21 Aralık 2017 Perşembe

SOSYAL MEDYADAKİ FERYADIMIZ

Sosyal medya olgusu, içinde bulunduğumuz çağa paralel olarak hızlı gelişme kaydetmektedir. Facebook sayfası, WhatsApp grubu gibi paylaşım alanları insanları birbirine iyice yaklaştırmaktadır.
 Biz polis koleji mezunlarının da bir derneği ve WhatsApp grubu bulunmaktadır. Mustafa Özgen müdürümüz emek verip beslemektedir.
Zaman zaman grup içi paylaşımlarda öyle konular vardır ki aslında bir teşkilatın iç dünyasını yansıtır. Biraz da geçmişteki bastırılmış duygularımızı açığa çıkarır. Artık emekli olunmuştur. Görevin saygınlığından, öneminden, ağırlığından, sorumluluğundan dolayı daha önce paylaşılamayan birçok konu emekli olunca bu sitelerde konuşulabilir olmuştur.
Biz 1960’ların, 1970’lerin mezunları olarak ilk başlarda sağcılıkla solculukla tanıştırılmıştık.
Alevilik Sünnilik ile tanıştırılmıştık.
Bölücü terör bizlere tanıştırılmak istenmiştir.
Dincilikle tanıştırılmıştık.
*
Sağcılık solculuk bayağı tuttu. Çoğumuz Polder’li, Polbir’li olduk. Sonuçta ülke, askeri müdahaleye maruz kaldı.
Bölücülüğü hiç tutmadık. Aksine daha da birleştik.
Alevilik-Sünnilik konusu toplumumuzu biraz sarstı. Ama teşkilatımızda ciddi bir sancı yaşanmadı.
Ne olduysa dincilikte oldu. Halkın yüzde 99’unun Müslüman olduğu ülkemizde iktidarlar, dindar yapılı muhafazakâr insanlarımızla iç içe yaşadı. Bu güzel bir davranıştı. Ama zaman içinde dincilerin (dindarların değil) saman altından su yürütmelerine göz yumdular. Allah’ın ipine ve sonuçta devletin belirlediği kurallara sıkı sıkı yapışacaklarına dincilerin oylarına yöneldiler. (Uğur Mumcu bu durumun sonuçlarını şöyle özetlemektedir: “1949 yılında CHP din derslerini kabul etti. Yıkıldı. 1957 yılında Demokrat Parti Said-i Nursi’nin cübbesini bayrak yaptı. Yıkıldı. 1960’ların ortalarında Süleyman Demirel Nur tarikatının, Süleymancıların sakallarını okşadı. Yıkıldı. 1980’lerin sonlarında Anavatan Partisi haç seferleri düzenledi. Yüzde 20’lere geriledi ve yıkıldı.”)
Bu durum teşkilatımıza da yansıdı. Bugün sosyal medyada adı geçen Ali Osmanlar, Mustafalar, Aliler, Ahmetler böyle türedi. Hepsi meslekte iken memurluğa alınma şartlarını kaybetmişlerdi bile. Ama himaye edildiler. Üstelik yeni cemaatçilerin yetişmelerine sebep oldular. Polis kolejinde, polis akademisinde öğrencilere kimi baskı uyguladı, kimi ikinci kura torbalarıyla yakalandı. Bu durum, dönemin emniyet genel müdürüne şu sözleri söyletti: “Polis teşkilatında haksızlık olursa, polis başkasına haksızlık yapmayı hak sayar.” (http://www.caginpolisi.com.tr/unal-erkan-ile-soylesi/)
Bu haksızlıklar oldu mu? Ziyadesiyle oldu. Polis kolejine göstermelik sınavlarla girildi. Meğer onlar kolej kimliğinden önce cemaat kimliği üstlenmiş kişilerdir. Cemaati, polislikten yüce görmüşlerdir. Mezun olunca da doğal olarak polis amiri değil, fetocu olarak kadroya çıkmışlardır. Bir başka ifadeyle cemaatçilik ruhu, polislik ruhunun önüne geçmiştir.
Aynı dönemlerde başka kurumlardan insanlar da fetocu olarak ülke sathına yayılınca gece yarısını bile bekleyemeden fetöcü tohumları ekmeye yeltenmişlerdir.
İşte bu kurumlarda sahte sınav, sahte kura gibi haksızlıklar olursa, dönemin emniyet genel müdürü Ünal Erkan’ın dediği gibi o kurumdakiler başkalarına haksızlık yapmayı hak sayarlar.
Oysa bu kutsal ocaklardan Atatürk Türkiye’sine yakışan bireyler de mezun olmuşlardır. Emekli de olunsa meydanlar boş bırakılmadan iyi, güzel ve faydalı mücadeleye devam edilmelidir. Bu kadar tecrübeyle yapılan her bir katkının, teşkilatımız için bir doktrin niteliğinde olacağı unutulmamalıdır.
Bu muhteşem birikimi, birbirimizden ve gençlerimizden esirgememeliyiz. Dostça, sevgiyle, kardeşçe paylaşmalıyız.
Kırmadan, üzmeden…  



17 Kasım 2017 Cuma

KIBRIS'TA TRAFİK

Ada devletlerinde trafiğin soldan seyretme geleneği Kıbrıs’ta da devam etmektedir. Direksiyon sağ taraftadır.
Araçların arka plaka zeminleri sarı renklidir. İngiltere’de olduğu gibi adaların sis etkisinde kalacağı, dolayısıyla sarı zeminli plakanın kolay farkedileceği ifade edilmiştir. Ancak yeni araç kayıtlarında beyaz zemine dönülmüştür.
Araç plakalarında iki harf ve üç rakam bulunur. Resmi araçlara R harfi, ticari araçlara T harfi, kiralık araçlara Z harfi eklenir. R ve T harfleri, harf grubunun önündedir. Z harfi ise rakam grubunun sonundadır.
Üniversitelerde ve turizm işletmelerinde az miktarda büyük otobüse rastlanmaktadır. Türkiye’den otobüs getireceklerse sol tarafa kapı açtırmak zorundadırlar. Otobüs direksiyonları solda da olabilir.
Genellikle 22 kişilik küçük otobüsler yaygındır. Kamyon yok denecek kadar azdır. Limanlara gelen malı getirip götürmek için az miktarda TIR aracı vardır.
Araç derken panelvan adı verilen çift kabinli kamyonetlerden de söz etmek gerekir. Panelvanlar; tesisat ve onarım için yürüyen atölye gibi hizmet vermektedir. Kasa üzerinde, yapılan işin niteliğine göre merdiven, takım çantaları, yedek parçalar görmek mümkündür. Yarının sanayicileri olacak bu insanlar belki de panelvanlı bu günlerini tebessümle hatırlayacaklardır.
Ülkede demiryolu ve tünel yoktur. Lefke’de çıkarılan bakır cevheri ile Güzelyurt’ta üretilen meyve ve sebzenin taşınması amacıyla 122 km. uzunluğundaki Lefke-Mağusa demiryolu hattı 1905 yılından 1951’e kadar hizmet vermiştir.  Bu döneme ait nostaljik iki lokomotifden biri Gazimağusa tapu dairesi önünde, diğeri Güzelyurt festival parkında o günlerin anısına tanıklık etmektedir.
Havalimanı yakınlarında iki, Girne’de bir olmak üzere üç köprülü kavşak mevcuttur.
*
Türkiye’den gelenler için araç kullanma zor görülse de kısa zamanda uyum sağlanabilmektedir. “Sağdan gelen trafiğe yol ver” kuralına uyulduğunda işler yarı yarıya halledilmiş demektir. Araç kullanırken telefonla konuşulmamalıdır. Sarı renkli çizgiler üzerine park edilmemelidir.
Kıbrıs’ta toplu taşımacılığın yetersiz oluşu şoför ve araç sayısının artmasına yol açmıştır. Bu durum karayolları trafiğini zora sokacağa benzemektedir. Henüz üst yapı tamamlanmamışken metro ya da raylı sistem için düşünenler düşünmeye davet edilmelidirler.


12 Kasım 2017 Pazar

YEŞİL GİBİSİ VAR MI

           Kıbrıs’ta hendeklerle takviye edilmiş surları görünce güvenliğin önemi bir kez daha öne çıkıyor. Özellikle denizden gelecek saldırılara karşı insanlar kendilerini bu devasa duvarlar içinde güvende hissedebilmişlerdir.
Yıllar itibarıyla nüfusun artması, insanları bu surların dışında yaşamaya zorlamıştır. Üstelik 1974 Kıbrıs barış harekâtı sonrası yaşanan dış göç, nüfusu artırdığı gibi çarpık kentleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Buna Ada’nın üniversiteleşmesiyle artan öğrenci potansiyelini de katmak gerekir.
Nüfusun artışına paralel olarak yeni okul binaları, hastaneler ve diğer devlet daireleri inşa edilmiştir. İhtiyaçlar doğduğunda yenileri yapılmaya devam edilmiştir. Nüfus artış oranı kestirilemediği için çarpık kentleşme kaçınılmaz olmuştur.
Böylece sur içinden sur dışına taşan halk, bununla da yetinmeyerek site olarak anılan yaşam alanlarını tercih etmiştir. Sosyal ve kültürel gelişmeler insanları böyle bir karara zorlamıştır. Sitelerin; özel güvenlik görevlilerince korunması, araç park sorunu yaşanmaması da tercih nedeni olmuştur.
Üniversite ve öğrenci sayısı artınca gerek sur içi, gerekse sur dışı evleri öğrenci yurtları gibi kullanılır olmuştur. Bunu, balkonların dağınıklığından ve bahçelerin intizamsızlığından anlamak mümkündür. Ama hâlâ kendi evlerinde oturan ailelerin balkon ve bahçeleri muhteşem güzelliktedir. Bu evler begonvil ve alev ağaçlarıyla diğerlerine kırmızı mesajlar iletmektedirler.
Kuzey Kıbrıs evleri bahçeden sonra oturma salonlarına açılmaktadır. Mutfak, bu mekân içinde kuruludur. Böylece bahçe, salon, mutfak kurgusu ayrılmaz üçlü olarak dikkat çekmektedir.
Av merakı olanlar köpeklerini bahçelerinde barındırırlar. Bu durum, en çok ezan okunurken fark edilir. Sanki önceden çalışılmış bir uluma armonisi mahallelere yayılır. Fon müziği oluşturur gibi... Ancak başıboş köpeklerin katılımıyla bu armoni gürültü kirliliğine dönüşür. Ne var ki, hayvan sevgisi ya da köpek yüzünden komşuyla kötü olmamak için buna katlanılmaktadır. Bu arada duyarlı olanların kent dışındaki özel barınaklarda beslemeye devam ettiklerini de memnuniyetle belirtmek gerekir.
Öte yandan bazı yollar ve boş alanlar yazın tozlu, kışın çamurlu olabilmektedir. Ülke yeterli yağış almadığı için yeşeremeyen topraklar, toz ya da çamur olarak evlere ya da işyerlerine geri dönmektedirler. Belki de toz ve çamurlar ziftin zararları ve betonun yakıcılığı karşısında daha masum görülüyor olabilir. Zira sıkıntı varsa galoş da vardır.
Kıbrıs’ta ormanlar yıllar itibarıyla; gemi yapımı, bakır madenleri, kereste ihracatı, keçiler ve yangınlarla yüzde yedilere kadar gerilemiştir. Uzmanlar, bu oranın yüzde otuzlarda olmasından söz etmektedirler. (KKTC Devlet Planlama Örgütü. 2008 Yılı Makroekonomik ve Sektörel Gelişmeler, Haziran 2010, s. 234) Yeşil, yerini yavaş yavaş sarıya bırakmaktadır.
Unutulmamalıdır ki yeşil yoksa orman yoktur. Orman yoksa yağmur yoktur.
Bugün Kıbrıs’ımızda yüz bin üniversite öğrencisi bulunmaktadır.
Neden yüz bin yeni fidan olmasın?
Bir kampanya yeter bile…




1 Kasım 2017 Çarşamba

GENÇ ÜLKE K.K.T.C.


3355 kilometrekare… Zonguldak kadar…
300 bin nüfus…
Onun da üçte biri üniversite öğrencisi… Yüksek Öğrenim yetkilisi Ziya Öztürkler’e göre 30 bini üçüncü ülkelerden….
Öğrencinin nüfusa oranı itibarıyla belki de dünyada ilktir. Üniversite adası diye anılması bundan olsa gerek…
Lefkoşa, Girne, Gazimağusa gibi kentlerin ana caddeleri bu iddiayı doğrular gibi. Gözlemlerimize göre bu caddelerdeki her on kişiden dokuzu 25 yaşın altında.
Türkiye ile aynı dili, aynı milli marşı ve aynı parayı kullanmaktadır. Ama ev, araba, arsa satılıyorsa orada sterlin vardır.
Konuşma dilinde soru takısı ‘mi’ nadir kullanılmaktadır. Cümle sonuna yapılan vurgu yeterlidir.
‘E’ harfleri bazen o kadar açık telaffuz edilir ki kelime sonunda ‘a’ gibi duyulur.
Emekli olana ‘emekli çıktı’ denilir.
‘Gittim’ yerine ‘kaçtım’ kullanılır.
Kişi işyerinde ise bulunduğu yeri ‘içerdeyim’ diyerek bildirir.
Çalışmak yerine ‘işlemek’ söylemi yaygındır.
Evdeki elektrikli on cihazdan neredeyse sekizinin fişi iki uçlu olduğu halde prizlerin tamamı üç girişlidir. Erkekler tornavidayla, kadınlar tokayla işlerini görürler.
Şerit metrelerde santimlerin yanındaki diğer rakamlar akıl karıştırıcıdır. Yanlış mı görüyorum diye tekrar tekrar ölçülen nesneye bakmak gerekir.
Araçların direksiyonu sağ taraftadır. Yolun sol şeridinden gidilir. Makam sahibi kişiler aracın sol arka tarafında oturur. Ada devletlerine özgü trafik akışı vardır. Kavşak, ‘çember’ olarak adlandırılır. Çoğu kere bu çemberlerde “Sağdan gelene yol ver” şeklinde uyarı tabelaları vardır. Bu kural öylesine yerleşmiştir ki kavşak kazaları yok denecek kadar azdır.
Kavşaklara tabela yasağı belediyeler ve karayolları için bir başarıdır. Şoförün dikkati dağılmasın diye…
Ancak “Çevreye çöp atanın cezası asgari ücretin ¼ ünün iki katı kadardır” şeklindeki küçük tabela istisnadır. Sürücü bu uyarıyı okuyuncaya kadar birkaç risk geçirebilir. (Ben ikinci geçişte tamamını okuyabilmiştim. O da yolcu iken...)
Benzin ve mazot fiyatı Türkiye’den üçte bir daha ucuzdur. KKTC’de LPG yoktur.
Taksilerin tamamına yakını Mercedes otomobildir ve siyah renklidir. Toplu taşıma olmadığı için en tutulan ulaşım biçimidir.
Farklılıkları olan bu ülke, genç nüfusuyla farkındalık yaratmak için tarih sahnesindeki yerine doğru hızla koşmaktadır. Dolu dolu üniversiteleriyle…

20 Ağustos 2017 Pazar

GÜVENLİK OLMADAN ASLA


Eskiden esnafın, dükkânının önüne sandalye koyarak kısa süreli ayrıldığını duyardık.
Köylerde kapıların pek kapatılmadığı da bu coğrafyada söylenirdi.
Peki, öte tarafta İstanbul’un tarihi surlarını nasıl anlamlandırmalıydık?
Ne olmuştu da dünyanın en uzun savunma duvarı olan Çin seddi inşa edilmişti?
İşte güvenlik olgusu, açık bırakılan kapılar ile devasa duvarlar arasındaki maceralı yolculuktur.
Yani iyiler dünyasından kötüler dünyasına ya da kötüler dünyasından iyiler dünyasına gidip gelme işidir.
Polis ise güvenlik olgusu içerisinde öne çıkan en önemli aktörlerdendir. İşi, kötüler dünyasındakilerledir.
Şu kavramlara bir göz atalım: Suç, yasak, yanlış, günah, haram, kin, nefret…
Hepsi polisin görev alanını çağrıştırmaktadır.
İyiler dünyası da boş değildir. Burada masumiyet, iyilik, doğruluk, helal, sevap, sevgi, barış, hoşgörü gibi güzellikler vardır.
Tarih, en güzel tanıktır. Hem iyiler dünyasını, hem de kötüler dünyasını yaşamıştır.
1400 yıl öncesinde Arap dünyasında kabileler arasında ciddi kan davaları vardı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Suçlar diz boyuydu.
İslam’la kısmi barış geldi. Ardından Müslümanlığı kabul eden Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle mükemmel bir dönem yaşandı. Coğrafyamız birden sevgiyle, barışla, hoşgörüyle çiçek tarlasına dönüştü. Çünkü iyiler dünyası söylemleri çığ gibi yayılmıştı: “Ne olursan ol, yine gel.” “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü.” “İncinsen de incitme.”
Böylesi bir ortamda kötü olmak ne mümkündü.
Az sayıda varsa da çeşitli merkezlerde su sesi, çiçekler ve musiki ile tedavi edilmekteydi.
Dolayısıyla topyekûn bir iyiler dünyası yaratılmıştı.
Meyvesi ise Osmanlı’nın yükselme devriydi.
Aynı dönemlerde Batıda engizisyon mahkemeleri gündemdedir. Batılı din adamları ücret karşılığı insanların günahlarını affetme sevdasına düşmüşlerdir. Aksini düşünenlere, kötüler dünyası metotlarıyla işkence yapmaktadırlar.
Tarih, iyiler dünyası ile kötüler dünyasındaki tanıklığına devam ediyordu.
Biz tam “Hamdım, piştim, yandım” olgunluğu içerisindeyken 1517’lerde halifeliği aldık.
Tam da bu sıralarda Batıda fikir adamları tek adam yönetimine şiddetle karşı çıktılar. Kuvvetler ayrılığını savundular. Anayasal yönetimi tercih ettiler. Hoşgörüye, temsil sistemine, parlamentoya ve demokrasiye olan inançlarını deklare ettiler.
Tarih devam etti.
Halifeliğin alınması bize yaramadı. Duraklama ve gerileme dönemi yaşandı. Ve nihayet Osmanlı, hasta adam durumuna düştü.
Biz kötüydük de dünya çok mu iyiydi?
Daha 1900’lerin ilk yarısında üst üste iki savaş dünyayı sarstı.
Birincisinin beş yıl sonrasında Mustafa Kemal Atatürk şunları söylemişti: “Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir.”
İkinci dünya savaşının üç yıl sonrasında ise bu defa dünya ülkeleri savaşlara son verilmesi kararı aldılar. Yayımladıkları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilk maddesine bütün insanların, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaları gerektiği hükmünü koydular. Artık insanlığın üzerine Japonya’daki gibi bombalar yağmayacaktı.
Hiç de öyle olmadı.
‘Savaş’ yerine ‘Terör’ belası hortlatıldı.
Ülkemiz sağ sol terörünü, bölücü terörü, din odaklı terörü yaşadı. Son olarak fetö terörüyle başkentimizin, Meclisimizin, özel harekât polisimizin üzerine bombalar yağdırıldı.
Bunun neresi kardeşlik anlayışıydı?
Halifelik ayağıyla bizi dinden vurmuşlardı.
Şimdi de kardeşlik ayağıyla resmen zayıflatmaya çalışıyorlar.
Dün esnafın, köylünün kapısı açıktı. Bugün Suriye sınırımızda olduğu gibi yeniden duvarlar örülmeye başlandı.
Çözüm olarak insanın aklına kötüler dünyasındaki nüfus artışına dur demek geliyor.
Çünkü devlet, kendisini oluşturan bireyleri güven içinde yaşatmak zorundadır. 



30 Temmuz 2017 Pazar

HAYDİ KURUCU AYARLARIMIZA DÖNELİM



 O vali otokrat biriydi. İldeki altı yerel gazete, zamanla o valiyi eleştirdiler. Sonuçta merkeze alındı.
Yerine gelen vali ise bilgisayarlaşma yönünden aktifti. Yerel gazetelere birer bilgisayar hediye etti.
Sonra ne oldu?
Tabii ki şimdi sizin aklınızdan geçenler oldu. Benzer etkileşim, değişik boyutlarıyla büyüdü. Bütün ülkeye yayıldı.
Basın etkilendi.
Sonra üniversiteyle oynadılar.
Polis zaten hep kamburla yaşadı.
Silahlı kuvvetlere el attılar.
Mülkiyeyi avuçlarına aldılar.
En son bağıra bağıra yargı gitti.
Hasan Hüseyin KORKMAZGİL, Ağlamalar şiirinde duygularını şöyle ifade etmişti: “Dalları düğüm düğüm/ gövdesi kahve falı/ bir zeytin ağacını köklemek var ya/ sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı/ kazma vurmak beş yüz yıllık meşeye/ acısını duymak var ya kopmanın…” Şair, babaların ağlamasını tarif ediyordu.
Şimdi bir millet topyekûn ağlıyor. Basın, üniversite, polis, asker, yargı gibi kökler; kumpaslarla, entrikalarla milletin gövdesinden koparılıyor.
İçte durum böyle…
Ya dışta neler oluyor?
Yıllardır Balkanlardan ve Kafkasya’dan gelen dalgalar keyfimizi kaçırdı. Orta Doğudan da şikâyetlerimiz vardı. Son zamanlarda esen kızgın kum fırtınaları, AB’nin ve ABD’nin etkisiyle ayarlarımızı iyice bozmaya başladı.
Eskiden şöyle öğütler verilmişti:
Batının oyunlarına gelmeyin.”
“Kuzeyinizdekilerle iyi geçinin.”
“Orta Doğuda Araplarla mezhep kavgasına girmeyin.”
Çevremizde sular ısınıyor. İnşallah kaynamadan kurucu ayarlarımıza döneriz.
Sandığa kapattığımız sevgiyi artık ortaya çıkarmalıyız. Yanına biraz saygı, biraz hoşgörü, biraz da barış katarak zenginleştirmeliyiz.
 Ben Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Hocamızın güncelleştirdiği Nutuk'a yeniden başladım bile…
Kurucu ayarlarımızı bulayım diye…

17 Haziran 2017 Cumartesi

POLİS EMEKLİ DERNEKLERİNDEN BEKLENENLER

1961 Anayasası, çalışan polise dernek kurma hakkı verebilecek kadar hürriyet yanlısıydı. Bunun sonucu olarak POLDER 1974’de, POLBİR 1977’de kuruldu.
Türkiye 1970’li yılları, sağ sol terör olayları ile yoğun yaşadı. Her iki dernek bu süreçten nasibini aldı ve suçlu görülerek 1980 yılında kapatıldı. 37 yıl geçmesine rağmen bir daha çalışan polise dernek kurma hakkı verilmedi.
Emeklilerimize ait ilk dernek 1948 yılında kuruldu. Yıllar sonra 2002’de emekli emniyet müdürlerinin de bir dernekleri oldu.
Türkiye’de yaygın bir söylem vardır. Apartman toplantıları sağlıklı yapılamaz diye… Bunda en büyük etken katılım azlığıdır.
Aslında dernek, vakıf, kulüp, parti, oda gibi faaliyetler apartman toplantılarının bir veya birkaç tık üstündeki etkinliklerdir. Toplum olarak apartman toplantılarında ne isek öteki faaliyetlerde de bu eksiğimiz gözlerden kaçmamaktadır. Bazen “Kanarya Sevenler Derneği” gibi ironik söylemler, sivil toplum örgütlenişi konusundaki durumumuzu ortaya koyabilmektedir. (Emekli 1.Sınıf Emniyet Müdürü Yusuf Vehbi Dalda’nın STK’lar hakkındaki geniş ve aydınlatıcı yazısı Çağın Polisi Dergisinin 177’nci sayısında yer almıştır.)
Dernekler, tüzükleri ile vardır. Amaçları bu tüzüklerde dile getirilir.
Polis emeklileri derneklerimiz, mensuplarıyla ilgili düzenlemeler yaparken çalışanların da durumlarını gözeterek tüzüklerini hazırlamışlardır.
Çünkü emekli, görev yerine gitmeyen önceki çalışandır. Şimdiki çalışan ise zamanı geldiğinde emekli olacaktır.
Bu gerçekten hareketle emekli polis derneklerimizin bizler adına takip etmesi gereken bir husustan söz edeceğim.
İki senaryo sunalım.
Birincisi emekli 1. sınıf emniyet müdürünün yurt dışına çıkması konusunda polis teşkilatı olarak ‘sakınca yoktur’ yazısı istenmiştir. Emekli müdür, il emniyet müdürlüğüne dilekçe ile başvurmuştur. Kendisine resmi yazı ile cevap verilmiştir.
İkinci senaryoya göre emekli müdür, örneğin klakson çalınarak gürültü kirliliğinin önlenmesi konusunda, herhangi bir vatandaş gibi dilekçe ile emniyet müdürlüğüne müracaat etmiştir. Dilekçesi cevaplandırılmıştır.
Resmi Yazışmalarda Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’te şu hüküm mevcuttur: “Metnin son bölümü; yazışma yapan makamlar arasındaki hiyerarşi yönünden, alt makamlara “Rica ederim", üst ve aynı düzeydeki makamlara "Arz ederim" ibaresiyle bitirilir.”
Bu durumda yukardaki dilekçelerde il emniyet müdürlükleri hangi ibareyi kullanacaklardır?
Peki, bu husus çok mu önemlidir?
Dün abi, abla, kurum imamı, semt imamı, mahalle imamı, şehir imamı, bölge imamı, ülke imamı gibi geliştirilen söylemler, polisteki sevgi ve saygıya dayalı hiyerarşinin önüne geçmiş ve aslanı kediye boğdurmuştur. FETÖ gibi illegal yapılanmaları doğurmuştur.
Emekli derneklerimiz basit gibi görünen bu konularda önümüze düşmelidir. Emniyet genel müdürlüğü ile temasa geçerek yürürlükteki resmi yazışma kuralları doğrultusunda genelge çıkarılmasını sağlamalıdır.

Yeni illegaliteler yaşamayalım diye…

11 Haziran 2017 Pazar

FETÖ’NÜN YURT DIŞI ÇIKIŞLAR ZULMÜ


            Şubat 2016’da yaş haddi ile emekli olunca yolum Kuzey Kıbrıs’a düştü. Oraya yerleştim.
Beş-altı ay sonra polis emeklileri derneğinin genel kurulu için Ankara’ya geldim. Temmuz ayıydı ve günlerden Pazardı. Seçimler yapıldı. Tutanaklar tanzim edildi. Aynı akşam Kıbrıs’a dönmek için Esenboğa havalimanına geldim.
Pasaport geçişi sırasında memurumuz yazı istedi. Buna göre 1.1.2014’den sonra emekli olanlar “sakınca yoktur” yazısıyla yurtdışına çıkış yapabileceklermiş. FETÖ’cüler kaçmasın diye…
Malum! 15 Temmuzda darbe girişimi yapılmıştı.
Pasaport sırasından çıktım.
İki saat içerisinde Havalimanı Şube Müdürlüğünden alabileceğimi düşündüm.
“Olmaz” dediler.
Bu işin muhatabı personel şube müdürlükleriymiş.
Tatil günü personel şubede kimse olmazdı.
Geceyi polisevinde geçirip Ankara Emniyet Müdürlüğüne gittim.
Bina, 15 Temmuz gecesi hasar görmüştü. Personel, zor koşullarda çalışıyordu. Tedirgindiler.
Feto ve yandaşlarının şer’i devlet düzenine geçme hayalleri Türk’ün çelik iradesine takılmıştı.
Şehitlerimiz oldu. Kayıplar verdik. Birlikte üzüldük.
Artık kangrenin virüsü HERKESÇE tescil edilmişti. Dünün arsız ve şımarmış güruhu, resmen terör örgütü damgasını yemişti.
Şimdi zarar gören dokular hızla tedavi edilecek ve çağdaş medeniyeti yakalamak için kaldığımız yerden devam edecektik.
Pazar akşamı onların yüzünden biletim yanmıştı.
Pazartesi sabahı personel şubede meslektaşlarımı ziyaret ettim. Geçmiş olsun dileklerimi sundum.
Sonra yurt dışına çıkışla ilgili emir yazıyı hatırlatarak “Sakınca yoktur” belgesi istedim. Birbirlerine baktılar. Belki de ilk isteyen bendim.
Bir an evvel alıp havalimanına gitmek istiyordum.
Dokuz ayrı birimden soruşturma yapacağız, dediler.
Aynı mesleğin emeklisiydim. Bir yazı hazırlanarak elektronik ortamda dokuz ayrı yere gönderilebilir, yine elektronik ortamda cevapları alınabilirdi. Neticede iletişim çağındaydık. Üstelik ben aynı teşkilatın mensubuydum. Bazı birimlere telefon ederek hızlanmasını sağlayabilirlerdi.
Birkaç saatte hazırlanacağını umuyordum. Olmadı. Salı gününü de bekledim. Akşamüzeri yazıyı aldım. Üç günün sonunda Kıbrıs’a ulaşabildim.  
Dokuz ayı geçti. Uygulama, OHAL nedeniyle hâlâ devam ediyor. Yeni emekli bir memurumuz da havalimanında öğrenmiş. Almanya’da öğrenci olan çocuğunun 690 liralık bileti yanmış. Üstelik ilk sınavlara da yetişememiş.
Bu arada emeklilik işlemlerini gerçekleştirmek isteyen bir personelimiz böyle bir uygulama olduğunu orada öğrenmişti. İşlemler bitince o da yurt dışına çıkacakmış.
Çocuklar sıkıntıda…
Eşler aynı zulmü yaşıyor.
Eskiden adli sicil kaydı alındığında bunun altı ay geçerliliği vardı. Oysa bugün Kıbrıs’a gidin gelin, yarın Bulgaristan’a gidecekseniz yeniden dokuz yere sorulmak zorundasınız. Bir gün önce alınan belge maalesef geçerli değildir.
Tabii ki bir tane dahi FETÖ’cü virüs yakalanacaksa diğerlerimiz bazı fedakârlıklara katlanmalıyız.
Ama bize bunu zulüm seviyesine getiren siyasi irade mi, yoksa emir yazıyı doğru yazamayan meslektaşlarımız mı? Ya da uygulamacılarımız mı?
FETÖ’cüler toplumu sarıcalı gibi sarmışlardı. Pimleri çekilince yandılar. Ama etrafındaki bizi de yaktılar.
“Devlet baba hem sever, hem döver” derler. Oysa sevgiden yoksun, şamar oğlanına dönmüş toplumlar saygınlığa ulaşmada ciddi sıkıntılar çekerler.
Çağdaş medeniyeti yakalamada zorlanırlar.
Ben tam 40 yıl polislik yaptım ve yaşadığım olumsuzlukların bir bölümünü BLOG sayfamda  yayımladım.
http://erolozdemir28.blogspot.com.cy/2016/12/haram-koltuk.html
Emekli olunca kurtulurum sanıyordum. Tekrar yakalandım.
Emekli derneklerimize ve meslektaşlarımıza duyurumdur: Lütfen çaresine bakın!