Geçmişte yazdıklarımın ambarıdır ÇÖTEN... Bazen polisiye bir anı.. Bazen bir köşe yazısı.. Bir makale ya da söyleşi.. Sıradan ya da sıradışı mesleki yaşanmışlıklar.. Kitap bile var bu ambarda.. Tabii ki zamanı olanlar için..
22 Temmuz 2012 Pazar
DEVRE TOPLANTILARI TAM BİR NOSTALJİ
Biz Polis Akademisinin 1976 yılı mezunları olarak yedinci devre toplantımızı Ankara’da gerçekleştirdik.
İlkini de 2006 yılında Ankara’da yapmıştık.
O zaman elli yaşlarındaydık. Bir elimizin parmaklarının on sayısıyla çarpımı kadar…
Geriye belki de ikinci elimizin iki ya da üç parmağının onla çarpımı kalıyordu.
Birinci elimizin parmakları yedi yıl önce, mezuniyetten itibaren otuzuncu yılımızda tükenmişti. Bu geçen otuz yılda hepimiz çok yorulmuştuk. Tek bir ortak amacımız vardı. O da en iyi verimle, en az hasarla birinci sınıf emniyet müdürlüğüne yükselmekti. Buluşma günü yüzlerimizde bunu başarmanın mutluluğu okunabiliyordu.
Otuz yıl aradan sonra ilk buluşmamızda yaşanan heyecanın yerini hiçbiri tutmayacaktır elbette. Ama genel kurul olarak alınan şu karar sanki tarihe not olarak düşüyordu: “Hayat, ertelemeye gelmez”
Büyük Atatürk’ün; kurulmasına ve açılmasına ön olduğu Polis Akademisinin mezunları olarak, mezun olduğumuz 30 Haziran tarihlerinde “Hayat, ertelemeye gelmez” sloganıyla buluşmaya devam ettik. İkinci yıl devremiz Feyzullah Arslan’ın emniyet müdürlüğü yaptığı Antalya’daydık. Sonra sırasıyla Bursa, İzmir, İstanbul ve Didim buluşmalarımızı gerçekleştirdik.
Yedinci buluşmamızda Atatürk’ün aramızdan fiziken ayrıldığı yaştaydık. O’nun başkentinde kent güvenliğini sağlama nöbeti de yine bir devremizdeydi. Bununla gurur duyduk. Ülkemizin bekası, yurttaşlarımızın refahı adına yapılan her şey bizi mutlu kılıyordu. Atatürk’ün açtığı Polis Akademisi kuşağı olarak Türk insanının temel hak ve hürriyetlerinin korunması konusunda ufkun ötesini de görebilen mezunlar olarak görevimizin hassasiyetinin farkındaydık.
Bu süreçte en büyük gücü ve katkıyı bizimle birlikte gurbet gurbet dolaşan eşlerimizden aldığımızı da özellikle belirtmeliyiz. “Üç taşınma bir yangına bedeldir” sözü doğrultusunda onlar da bizimle sıkıntılar yaşadılar. Bu yangınlara rağmen yurdumuzun her köşesinde bizimle birlikte kader birliği yaptılar. Kendilerine şükranlarımızı sunuyoruz.
Polislik, yıpranmalı kamu görevidir. Yıpranma payı olarak polis müdürleri 65 yerine 60 yaşında emekli olurlar. Yani her bir yıl için üç ay fazla çalışmış gibi yıpranılır.
Bu nedenle saçlarımız olması gerekenden önce ağardı. Yaşam hücrelerimizin birçoğunu erkenden kaybettik.
Bugün saçlarımıza yeni aklar düşmesine mani olamayız ama devre toplantılarımız sayesinde hücre kayıplarını en aza indirebileceğimize inanıyoruz.
Aynı yuvanın kuşları olarak..
Tasada ve sevinçte aynı duyguları paylaşarak..
Ortak amaçta birlikte yürüyerek..
İşte bu devre toplantılarımızın bize kazandırdığı olumlu elektrikle hücre kayıplarımızı gideriyoruz. Yaşamımızın geri kalan bölümü için moral depoluyoruz.
Bunun için bir kez daha Ankara kalesindeydik. Koç müzesindeki tarihsel gezide geçmişin flu izleri yeniden projektörle gönüllerimizdeki yerine nakşediliyordu.
Ardından Hamamönü’nün tarihi evleri.. Restorasyon sonucu albenileri olabildiğince artmıştı.
Eğer gereğinden fazla nüfus artışı olmasaydı..
Eğer kente göç yaşanmasaydı..
Eğer çarpık kentleşmeye imkan tanınmasaydı..
Güzel ülkemizde güzel köşeler çoğalacaktı.
Ulucanlar cezaevi müzesinde en dikkat çekici bölüm hücrelerin bulunduğu koridor idi. Işık ve ses efektleriyle sanki o günler yeniden yaşanıyordu. Mübaşir, mahkûm, gardiyan sesleri birbirine karışıyordu. Kapkaranlık bir ortamda çaresizliği yaşamanın getirdiği duygular gerçek hayattaymış gibi insanın beynine kazınıyordu.
Böyle bir ortamdan sonra bir bilim ve inanç merkezindesiniz. Burası Hacı Bayram Veli Camii ve Türbesi.
İçerden gelen Hacı Bayram Veli’nin sesi sanki Ulucanlardaki çaresizliğin nedenlerini açıklıyordu: “Hiddet ve kin, hakikatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”
Devre toplantısında Mogan gölünün gece güzellikleri ile Beypazarı’nın rehberli gezisi de vardı.
Gelemeyen devrelerimizi üzmemek için buralardan çok söz etmeyelim, dedik. Hele hele Beypazarı Hamam Müzedeki Nevzat Değirmencioğlu resitalini kaçıranlar çok daha fazla üzüleceklerdir. Onu da anlatmayalım, dedik. Yalnız şunu belirtelim. Beypazarı Atatürk Anıtı önünde tüm devrelerimizle anı fotoğrafı çektirdik. Gelecek yıl buluşmanın yapılacağı yer olarak belirlenen Trabzon’daki Atatürk Köşkünde çekilecek anı fotoğrafından mahrum kalmamak için şimdiden rezervasyonlarımızın başladığını da buradan duyuralım.
Bu yıl ki devre toplantımızda mükemmel bir ev sahipliği gösteren ve bize her konuda yardımcı olan devremiz Ankara Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya’ya katılan tüm arkadaşlarımız adına şükranlarımızı sunarız. A’sından Z’sine kadar programımızla iç içe oldu. Sayısız katkılarda bulundu.
Cevat Çolak, Erol Konuk, Erol Özdemir, Fahri Soysal, Hasan Bendaşan (KKTC), Hüseyin Kibrit (KKTC), Hayrettin Mungan, Turgut Karamanzade oğlu Turgay, İhsan Tuğrul, İrfan Banaz, Lütfiye Özüyılmaz, Mualla Kütük, Mustafa Yılmaz, Necmettin Seymen, Nevzat Değirmencioğlu, Osman Kaya, Recep Cin, Sadettin Dereköy, Sırrı Güçlü, Veli Akkaya, Zeki Çatalkaya, Zeki Yılmaz.
Yedinci devre buluşmasını bu güzel isimlerle birlikte idrak ettik. Birçok arkadaşımız ise mazeretleri nedeniyle aramızda olamadılar.
Bütün devre arkadaşlarımıza şimdiden duyuruyoruz: “Trabzon’a bekleriz.”
Hoşça kalın..
7 Mayıs 2012 Pazartesi
167’NCİ YILDA SEKİZ SAAT ÖZLEMİ
Polis teşkilatı mensupları olarak kuruluş tarihimizden itibaren 167’nci yılı idrak etmekteyiz.
Bu süreç içerisinde polisin Türk kamu bürokrasisinde başarılı bir seyir izlediğini söyleyebiliriz. Gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında, gerekse ülkemizin teröre hedef olduğu anlarda verilen mücadele takdire şayandır. Sadece 1970’li yılların ikinci yarısında toplumda “Benim fikrim doğrudur” diye dayatılan dönemde polis de aynı yanlışlığa düşmüş ve en kötü puanlarını o dönemde almıştır. Bunun dışında polis, kafasını tekmeye sokan futbolcu gibi mücadele vermiş, tabiri caizse gözünü budaktan esirgememiştir. Anayasada zorla çalıştırma yasağı olduğu halde yasalarda kendisinden istenenin çok daha fazlasını çalışmıştır. Üzerine yük bindirildikçe “kaderimdir” diyerek sineye çekmiştir. 70’li yılların ikinci yarısında yaptığı hatanın bedeli olarak sosyal haklarını isteyebileceği dernekler yasaklanmış, memurlara getirilen sendikal haklardan da mahrum bırakılmıştır.
Bugün polisimiz özverili çalışmalarıyla toplumda düzenin sağlanmasında etkili olabilmiş, ancak beden ve ruh sağlığından çok şeyler kaybetmiştir. Şehit sayımızın çok oluşu, intiharların artış göstermesi, cinnet geçiren meslektaşlarımızın durumu bunun göstergesidir.
Teşkilatımızda yeni yeni sekiz saat uygulamasından söz edilmektedir. Bir gün tamamen sekiz saat çalışma sistemine geçildiğinde intihar, cinnet gibi olumsuzlukların en az düzeyde yaşanacağı değerlendirilmektedir.
Çok çalışma ile dış müşteri memnuniyetinin sağlandığını belirtebiliriz.
Ancak meslek içerisinde yani iç müşteri memnuniyetinde sıkıntılar olduğu da bilinmektedir.
Bizde yaygın bir söylem vardır. Üst yöneticiler, siyasi iradeyi memnun edebilmek için personelini haddinden fazla çalıştırmaktadır. Oysa siyasiler böyle bir beklenti içerisinde değildir. Her bir siyasinin birebir tanıdığı polisler vardır ve onlar polislerin ne çok zorluklar içerisinde görev yaptıklarını bilirler. Ama bunlar ferdi bilgilerdir. Yöneticilerimiz tarafından sistemli bir şekilde siyasi iradeye iletilmesi durumunda yasal düzenlemelerin yapılacağı kuşkusuzdur.
Çünkü siyasi irade; bina yapılmasında, araç gereç ve silah alımlarında sistemli taleplerimizi yerine getirmektedir. Eşya bu kadar önemsenirken insana yapılacak iyileştirmeler neden yapılmasın ki...?
Bugün neredeyse her birimde Arge’ler kurulmuştur. Her bir Arge, polisiye görevlerin en iyi biçimde yapılması için ciddi gayret içerisindedir. Ancak kendimiz için bir Arge’miz yoktur. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda Arge çalışmalarının olmayışı bu konudaki eksiğimizi göstermektedir. Başka bir ifadeyle mum, dibine ışık vermemektedir.
Işığı sağlamakla görevli en önemli birimimiz ise polis akademisidir.
Polis akademisi; emniyet teşkilatında çalışan personelin eğitimini sağlamakla birlikte teşkilatın aksayan yönlerini masaya yatıracak ve bilimsel bilgi üretecek olan bir birimdir.
Ne var ki bugüne kadar bu yönde yeterli net projeler üretildiği söylenemez. Daha fazla geç kalınmadan, polis akademisinin bilimsel katkılarıyla eskiyen mevzuatın yenilenmesi, tayin ve terfilerin hakkaniyetli uygulanması, özlük haklarının iyileştirilmesi ve çalışma sürelerinin sekiz saati geçmeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi çalışmaları yapılmalıdır.
Polis, insanların hak ve hukukunu gözetmekle görevlidir. Teşkilat mensuplarının beklentisi, kendi hak ve hukukunun da gözetilmesi yönündedir.
Umarız 167’nci yıl, sekiz saat çalışma sisteminin tümüyle uygulamaya geçildiği yıl olur.
22 Mart 2012 Perşembe
ZEHİRLİ BİR GECE
Dün akşam bir mekâna gittim. Yemek için..
Küçükesat’ta..
Önce arabamla ilgilendiler. Ardından paltomu vestiyerde güvence altına aldılar.
Sıra bendeydi. Güzel ve güleryüzlü bir bayan karşıladı.
“Ahmet Bey’in arkadaşıyım” dedim.
Önüme düştü. Masaları dolduran çoğu kravatlı insanların arasından geçtik. Yüz kişi varsa ancak beşi bayandı.
Ahmet Bey ve üç arkadaşıyla hoş beş ederken sanatçılar da sahnedeki yerlerini aldılar.
Şarkıcımız, uzun boylu ve sarışın bir bayandı.
Birçoğuna “Başkanım”, “Müdürüm” gibi sıfatlarla seslenerek insanları selamladı. Adları okunanların duydukları hoşnutluk yüz ifadelerinden anlaşılabiliyordu.
Mekânın girişinde camekânlı bir bölüm vardı. Sigara yasağı getirilince yapılmıştı. Bu kötü alışkanlıktan vazgeçemeyenler diğer insanları rahatsız edemeyeceklerdi. Yasama erki çok önemli bir karara imza atmıştı ve kamuoyundan çok önemli puanlar toplamıştı.
Camekânlı bölümde kimse yoktu. “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve oradaki birçok kravatlı insanlar, mekânın içinde sigara yasağını delme yarışındaydılar.
Belki de oraya gelmeden birkaç saat önce dairelerindeki memurlarına “Şunu yapmayın”, “Bunu yapmayın” diye yasak koyanlar şimdi benzeri bir yasağı delmenin dayanılmaz keyfini yaşıyorlardı.
Sanatçının kıyafeti, söylediği şarkılarla mütenasipti. Dumanlanmış ortamda zaman zaman bir siluet gibi görünen müşterilerini, kendini dinlemeye zorluyordu. Sıkça “Eller” komutu vererek tempo tutulmasını istiyordu. Dumanlı hava sesini çatallaştırıyordu. Sitemini belli etmeden yapamıyordu. Ajda Pekkan’ın meşhur ettiği şarkı ile ilk mesajını veriyordu bile: “Ne hayrın dokunur ne bir şey umulur/ Başkası sende bilmem ki ne bulur.”
Belki insafa gelirler de sigara içmezler diye..
Sonra bir yudum su içerek sesini düzeltiyor ve devam ediyordu: “Seveceğim gezeceğim/ Görürsün sana neler edeceğim/ Bir yerine bin cezayla/ Hakkından geleceğim senin.”
Acaba yürütmeciler de, yasama erkinin alkış alan sigara yasağı kararının hakkından gelebilecekler miydi?
Şantöz zorlanıyordu. Ne olursa olsun işini yapmalıydı. “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve oradaki birçok kravatlı insanlar kendisini dinlemeye gelmişlerdi. Bir yandan okuyor, bir yandan da yalvarırcasına gözlerine bakıyordu: “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş/ Tanrı istemezse insan ölmezmiş” “Kızım sana söylüyorum” der gibiydi.
Aslında güçlü bir sesin ve güçlü bir fiziğin sahibiydi. Ama mekândaki havasızlık ciddi derecede performansını etkiliyordu.
Sitemi sürdürmenin fayda getireceğini umut ediyordu. “Sen tanrı mısın beni öldürdün/ Eşime dostuma beni güldürdün.” Zorlandığını başka türlü nasıl ifade edebilirdi ki..
Mesajını şarkılarla sürdürdü. Ne de olsa kendisini “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve oradaki birçok kravatlı insanlar dinliyordu.
Arif olan anlasın diye vicdanlara da seslendi: “Vicdanının sesini dinle bak ne diyor/ Senin için bir can bir can ölüyor.”
Duman bulutu gittikçe koyulaşıyordu. Ama o hâlâ umutluydu. Salondaki “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve birçok kravatlı insanların “İncinsen de incitme” kültüründen geldiklerini biliyordu. Hepsi güzel bir geçmişin güzel torunlarıydılar. Yaratılanı sevdiklerine inanıyordu.
Bu duygularla şarkılarını sürdürdü. Bir ara İstanbul’a gitti. Başkentte bulamadığı güzel insanı belki orada bulabilirdi..
“Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un/ Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde/ Canım doya doya sarhoş olmak istiyordu/ Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde”
Ve dumanda azalma olmadı.
Öfkeli olduğu belliydi. Hissettirmemesi gerektiğini bilecek kadar da profesyonel..
Final şarkısını “Alın size öyleyse” dercesine söyledi. Dumandan kötüleşen sesinin oktavını biraz daha artırdı.
Sanki haykırıyordu: “Tanrım tek başına koyma kullarını/ Yalnızlığa ancak sen dayanırsın/ Bu dünyada cefa çektirme bize/ Yalnızlığa ancak sen dayanırsın”
Daha ne söylenebilirdi ki..
Köy kahvelerinde sigara yasağına uyulduğunu memnuniyetle duyarken başkentin göbeğinde “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve birçok kravatlı insanlar hâlâ yasak deliyorlardı.
Matkapla deler gibi..
Gece yarısı geçiliyordu. Arkadaşlarımla vedalaştım.
Gelirken arabama ve paltoma ihtimam gösterilmişti. Ama şimdi ayrılırken “zehir”lenmiş olarak uğurlanıyordum.
İnsanın, eşya kadar değerinin olmadığını görerek..
Küçükesat’ta..
Önce arabamla ilgilendiler. Ardından paltomu vestiyerde güvence altına aldılar.
Sıra bendeydi. Güzel ve güleryüzlü bir bayan karşıladı.
“Ahmet Bey’in arkadaşıyım” dedim.
Önüme düştü. Masaları dolduran çoğu kravatlı insanların arasından geçtik. Yüz kişi varsa ancak beşi bayandı.
Ahmet Bey ve üç arkadaşıyla hoş beş ederken sanatçılar da sahnedeki yerlerini aldılar.
Şarkıcımız, uzun boylu ve sarışın bir bayandı.
Birçoğuna “Başkanım”, “Müdürüm” gibi sıfatlarla seslenerek insanları selamladı. Adları okunanların duydukları hoşnutluk yüz ifadelerinden anlaşılabiliyordu.
Mekânın girişinde camekânlı bir bölüm vardı. Sigara yasağı getirilince yapılmıştı. Bu kötü alışkanlıktan vazgeçemeyenler diğer insanları rahatsız edemeyeceklerdi. Yasama erki çok önemli bir karara imza atmıştı ve kamuoyundan çok önemli puanlar toplamıştı.
Camekânlı bölümde kimse yoktu. “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve oradaki birçok kravatlı insanlar, mekânın içinde sigara yasağını delme yarışındaydılar.
Belki de oraya gelmeden birkaç saat önce dairelerindeki memurlarına “Şunu yapmayın”, “Bunu yapmayın” diye yasak koyanlar şimdi benzeri bir yasağı delmenin dayanılmaz keyfini yaşıyorlardı.
Sanatçının kıyafeti, söylediği şarkılarla mütenasipti. Dumanlanmış ortamda zaman zaman bir siluet gibi görünen müşterilerini, kendini dinlemeye zorluyordu. Sıkça “Eller” komutu vererek tempo tutulmasını istiyordu. Dumanlı hava sesini çatallaştırıyordu. Sitemini belli etmeden yapamıyordu. Ajda Pekkan’ın meşhur ettiği şarkı ile ilk mesajını veriyordu bile: “Ne hayrın dokunur ne bir şey umulur/ Başkası sende bilmem ki ne bulur.”
Belki insafa gelirler de sigara içmezler diye..
Sonra bir yudum su içerek sesini düzeltiyor ve devam ediyordu: “Seveceğim gezeceğim/ Görürsün sana neler edeceğim/ Bir yerine bin cezayla/ Hakkından geleceğim senin.”
Acaba yürütmeciler de, yasama erkinin alkış alan sigara yasağı kararının hakkından gelebilecekler miydi?
Şantöz zorlanıyordu. Ne olursa olsun işini yapmalıydı. “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve oradaki birçok kravatlı insanlar kendisini dinlemeye gelmişlerdi. Bir yandan okuyor, bir yandan da yalvarırcasına gözlerine bakıyordu: “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş/ Tanrı istemezse insan ölmezmiş” “Kızım sana söylüyorum” der gibiydi.
Aslında güçlü bir sesin ve güçlü bir fiziğin sahibiydi. Ama mekândaki havasızlık ciddi derecede performansını etkiliyordu.
Sitemi sürdürmenin fayda getireceğini umut ediyordu. “Sen tanrı mısın beni öldürdün/ Eşime dostuma beni güldürdün.” Zorlandığını başka türlü nasıl ifade edebilirdi ki..
Mesajını şarkılarla sürdürdü. Ne de olsa kendisini “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve oradaki birçok kravatlı insanlar dinliyordu.
Arif olan anlasın diye vicdanlara da seslendi: “Vicdanının sesini dinle bak ne diyor/ Senin için bir can bir can ölüyor.”
Duman bulutu gittikçe koyulaşıyordu. Ama o hâlâ umutluydu. Salondaki “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve birçok kravatlı insanların “İncinsen de incitme” kültüründen geldiklerini biliyordu. Hepsi güzel bir geçmişin güzel torunlarıydılar. Yaratılanı sevdiklerine inanıyordu.
Bu duygularla şarkılarını sürdürdü. Bir ara İstanbul’a gitti. Başkentte bulamadığı güzel insanı belki orada bulabilirdi..
“Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un/ Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde/ Canım doya doya sarhoş olmak istiyordu/ Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde”
Ve dumanda azalma olmadı.
Öfkeli olduğu belliydi. Hissettirmemesi gerektiğini bilecek kadar da profesyonel..
Final şarkısını “Alın size öyleyse” dercesine söyledi. Dumandan kötüleşen sesinin oktavını biraz daha artırdı.
Sanki haykırıyordu: “Tanrım tek başına koyma kullarını/ Yalnızlığa ancak sen dayanırsın/ Bu dünyada cefa çektirme bize/ Yalnızlığa ancak sen dayanırsın”
Daha ne söylenebilirdi ki..
Köy kahvelerinde sigara yasağına uyulduğunu memnuniyetle duyarken başkentin göbeğinde “Başkanım’lar”, “Müdürüm’ler” ve birçok kravatlı insanlar hâlâ yasak deliyorlardı.
Matkapla deler gibi..
Gece yarısı geçiliyordu. Arkadaşlarımla vedalaştım.
Gelirken arabama ve paltoma ihtimam gösterilmişti. Ama şimdi ayrılırken “zehir”lenmiş olarak uğurlanıyordum.
İnsanın, eşya kadar değerinin olmadığını görerek..
15 Ocak 2012 Pazar
POLİS TEŞKİLATININ ÇITASI
Polis teşkilatı, iç güvenliğin sağlanması hususunda önemli misyona sahiptir. Tüm nüfusun yüzde 80’inden fazlasına güvenlik hizmeti vermektedir.
Güvende olma halinin önemi, güvensizliğin yaşandığı anlarda daha iyi anlaşılır.
Güvende olma hali; eğitimli ve anlayışlı bir toplum ile o toplumdan çıkan güvenlik görevlilerinin varlığıyla mümkündür.
Güvensizlik ortamı ise planlaması olmayan, yeterince örgütlenemeyen, iyi denetlenemeyen, hukukun üstünlüğü ilkesini özümseyemeyen, moral ve motivasyondan yoksun kolluk görevlileri varsa kaçınılmaz olacaktır.
İyiyi, doğruyu, güzeli ve faydalıyı yakalama adına bir senaryoyu sahneleyelim:
Polis teşkilatında dört sınıf olsun.
Polis memurları sınıfı,
Orta kademe amirler sınıfı,
Yöneticiler sınıfı,
Üstatlar sınıfı.
Şimdi her bir sınıftan birkaç cümle söz edelim:
Polis memurları sınıfı: Gerçek anlamda polisliği yapan sınıftır. Teşkilatın gerçek sahipleridir. En çok onlar çalışır. Teşkilat, onların ismiyle anılır. Varlıklarının önemi amir sınıfınca idrak edilmektedir. Rütbelerinin olmayışı bir kayıp değildir. 8, 16 ve 24 yıl sonunda üç kademe alırlar.
Orta kademe amirler sınıfı: Amir olmakla sorumluluk artmaktadır. Amirlik, memur olmaktan farklı bir roldür. Bu fark, hizmet kalitesinin artmasına yol açarsa anlam kazanacaktır. “Nasıl olsa amir oldum, daha az nöbet tutarım, daha az yorulurum” gibi bir mantığın zararları herkesçe bilinmelidir. Orta kademe amir sınıfında komiser, yarkomiser ve serkomiserler vardır. (Bugünkü komiser yardımcısı, komiser ve başkomiser) Altı yılda bir terfi etmelidirler. Piramidin bozulması durumuna karşılık altı yıllık sürenin erken veya geç yapılması İdarece belirlenmelidir. En fazla Aygüven rütbesine kadar yükselmelidirler. (Bugünkü şube müdürü) Daha üst rütbelere yükselmeleri için ihtiyaç olması gerekmektedir. Üç yıl süre aygüven rütbesinde çalışıldığında, yükselemese dahi emekli oluncaya kadar sergüvenin özlük haklarını almalıdırlar.
Yöneticiler sınıfı: Bu sınıfta yargüven (bugünkü il emniyet müdür yardımcısı, eğitim birimleri müdür yardımcısı, daire başkan yardımcısı) ve sergüven (bugünkü il emniyet müdürü, eğitim birimleri müdürü, daire başkanı) vardır. Sergüven sayısı; il, okul ve daire başkanlığı sayısı kadar olmalıdır. Yargüvenler arasından seçilmeli ve atanmalıdırlar. Örneğin 160 sergüven varsa iki katı olan 320 yargüven olmalıdır. Yargüvenliğe yükselecek olanlar çok özel ve çok donanımlı yöneticiler olmalıdırlar. Mesleğe başladıktan itibaren master, yabancı dil, inceleme, araştırma, yeni düşünceler geliştirme gibi konularda fark yaratanlar arasından seçilmelidirler. Sergüvenlerin de onlar arasından seçileceği düşünüldüğünde kalite daha da artmış olacaktır.
Üstatlar sınıfı: Bu sınıfta Emniyet Genel Müdürü ile beş ayrı hizmet başkanlığı sorumluları vardır. Genel müdür, polis teşkilatının en üst yöneticisidir. Jandarmayla, sahil güvenlikle ve özel güvenlikle ilişkileri sağlar. Türk polisinin uluslararası alanda gelişimine ön olur. Beş hizmet bölüm başkanlığı arasında koordinasyonu yürütür. Basın ve halkla ilişkiler konusunu takip eder.
Hizmet bölüm başkanları, kendilerine bağlı hizmet birimleriyle anılırlar. (Bugünkü emniyet genel müdür yardımcıları)
İnsan Kaynakları Bölüm Başkanı,
Adli Hizmetler Bölüm Başkanı,
Operasyonel Hizmetler Bölüm Başkanı,
Lojistik Hizmetler Bölüm Başkanı,
Trafik Hizmetleri Bölüm Başkanı.
Her biri kendi departmanlarının “ses getiren” yetkilileridir. Bugünkü genel müdür yardımcıları için söylenen “Genel müdürün yardımcısıdır, onun vereceği görevleri yapar” sözlerinin yetersizliğini ortaya koymalıdırlar. Çağdaş yönetim alanında telaffuz edilen görev, yetki ve sorumluluk kavramlarını tam anlamıyla uygulamaya geçirmelidirler. Alanda edindiği bilgileri ve tecrübeleri modern yönetim anlayışıyla harmanlayarak hizmette verimliliği artırmalıdırlar.
Genel müdür ve beş ayrı hizmet başkanı, 160 yöneticiden seçilmelidir. Genel müdür seçiminde bilgili olmanın yanı sıra, hitabet, liderlik, özgüven sahibi olma ve temsil etme özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Hizmet bölüm başkanları ise kendi alanlarında söz sahibi olanlar arasından atanmalıdırlar.
Özellikle yönetici sınıfına yükselmelerde öylesine rasyonel atamalar yapılmalıdır ki öteki meslektaşları arasında da aynı memnuniyet hissedilebilmelidir. Yönetici ve üstatlar sınıfına geçenlerin geçmişte fazladan edindikleri yüksek lisans, master, doktora, yabancı dil, inceleme, bilimsel araştırma, suçun önlenmesine dair yeni yöntem gibi fazlalıkları kendi emsalleri tarafından da bilineceği için atamalarda hoşnutsuzluklar yaşanmayacak ve böylece iç huzur da bozulmayacaktır. Pratisyen hekimin durup dururken doçent ya da profesör olamayacağını bildiği gibi..
Başmüfettişler, 160 sergüven arasından seçilmelidir. Hizmet bölüm başkanları ile aynı statüde olmalıdırlar. Yani hizmet bölüm başkanlarının özlük haklarını almalıdırlar. Sayısı 40 civarında olmalıdır. Ayrıca başmüfettişler ile birlikte görev yapacak olan müfettişler ise en az üç yıl şube müdürlüğü yapmış olanlardan ve bu konuda performans sahibi amirlerden seçilmelidir. Müfettişliğe seçilecek aygüvenlerin (şube müdürlerinin) geçmişte yaptıkları idari soruşturma raporları, adli soruşturma raporları ve trafik kaza raporları göz önünde bulundurulmalıdır. Sayısı 60 kadar olmalıdır. Müfettişler, karmaşık olmayan durumlarda başmüfettişler olmaksızın müstakilen görevlendirilebilmelidirler. Başmüfettişlik ihtiyacının yarısı, üstün performans gösteren müfettişlerden seçilmelidir.
Çıtanın yükselmesi hemen mümkün olmaz. Ama hepimiz yükselsin isteriz.
Özlemi dile getirmenin sermayesi yok ya…
En azından ilerde “Nostaljik bir senaryoydu” denilip geçilir…
4 Ocak 2012 Çarşamba
GÖZ KAMAŞTIRAN TEPE LAMBALARI
Tepe lambaları; cankurtaran, itfaiye ve polis araçlarının ışıklı uyarı işareti veren önemli aksesuarlarındandır. Karayolları ve sivil savunma hizmetlerinde görev yapan araçlarda da kullanılır. Geçiş üstünlüğüne sahip bu araçların karayolu üzerindeki seyri sırasında fark edilmelerini sağlar. Işıkları genel olarak mavi ve kırmızı renklidir. Dönerli veya aralıklı yanıp sönen cihazlardır. Karayolları Trafik Yönetmeliğine göre normal hava şartlarında en az 150 metreden görülebilmelidirler.
Polis teşkilatında tepe lambaları bir olay ihbarı alındığında veya yol güvenliği sağlanırken kullanılır.
Önceki yıllarda dönerli ve mavi renkli tepe lambaları kullanılıyordu. Günümüzde ise mavi ile kırmızı birlikte kullanılmaktadır.
Gelişen teknolojiye paralel olarak tepe lambalarında da yenilikler olmuştur. Ampul sisteminden led lamba sistemine geçilmiştir. Ledli sistemde aydınlatma gücü yani ışık şiddeti çok daha fazladır. Bu yönüyle otolarda daha az enerji harcanmakta ve fakat daha uzak mesafelerden fark edilmeleri mümkün olabilmektedir.
Tepe lambalarındaki bu olumlu gelişime karşılık bazı dezavantajlar da görülebilmektedir. Işık şiddetinin fazlalığı flaş etkisi yaratabilmekte, bu da öteki sürücülerin gözünü kamaştırmaktadır. Çoğu kere şoförler, önde ise dikiz aynasını kapatmakta, arkada veya yanda ise gözünü kaçırmakta ya da eliyle siper etmektedir. Gözlemlerimize göre bu durum, özellikle akşam saatlerinde görüşün azalmasına yol açmakta ve trafik kazalarına davetiye çıkarmaktadır.
Geçiş üstünlüğüne sahip araçların çok önemli ve acil görevler için var olduğu herkesçe bilinmektedir. Olay yerine yetişme konusunda her bir saniyenin önemi büyüktür. Dolayısıyla böyle bir görev için seyir halinde iken en etkili şekilde tepe lambalarından istifade edilmelidir. Bir yanda can kurtarmak varken küçük rahatsızlıklar düşünülmemelidir.
Bizim dikkat çekmek istediğimiz konu, bekleme sırasında ya da acil göreve gitmiyorken tepe lambalarının yakılmasıdır. Genellikle ya tedbir için ya da fark edilmek amacıyla kullanılır. Bu gibi durumlarda tepe lambaları ikinci bir düğme ile kumanda edilerek daha düşük ışık şiddetine geçirilmelidir. Böylece diğer sürücüler daha az rahatsız olurlar.
Halen kullanılmakta olan tepe lambalarına müdahale edilebiliyorsa, acil görevler dışında ışık şiddetleri düşürülmelidir. Bundan sonraki satın almalarda da bu durum göz önünde bulundurularak sözleşmeler ona göre hazırlanmalıdır.
Hayat, küçük ayrıntılardan ibarettir. Yaşam kalitesini artırmak için bu küçük ayrıntılar önemsenmelidir.
Polis teşkilatında tepe lambaları bir olay ihbarı alındığında veya yol güvenliği sağlanırken kullanılır.
Önceki yıllarda dönerli ve mavi renkli tepe lambaları kullanılıyordu. Günümüzde ise mavi ile kırmızı birlikte kullanılmaktadır.
Gelişen teknolojiye paralel olarak tepe lambalarında da yenilikler olmuştur. Ampul sisteminden led lamba sistemine geçilmiştir. Ledli sistemde aydınlatma gücü yani ışık şiddeti çok daha fazladır. Bu yönüyle otolarda daha az enerji harcanmakta ve fakat daha uzak mesafelerden fark edilmeleri mümkün olabilmektedir.
Tepe lambalarındaki bu olumlu gelişime karşılık bazı dezavantajlar da görülebilmektedir. Işık şiddetinin fazlalığı flaş etkisi yaratabilmekte, bu da öteki sürücülerin gözünü kamaştırmaktadır. Çoğu kere şoförler, önde ise dikiz aynasını kapatmakta, arkada veya yanda ise gözünü kaçırmakta ya da eliyle siper etmektedir. Gözlemlerimize göre bu durum, özellikle akşam saatlerinde görüşün azalmasına yol açmakta ve trafik kazalarına davetiye çıkarmaktadır.
Geçiş üstünlüğüne sahip araçların çok önemli ve acil görevler için var olduğu herkesçe bilinmektedir. Olay yerine yetişme konusunda her bir saniyenin önemi büyüktür. Dolayısıyla böyle bir görev için seyir halinde iken en etkili şekilde tepe lambalarından istifade edilmelidir. Bir yanda can kurtarmak varken küçük rahatsızlıklar düşünülmemelidir.
Bizim dikkat çekmek istediğimiz konu, bekleme sırasında ya da acil göreve gitmiyorken tepe lambalarının yakılmasıdır. Genellikle ya tedbir için ya da fark edilmek amacıyla kullanılır. Bu gibi durumlarda tepe lambaları ikinci bir düğme ile kumanda edilerek daha düşük ışık şiddetine geçirilmelidir. Böylece diğer sürücüler daha az rahatsız olurlar.
Halen kullanılmakta olan tepe lambalarına müdahale edilebiliyorsa, acil görevler dışında ışık şiddetleri düşürülmelidir. Bundan sonraki satın almalarda da bu durum göz önünde bulundurularak sözleşmeler ona göre hazırlanmalıdır.
Hayat, küçük ayrıntılardan ibarettir. Yaşam kalitesini artırmak için bu küçük ayrıntılar önemsenmelidir.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)