anlamlı yıllardı.
Bir yüzyılın son çeyreğiydi ve yeni bir milenyum, be­nim görev yaptığım 1976-2016 döneminde başlamıştı.
1989 yılı itibarıyla iki kutuplu dünya düzeni sona er­miş, Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde tek süper güç kalmıştı.
Tarım ve endüstri devriminden sonra bilişim çağını 1976-2016 dönemi içinde idrak etmiştik.
1976’ların çeyrek asır öncesinde dünya savaşları sona ermişti. İnsan hakları evrensel bildirgesi kabul edilmiş ve çok partili sisteme geçilmişti. Ve ben 1950’den itibaren kurulan 46 hükümetin 26’sıyla görev yapmıştım.
Tehdit unsuru olduğu iddia edilen Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirilen Amerikan dostluğu ve ardından yapılan Amerikan yardımları ile halk göreceli olarak rahatlamıştı. 1961 yılında güzel bir anayasa ile tanışılmıştı.
Ülkemizi mutlu bir gelecek bekliyor derken 1970’li yıl­larda ibre tersine dönmüştü. 1971 muhtırası ile Anayasa­nın özgürlükçü maddeleri budanmıştı. 1974 yılında yapı­lan Kıbrıs çıkartması sonunda ABD ambargo dayatmıştı. Birkaç yıl sonra dönemin başbakanı Demirel, ülkenin 70 sent’e muhtaç olduğunu söylemek zorunda kalmıştı. Ve benim 1976-2016 sürecine dâhil oluşum böyle bir ortamda başlamıştı.  
Ülkede sağ sol terör olayları yaygınlaşmıştı. Bir tarafta işçiler ve öğrenciler vardı. Diğer tarafta ise polisler…
Böyle bir atmosferde polis koleji ve polis akademisi eğitimini tamamlıyor ve 1976 yılında bu sıcak arenaya giriyordum. Yatılı okul ortamını sakin geçirmiştim. Her­kesi, yatılı okuldaki gibi masum görüyordum. Ama dışarı­daki gerçek hiç de öyle değildi. Polis kolejinde iken sine­ma salonlarında izlediğim silahlı ve ateşli sahneler şimdi karşımdaydı. Bazen dalıp gidiyordum. Aslında arenadaki oyuncuların mimiklerini, öfkelerini canlı canlı görüyor­dum. Ama hâlâ Maltepe’deki sinemalarda macera filmi izlediğimi sanıyordum.
1976-2016 süreci, öylesine stratejik öneme sahipti ki Türkiye çalkalanıyordu ve hepimiz sallanıyorduk. Benim meslek hayatımı çapraşık hale getiren aslında 40 yıllık bu sürecin, çalkantılı yıllara gebeliğiydi.
Güzel olduğunu sandığımız bir şey vardı. O da toplu­mun bilgisayarla tanışmasıydı. Bir çağ kapanıp yeni bir çağ başlıyordu. Hele de bilgisayarın telefonla buluşmasıy­la devreye giren internet sayesinde dünya, insanın aya­ğına geliyordu.
Ama biz ne yaptık? Polis teşkilatı olarak yeni yeni terk etmeye çalıştığımız işkence ve kötü muamele alışkanlı­ğımız yerine dinleme ve izleme yaparak bilgisayarla ki­şilerin odalarına girdik. Dün vücutlarına dokunuyorduk, bugün de özel hayatlarına müdahale eder olduk.
Biz geçmişte matbaayı kullanmayı da bilememiştik. Bugün aynı hatayı bilgisayarda yapıyoruz.
1976-2016 sürecinde başka neler olmadı ki…
POLDER’e karşılık 1977 yılında POLBİR kurularak polis ikiye bölündü.
Mecliste etkin olan iki siyasi partinin liderleri Demirel ile Ecevit cumhurbaşkanını seçemediler.
Ardından 12 Eylül 1980’de askeri müdahale yapıldı.
1984 yılında bölücü terör hortladı.
1996 yılında bir emniyet müdürü, bir milletvekili ve bir teröristin karıştığı Susurluk kazası ile devlet, siyaset, mafya üçgeninde yasadışı ilişkiler ortaya çıktı.
1990’lı yıllarda Mesut Yılmaz - Tansu Çiller hizipleşme­si ülkeyi gerdi.
Bunun sonucu olarak kurulan AKP, toplumun yüzde 50’sini ötekileştirdi.
Mezunu olmakla gurur duyduğumuz polis koleji ve po­lis akademisi bu dönemde öğretime kapatıldı.
Polisevlerinde içki yasağı getirildi.
*
Bu 40 yıllık süreçte ülkemizde hiç mi iyi şeyler olmadı?
Bölücü başı yakalanarak ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırıldı.
İdam cezası kaldırıldı.
Paradan altı sıfır atıldı.
Bölünmüş yollara hız verildi.
Türkiye hızlı trenle tanıştı.
Havayolu trafiği artırıldı.
Peki, polisteki manzara neydi?
Limonküfü yeşili kıyafetler 1994’lerde modernize edi­lerek yerini lacivert renge bıraktı. Bu renk aynı yıllarda polis araçlarına da uygulandı.
Fiziksel gelişmeler artarken düşünsel anlamda gerile­me yaşandı. Araç, gereç, silah, helikopter gibi çağın en üstün donanımı elde edildi, fakat bunların kullanımında hatalar yapıldı. En yeni gaz tüfeklerine sahip olundu, ama kaç derece açıyla kullanılacağı personele öğretilemedi. Ya da öğrenecek kapasitede memur seçimi yapılamadı. İşler ehline verilmesi lazımken yandaşlara verilerek kamu gö­revi çökertildi. Bu defa kamu görevlilerinin işlerine mec­lis üyeleri el atar oldular. Yürütmede yaşanan zaaf, daha sonra yargıya sıçradı.
Ülkede yaşananları polislik felsefesiyle süzemeyece­ğimi düşünerek iki eğitimi önemsedim. Biri TODAİE idi, diğeri de Milli Güvenlik Akademisi…
Yetişkinlere hitap eden bu iki güzide kurumda Türki­ye’nin “En”lerini öğrendim. Maalesef bütün istatistiklerde “En” iyilerde sonlarda, “En” kötülerde baş taraflardaydık. Bazen güzellik, şarkı yarışması, halk oyunları gibi alanlar­da iyi görülüyorduk. Ağzımıza bir parmak bal çalıyorlardı. Ama hayati ve ülkenin geleceğiyle ilgili konularda en kötü durumdaydık.
Gazete haberlerine bir göz atalım:
Bebek ölümlerinde EN baştayız. Doğurganlıkta yüzde 2,1 ile EN önlerdeyiz.
Avrupa’da okul çağında eğitimi yarı bırakmada EN bi­rinciyiz.
OECD ülkeleri arasında genç işsizlikte EN birinciyiz.
Sefil ülkeler arasında EN kötü dokuz ülkeden biriyiz.
Gelir ve yaşam düzeyinde EN son sıralardayız.
Hava kirliliğinde EN ilklerdeyiz.
Twitter sansüründe EN ilk sıradayız.
Basın özgürlüğünde, birçok Afrika ülkesinin EN geri­lerindeyiz.
Düşünce ve fikir özgürlüğü konusunda Avrupa’da EN sonuncuyuz.
Yine insan hakları konusunda Avrupa’da EN son sı­radayız.
Ülke olarak iki yakamız bir araya gelmiyordu.
Meslektaşımızla gurur duymayı bilmiyorduk.
İşte Gaffar Okkan örneği…
Esnafıyla, futbolcusuyla, minibüsçüsüyle bütün bir kenti ağlatan şehit emniyet müdürümüzü ne kadar ya­şatabiliyorduk?
Bir meslektaş, diğerini ayağından çekerse kendisi yu­karıda, meslektaşı aşağıda “topal” bir yürüyüşe sebep olacağını bilmelidir. Ritim bozukluğunun kendisini de et­kileyeceğini idrak edebilmelidir.
“Ketalin” şeklinde yazılan ismin Ruslara mal edildiğini, çizgilerden oluşan imzanın orak çekice benzetildiğini satır aralarında belirtmiştim.
Bu satırları okuyanların da onlarcası ile karşılaşmış ol­dukları birkaç örnekle devam edeyim.
Ne kadar ucuza gittiğimizi görmek için…
Başka milletlerin fenle, bilimle uğraşırken bizim hâlâ ucuz kahramanlıklar peşinde olduğumuzu anlamak için…
Ankara’daki TODAİE’ye Çorum’dank atılmıştım. Yasaya göre harcırah almam gerekiyordu. İlgili daireye başvurdum. Ankara’daki şube müdürü, o bölümde görevli bir başkomiserle görüşme yaptı ve yasal olarak engel gösterememekle birlikte veremeyeceğini söyledi. Başkomiserin konuşmalarını duymuştum. “Müdürüm” diyordu şube müdürüne. “TODAİE’ye gidenler on kişi. Beşi dava açsa diğer beşi İdareyle hasım olmamak için dilekçe vermezler. Böylece devlet, beş kişilik harcırahtan kazanmış olur.” Ne acı ki bu başkomiser devletin milyonlarını iç eden çeteler yerine yasal özlük hakkını alacak olan meslektaşını bundan mahrum etmenin kurnazlıklarını göstermeye çalışıyordu. Tabii ki idari yargıya başvurmuştum ve harcırah bedelini almıştım.
Mezun olduğumuz polis koleji ve polis akademisinin 1938 yılından itibaren bütün mezunlarının tek bir kitapta toplanması amacıyla yapacağım çalışma için arşiv araştır­ması konusunda izin talep ettiğim halde sürecin çok uzun olduğu ve atama çalışmaları yapıldığı bahane edilerek genel müdürlükçe arşivden yararlanmama izin verilmedi.
TODAİE bitirme tezi için asayiş dairesi başkanlığın­dan beş yıllık kumar istatistik verilerini istediğimde cevap gönderilmedi. Yüz yüze görüştüğümde gizli olduğu öne sürüldü. Hiç ilgisi yoktu.
Aynı şekilde milli güvenlik akademisinde terörle ilgili hazırladığımız kitap çalışması için terörle mücadele daire­sinden kaynak eser talep ettiğimde daire başkanı Selim Akyıldız kendi isteğimle mi gittiğimi, yoksa genel müdürlük tarafından mı MGA’ya gönderildiğimi sorarak İdarenin adamı olup olmadığımı öğrenmek istedi.
Kendi isteğimle gittiğimi söyleyince de elim boş dön­düm.
Şunu söyledi: “Sizden bilgiyi alıyorlar. Akşam başbaka­nın ağzından haber bültenlerinde duyuyoruz.”
İnsanın kendi meslektaşı tarafından anlaşılamaması ne tuhaf!
Kime, nasıl izah edilebilir ki…
Yine bir gün TRT yapımcısı Barış Eren aradı. Kurşun Harfler belgeseli için konuk olarak çağırıyordu. Gazian­tep’teki Atatürk Lisesinde yaşanan terör olaylarıyla ilgili program yapıyordu. Genel müdürlükten izin alınması ha­linde katılabileceğimi söyledim. Gerekli müracaatlar ya­pıldı. Yapımcı daha sonra izin verilmediğini söyledi. Şunu da sordu: “Aranızda bir şey mi geçti?”
Hâlbuki genel müdürlükle aramda geçenler işte bu ki­tabın içeriğiydi.
Sanki bir suç işlemişim gibi telefonun öbür ucundaki yapımcıdan utandım.
Vicdanen rahat olduğum için bu utancı, koltuk peşinde koşan yöneticilere havale ediyorum.
*
Bir kitapta okumuştum. Selçuklular döneminde fetih için Anadolu’ya gelen Türk askerlerini karşılayanlar ara­sında yayık ayranı yapan köylü kadınlar da vardır. Bu kadınlar taslarla askerlere ayran ikram ederler. Askerler içtikçe yeniden doldururlar. Kadınlar, taslarını uzatmala­rını istediğinde askerler “Ana, dolu”, “Ana, dolu” diyerek memnuniyetlerini ifade ederler. Rivayet odur ki ülkemizin adı böylece “Anadolu” olarak anılır.
İşte 40 yıldır birlikte görev yaptığım polisler, o fedakâr Anadolu analarının torunlarıydı. Gelir düzeyi düşük aile­lerden geliyorlardı. Kibir, büyüklenme bilmezlerdi. “Veren el, alan elden üstündür” felsefesine inanmışlardı.
Mesleğe başlamalarıyla birlikte doğduğu, büyüdüğü çevreden kopmuşlar, başka illere tayin edilmişlerdir. Genç yaşlarında hem ailesini ve çocuklarını geliştirme, hem de kamu düzenini sağlamada sorumluluk yüklenmişlerdir. Bir kısmı görevleri nedeniyle suça bulaşmışlarsa bunun so­rumlusu devlettir. Devletin oluşturamadığı sistemsizliktir.
Kırk yıldır bu coğrafyada onlarla görev yaptım.
İller arasında dokuz kez ev taşıdım. Japonların hesabı­na göre üç kez evim yanmış oldu.
2002 yılında birinci sınıf emniyet müdürlüğüne yüksel­dikten bir müddet sonra Adalet ve Kalkınma Partisi iktida­ra geldi. Dinci bir politika izliyordu. Cemaat ile yakın ilişki içindeydi. ‘Ne ben onları göreyim, ne onlar beni görsün’ dedim. “Devletin polisi” olmayı tercih ederek kalan 14 yılımı Ankara’da tamamladım.
Emekliye ayrıldığımda takvimler 1 Şubat 2016’yı gös­teriyordu.




KISALTMALAR

AB : Avrupa Birliği
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
AİHM : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
AKP : Adalet ve Kalkınma Partisi
ANAP : Anavatan Partisi
AP : Adalet Partisi
APK : Araştırma Planlama Koordinasyon Dairesi Başkanlığı
ASALA : Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia (Ermenistan’ın Özgürlüğü için Gizli Ermeni Ordusu)
CHP : Cumhuriyet Halk Partisi
DP : Demokrat Parti
DYP : Doğru Yol Partisi
EGM : Emniyet Genel Müdürlüğü
FTÖ : Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)
GODTÜDER : Gaziantep Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğrenci Derneği
HDP : Halkların Demokratik Partisi
IPA : International Police Association (Uluslara­rası Polis Birliği)
IŞİD : Irak ve Şam İslam Devleti
İKK : İstihbarata Karşı Koyma
LİSE-K : Lise mezunu polis memurlarının, sınavla orta kademe amir (komiser) sınıfına yükseltilmesi
MC : Milliyetçi Cephe
MGA : Milli Güvenlik Akademisi
MHP : Milliyetçi Hareket Partisi
MSP : Milli Selamet Partisi
ORTA-K : Ortaokul mezunu polis memurlarının, sı­navla orta kademe amir (komiser) sınıfına yükseltilmesi
PKK : Partiya Karkeren Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi)
POLBİR : Polis Birliği
POLDER : Polis Derneği
POLENS : Polis Enstitüsü Mezunları Derneği
POLİENS : Polis Enstitüsü Öğrenci Derneği
POLSAN : Polis Bakım ve Yardım Sandığı (PBYS)
TODAİE : Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Ens­titüsü
TÖBDER : Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği
VIP : Very Important Person (Çok Önemli Kişi)
YÖK : Yüksek Öğretim Kurumu