Kırk yıldır teşkilatın içindeydim. Çok yükselişler
görmüştüm. Ama Fetullah cemaatinin yaptığı bu son yükselişler, en
modern asansörlerden daha hızlıydı. Yangından mal kaçırırcasına hareket
ediyorlardı. İl emniyet müdürlükleri, daire başkanlıkları, yurt dışı
görevler; cemaatçiler tarafından kapış kapış edilmişti. Polis akademisi,
cemaatçiler için doçentlik, profesörlük tahsis eden bir
kuluçka makinesine dönüştürülmüştü. IPA yönetimine de el atmışlardı.
Polis Sandığı da onlardaydı. Yönetim kurulu üyeleri, bir maaş kadar
‘ballı’ huzur hakkı alıyorlardı. Hizmetin nasıl yapılacağı önemli değildi.
Önemli olan o makamlarda bir cemaatçinin oturtulmasıydı. Böylece
cemaat, 1970’lerden beri verdiği uğraşın meyvelerini
toplamaya başlamıştı.
HORASAN’DAN PİRAZİZ’E
Dünyaya ‘Merhaba’ dedikleri yer Orta Asya’ydı. Ama
etrafındaki çekik gözlülerle yıldızları bir türlü barışmadı. Batıya doğru göç
ettiler. Horasan’ı çok beğenmişlerdi. Uzun süre İran’ın bu bölgesinde
yaşadılar. Araplarla tanışmaları da bu dönemlerde oldu. Hatta Çin ordularının
saldırılarına Araplarla birlikte karşı koydular. Müslüman oluşları da o yıllara
dayanmaktadır. Sonra Müslümanlığı yayma uğruna Anadolu’ya geçtiler. Bölgenin
Türk yerleşimine açılması için Bendehor kalesine geldiklerinde tarih 1397’yi gösteriyordu.
Şeyh İdris, otağını Gökçeali’de kurmaya karar verdi.
Şeyh İdris’in iki mollasından biri olan Pir Aziz, Bendehor
kalesi çevresine yerleşti. Görevi; civar köylerin vergisini toplamak ve Osmanlı
ordusuna bağlı bir grup askeri beslemekti. Kendi oturduğu köye, beylik merkezi
anlamında Nefs-i Piraziz denildi.
Denizden üç beş kilometre içeride olmayı tercih ettiler.
Etraf yemyeşildi. Toprak daha verimliydi. Hayvanlarını kolay doyurabilirlerdi.
Sahildeki sivrisineklerden de uzaklaşmak lazımdı.
Yıllar 1700’leri gösterdiğinde köyün imamlığına Hasan’ı
getirdiler. Hasan, “Ağır ol molla desinler” cinsinden biriydi. Sonraki yıllarda
“Molla Hasan” olarak anıldı.
Oğullarından ve torunlarından birçoğu aynı camide gönüllü
imamlık yaptılar. Torununun oğlu Mustafa, döneminin en etkili isimlerinden
biriydi. Osmanlı’da kadılık yaptı ve “Kadı Mustafa” diye anıldı.
Büyük dedem Emir, işte o Kadı Mustafa’nın oğluydu. Boylu
boslu, güçlü kuvvetliydi. Onu, Giresunlu Topal Osman Ağa’nın, Atatürk’ün
muhafızlığına seçmesi bundandır. Üstün başarısı, istiklal madalyasıyla
ödüllendirilmiştir.
Sancılı başlayan yüzyılın ilk çeyreğindeki dünya savaşı,
Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirdi. Kurucumuz ve Kurtarıcımız Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün önce Çanakkale’de, ardından Kurtuluş Savaşında gösterdiği
başarılar aydınlık yeni Türkiye’nin habercisi oldu.
O aslında “Mecbur kalınmadıkça savaş bir cinayettir”
diyordu. Barış içinde yaşanılası bir dünya istiyordu. Bunun için 1931 yılında
“Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini ortaya atmıştı. İç güvenliği de aynı
şekilde önemsiyordu. Modern, eğitimli ve disiplinli bir polis teşkilatı olsun
istiyordu. Mezun olduğum polis enstitüsünün 1937’de kurulması Büyük Atatürk
sayesinde olmuştur. Polis kolejinin eğitime başlaması onun sağlığında
gerçekleşmiştir.
O ebediyete intikal ettiğinde dünya yine rahat durmamış,
ikinci bir cihan harbiyle yeniden çalkalanmıştı.
Neyse ki benim dünyaya geldiğim 1956 yılında hem İkinci
Dünya Savaşı sona ermiş, hem de Kore Savaşına katılan birliklerimiz geri
dönmüştü. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi imzalandığı için dünya rahat bir
nefes almıştı. Türkiye çok partili sisteme geçmişti. ABD’nin yaptığı Marshall
yardımı tarımı kısmen makineleştirmiş, köylüye ferahlık getirmişti.
Babam, dedemle birlikte küçük bir otel işletiyordu. O
günlere ait hatırladığım tek şey, oteldeki yorganların dış örtülerinin kancalı
iğnelerle tutturulmasıydı.
İlkokula başlayınca kalemtraşla kurşun kalem ucu açmak
bende bir tutku olmuştu. Şimdi bunu, hiç oyuncağımın olmamasına yorumluyorum.
Sonra umulmadık bir durum oldu. Babam o yılların “ince”
hastalığına yakalandı. Günleri göğüs hastalıkları hastanelerinde geçmeye
başladı. Annemle her ziyarete gittiğimde, dönemin popüler şarkısı, bana hastane
önünde incir ağacı aratır olmuştu.
Piraziz’de pazar, Perşembe günleri kuruluyordu. İlkokul
öğretmenimiz Sabret Bilmez, babamın hastanede yattığını biliyordu. Dedemi
pazarda bulmuş ve ortaokula gönderilmem konusunda ikna etmişti. Ortaokulumuz,
iki yıl önce Şeyhli köyünde açılmıştı ve dört kilometre yürümem gerekiyordu.
Daha sonra polis koleji ve polis akademisinde birlikte
okuduğumuz Cevdet Özkaya, Şenel Özkaya, Abdullah Bozkurt ve Hasan Turan ile
aynı sıraları paylaştık.
Piraziz, ismi itibarıyla dinsel motifleri çağrıştıran bir
algı yaratmaktaysa da bu şirin beldemizde birçok Osmanlı aydını olduğunu duymak
mümkündür.
Bunlar arasında üç müderris “Ali Efendi”yi sayabiliriz.
Bozat Mektebi kurucusu Emiroğlu Ali Efendi (1745-1812), aile büyüğümüz
Yahyazade Ali Efendi (1856-1918) ve aynı dönemlerde yaşayan Hacıoğlu Ali Efendi
saygın medreselerde eğitim aldıktan sonra Pirazizlilerin eğitimlerinde önemli
rol oynamışlardır.
Bu kişilerin kültürel bir yansıması olarak özellikle Şeyhli
köyü merkezli bir aydınlanma yaşanmıştır. Yörede mahalle mekteplerinin ardından
ilkokul, ilk kez Şeyhli’de açılmıştır. Kızlar o dönemde Şeyhli’de okula
verilmiştir. Bugün doksanlı yaşlarını idrak eden Nafiye Cörüt halamız,
gazeteleri okumasını o dönemin Şeyhli ilkokuluna borçludur.
Gazeteci ve hikâye yazarı Naim Tirali, 1940’lı yıllardan
itibaren Cumhuriyet aydınlığını günümüz Piraziz’ine taşıyan insan olmuştur.
Şimdilerde Uğur Koleji, Avrupa Koleji, Oğuz Kaan Koleji,
Bahçeşehir Üniversitesi, Kıbrıs Ada Kent Üniversitesi gibi eğitim kurumlarının
Piraziz ile özdeşleşmesi hep bu aydınlanmanın bir sonucudur.
PİRAZİZ’DEN ANKARA’YA
Cevdet Özkaya teyzemin oğluydu. Muhtar olan dedesi,
ortaokulu bitirdiğimiz yıl polis koleji sınavlarının olduğunu duymuş ve
torununun başvurusunu sağlamıştı. Ben ve diğer arkadaşlarımız Cevdet’in
bilgilendirmesiyle müracaatta bulunduk. Giresun’da yazılı sınava katıldık. 28
aday arasından sadece beşimiz başarılı görülerek Ankara’daki sınavlara çağrıldık.
Ortaokuldaki başarımız, daha doğrusu Şeyhli ortaokulunun
başarısı; beşimizin de Ankara’daki sınavı kazanmasıyla tescillenmişti.
Arkadaşımız Hasan Turan’ın sağlık nedeniyle ayrılması sonucunda dört kişi
olarak polis kolejini, ardından polis akademisini 1976 yılında bitirerek
kadrolarımıza atandık.
Mezuniyet töreninde içişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk bir
konuşma yaptı ve Gaziantep’te yaşanan terör olaylarını yerinde incelediğini ve
Ankara’ya yeni döndüğünü anlattı. İki polisimizin şehit olduğunu belirtti.
Ben, yeni mezun komiser yardımcısı olarak Gaziantep’e
atanmıştım. Nasıl bir atmosferde görev yapacağımı Bakan’ın ağzından duyma
şansım olmuştu.
Yalnız kura çekiminden önce başka bir heyecan yaşamıştım.
Her yıl akademiden mezun olan on komiser yardımcısı okul kadrosunda
bırakılırdı. Ben o, on kişinin arasındaydım. Ama işin içine siyaset girince
isimlerimiz iptal edilerek il emniyet müdürlüğü kadrolarına gönderildik. Bu
defa siyasi unsurlar, bizim yerimize kendilerine yakın gördükleri on devre
arkadaşımızı illerden geri çağırarak akademi kadrosuna yerleştirdiler.
Alışılmış bir uygulama değildi. Kendi adamlarını getirmek için bir “baypas”tı.
Bizim yerimize gelenler arasında Ali Yaşar Günaydın da vardı. Bir süre okulda
çalıştıktan sonra İstanbul’a atanmıştı. 1979 yılında İstanbul’da evinin önünde
terör örgütü mensuplarının silahlı saldırısı sonucu devremizin ilk şehidi
oldu.
1961 Anayasasının tanıdığı geniş hak ve hürriyetler 1970’li
yıllarda kısıtlanmaya başladıysa da poliste dernek kurma hakkı devam ediyordu.
Teşkilat mensupları kadroda POLDER’e üye olabiliyorlardı. Daha sonra 1977’de
POLBİR kurularak polisin sosyal hakları için mücadele güçlendirilmiş oluyordu.
Ayrıca okulumuzdan mezun olanların kurduğu POLENS adlı
derneğimiz vardı. Genel başkanlığını genç başkomiser Ünal Erkan yapıyordu.
Daha da önemlisi henüz öğrenciyken kurulan derneğimiz
vardı. Kısa adı POLİENS idi. Ve ben bu derneğin yönetim kurulunda görev
almıştım. Ne tuhaftı ki henüz öğrenciyken içinde bulunduğum derneksel faaliyet,
mezun olunca okulumuz kadrosuna atanmama mani olmuştu. Yani bu kitabı yazma
nedenimin ilkiyle, atama kuraları çekilmeden karşılaşmıştım. Sonra 40 yıl
boyunca karşılaştığım ayak oyunlarını bir bir sıraladım ki 1976-2016
Türkiye’sinin polisiye cephesi ile genel yönetim anlayışı gözler önüne
serilsin.
GAZİANTEP
Gaziantep’te 1976-1978 yılları arasında çalıştım. Rütbem
komiser yardımcısı idi. Toplum zabıtası müdürlüğünde göreve başladım. Bu
birimin adı sonraki yıllarda çevik kuvvet olarak değiştirildi.
Polis akademisi biterken üniversite sınavlarına da girmiştim.
Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine bağlı Fransız dili ve edebiyatı
bölümüne girme hakkını elde ettim. Ama o yıllarda 20 yaşındaydım ve yeterli
tecrübeye sahip değildim. Ankara’ya gitmekten vazgeçtim. Ne yalan söyleyeyim ki
Gaziantep’te ciddi bir kaos içine gireceğimi bilmiyordum.
İlk şoku hava durumunda yaşadım. Çocukluğumun geçtiği
Karadeniz bölgesi ılıman iklim kuşağındaydı. Altı yıl öğrenci olarak geçirdiğim
Ankara’da Temmuz ve Ağustos aylarında kalmadığım için yakıcı sıcakla
tanıştığım söylenemezdi. Sarı sıcağın yaşandığı Gaziantep’te, hem de Temmuz ve
Ağustos aylarını geçirmek bir hayli zordu. Çevik kuvvet biriminin bulunduğu
Mağarabaşı, yoksul bir semtti. Şehir içi nakliyede at arabaları kullanılıyordu.
Rüzgârla uçuşan at pislikleri sıcak asfaltı daha da sevimsizleştiriyordu.
Orta K’lı başkomiser Hamdi T, şube müdürlüğüne vekâlet
ediyordu. Elli yaşlarındaydı. Kır ve dik saçları vardı. Tonton biriydi.
Yine 4 amir vardı ve 150 polis görev yapmaktaydı.
Devlet memuru olarak göreve başlamıştım. Ama görev
yerimdeki devletin görüntüsü hiç de iyi değildi. Nöbetçi komiseri olarak görev
yaptığımız odada mefruşat olmadığı gibi masa ve sandalyeler de sıradandı.
Ekip komiserliğini ise kamyonetten bozma sekiz kişilik bir
araç ve bir minibüsle yerine getiriyorduk. Başkomiser de bir yere gidecekse bu
araçlardan birini kullanıyordu. Kuvvet sevki için burunlu bir otobüsümüz vardı.
24 saat görev yapıyordum. 24 saat dinlendikten sonra tekrar
göreve geliyordum. Bu çok zor bir çalışma sistemiydi. Kötü bir binada,
tefrişten yoksun odalarda, 30 ya da 45 günlük kurslar sonucu kadroya gelmiş
taraflı personel ile 24 saat geçirmek resmen bir zulümdü.
Hâlbuki 1951 yılında bile bir yıl süreyle günde sekiz saat
mesai uygulaması gerçekleştirilmişti. Hatta adına kısaca “Polis Disiplin
Yönetmeliği’ diyebileceğimiz “Polisin Disiplinine, Merasim ve Topluluklardaki
Rolüne ve Polis Karakolları Teşkilatı ile Vazifelerine Dair Talimatname”nin
135’inci maddesinde “Vazifeler her memurun sekiz saat devamlı hizmet göreceği
şekilde tertip olunur” hükmü yer almıştır. Ama özgüvenden yoksun emniyet
müdürleri sıkça devam eden toplumsal olayları bahane ederek insanlık dışı
çalışma saatleri uyguluyorlardı. 1964 yılına kadar altı gün aralıksız karakolda
bulunma mecburiyeti sürdürülmüştü. 1963 yılında mesleğe başlayan hemşerim
başkomiser Dursun Öztürk, o yıllardaki alaysı bir polis tanımını günümüze
taşıyordu: “Parayla kendisini devlete satana, haftada bir gün karısıyla yatana
polis denir.”
Şimdi bir polis düşünün ki dört saatten fazla araba
kullanana ceza yazsın. Ama kendisi aralıksız 12 saat çalışsın.
Yine bir polis düşünün ki yakaladığı suçluyu yedi metrekarelik
nezarethanede bekletsin, kendisi üç metrekarelik kulübede 12 saat nöbet
tutsun.
Kırk yıl geçmesine rağmen bu yolda ciddi bir ilerleme kat
edemeyişimiz, statükoculuğumuzu göstermesi bakımından manidardır.
*
1976’ların Gaziantep’inde yazlık sinemalar vardı. İlk
toplumsal olayla Karşıyaka’daki yazlık sinemada karşılaştım. Bacaklarımın
titrediği bir akşam geçirmiştim. Yılmaz Güney ve Melike Demirağ’ın rol
aldıkları Arkadaş filminin ikinci makarasını getiren mobiletli gencin, sağ
görüşlü grupça önünün kesilerek film makarasının kaçırılması izleyici grubun
öfkelenmesine yol açmıştı. Sinemadan çıkan insanlar slogan atıp çevreye zarar
veriyorlardı. Caddeden geçen arabaları devirmeye çalışıyorlardı. Bu konuda
nasıl bir strateji izlemem gerektiğini bilmiyordum. Okulda böyle bir şey
öğrendim mi diye düşündüm. Maalesef hiçbir şey anımsayamadım.
On memurla görev yapıyordum. Hiçbiri müdahale konusunda bir
girişimde bulunmuyordu. Belli ki ben amir olduğum için emir vermemi
bekliyorlardı. Ama yanlış bir emir veririm endişesiyle tereddüt yaşıyordum.
Taşlar ve sopalar havada uçuşmaya başlamıştı. Karanlıkta hepsini takip etmek
zordu. Telsiz ile durumu haber merkezine bildirdim. Emniyet müdürü Ahmet
Karakurt benim deneyimsiz olduğumu biliyordu. Beni cesaretlendirmek için olacak
ki olay yerine seyir halinde olduğunu bildirdi.
Taşlı sopalı eylemin yanında sloganlara devam ediliyordu:
“Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!”
Kalabalıktan yükselen ses, o kadar uyumluydu ki önceden
çalışılmış gibiydi. Kuşkusuz bunun provası sinema salonunda yapılmış değildi.
Bu tür sloganlar sağ sol terörün yaşandığı yıllarda insanlara ninni gibi
geliyordu.
Bu arada karanlıklar arasından bir bekçi görünüverdi. 40
yaşlarındaydı. Elindeki copla araçları devirmeye çalışan gruba vurmaya başladı.
Bir kaçışma yaşandı. Ben bundan cesaret alarak ekip personeline “Dağıtın”
emrini verdim. Böylece onbir kişi ile takip ettiğimiz grup dağılmaya başladı.
Emniyet müdürümüz geldiğinde durum normale dönüyordu. Ne çarpıcı bir gerçekti
ki benim okulumun ve üstlerimin öğretemediğini bir bekçimizden öğrenmiştim.
*
Bir ev kiralamıştım. Ama genellikle çevik kuvvet biriminde
benim için tahsis edilen odada kalıyordum. Dolayısıyla görevimi, görev yerimi,
görev arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum.
24 saat süreyle devam eden görev çok sıkıcı oluyordu.
Personel, görev yokken bekleme salonunda vakit geçiriyordu. Albenisi olmayan
bu mekânda saatlerce üniformalı olarak vakit geçirmek sıkıntı vericiydi.
Memurlar ya kendilerine verilen yemek izinlerini uzatıyordu ya da yakında
bulunan kahvehanelere giderek oyunlarla oyalanıyorlardı. Personelin kitap ya da
gazete okuma alışkanlığı yoktu. Eğitsel bir aktivite de yapılmıyordu.
Olay olduğunda sıkıntı daha fazlaydı. Ekibin hazırlanması,
depodan silahların zimmet yapılması zaman alıyordu. Olay yerine geç
kalınıyordu. Zaten o yıllarda gösterilen Türk filmlerinde de polislerin olay
yerine geç intikal ettikleri sıkça işleniyordu.
Olaylar sırasında binaların ve araçların zarar görmesi bu
sıkıntıların bazılarıydı. Cop şakırtıları, silah sesleri, bağrışmalar bu kaos
ortamının öne çıkan argümanlarıydı. Polisin ya da topluluk içindeki birinin
yaralanması ise terörün çıplak yüzüydü.
Polis, olaya taraf olan kişilerin siyasal görüşlerine göre
yanlı bir tutum sergiliyordu. Polisi böyle bir davranışa yönelten aslında
siyasal iktidarların yanlışlarıydı.
Birincisi iktidarlar, kendi görüşlerine hizmet edecek kişileri
polis yapıyordu.
İkincisi de bu polisler, iktidar partisi gibi düşünmeyenleri
düşman olarak görüyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili döneme giren
Türkiye, ABD yanlısı bir politika izliyordu. Diğer kutuptaki Sovyetler
Birliğine olabildiğince uzak duruyordu.
İktidarın yanlı tutumu karşısında sendikalar işçileri,
üniversiteler de öğrencileri harekete geçirerek sokakları olaylara gebe
bırakıyordu.
*
Gaziantep’te göreve başladığım 1976 yılında Süleyman
Demirel yönetimindeki Adalet partisinin (AP) gücü tek başına iktidar olmaya
yetmiyordu. Anahtar parti rolündeki MSP ve MHP ile Birinci Milliyetçi Cephe
(MC) hükümetini kurmuşlardı. Adalet partisi, gençlik örgütleri olmadığı için bu
boşluğu MHP’lilerle doldurmak istiyordu. Bu süreçte MHP’lilerle CHP’liler
arasındaki sokak olayları had safhaya çıkmıştı. Öğrencilerin boykotları, işçilerin
grevleri gerginliği daha da tırmandırıyordu. Sıkça yapılan toplantı ve gösteri
yürüyüşleriyle iktidar partilerinin keyifleri kaçırılıyordu. Başbakan Süleyman
Demirel’in, “Sokaklar yürümekle aşınmaz” lafı bu dönemlerde söylenmişti.
Öte yandan ekonomik göstergeler de iyi gitmiyordu. 1974
yılında Kıbrıs’a yapılan müdahale sonrasında ABD tarafından konulan ambargo
halka yansımış, birçok temel ihtiyaç maddesinin temininde sıkıntılar
yaşanmıştır. Demirel’in “70 sent’e muhtacız” lafı da bu dönemlere rastlamaktadır.
Hükümetler, toplumsal olayların çözümünü, mesleğe daha çok
polis alarak halletmeye çalışıyorlardı.
Emniyet müdürü Suat Akın’ın TODAİE’de 1979 yılında yaptığı
“Emniyet Hizmetlerinin Sınıfsal Yapısı Üzerinde Bir Araştırma” adlı tez
çalışmasına göre 1972 yılında ülkemizdeki polis memuru sayısı 23 bin iken yedi
yılda 40 bine yükselmişti.
Üniversitelerde yaşanan öğrenci olayları liselere kadar
inmişti. Gaziantep’teki Atatürk Lisesi, olay sayısı itibarıyla en üst
sıralardaydı. Hangi ölçütler kullanıldığını bilmiyorum ama olaylar yönünden
dünyada altıncı sırada olduğu söyleniyordu. Gaziantep Lisesi de aynı şekilde
sağ sol olaylarına sahne olmaya devam etmekteydi.
Yarım gün eğitim yapıldığı için öğleye kadar Gaziantep
Lisesinde, öğleden sonra Atatürk Lisesinde görev alıyordum.
Gaziantep’te ayrıca iki yüksekokul vardı. Biri sol görüşlülerin
hâkim olduğu ODTÜ makine bölümü, diğeri eğitim enstitüsüydü. Eğitim
enstitüsünde sağ görüşlüler çoğunluktaydı.
O yılların Gaziantep’i için “Küçük Moskova” yakıştırması
yapanlar vardı.
Bu durum Milliyetçi Cephe hükümetini rahatsız ediyordu.
Çözüm olarak kent merkezini dışarıdan içeriye doğru kuşatmayı hedefliyorlardı.
Atatürk Lisesi ve Gaziantep Lisesi şehir merkezindeydi. Ama eğitim enstitüsü
ile ODTÜ makine bölümü, merkezin dış sınırlarında bulunuyordu. Buna Düztepe
Lisesini de eklemek mümkündü. Fakat sağ kesimin Düztepe’ye o an için hâkim
olması zor görünüyordu.
Milliyetçi Cephe hükümetine göre eğitim enstitüsü için
problem yoktu. Öğrenciler ve eğitim kadrosu zaten sağcıydılar. ODTÜ makine
bölümü için bir şeyler yapılmalıydı. Çözüm olarak Ankara’daki bölümden bir
miktar sağcı öğrenci nakli gerçekleştirildi. Bu öğrencilerin görevi olay
çıkarmaktı. Tabiidir ki solcu öğrenciler karşılık verecekler ve konu polise
intikal ettiğinde yıldırılacaklardı.
Aslında öğrencilerde başlayan bu bölünme yavaş yavaş tüm
toplumu sarmaya başlamıştı.
Kamuda ilk bölünenlerden birinin polis teşkilatı olduğunu
rahatça söyleyebiliriz. Kıyafet yönetmeliğinde olmadığı halde tabancasını
zincirle dizine kadar sarkıtanlardan bıyıkların şekline kadar kendilerini
belirginleştirmeye çalışıyorlardı. Taraflı gazeteleri, başlığı görünecek
şekilde ceplerine yerleştiriyorlardı. Tabancalarına mini Türk bayrağı yapıştırıyorlardı.
Dikdörtgen şeklindeki bayrak sağcı polisleri, daire şeklindeki ise solcu
polisleri işaret ediyordu.
Süleyman Demirel, yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için
Necmettin Erbakan’ın ve Alpaslan Türkeş’in partilerine muhtaç oluyordu. Onlar
da koz olarak milli eğitim bakanlığı ile içişleri bakanlığını elinde tutmak
istiyorlardı. Böylece eğitimle gençliği yönlendiriyorlar, baskı unsuru olarak
da polisi kullanıyorlardı. Dolayısıyla bu bakanlıklarda çalışan personelin
politize olması çok kolay gerçekleşiyordu.
Tarafsız kalmaya özen gösteren polisler pasifize ediliyordu.
Tecrübeli öğretmenler sınıflara yönlendirilirken, yeni yetme mezunlar, taraflı
oldukları için “İdareci” yapılıyordu.
“Sosyal” sözcüğü ve “insan hakları” kavramı bazı kesimleri
ürkütüyordu.
İki husus çok belirgindi.
Birincisi artan toplumsal olaylar karşısında eğitime tabi
tutulmadan ve bazen 45 güne kadar düşen kurslardan sonra mesleğe alınan
polislerin doğrudan bu olayların içine sürülmesi çok büyük tehlikeydi.
İkincisi hızlandırılmış eğitim adıyla eğitim enstitülerinde
neredeyse üç ayda öğretmen olanların, Atatürk’ün emanet ettiği Türk gençliğini
yetiştirmesi bir hayalden ibaretti.
İşte bu iki büyük tehlike ile milli eğitim bakanlığı ve
içişleri bakanlığının köküne kibrit suyu dökülüyordu.
Türk milletince kutsal sayılan “polis” ve “öğretmen” böylece
itibarsızlaştırılıyor, parlamentodakiler ve onların uzantıları bu konuda aktif
rollere bürünüyorlardı.
O dönemler için şunu kabul etmek gerekir ki kaymakamlar,
hâkimler ve savcılar; diplomalarının saygınlığını kavramış insanlardı. Çok
sayıdaki valiyi ve avukatı da bu gruba dâhil etmek mümkündü.
Dolayısıyla polisin ya da öğretmenin 2-3 aylık eğitimleri
sonucu alacağı diplomaya saygı da ancak o kadar olabiliyordu.
Aslında bu yetersiz eğitimden mahcubiyet duyan polisler ve
öğretmenler de vardı. 1961 Anayasasının getirdiği temel hak ve özgürlüklerden
yararlanarak öğretmen ve polis dernekleri kurmuşlardı. Her biri kendi
teşkilatlarının sosyal yönden daha iyi bir düzeye getirilmesi için bu dernekler
aracılığıyla çaba harcamaktaydılar.
Ancak bu durum, bu teşkilatlardaki ayrışmayı daha da
artırdı. TÖBDER’in ve POLDER’in karşısında kurulan dernekler kutuplaşmanın
tuzu biberi oldu.
1974’lerde kurulan POLDER genel başkanlığına bağlı Gaziantep
şubesinin açılışı benim dönemime rastlıyordu. Komiser yardımcısı olarak
atandığım 1976 yılının ikinci yarısında dernek şubesinin kurucu başkanıydım.
Çalıştığım çevik kuvvet biriminde bir sandalyem bile yokken
şehir merkezinde masa ve koltukla tefriş edilmiş bir büroda izinli günlerimi
geçirebiliyordum.
Çok geçmeden de POLBİR kuruldu. Çünkü o yıllarda POLDER’in
kurulduğu illerde POLBİR kurulması moda olmuştu.
Biz POLDER’i kurduğumuzda çiçeklerle bizi kutlayanlar
olmuştu. Çiçek getirenlerden birinin makine bölümü öğrencilerinin kurduğu
GODTÜDER başkanı olduğunu bugün bile hatırlarım. Genç başkan, sosyal
çalışmalarımızda başarılar dileğinde bulunmuştu. Kendilerinin de sosyal
çalışmalar içerisinde olduklarını belirterek karşılıklı destek içinde hareket
etmemiz gereğinden söz etmişti.
Sırası gelmişken belirtmeliyim ki makine bölümü yerleşkesinde
görev aldığım bir gün GODTÜDER başkanı benim gözlerimin önünde diğer grubun
yanından geçerken ilk omuz vurandı. O yıllarda polisler, üniversite yönetiminin
bilgisi dâhilinde yerleşke içerisinde görev yapmaktaydı. Her zaman olduğu gibi
tarafları ayırıp sükûneti sağladık. Ciddi bir tuhaflık yaşamıştım. Benden
hoşgörü göreceğini bildiği için kavgayı ilk başlatanın o olduğunu düşünmüştüm.
Benim o gün orada görev alacağım önceden bilinmiyordu. Zaten oraya pek
görevlendirilmiyordum. Okul öğrenci derneği başkanının bu hareketi önceden
planladıkları bir güç gösterisi miydi, yoksa ben görevli olduğum için miydi?
Hâlâ anlamış değilim.
POLDER olarak hep doğru yerde durmak istiyorduk. Derneğin
saygınlığını korumak adına yanlış hareketlerden kaçınıyorduk. Rakip bir
anlayışla kurulduğunu bildiğimiz halde POLBİR’in açılışını çiçek göndererek
kutladık. Bize göre en mantıklı sonuç; polisin sosyal sorunlarına daha çok
dernekle çözüm aramaktı.
Ama hiç de öyle olmadı. Sokaklar bir gece POLBİR KAPANSIN
diye yazılıyorken diğer gece POLDER KAPANSIN yazılarıyla donatılıyordu.
Durum iyiye gitmiyordu. Ben POLDER bürosuna gitmemeye
başladım. Bir süre kapalı kalmasının faydalı olacağını düşündüm.
Bu sıralarda artan toplumsal olaylarda, iyi niyetli olmasına
rağmen başarılı olamayan tonton başkomiserimiz Hamdi T’nin yerine Barbaros
Hayrettin Aydın şube müdürü olarak atandı. Ankara’da, kendisi için Eskişehir il
emniyet müdürlüğü görevi düşünülürken, Gaziantep’deki vahim durumun onun
tarafından çözümlenebileceği öne sürülmüştü.
Barbaros Hayrettin Aydın etkili ve ne yaptığını bilen bir
yöneticiydi. Personeli, hizmet binasında tutuyordu. Mecbur kalmadıkça olay
yerine göndermiyordu. Gönderir de “Müdahale edin” emrini verirse olay
çıkaranların hiçbir şanslarının olmadığı imajını yaratıyordu. Megafonu olan bir
trafik otosunu kendisine görev aracı olarak almıştı. Kalabalığın tam ortasına
girerek hâkim bir noktada ve ayakta durarak etkileyici ve kararlı bir ses
tonuyla kalabalığın takındığı tutumun yasal boyutlarını açıklardı. Bu sırada
şoför dâhil yanında hiçbir polis olmazdı. O döneme ilişkin hatırladığım
fotoğraflardan biri de bir elinde mikrofonla konuşurken diğer elinde tomsonun
olmasıydı. O, topluluk karşısında konuşurken, diğer elindeki makineli tüfek
çocuk oyuncağı gibi kalıyordu.
Toplumsal olayların nasıl yönetildiğini onda gördük. Böylece
o ana kadar beceriksizce bir yönetimle nasıl ezildiğimizi anlamış olduk.
Çevik kuvvet personeli, iyi dizayn edilmemiş hizmet
binasında beklemekten sıkılır. Spor, oyun, okuma, televizyon gibi kendisini
oyalayacak unsurlar yoksa mutsuzluğu daha da artar. Bir de disiplin mesleği
oluşundan dolayı amir baskısı hep üzerlerindedir. Böylece huzursuz bir insan olup
çıkar.
Daha tehlikelisi de şudur: Eğer polis hizmet binasında değil
de olay olması muhtemel yerde saatlerce bekletiliyorsa içten içe korlanan
hırs, biraz sonra aleve dönüşür ve olay içinde olay yaşanır.
O dönemlerde bu olumsuzlukları bizzat gözlemleme şansı
buldum. Hele de topluluk, iktidara göre karşıt görüşlü ise memurun hırs
katsayısı daha da artar. Kamu düzenini sağlama yerine hırsının esiri olur ve
yeni olaylara davetiye çıkararak var olan düzeni de bozar.
Burada bizi aşan çok önemli bir hassasiyet söz konusudur.
Memuru bu yanlış davranışa zorlayan unsurların neler olduğu irdelenmemektedir.
Yanında ne sosyal hizmet uzmanı, ne de psikolog vardır.
Böyle olunca kendisinin torpille polis yapılmasını sağlayan
hükümet görevlilerine vefa borcunu ödercesine taraflı olabilmekte ve eline
tutuşturulan copla Yaradan’a sığınarak hünerini göstermektedir.
Aslında hükümet kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Çünkü
polis, devleti yöneten hükümet adına görev yapmaktadır. Hükümet yetkililerinin
verdiği emri uygulamaktadır. Bakanın ya da valinin verdiği emir yanlışsa bunun
sorumlusu polis olmamalıdır. Ama uygulamada görürüz ki polisin müdahalesi
kamuoyunda olumsuz bir hava estirmişse derhal polis müdürü görevden alınır.
Böylece bakanın ya da valinin “esas oğlan”, polisin de “kötü adam” olduğu imajı
yaratılır. Daha doğrusu Türk halkı bu gerçeği göremediği için sanık
sandalyesine oturtulan hep polis olur.
Peki, polisin hiç mi günahı yok? Düşene de, kaçana da
(Tabir, emniyet müdürü Feyzullah Arslan’a aittir) defalarca cop sallayan
polisler yok mudur?
Elbette vardır ve televizyonlar bu davranışta bulunan
polisleri tespit edip kamuoyuna tekrar tekrar göstermektedir.
O halde o kötü muameleden hükümetin haberi vardır. Yaptıran
bizzat hükümettir. Yoksa polis, yasal olmayan bir davranışta bulunacak kadar
“külhanbeyi” olamaz.
Bazen polis, kılıfına uydurarak yasal olmayan davranışta
bulunabilir. Örneğin görünmeyen bir yerden karşıt görüşlü öğrencilerin üzerine
taş atar. Diğer grubun taşladığını zannedenler saldırıya geçtiğinde onları
sözde suçüstü yakalayarak gözaltına alır ya da okul idaresine ve adliyeye sevk
eder.
Bu durumda yakalanan genç üç türlü zarar görür:
Birincisi yakalama sırasında polisçe tartaklanır ve götürüldüğü
merkezde kötü muameleye tabi tutulur. Parmakları arasına sıkıştırılan
mermilerle ellerinin kuvvetlice sıkılması buna bir örnektir.
İkincisi okul idaresine bildirilir. Öğrenci ikinci cezaya
burada çarptırılır. Özellikle liselerde il dışındaki okullara nakil yapılarak o
grubun sayısı azaltılmaya çalışılır.
Üçüncüsü adliyeye verilir. Sabıka alması sağlanarak geleceği
karartılır.
*
Polis akademisinin yeni bir mezunu olarak idealin anlatıldığı
bir eğitim süreci geçirmiştim. Şimdi ise en küçük rütbeli bir amir olarak
görüyordum ki tayin olduğum ve “devlet” diye içine girdiğim hizmet binası basit
bir hangar gibiydi.
Çalışma koşullarımız iyi değildi.
Özlük haklarımız iyi değildi.
Bizi yönetenler taraflıydı. Biz taraflıydık. Dolayısıyla
yönetmeye çalıştığımız polislerimiz taraflıydı. Bir gün bir olay anonsu üzerine
nöbetçi komiseri olarak ekibi hazırlıyordum. Bir an önce olay yerine ekip sevk
edilmesi, nöbetçi komiserinin göreviydi. Copunu, silahını alan görevliler ekip
otosuna doğru koştururken birisi, masa başında radyo dinleyen arkadaşına
“Bizimki kaç aldı” diye soruyordu. O sıralarda yapılan bir seçim sonunda siyasi
partilerin aldıkları oy oranları açıklanıyordu.
“Bizimki” diyerek açıkça görüş belirten bir polisin birkaç
dakika sonra intikal edeceği olay yerinde tarafsız olabileceği düşünülebilir
mi?
Hükümetler de aynıydı. “Bul karayı, al parayı” cinsinden
kıl payı kurulabiliyordu. 450 sandalyeli parlamentoda 226’yı bulmak ya anahtar
partilerle ya da milletvekili transferleriyle mümkün olabiliyordu.
Polislerin taraflı davranışları, öte tarafta basiretsiz
amirlerin yol ve yöntem bilmeyişleri işleri daha da güçleştiriyordu. Olaylar
her geçen gün artarak devam ediyordu. Bazen okulun bütün camları büyük bir
şangırtıyla yerle bir ediliyor, onarılıncaya kadar derslere ara veriliyordu. Ne
acıdır ki bu küçük tatillere sevinir olmuştuk.
Büyük olaylardan biri şehrin merkezindeki devlet hastanesi
önünde olmuştu. Bir gün önceki olaylarda yaralanan genç, gece ölmüştü. Bunu
duyan aynı görüşlüler sabahın erken saatlerinde hastane önüne gelerek cenaze
töreni yapmak istiyorlardı. Durumu telsizle amirlere ilettiğimde beklememizi
ve kendilerinin de geleceğini bildirdiler. Ancak onlar gelinceye kadar
kalabalık daha da arttı ve sloganlar atılmaya başlandı. Barbaros Hayrettin
Aydın henüz tayin edilmemişti. Başkomiser Hamdi T geldiğinde kalabalığı görünce
dağıtın emri vermeyi göze alamadı. Hastane bahçesi dolu olduğu gibi dışarıda da
bir o kadar kalabalık vardı. İnsanlar sanki gözleri dışarı fırlamışçasına
bağırıp çağırıyorlardı. Hepsi barut gibiydiler. Gerginlik had safhadaydı.
Az sonra ekibiyle komiser Mehmet S geldi. İlginç bir
insandı. 45 yaşlarında ve iri yarıydı. Sarışındı. İzinli günlerinde Amerikan
filmlerindeki gibi fötr şapka giyer, şehir merkezinde at binerdi.
Çevik kuvvet biriminde her şeye hâkimdi. Depo görevlileri
ona biat edenlerden seçilirdi. En etkili silahları kendisi ve yakınındaki
polisler kullanabilirdi. Rütbece ikinci adamdı. Ama birinciymiş gibi hareket
ederdi.
Hastane önüne geldiğinde çelik yelek üstündeydi. Başında
çelik başlık vardı. Başkomiser dâhil kimseyle irtibat kurmadan elindeki
otomatik tüfekle havaya ateş etmeye başladı. Diz çökmüştü. Basenlerine kadar
inen çelik yeleğin içinde kendisini güvende görüyordu. Kendi ekseni etrafında
dönerek ateşe devam ediyordu. Yanındaki polisler de aynı şekilde havaya ateş
ediyorlardı.
İnsanlar silah sesleri karşısında kaçışmaya başladılar.
O anda başkomiser Hamdi T’ye baktım. Şaşkındı. Kaşları yine
çatılmıştı. Bana ve diğer polislere “Arkalarından takip edin” diye bağırıyordu.
İlk görev yılımda silahımı ilk kez kılıfından çıkarmıştım.
Yanımdaki polislerle kalabalığı takip etmeye başladım. Şuursuzca bir
kovalamaca içerisindeydik. Silah sesleri artmıştı. Taşlar, sopalar havada
uçuşuyordu. Bağrışmalar, itiş kakış hepsi bir aradaydı. Kimse ne yaptığını
bilmiyordu.
Birden alnıma gelen bir darbe ile sendeledim. Şapkam
başımdan düşmüştü. Ama ben düşmemeliydim. Silahım da düşmemeliydi. Nedense bir
an için böyle düşündüm.
Doğrulmaya çalıştım. Sonra görememeye başladım. Akan kan
gözlerimi kapatmıştı. İki polis yardımıma koşarak beni acil servise taşıdılar.
Son hatırladığım şey, alnımın yorgan gibi dikiliyor olmasıydı.
Olacağı buydu. Başkomiser Hamdi T ve komiser Mehmet S
ilkokul veya ortaokul mezunuydular. Çevik kuvvet yönetimiyle ilgili bir kurs ya
da seminer görmüş değillerdi. Topluluk psikolojisi hakkında bilgileri yoktu.
Kara düzen bir tutum içerisinde görevlerini yürütüyorlardı.
Hastane koğuşunda gözlerimi flaşlarla açtım. Gazetecilerdi.
Bir doktor ve emniyet müdürü Hasan Atak içeri girdiler. Benim için geçmiş olsun
dileklerini belirttiler. Hayati tehlikemin bulunmadığını söylediler. Diğer
ranzada bir bacağı bandajlanmış üç yaşlarındaki çocuk dikkatlerini çekti.
Hasan Atak ona yöneldi ve durumunu sordu.
Kelimeleri tam olarak ifade edemiyordu küçük kız. Kapkara
gözleri vardı. Sevimliydi.
Birileri öğretmiş gibi “Beni polis amcalar vurdu” dedi.
Annesiymiş. O devam etti: “Silahlar patladığında balkondaydı.”
Böylece koğuş arkadaşımı tanımış oldum.
TRT televizyonu akşam ana haber bülteninde benim ve koğuş
arkadaşımın yaralanma haberlerimizi verinceye kadar her şey normaldi.
Telefonla iletişim çok zordu. Bana refakat eden polisimiz
aracılığıyla telgrafla bilgi verdiysem de geç kalmıştım. Televizyondan haberi
duyan yakınlarım bir arabayla Giresun’dan yola çıkmışlardı bile. İletişim
olmadığı için sıkıntılı bir yolculuk geçireceklerdi.
Ertesi sabah geldiklerinde olabildiğince ayakta karşılayarak
acılarının azalmasına gayret gösterdim.
Babamı ağlarken ilk kez gördüm. Hastanelerin dramatik
yaşamına alışkındı. Ama yine de engel olmak istediği gözyaşı ona itaat etmiyordu.
Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil babaların ağlamasını, zeytin
ağacının topraktan koparılırken ki acısına benzetmişti. Babamın ağlaması
öyleydi.
*
Gaziantep’te toplumsal olaylar bitmek bilmiyordu. Devam
eden günlerde başkomiser Hamdi T’nin sırtına gelen bir taş sonucunda olay
tutanağı tanzim edilerek para ödülü aldığını duydum. Oysa ben daha ciddi bir
yaralanma geçirmiştim. Uzun süreli tedavi görmüştüm. İdarenin, benim için
böyle bir girişimi yokken başkomisere uygulanan yöntemin adil olmadığını
düşündüm ve bazı arkadaşlarımın da ısrarıyla ilgili yerlere dilekçe ile
başvurdum. Gerçekten olumlu karşılandı ve iki maaş katı tutarında para ödülü
aldım. Ne var ki sonraki yıllarda kişisel dosyama konulması için personel
dairesi başkanlığına müracaat ettiğimde “Kayıtlarımızda bulunamadı” dediler.
Hemen belirtmeliyim. Bu tür ödüller o sıralar terfi sınavlarında muteber
tutuluyordu. Kendi yandaşlarının önüne geçmemem için kayıtlarda bulunmamalıydı.
İdarenin, politikacıların etkisinde kalarak yanlış tutumlar
içinde olduğunu görüyordum. Bazı polislerin sivri davranışlarını başkomiser
Hamdi T’ye bildiriyordum. Ancak sessiz kalıyordu. Bu sessizliğin arkasında
dirayetsizliğinin olduğunu sezinleyebiliyordum. Polis memurları bana karşı her
hangi bir disiplinsizlik yapmıyorlardı. Ancak Hamdi T’nin ve diğer komiserin
etkileri karşısında onlara ters düşmek istemiyorlardı.
Dolayısıyla ben çevik kuvvet biriminin düzelmesi yönünde
etkili olmadığımı biliyordum. O halde kendi görevimde yapabileceğimin en iyisini
yapmalıydım. Diyelim lisede görev almışsam o gün olay çıkmamasını sağlamalıydım.
Ama uygulamalı olarak herhangi bir tecrübem ve okul bilgim yoktu. Stajlar
sırasında bunlar öğretilmemişti.
Gözlemlediğim kadarıyla öğrenciye ne kadar yakın duruyorsak
olay olmuyordu. Ben bu yöntemi izledim. Teneffüs saatlerinde okul bahçesinde
olduk. Ders zili çaldığında biz de koridorlara kadar gittik. Öğretmenlerin
derse girmesiyle sıkıntımız hafifliyordu. Gün boyu bu kontrollü tavrımızı
sürdürdüğümüzde olay olmuyordu.
Sonuçta ben de birkaç ay öncesinde onlar gibi öğrenciydim.
Öğrencilik psikolojisini biliyordum. Bazen teneffüs saatlerinde onların
voleybol maçlarına iştirak edip birlikte hareket ediyorduk. Öğrenci-polis
cepheleşmesi yerine öğrenci-polis yakınlığını pekiştirmeye çalışıyordum. Bu
yöntemlerle benim görevli olduğum günlerde olaylar kesildi. Ancak ertesi gün
emniyet müdürlüğüne uğradığımda koridorların telsiz seslerinin uğultularıyla
çınladığına tanık oluyordum. Biliyordum ki diğer ekip komiseri aynı hassasiyeti
göstermiyordu.
Aslında öğrencilere yakın davranış içinde olmam, okul
idaresi tarafından hoş karşılanmıyordu. Onlara göre her gün olay
çıkarılmalıydı. Ortalama otuz kadar öğrenci ceza alarak okuldan
uzaklaştırılmalıydı. Böylece sol grupların sayısı azaltılmalı, “Küçük Moskova”
olarak nitelendirilen Gaziantep kurtarılmalıydı(!)
Konu, POLDER şube kuruculuğum ile ilişkilendirilerek
öğrencilerle işbirliği yaptığıma getiriliyordu. Oysa ben olay çıkartmayarak
doğru iş yaptığıma inanıyordum. İşte bazen insanlar doğru iş yaparken önlerine
böyle engeller çıkarılabiliyordu.
Gaziantep’teki ilk yılım, yaralanma dâhil, çok kötü anılarla
geçerken ikinci yılda biraz daha rahattım. Çünkü şube müdürümüz işi bilen,
dirayetli, etkili Barbaros Hayrettin Aydın idi.
Bir gece haber merkezi, kenar mahallelerin birinde suça
karışan bir aracın plaka numarasını bildirerek yakalanmasını anons etmişti.
Kısa bir süre sonra Barbaros Hayrettin Aydın’ın anonsunu duyduk. Haber
merkezine, şahsı yakaladığını, ekibin gelerek polis merkezine götürmesini
söylüyordu. Giden ekip personeliyle sonradan görüştüğümde, yakalanan şahsın
kolunda Barbaros Hayrettin Aydın’ın özel kelepçesinin takılı olduğunu öğrenmiştim.
O zamana kadar cop, miğfer, kelepçe gibi aletlerin memurda olduğunu düşünürdüm.
Amirde de bulunmasının anlamını orada öğrendim.
Sağcılık ve solculuk konusu Türkiye’de adeta zirve yapmıştı.
Polis; POLDER ve POLBİR olarak bölünmüştü. Bu durum Barbaros Hayrettin Aydın’ı
da rahatsız etmişti. Bir gün bana ve POLBİR başkanı Zeki E’ye haber göndererek
ertesi gün basına ortak demeç vermemizi istedi. İki ayrı dernek olarak tek
amacımızın polisin sosyal sorunlarını çözümlemek olduğunu açıklamamızı
belirtti.
Neler söyleyeceğimi geceden planladım ve ertesi gün daireye
gittiğimde duydum ki POLBİR şube başkanı akşam rapor alarak şehir dışına
çıkmış. Döndüğünde de ortak demeç verme işine yaklaşmadı. Bu onun kendi kararı
mıydı, yoksa birilerinin etkisinde mi kalmıştı? Hâlâ anlamış değilim.
Gaziantep ilginç bir kentti. Çevre illerden çok göç alıyordu.
Siyasi açıdan “barut” gibiydi. Demokrat insanların çokluğu,
hükümet kademelerince desteklenen azınlıkla bertaraf edilmek isteniyordu.
Başka bir şehirde kaçak muamelesi gören birçok eşya,
Gaziantep pasajlarında uluorta satılabiliyordu.
İldeki eğlence mekânı sayısı büyük illeri aratmayacak kadar
çoktu. Çevre illerden gelen ya da ürününü satan insanlar geceleri soluğu bu
mekânlarda alıyordu. Ter kokulu, şalvarlı, yorgun ve reddedici karısı yerine,
iç gıcıklayıcı giysiler içindeki albenili kadınlarla loş ışıkların altında,
birkaç kadeh içkinin yarattığı gizemli dünyada felekten bir gece çalmaya
çalışıyordu.
Ben bir yandan bu kenti gözlemlerken diğer taraftan da
mesleğimi ve meslektaşlarımı irdeliyordum. Biz okulda birbirimize daha çok
benziyorduk. Aynı şeyleri biliyor, aynı şekilde hareket ediyorduk. Hatta aynı
yemeği yiyor, aynı yatakhanede yatıyorduk. Ama kadro böyle değildi. Her türden
insanlar vardı. Birisi ak derken diğeri kara diyebiliyordu. Kimi kent
kökenliydi. Kimi köy kökenli.
Bir de sonradan kente yerleşmiş olanlar vardı. Ne köylü
gibi, ne de kentli gibi davranabiliyorlardı. “Arabesk” yaşıyorlardı.
Birinde akşam saatlerinde izin vermediğim bir memurumuz
“Ben mutlaka eve gitmeliyim” demişti. Eve ekmek götüreceğini belirtmişti. Ben
de evdekilerin almasını söylediğimde eşinin dışarı çıkamayacağını belirtmişti.
Belki beni atlatmak için yapıyordu. Ama ülkemizin insan yapısı böyleydi ve
polis de onlardan biriydi.
Kimi polisler eğlence dünyasına düşkünken kimi dinsel
tutumlarını sürdürmeye devam ediyordu.
Eğlence mekânı sahipleri polis önünde düğmelerini ilikleyen
“bağımlı” insanlardı. Polisten “hesap” almaları düşünülemezdi. Hazır bu imkâna
sahip mensuplarımız da polis olmanın avantajını (!) en iyi şekilde
değerlendirmekteydiler. Namaz ve oruçla ilgilenenler ise ağır görevlerden muaf
tutulmak için muhafazakâr amirlerin gözüne girmeye çalışırlardı.
Kimi mensuplarımız rüşvete meyilli iken az sayıdaki
personelimiz bu davranıştan uzak duruyordu. Ama şu gerçekti ki rüşvet almayan
personel, yanında rüşvet alanı görüyor, izliyor, fakat kesinlikle müdahale
etmiyordu. Çünkü ona göre de rüşvet sıradan bir işti. Kendisi ya yakalanırım
diye korktuğu için ya da yapmakta olduğu ibadeti bozulur diye bu davranıştan
uzak duruyordu.
Çalışmayı çok sevmeyen bir toplumuz. Müslümanlığın
başlangıcında da, Osmanlıda da ganimet elde etmek için savaşa gittiğimiz
söylenmiştir. Bu mümkün olmadığında da birbirimizi çalıp çırpmışızdır.
Sırası gelmişken Gaziantep’te yaşadığım iki rüşvet olayını
aktarayım:
Birincisi çalıştığım birimde oldu. Ekip olarak çıkacak
araçla akşam yemeği için şehir merkezine gidecektim. Genç bir kadın çevik
kuvvet birimini, polis merkezi zannederek kocasını şikâyete gelmişti. Kadın,
kocasının kahvede kumar oynadığını, kendisinden 50 lira para istediğini,
vermeyince dövüldüğünü belirtiyordu. Nöbetçi komiserinin, kadını, biraz
ilerideki polis merkezine yönlendireceğini düşündüm.
Öyle yapmadı.
İki polis göndererek kocasını kahvehaneden aldırttı. Arabaya
bindirerek şehir merkezi istikametine yöneldi. Ben de şehir merkezine gitmek
için arabadaydım. Polis merkezini geçtiğimiz halde oraya teslim etmedi.
Karanlık bastırmıştı. Yola devam ederken sert ifadelerle karısını neden
dövdüğünü soruyordu. Adam yalvarır bir ses tonuyla bir daha yapmayacağını
söylüyordu. Ama nöbetçi komiser sert çıkışlarını sürdürüyordu. Emniyet müdürlüğünün
olduğu vilayet binasına geldiğimizde durdu ve adama “Son kez söylüyorum” dedi.
“Bak, üç kişiyiz, 150 lira verirsen seni bırakırım, yoksa araştırma ekibine teslim
edeceğim” diye ekledi. Gerçekten üç kişiydik. Kendisi, ben ve oto şoförü…
O kadar kötü oldum ki… 50 lirası olmadığı için karısını
döven adamdan üç katı parayı rüşvet olarak istiyordu. 50 lirası da benim payıma
düşecekti. Bugünkü aklım olsaydı adli işlem yapılmasını sağlardım. Ne var ki
ben bir “çaylak”tım. Sadece minibüsün kapısını sertçe çarparak merkez
lokantasının yolunu tuttum. Yemek mi beni yedi, yoksa ben mi yemeği yedim? Bunu
bilemediğim gibi nöbetçi komiserinin parayı alıp almadığını bugün dahi bilmiyorum.
İkinci rüşvet olayına da yine bir ekip aracında tanık oldum.
Binevler semtindeki evimden şehir merkezine gitmek için belediye otobüs
durağında beklerken gelen sivil bir ekip otosuna bindim. Şehir merkezine
giderken Kilis istikametine giden bir TIR gördüler ve hemen geri dönerek takip
ettiler. Durdurulan araçta sadece şoför vardı. Bir iki evrak istedikten sonra
aramaya başladılar. Kasası olmayan bir TIR aracıydı. Şoför, her hangi bir
eksiği olmadığını söylüyordu. Polisler ise zulanın yerini söylemesini
istiyordu. Bir şey bulamazlarsa hemen döneriz diye düşünüyordum. Şoför ise
kendinden emin şekilde onların sorularını cevaplandırıyordu. Birinci rüşvet
olayındaki gibi kendimi kötü hissetmeye başladım. Ama duraktan da
uzaklaşmıştık. Çaresiz onları beklemeye devam ettim. Çeşitli manevralar
yapmalarına rağmen TIR şoföründen bir şey koparamadılar ve şehir merkezine
hareket ettik. Bu ekipte de amir vardı ve ben yine “çaylak”tım.
Bu iki olayda rüşvetin alınması ya da alınmaması benim için
çok önemli değildi. Önemli olan polislerin ağzının salyaları akarcasına rüşvet
davranışı içine girmeleriydi.
50 lira için karısını döven adamdan 150 lira istemenin
sağlıklı bir vicdanla alâkası olabilir miydi?
Herhangi bir ihbar ya da emare olmadan yoldan giden TIR’ı,
“Durdurup ararsam, şoför daha aramaya başlamadan, alışık olduğu üzere bir
miktar para verir ve bırakırız” mantığıyla hareket etmek tam bir cambazlık
değil miydi?
Bu tür davranışlar birey olarak yapılıyorsa bir “eşkıya”lıktır.
Yok, eğer devletin polisi olarak yapılıyorsa devleti ve önemli bir kurumunu
intihara sürüklemektir.
Devletin maaşla çalıştırdığı memur, etrafını “mamur” hale
getirmek için vardır. Devletin gücünü arkasına alarak kendisi yolsuzluk yaparsa
bunun adı “devlete ihanet”tir.
Bu örnek olaylarda görüyoruz ki devletin ücretle emeğini
kiraladığı zat, memurluk sıfatını bir kenara bırakıp “Ali kıran baş kesen”
olmuştur.
Biri, 50 liraya muhtaç olan adamdan 150 lira haraç istiyor,
diğeri avanta almak için keyfi olarak TIR’ı durdurup arama yapıyor. Seyahat
özgürlüğünü kısıtlıyor.
O yıllarda asayiş şubesine bağlı araştırma ekipleri revaçtaydı.
İbrahim A ve Ziya B adında iki komiser bu ekiplerde çalışıyordu. Benden altı
yıl kıdemliydiler. Özellikle geceleri her adli olayda telsizden sesleri
duyulur, diğer görevlilerden daha çok çalışırlardı. Nedense toplumsal olaylarda
görünmezlerdi. Emniyet müdürü de bu yönde yönlendirmede bulunmazdı.
Her ikisinin de özel arabaları vardı. O dönemlerde diğer
yerlerde çalışan dönem arkadaşlarının arabalarının olmayışı onların daha çok
konuşulmasına yol açıyordu. Rüşvet aldıkları için bu otomobillere sahip oldular
diyenler de oluyordu. TIR’ı durdurup arayanlar da onların ekipleriydi.
*
Polisin çürümeye yüz tutan birimlerinden biri de trafik
idi. Trafik polisleri; ehliyet vermede ve araçların tescilinde önemli rol
sahibiydiler. Trafik kontrollerinde etkileri büyüktü. Her vatandaş, işlerinin
kolay yürütülmesi için trafikçilerden dost edinmek isterdi. Her polis de bu tür
sahiplenmelere “hoş” bakardı.
Trafik şube müdürlüğüne İsmet Y adında bir Orta-K’lı
başkomiser vekalet ediyordu. Çevik kuvvete bakan Hamdi T gibi… İsmet Y’yi en
iyi tanımlamak için şu örnek olayı anlatmalıyım: O yıllarda şube müdürleri,
ekip otolarından biriyle görev yaparlardı. Kendilerine ayrıca bir araç tahsis
edilmezdi.
İsmet Y, telsizle konuşmayı çok severdi. Adeta bir telsiz
cambazıydı. “Beni İstanbul’da bekçibaşı yapsınlar, ama elime telsiz versinler.
Orada en önemli yere gelirim” diye iddia ediyordu. Bir yere gitmek için aynı
araçta bulunduğumuz bir sırada bir telsiz konuşmasına tanık olmuştum:
“4’den trafik ekiplerine” diye anons yaptı.
O yıllarda trafik şube müdürünün telsiz kodu 4 idi. Araçlar
ise tescil plakalarının rakam grubunu, telsiz kodu olarak kullanmaktaydı.
Ekipler sırayla cevap verdiler.
“324 dinlemede”
“326 dinlemede”
“327 dinlemede”
Hemen elindeki mikrofonu kendi şoförüne uzattı. Şoför seyir
halinde iken “323 dinlemede” dedi.
Aynı otoda buna ne gerek vardı?
Anlaşılır gibi değil!
Sonra ekiplere, yapacakları kontroller konusunda emir verdi.
Ekipler yine sırayla cevap verdiler.
“324 emir anlaşıldı”
“326 emir anlaşıldı”
“327 emir anlaşıldı”
Sonra mikrofonu tekrar kendi şoförüne uzattı.
O da “323 emir anlaşıldı” diyerek çevirim tamamlandı.
Telsiz cambazlığının böyle bir şey olduğunu o zaman daha iyi
anladım.
O başkomiserin, memleketinde İsmet 1, İsmet 2, İsmet 3 ve
İsmet 4 diye apartmanları olduğu söylenirdi. Görmediğim bir söylentiydi. Belki
de kimileri telsiz cambazlığı ile rüşvet cambazlığını ilişkilendiriyorlardı.
Eğitimimi tamamladığım polis kolejinde ve polis akademisinde
idealist bir polis amiri olarak mezun olmuştum.
Şimdi “Devlet”in daha da içine girecektim. Üstelik devletin
yaptıklarına küçük bir damla da olsa, ben de katkıda bulunacaktım.
Ama gördüğüm manzara neydi?
Atandığım ilin emniyet müdürlüğü, vilayet binasının bodrum
katına sıkıştırılmıştı.
Çalıştığım çevik kuvvet birimi, Mağarabaşı’nda mağara gibi
bir binadaydı.
Devlete ilk adımı attığımdaki fiziki yetersizlik beni
olumsuz etkilemişti. Gerçi 12 Eylül askeri müdahalesi sonrasında fiziki durumda
düzeltmelere gidilmişti. Ama bu defa da beyinsel anlamda gerilemeler olmuştu.
Çalıştığım birimin amiri Hamdi T, amirlik konusunda
beklentilerimin çok gerisindeydi. Torunlara dedelik yapmakla, 150 kişilik bir
şubeyi yönetmek aynı şey değildi.
Başta, aynı görevi yaptığım komiser yardımcısı olmak üzere
personel, rüşvet bataklığına girebiliyordu.
Bir kısım amirler icraatıyla değil, telsiz cambazlığı ile
önemli görevlere getiriliyordu. Emanet, ehline verilmiyordu.
Personelin tamamına yakını sağcı ve solcu olarak ikiye
bölünmüştü.
Kadroda karşılaştığımız bu durumların polis akademisinde
bize öğretilenlerle hiç ilgisi yoktu.
*
Gaziantep’te güzel şeyler olmuyor muydu?
Düşündüm. Bulamıyorum.
Sadece şube müdürü Barbaros Hayrettin Aydın’ın kararlı,
dirayetli, bilgili duruşunu beğendim ve örnek almaya çalıştım. Bu duruş; hem
sokak hareketini disipline ediyor, hem de çevik kuvvet memurunu hizaya
getiriyordu.
Gaziantep ilk görev yerimdi.
İkinci bir üniversite sınavını kazandığım halde devam etmeme
kararı alarak bu şehirde kalmıştım.
Gaziantep’te ikinci yılımı tamamlamadan Antalya’ya tayin
oldum. Aslında birkaç yıl daha burada kalarak daha doğudaki ikinci görev
bölgesine tayin edilmem gerekirdi. Bazı amirler resmi olmayan bir ağızla “İsmin,
terör örgütü mensuplarının cebinden çıkmış” dediler.
Teşkilatım ve en önemlisi de meslektaşlarım hakkında çoğu
şeyi bu şehirde öğrenmiştim. Antalya’ya bu duygularla gittim.
ANTALYA
Antalya’da 1978-1983 yılları arasında komiser yardımcısı ve
komiser rütbeleriyle çalıştım. Örtülü olarak söylendiği üzere “can güvenliği”
nedeniyle tayin edilmiştim. Zamansız bir tayindi. Aslında Antalya, polis
akademisinde dereceye girenlerin tercih ettiği bir ildi. İtiraz etmemem için
planlandığını sanıyorum.
Bahçelievler polis merkezi Konyaaltı caddesindeydi. Daha
sonra yıkılacak olan havuzlu Derya motel, geçici bir süre polis merkezi olarak
kullanılmaktaydı.
Geçici süre diyorum. Çünkü karayolları parkı ile vali konağı
arasındaki bölümün tamamı Atatürk parkı olacaktı. Böylece motel, bir zamanlar
Antalya’da “Paşa” olarak anılan Zeki Müren’in anılarıyla birlikte tarihe karışacaktı.
Zeki Müren, bu tarihten sonra Bodrumluların paşası olmuştu.
Antalya’da çevik kuvvet birimi de o sene kuruldu ve polis
merkeziyle birlikte Derya motel binasında göreve başladı. Yeni atanan 40 polis
memuru vardı. 20’si polis okulundan yeni mezun olmuşlardı. Ancak diğer yirmisi
kadrolarının “vukuatlı” polisleriydi. Başka illerde taşkınlıklarıyla öne
çıkanlar arasından gönderilmişlerdi. Sanırım onları tanımlamaya şu örnek
yeterli olacaktır: Birisi memur gazinosunda, sevmediği parti lideri konuşurken
televizyonu kurşunlamıştı.
Yeni mezunlar ise genç ve tecrübesizdiler. Biz nasıl
yönlendirirsek öyle yetişeceklerdi.
Antalya’da da şube müdürü sayısı az olduğu için çevik
kuvvete başkomiserin vekâlet etmesi kararlaştırılmıştı. Arif Dirik başkomiser,
kolej ve akademi mezunuydu. Kadro polisliğini iyi biliyordu. Çevik kuvvet
tecrübesi olmamasına rağmen ağırbaşlılığıyla ve bilgili oluşuyla tanınıyor,
problem olmadan çevik kuvveti yönetiyordu. Gaziantep’teki Orta-K’lı başkomiser
Hamdi T’den çok farklı ve mükemmel bir insandı. Her türlü sorunumuzla, kendi
sorunuymuş gibi ilgileniyordu. Burada komiser yardımcısı sayımız da fazlaydı.
1977 ve 1978 yılı mezunlarından gelenler olmuştu. Böylece ben “çaylak”lıktan
kurtulmuştum.
Hatta bir süre sonra havalimanında çalışmam uygun görüldü.
Günde bir kez tarifeli uçak geliyordu. Antalya’nın ünlü narenciye bahçelerini
ilaçlayan küçük uçaklar da bu meydanı kullanıyorlardı. Hafta sonları bazen
turizm amaçlı olarak Avrupa ülkelerinden tarife dışı uçaklar gelmekteydi.
On polis memuru ile bu görevi yürütüyorduk. Memurlarımızdan
biri kadındı. O yokken kadın yolcuları yer hostesine aratıyorduk. Bu da zor ve
riskli oluyordu.
İlginçti. Gaziantep’in Mağarabaşı’ndan sonra şimdi turistik
bir kentteydim. Önce havuzlu Derya motelde, ardından ünlü konukları ağırlayan
havalimanında çalışıyordum.
Oscar sahibi film yıldızı Grace Kelly’yi, Monaco Prensesi
unvanıyla orada tanımıştım. Beyazlar içindeydi. Güzelliği ile bir kuğuyu
andırıyordu.
O yıllarda TRT’de araştırma gemisi Calypso ile dünya
denizlerini gezerken belgesellerini izlediğimiz Kaptan Cousteau’yla da orada
görüşmüştüm. Yarım yamalak Fransızcamla onu VIP kapısından geçirmeye çalışırken
zorlandığımı görünce İngilizce konuşarak beni rahatlatmak istemişti. Kendisi
Fransız olduğu için benim Fransızca konuştuğumu sanıyordu. İngilizceyi haydi
haydi konuştuğumu düşünüyordu. Oysa ben komiser yardımcısı olmama rağmen bir
yabancı dil öğrenememiş veya öğretilememiş biriydim. Sorgulanması gereken bir
problemdi.
Polis akademisinde iken Fransız kültür merkezinde üç yıl
süreyle akşam programlarına katılmıştım. Ancak kadroda pratik yapma imkânı
bulamadığımdan ilerlemesi zor ve nankör bir bilgi olarak kalmıştı.
Antalya, görev yaptığım ikinci şehirdi. İster istemez sadece
Gaziantep ile mukayese yapabiliyordum.
Şehir içi nakliyenin at arabaları ile yapıldığı Gaziantep’te
atların pislikleri rüzgârda uçuşurken, Antalya’da nostaljik anlamda turist
taşıyan at arabaları için görüntü kirliliğine karşı önlemler alınmıştı. Atlar
ve arabalar bakımlı ve süslüydüler.
Antalya’daki sağlıklı yapı, beni olumlu olarak etkilemişti.
Havalimanındaki görevim Gaziantep’e göre çok daha kolaydı.
Ama hassasiyetini de biliyordum.
Görevi teslim aldığım Başkomiser Metin Doğanay, gelen ve
giden uçakları haber merkezine anons etmemi söylemişti. Bu aynı zamanda görev
emrimizin bir gereğiydi. Telsizle bilgi verdiğim bir gün protesto edildim.
Polislik jargonunda bunun adı “mandallama” idi. Çok bozulmuştum. Ama öğrendim
ki o anda şehirde daha önemli olaylar olmuştu. Oradakiler sıkıntı içindeyken
uçağın gelmesi ya da gitmesi pek anlam ifade etmiyordu. Bir daha da anons
yapmadım ve görev emrinden çıkarılmasını sağladım.
Kemer’de Fransız tatil köyünün oluşu, havalimanını özellikle
hafta sonlarında daha da hareketlendiriyordu. Tarife dışı uçaklar bazen üst
üste geliyor, bu da az sayıdaki personelin daha fazla yorulmasına neden
oluyordu. Çünkü nöbet sistemi yoktu. Ne zaman uçak gelirse herkesin
havalimanında olması gerekiyordu.
Tam gün izin verme yetkim olmadığı halde çoğu kere
yaptıkları hizmete karşılık sorumluluğu üzerime alarak idari izin veriyordum.
Memurlarımızdan Niyazi Sarıtürk, o sıralar ikinci el araba
alım satımı yaparak ek gelir elde ediyordu. Bu durum, abartmadan yapıldığında
İdareden tepki görmüyordu. Aynı memur bu defa araba satacağı Denizli’ye gitmek
için izin istedi. İl dışına idari izin verme yetkim yoktu. Ama memur, izin
vermediğim halde iki gün göreve gelmedi.
Döndüğünde bunun hesabını soracağımı biliyordu. Ben sormadan
söyledi: “Siz aylık kesimi cezasıyla yüz lira kesersiniz, ben tam bin lira
kazandım” dedi.
Bu alışveriş, memurun 900 lira kazançlı olduğu anlamına
geliyordu. Devleti acze düşürmemek adına işlem yapmadım.
Çoğu memurumuz havalimanında, sadece turistlerin alışveriş
yapabildiği freeshop denilen mağazalardan içki ve sigara almaktaydı. Alınan
içki ve sigara, kural gereği bir turistin pasaportuna yazılmış olmalıydı.
Turistler freeshop’a geldiğinde bizimkiler hemen birini gözüne kestirip
kendisi için içki ve sigara almasını istiyordu.
Hiç de iyi olmayan bir manzaraydı. Yabancılar bu duruma bir
anlam veremiyorlardı.
Polisler, neden kendileri almıyorlar da turistleri kullanıyorlardı?
Yasak olan şeyi neden yapıyorlardı?
İşte bunun için “Aynasız” deniliyordu polise. Bal gibi hata
yapıyordu ama kendi hatasını görmek istemiyordu.
Birkaç hafta sessiz kaldım. Piyasada sattıklarını duyunca
da yasakladım.
Gümrükçülerin yaptıkları da rezaletti. Gümrüklü sahada
valiz araması yaparken pardösü giyerlerdi ki cep sayıları çok olsun da daha çok
parfüm, daha çok sigara doldursunlar.
O yıllarda kargo uçakları yoktu. Almanya’ya gidecek uçakta,
yolcu bagajından artacak bölümde biber, salatalık, domates gibi ürünler ihraç
edilirdi.
Her sabah geldiğimizde apronda bir miktar taze sebze yığını
görürdük. Gümrük muayenesinden geçtikten sonra uçağa yüklenirdi. Gümrük amiri
olmadığı için birçok defa bu sebzelerin aprondan geri taşındığını bilirim.
Kısıtlı imkânlarla ülkeye döviz kazandıracak girişimcilerin ne kadar kolay
biçimde engellendiğini görmek çok acı geliyordu. Gümrük amirinin böyle bir
kaygısı yoktu. Birkaç defa görünmemekle rüşvetin rayicini artırmış oluyordu.
Kapı dedektörü ya da X-Ray cihazı yoktu. Aramalar el
dedektörü ile yapılıyordu. Hem yabancılar, hem de yerli yolcularımız
gülümseyerek geçiyorlardı. Birileri teknolojideki geriliğimize, diğeri
geliştiğimiz(!) zannına…
Fransız tatil köyü için havalimanına gelenlerin aranması
sırasında bir polisimiz, nasıl olsa Türkçe bilmez düşüncesiyle bir İtalyan
yolcuya küfürlü konuşmuş. İtalyan meğer Türkçe biliyormuş, derhal davacı olmuş.
Ortam gerilmiş. Polis, durumu düzeltinceye kadar akla karayı seçmiş. Tekrar
tekrar özür dilemiş. Devreye birçok insanı sokmuş. Sonunda kendisini İtalyan
turiste affettirmeyi başarmış. Hatta aralarında dostluk bile kurulmuş. Öyle ki
İtalyan turist, Türkiye’de kendisine çok iyi misafirperverlik gösteren bu
polisi ülkesine bile davet etmiş. Şakacıktan bir küfürle başlayan bu dostluk,
İtalya’dan dönen uçağın Isparta’da düşmesiyle son bulmuş. İnsanın “Nereden
nereye” diyeceği geliyor.
Havalimanı görevi ilginçti. Alanya’da yaralanan bir turist,
uçağa yetiştirilmek üzere ilçeden ambulansla hareket etmişti. Ancak uçağın
kalkış saati yaklaşmıştır. Konu pilota intikal ettirilir. Pilot, yarım saat geç
kalma yetkisini kullanabileceğini söyler. Ancak turist muhtemelen bir süre
daha gecikecektir. Ankara’da dışişleri bakanlığı zordadır. İçişleri
bakanlığından destek ister. Valinin konuyu bildirmesi üzerine o sırada gelen
bir ihbarı(!) değerlendirmek için yüklenen bagajlar yeniden aranır. Yaralı
turist de uçağa yetişmiş olur. Yolcuların seyahat özgürlüğünü engellemek mi?
Yoksa yaralı bir insanın yaşama tutunmasını sağlamak mı?
Polislik, işte böyle bir şeydi!
Antalya’daki ilk yılımı, Gaziantep’e göre mutlu tamamlamıştım.
Üstelik komiser rütbesine yükselmiştim. Sonraki terfilerimin tümünde sorun
yaşadığım için bu terfi benim için anlamlıydı.
Gaziantep kadar olmamakla birlikte toplumsal olaylar eksik
olmuyordu. Özellikle Antbirlik işçileri bunda aktif rol oynuyorlardı.
Bu sırada çevik kuvvet birimi, Çallı’da yeni yapılan emniyet
sarayına taşınmıştı. Bir nöbet değişimi sırasında otomatik tüfeklerden birinin
kaybolduğu anlaşıldı.
Silahın kaybolması polis için çok önemlidir. Hem silahına
bile sahip olamadığına işarettir. Hem de bu silah bir terör örgütünün eline
geçerse polise karşı kullanılabilirdi.
Silahın kayboluşuna sebep olan memur tespit edilemediği için
şüpheli görülen sekiz personel görevden uzaklaştırıldı. Aylar sonra Murat Akgün
adlı bir polis memurunun nöbet sonrası evine götürdüğünün anlaşılmasıyla
açığa alınanlar yeniden göreve döndüler.
Çevik kuvvetteki silahın kayboluşu yönetim zafiyeti olarak
görülmüş ve yeni bir birim amirini gündeme getirmişti. Hazır ben komiserliğe
de terfi etmişken bu görev için uygun görüldüm.
Böylece bir yıl kadar havalimanında çalıştıktan sonra 1979
yazından itibaren çevik kuvvette ikinci defa göreve başladım.
Yeni atanan personel ile sayımız biraz daha artmıştı.
Gerek ilk çalıştığım dönemde, gerekse sonrasında hangi
personelin, hangi görüşte olduğunu biliyordum.
Zaten çoğu personel söylemleriyle ve davranışlarıyla bunu
belli ediyordu.
İki kişi ile yerine getirilen nokta ve devriye hizmetleri
için iki farklı görüşten personeli görevlendirdiğimde gerginlik ve kutuplaşma
en aza iniyordu.
Az da olsa Gaziantep tecrübemi kullanmaya çalışıyordum.
Başkomiser Hamdi T’nin hatalarını yapmamaya çalışıyordum. Personele görev
yaptırmanın yanı sıra sosyal sorunlarıyla da ilgileniyordum. Zira polislik,
gurbette yapılan bir görevdi. Polisler; bir yandan meşakkatli görevini yerine
getirirken diğer tarafta memleketinden uzakta yuvasını kurup ailesini
geçindirme gayreti içindedirler. Uzakta olmaları nedeniyle ebeveyninden
göremedikleri şefkat ve desteği amirlerinden beklemektedirler. Her amir,
polisin görevinin yanı sıra o polisin bir evi ve ailesi olduğunu unutmamalıdır.
Ne yazık ki Türkiye’de polis amirleri terfi etmek için memurun
bu özel durumunu görmez. Görse de yükselme egosu bunun önüne geçer. Oysa
memurlar, amirlerinden ebeveyn ilgisi gördüklerinde hizmette verimin arttığı
gözlemlenen durumlardandır.
Taşrada emniyet müdürünün, kademe işçisinin acil durumdaki
çocuğu için havadan geçiş yapan helikopter temin etmesi, o ilde personel
arasında gündem oluşturmuş ve sonraki günlerde iş veriminde müthiş artışlar yaşanmıştı.
Öyle ki resmi araçların dışında sivil araçlar da onarılarak sosyal amaçlı ek
kazançlar sağlanmıştı.
Kuşkusuz anayasaya göre devletin asli ve sürekli görevleri,
memurlar eliyle görülür. Ancak burada ifade edilen memurun bir robot değil,
“insan” olduğu yöneticilerce unutulmamalıdır.
Aksi takdirde memur, amirini kandırma cihetine gitmekte, bu
da meslek içi barışın bozulmasına yol açmaktadır. Sonuçta zararı, sağlıklı
güvenlik hizmeti alamayan halk görmektedir.
Bizi en fazla zorlayan görevler; toplantı ve gösteri yürüyüşleriydi.
Onbinlerce insan, ana caddeleri yürüyor ve Cumhuriyet meydanında toplanıyorlardı.
Az sayıda polisle önlem alıyorduk. Bu arada topluluğun taşıdığı pankart ve
dövizlerden rahatsız olan hükümete yakın kişiler hemen valiyi arıyor ve vali de
etki altında kalarak bu pankart ve dövizleri taşıyanları yakalamamızı
istiyordu.
Birbirine kenetlenmiş grup, attıkları sloganlarla iyice
bütünleşmişler ve saatlerdir aynı amaç uğrunda seslerini duyurmaktadırlar.
Böylesine coşkun onbinlerce topluluğun içinden birkaç yüz polisle insan almak
hiç kolay değildir. Valinin emri, toplantı ve gösteri yürüyüşü için izin
alanlara duyurulur. Fakat o atmosferde onların da yapacakları fazla bir şey
yoktur. Orada yapılacak tek şey, izinli bu toplantılarda suç davranışı içine
girenlerin, topluluk dağıldıktan sonra, sivil polislerce takip edilerek tek
tek yakalanmalarıdır. Ancak toplum psikolojisini bilmeyen yöneticiler,
hükümetle ters düşmemek adına, sonu kötü biten olaylara sebep olabiliyorlardı.
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin güven içinde yapılması
devletin görevidir. Aynı devlet; toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak
isteyenlerin taleplerini de yerine getirmelidir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü
yapanları potansiyel suçlu görmemelidir. Terazinin bir kefesinde güvenlik
neyse diğer kefedeki toplantı hakkı da aynı düzeyde olmalıdır.
İktidarlar, halkın bu taleplerini yerine getirmeyerek ateşi
söndürdüklerini sanırlar. Oysa ateş küllenmektedir. Küçük bir kıvılcımla
yeniden parlayabilir.
Gelişmiş demokrasilerde bu dengenin gözetilmesine özen
gösterilir. Halkın duygularını, sevinç ya da üzüntülerini açığa vurmalarına
fırsat tanınır. Böylece rahatlamaları ve “Oh be! İçimdeki kurtları döktüm”
demeleri sağlanır.
2000 yılında Galatasaray futbol takımının İspanyol
Mallorca’yı 4-1 yendiği maçı Hollanda’da bir caminin alt salonunda büyük ekran
televizyonda izlemiştim. Maç biter bitmez Türk bayrakları ve Galatasaray
flamaları ile büyük bir araç konvoyu oluştu. Tezahürat yapan yüzlerce taraftar,
bulunduğumuz Zaandam kentinin sokaklarında korna çalarak tur atmaya başladı.
Başka zaman korna sesi duyulmayan Hollanda’daki bu şamata,
yurttaşlarımız adına beni endişelendirmişti. Bir polis olarak Hollanda
polisinin ne tür tepki göstereceğini merak ediyordum. Ufacık bir olayda bile
aynı dakikada birkaç ekibin belirdiği bu ülkede birkaç dakika geçmesine rağmen
hiçbir polis müdahalesi olmuyordu. Maçı televizyondan birlikte izlediğimiz
Türk asıllı meslektaşıma sordum. Bu gibi durumlarda on beş dakika süresince
hiçbir müdahale yapılmadığını, maç sonucu oluşan sevinç birikimini attıktan
sonra kendiliklerinden dağıldıklarını bildirdi. Gerçekten on beş dakika sonra
her şey eski haline dönmüştü.
Şaşırmıştım. Sistemler ülkesi nasıl olur da böylesine bir
kuralsızlığa göz yumabilirdi.
Meslektaşımın açıklamasıyla ikna oldum. Ona göre eğer ülke,
kısa süreli bu taşkınlıkları sinesine çekerse, içinde barut barındırmamış
olurdu. Yoksa gergin insanların nerede, ne zaman patlayacakları belli olmazdı.
Bu tür sevinç gösterileri ülkemizde abartılarak yapılıyordu.
Uzun süre trafik felç ediliyor, araçtan sarkanlar kazalara uğrayabiliyorlardı.
Hollanda’da on beş dakika oluşu ilginçti. İnsanlar on beş dakika içinde
kurtlarını döküyorlardı. Sonra kendiliğinden son verip normale dönüyor, dolayısıyla
polis ile birey karşı karşıya gelmiyordu.
Terazinin bir kefesindeki devlet, kent içindeki trafik
güvenliğinden ve gürültü kirliliğinden ödün veriyordu. Diğer kefedeki insanlar
ise bu özveriye karşılık, deşarj olmuş olarak, makul bir sürede taşkınlıklarını
sonlandırıyorlardı.
Bu, mükemmel bir “antlaşma” idi. Masa başında yapılmadığı
belliydi. Tarafların imzaları yoktu. Ama her şey saat gibi tıkır tıkır
işliyordu.
İşte “sistem” böyle bir şeydi. Devlet bu tür sistemleri
oluştururken bir sosyolog gibi, bir psikolog gibi kılı kırk yarmalıydı.
Bu örneği Türkiye’de basın açıklamasına uyarlayabiliriz.
Aslında basın açıklamaları, insanların problemlerini yansıtmasının “pratik”
bir çözümüdür. Bu nedenle devlet, basın açıklamalarına hoşgörülü bakmalıdır.
Basın açıklaması yapanlar da iki saati geçmemek kaydıyla insanların yaşam düzenlerini
bozmamaya özen göstermelidirler.
Ülkemizin imzaladığı AİHM kararları, insanların belli
ölçülerde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmalarına sıcak bakmaktadır.
Ancak bizde iktidar, basın açıklamalarında kendisi aleyhine
söylemde bulunulacağı yönünde bilgi almışsa olabildiğince bahaneler öne sürerek
yasak getirmektedir.
Aynı yasak, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde de vardır.
Hükümet; aleyhine atılan sloganlardan, taşınan pankart ve dövizlerden rahatsız
olduğu için polisi baskı unsuru olarak kullanmak ister. Baskıdan korkan halk,
toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmazsa bu durum hükümetin işine gelecektir.
Çünkü ayıbı ortaya çıkmayacaktır. Yok, eğer yürüyüş olur da polise müdahale
emri verirse ve de çirkin görüntüler ortaya çıkarsa kendisini ak süt gibi
kenara çeker ve ihale polisin üstünde kalır. Burada siyasal gücün kararıyla
hareket eden polis bir “araç”tır. Müdahale sırasında yasanın belirttiği
sınırların dışına çıkarsa sorumludur. Ama bilinmelidir ki esas sorumlu,
dağıtma emrini veren devlettir.
Polisin örgütsel yapısı ve çalışanların sosyolojik durumu
incelendiğinde koşulların pek de iyi olduğu söylenemez.
Örneğin polis akademisi öğretim üyesi Hasan Hüseyin Çevik’e
göre 25 bin trafikçi için başkentte üç daire başkanlığı varken aynı sayıdaki çevik
kuvvet personeli için küçücük bir şube görevlidir.
Yine öğretim üyesi Turgut Göksu’ya göre polisler, statükonun
korunmasını isteyen muhafazakâr insanlardır.
Bu yönüyle değerlendirildiğinde mevcut polis ile müdahale
edilen olaylarda temel haklar ve özgürlükler konusunda çağdaş anlayışı
yakalamanın mümkün olmadığı anlaşılabilmektedir.
Göksu, görev yapan polislerin özelliklerini sıralarken
sivilleri potansiyel suçlu gördüklerini de belirtir. Biz ve onlar ayrımı
yaptıklarından söz eder.
En kötüsü de polislerde her şeyin kanunla çözülmeyeceği
anlayışı vardır. “Nasıl olsa savcı serbest bırakacak, cezasını biz verelim”
mantığı ile hareket eden polislerin mevcut olduğu söylenir.
İşte devlet, bu anlayıştaki polislerle, vatandaş üzerine
hasmane duygularla giderse kaos kaçınılmaz olur.
*
Antbirlik, Antalya için önemli bir kuruluştu. Üreticinin
pamuğu ve narenciye ürünleri bu birlik çatısı altında değerlendiriliyordu.
Genel müdürlük binası Yenikapı semtindeydi. 12 Eylül askeri müdahale öncesinin
hareketli günlerinin birinde, çalışanlar can güvenliklerini sağlamak
gerekçesiyle direnişe geçtiler. Taraflı bir genel müdür, “sivil savunma
görevlisi” adı altında çok sayıda yeni işçi almış ve hepsine silâh dağıtmıştı.
Silahlı bu görevliler de binanın içindeydiler.
Direnişçiler kapı arkalarına barikatlar kurmuşlardı. Polisin
içeri girmesini engelliyorlardı.
Bu tür görevler için özel eğitilmiş birliklerimiz yoktu.
Kendi çabamızla krizi çözmeye çalışıyorduk.
Hassas bir noktadaydık. İçerdekiler arasında çok sayıda
kadın çalışan vardı. Bir kısmı direnişçi, bir kısmı rehine durumundaydı.
Rehinelerin yakınları bir an evvel konunun çözümlenmesini istiyorlardı.
Saatler sonra birkaç polisle ilk barikatı aşarak giriş
katına girebildik. Bu defa merdivenlere barikat kurdular. Gergin bekleyiş
saatlerce sürüyordu.
Biraz daha zorlama ile merdivenleri aşarak yukarıya ulaştık.
Burası en üst kat idi. Ya bir şekilde barikatı aşarak içeri girecektik ya da
ikna edecektik.
Tabii ki ikna etmeyi istiyorduk. Ama kendimi bu yönde
yeterli görmüyordum.
Ağzı laf yapan polisleri, kapının ardından içeridekiler
duyacak şekilde konuşturuyordum. Klasik laflar söyleniyordu:
Dışarıda bekleyen yakınlarının üzgün oldukları…
Çocuklarının kendilerini özledikleri…
Eylemlerine son vermelerinin kendileri için iyi olacağı…
Ama hiçbiri fayda etmiyordu. Biz söyledikçe eylemciler
slogan atarak karşılık veriyorlardı.
Bazen filmlerde görüyorduk. Öne çıkan biri, etkileyici bir
söylemle kanundan, insan haklarından söz ediyordu. Zaman zaman duygusal
konulara girerek katı yürekleri yumuşatabiliyordu. Bazen bir bebeğin
davranışını, bazen gündemdeki hassas bir konuyu dile getirerek karşısındakileri
etkileyebiliyordu.
Ben de istiyordum. Ama bu konuda ne eğitimim vardı, ne de
yeteneğim! Bu nedenle senaristleri çok takdir ediyordum.
Bize işin bu tarafı öğretilmiyordu. Kim suç davranışı içine
girerse devletin verdiği araçla ya da silahla bertaraf etmemiz isteniyordu.
O zaman daha iyi anlıyordum ki devlet öncelikle araç gereç
yerine “bilgi” vermeliydi ve biz önce “bilgi”yi kullanmalıydık.
Arkasına barikat kurulmuş buz gibi kapıların önünde bizler
ve gerisinde yüzünü göremediğimiz onlar vardı. Eyleme son vermeleri için
dilimin döndüğünce bir şeyler söylüyordum. İşin hukuki sonucunu anlatmaya
çalışıyordum. İnsan, karşısındakinin yüzünü, mimiğini göremeyince kelimeler
boğazına tıkılıyordu. Ne tür tepki verdiğini görememek kötüydü.
Direnişçilere bir zarar gelmesini istemiyorduk. Kendi
çocuklarından, ailelerinden söz ediyorduk. Ancak hissedilir bir yumuşama
göremiyorduk.
Bu defa bir taktik olarak başka bir şehirden özel eğitilmiş
bir kuvvetin bu iş için Antalya’ya seyir halinde olduğunu belirttim. Gelecek
kuvvetin davranışının bizim gibi insancıl olmayacağını vurgulayarak eylemlerine
son vermelerini istedim.
Biraz duraksadılar. Sloganlara ara verdiler. Anladım ki bu
yöntem yararlı olacaktı. Devamlı bu konuyu işleyerek sakinleşmelerini sağladım.
Kapılar açıldı. Şiddete başvurmadan da olayların önüne geçilebiliyordu.
Sabrın, önemli bir silahtan daha etkili olduğunu burada görmüş oldum.
*
Silahımı ikinci kez elime aldığım görev Antalya’da olmuştu.
Halk bankası soygununda, müdahalede bulunan bir başkomiserin silahla
yaralanması sonucunda bütün ekipler, arama ve yakalama çalışmasına
katılmışlardı.
Çevik kuvvette küçük bir otobüsümüz vardı. Ben de bu otobüse
birkaç personel alarak bu çalışmalara katıldım. Havalimanına yakın bir bölgede
bir aracın hızla seyretmekte olduğunu gördük. Ardında yoğun bir toz bulutu
bırakarak ilerliyordu.
Derhal o bölgeye geçerek takip etmeye başladım.
Havalimanında çalıştığım için bu bölgenin yabancısı değildim. Telsizle diğer
ekipleri bilgilendirdim. Güzergâhta seyrederken bir otomobilin yolun yirmi
metre dışına saparak terk edildiğini gördüm. Kapıları açıktı. Biraz ileride
yeni sürülmekte olan büyük bir tarlada iki kişi hızla kaçıyordu. Personel ile
birlikte arkasından koşarak takip ettim. Kaçış istikametlerini diğer ekiplere
bildirdim. Bu defa silahım smithwesson idi. Elime aldım. İtiraf edeyim ki
menzilini bilmiyordum. Ekip personelinde MP 5 diye adlandırdığımız otomatik
tüfek vardı. Ancak bu memurlar geride kalmıştı. Bir ara polis memuru Ahmet
Araç, çift sürmekte olan traktöre el koyarak kaçaklarla arayı kapamayı denedi.
Ancak tarlanın ortasındaki hendek geçişe izin vermedi. Bu arada diğer
ekiplerin kaçış yönünde tedbir almak için seyir halinde olduklarını telsiz
konuşmalarından anlayabiliyordum.
Havaya ateş ederek ikazda bulunuyordum. Ama genç kaçaklar
mesafeyi açıyorlardı. Bir yandan da dur ihtarımıza ateşle karşılık
veriyorlardı. Birkaç merminin, önümüzdeki kurumuş topraktan tozlar
kaldırdığını çok rahat görebiliyordum. Ben hedef gözeterek ateş etsem
vurabilir miydim? Açıkçası bilmiyorum. Ama şahıslar önümüzdeydi ve diğer
ekiplerin önlerini kesmeleriyle yakalanabileceklerdi.
Tarlanın bitim noktasında küçük bir tepe vardı. Kaçaklar bu
tepeye çıkarken gözden kayboldular. Zira Akdeniz bölgesinin tipik bitki örtüsü
maki görüşü yer yer engelleyebiliyordu. Bu durum bizim için de tehlikeliydi.
Çalılıkların arkasına saklanarak bizi hedef alabilirlerdi. Bu düşünceyle ikiye
ayrılarak, tepenin iki yanından dikkatlice tırmandık. Kaçaklar, iki kuvvetin
arasında kalmışlardı. Çaresiz teslim oldular.
Bu arada tabancalarını saklamış olmalılar ki silahlarının
olmadığını söylüyorlardı.
Ve üstelik halk bankası soygunuyla ilgilerinin olmadığını,
daha önceden silahlı kız kaçırma suçundan arama kararları olduğu için şehirdeki
polis hareketlerinden dolayı kaçtıklarını belirtiyorlardı. Yakalama noktasında
araştırma grubunda görevli başkomiser Şerif Ş de bulunuyordu. Kısa sorgulama
sonucunda yakalananların kız kaçırma suçluları olduğu ve jandarmaya teslim
edilmesi gerektiği kararlaştırıldı. Olay yerine intikal eden binbaşıya teslim
yapıldı. Ancak silahlar ortada yoktu. Onlar da bulunmalı ve tutanağa
geçirilmeliydi. Benim ısrarım üzerine bir kez daha silahlar arandı ve
bulunamadı. Başkomiser acele ediyordu. Çünkü banka soyanlar ve diğer
başkomiseri yaralayanlar hâlâ kaçaktı. Bir an önce onlar yakalanmalıydılar.
Ben ısrarımı sürdürüyordum. Hatta silahları bize ateşlediklerini,
topraktan toz bulutu kalktığını söylüyordum.
Binbaşı, arada kalmıştı. “Ne yapalım” dercesine başkomisere
baktı.
İşte o zaman döküldü Başkomiser Şerif Ş’nin dudaklarından o
sevmediğim kelimeler:
“Genç kardeşimiz böyle olaylarla yeni karşılaşıyor. Korktuğu
için hayal görmektedir.”
Şerif Bey polis akademisini benden önce bitirmişti. Antalya’da
başarılı bir başkomiser olarak anılıyordu. Ancak ben biliyordum ki onun
başarısı, polise yakasını ilikleyenler karşısındaydı. Hayal gördüğümü ve
korktuğumu söylemesi ise tam bir talihsizlikti. O bunları söyledikçe ben daha
da ısrarcı oluyordum.
Binbaşı aramanın yeniden yapılmasını istedi. Aramaya
katılanlar ısrarlı söylemlerime inanmışlardı. İki tabancayı bir çalılığın
içinde buldular.
Tutanağı imzalarken Şerif Bey’in yüz rengi bir ton koyulaşmıştı.
12 Eylül’deki askeri müdahale sonrasında siyasi suç
şüphelilerinin yakalanması önem kazanmıştı. Bu amaçla iddialı bir ekip
hazırlanması gerekiyordu. Emniyet müdürü, sahip olduğu ünden dolayı görevi
Şerif Ş’ye vermek istiyordu. Ancak Şerif Bey bu görevi kabul etmiyordu.
Araştırma ekibini bırakmak istemiyordu.
Çünkü siyasi suçlular, polis karşısında ön iliklemezlerdi.
*
12 Eylül askeri müdahalesinin ardından toplumsal olaylar
sona ermişti.
Sıkıyönetimin insafsız baskısı toplumu muma çevirmişti.
Bir gün öncesine kadar “Ali kıran baş kesen” kimi toplum
bireyleri birdenbire suspus olmuşlardı.
En çok şaşıranlardan biri bendim. Son dört yıldır yaşanan
siyasi hareketlenmenin tam içindeydim. Havalimanında çalıştığım bir yıllık
süre haricinde o yoğun dönemi
bizzat yaşamıştım. İşçi ve öğrenci hareketleriyle sokaklar
tam bir kaos yaşıyordu. Bütün bunları yaşamın bir parçası olarak algılıyordum.
Ama birdenbire kesilince ciddi şekilde etkilendim. Demek ki
böyle sakin günler olabiliyormuş, dedim. Polis akademisinden mezun olup
kadroya çıkınca, henüz öğrencilik psikolojisini atamadan, bu toplumsal
olaylarla karşılaşınca şaşırdığım gibi bu defa olaylar sona erince yine
şaşkınlık yaşadım.
İlerleyen yıllarda bile bir kalabalığın uğultusunu duyduğumda
“acaba” diyordum.
Yine aynı sloganlar mı diye düşünüyordum.
Öyle bir ateşin içinde ne diye yaşadığım konusunda kendi
kendimi sorguladım. Üstelik bu dört yıllık süreçte yaralanmıştım. Ancak
tesadüfen girmiş olsam da polislik benim yazgımdı. İyi günde de, kötü günde de
bu görevi sürdürecektim.
Güzel ülkemizi rahat bırakmayanlar kötü emellerini
sürdürmeye devam etmişlerdi. Asırlarca bir arada yaşamış insanlarımızı alevi
sünni diye ayrıştırarak Çorum’da, Kahramanmaraş’ta birbirlerine düşürmüşlerdi.
Terör örgütü ASALA, 1975 yılından itibaren on yıl boyunca
eylemlerini sürdürmüş, bu süreçte 42 diplomatımızı şehit etmişti.
Bunlar yetmiyormuş gibi ülke, 1984 yılında Eruh ve
Şemdinli’de yaşanan katliamlarla birlikte bölücü terörle tanışmıştı. Eylemlerin
olduğu yıllarda Bitlis kırsalında bölge trafik hizmeti veriyordum. O yıldan bu
yana onbinlerce yurttaşımızı kaybetmiştik. Şehit sayımız on binlere dayanmıştı.
Öte yandan dinci laik ayrımı yapılarak yangına bir çap
çırayla gidenler vardı. 12 Eylül öncesinde şu marka sigarayı içenler sağcı,
diğerini içenler solcu diye yapılan yakıştırmalar bugün gülünüp geçilen
olaylardan ise türbanın da bu duruma düşürülmesi gelecekte aynı gülüşmelere
neden olacaktı.
Aslında küçük bir tahlil yapmak yeterliydi.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün misakı milli sınırları içinde
kurduğu ülkenin adı “Türkiye” idi. Atatürk, Türkiye halkını topyekûn “Türk
Milleti” olarak tanımlamıştı.
Sağ sol kavgasına tutuşan sağcılar da Türk Milletiydi,
solcular da..
Alevi de, sünni de Türk Milletiydi.
Lazı, Gürcüsü, Çerkezi, Kürdü de Türk Milletiydi.
Dincisi, laik olanı da Türk Milletiydi.
Nüfusun yüzde 99’u İslam dinine mensuptu ve Yüce Muhammed,
İslam dininin barış getirmesini istemişti. “İslam” eşittir “Barış” ise; barış
içinde yaşayamamanın beceriksizliğini bir Müslüman diğer Müslümana nasıl izah
edebilir ki? Bu durumda dökülen her damla kardeş kanı, İslam dininin Yüce
Peygamberi Muhammed’in kemiklerini sızlatmayacak mıdır?
Bu ülkenin 90 yıldır az gelişmiş kalması düşündürücüdür.
Halkı yönetme göreviyle iktidara getirilenler iki hedefe
kilitlenmelidirler.
Birincisi, milletin refahını artırmalıdırlar. Fert başına
düşen milli geliri, gelişmiş ülkeler seviyesine yükseltmelidirler. Ülkeyi borç
batağından kurtarmalıdırlar. Çünkü bugün borç verenler, yarın emir de vermeye
kalkışırlar.
İkincisi, devletin bekasını sağlamalıdırlar. Yönetimine
talip oldukları ülkeyi sonsuza kadar yaşatmak için her türlü tedbiri
almalıdırlar. Komşularımızla ve diğer milletlerle sorun yaşamadığımız bir ortam
yaratmalıdırlar.
Bu iki ana unsur, yönetenlerin olmazsa olmazlarıdır.
Ancak dört husus daha vardır ki devlet dolaylı olarak
müdahale ederek bu konularda halkın vizyonunu mutlak anlamda
geliştirmelidirler.
Biri Nutuk’tur. Büyük Atatürk’ün Söylev’i, Hıfzı Veldet
Velidedeoğlu’nun hazırladığı gibi belgelerden arındırılmalı ve ders kitabı
tarzında halka sunulmalıdır.
İkincisi Kuran’dır. Kutsal Kitabımızda Yüce Allah tarafından
verilen emirler ile ders çıkarılacak ibretlik olaylar yer almaktadır. Bu
emirler ve olaylar iyice anlaşılsın diye uzun uzun açıklanmış, bazen de kısa
ifadelerle tekrar tekrar hatırlatılmıştır. Devlet, aynı emirlerin ve aynı ibretlik
olayların bir defada anlatılmasıyla Yüce Kuran’ı anlamayı kolaylaştırmalıdır.
Türk insanının, mesajı en iyi alacağı biçimde özlüce tercüme edilmesini
sağlamalıdır. Örneğin Bakara 101’de “sırtlarının arkasına attılar” şeklinde
geçen ifade, ülkemizde “kulak ardı ettiler” anlamında kullanılmaktadır. Çeviri
yapılırken hâlâ “sırtlarının arkasına attılar” ibaresi kullanılıyorsa tercüme
edenlerin Yüce Kuran’a saygısındandır. Oysa devlet daha cesur davranarak
halkının en iyi anlayacağı şekilde “kulak ardı ettiler” tabirini
kullanabilmelidir. Yüce Kuran’ın mesajını “hap” niteliğinde vatandaşına
verebilmelidir. Devlet olmak budur. Aksi takdirde halk, Yüce Allah’ın Kuran
yolunu takip etme yerine (Enam Suresi 153) hiziplere bölünür, kendisine dini
bilgiler anlattığını iddia eden mezhep, tarikat, cemaat gibi grupların peşine
takılır. (Enam Suresi 159)
Üçüncüsü dinde ücrettir. Kutsal Kitabımız, içeriğinde yer
alan tebliğlerin ücret karşılığında yapılmasını net olarak yasaklamıştır. (Kalem
Suresi 46-47) Bu nedenle devlet, din tacirleri yaratılmasının önüne
geçmelidir. Para için köşe başlarında türeyen dincilere engel olmalıdır.
Dördüncüsü vakit hırsızlığıdır. “Maç”, “siyaset” ya da “din”
konusunda makul süreyi geçen sohbetlerden kaçınılmalıdır. Kaybedilen zamanın,
ülke dinamiklerine zarar getireceği hususunda halk bilinçlendirilmelidir.
*
Mehmet Akif Ersoy taa 1913’lerde söylemişti:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez/ Toplu
vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”
Şu anlama geliyordu: Ayrılık girmeden bir millete düşman
giremez, toplu çarpan yürekleri top bile sindiremez.
Sağcı-solcu, alevi-sünni, dinci-laik gibi farklılıklar yaratılarak
ülkemiz güçsüzleştiriliyordu.
En kötüsü de bir grup, diğerine kolayca diş bileyebiliyordu.
Bu yapımız dış güçlerin işini kolaylaştırıyordu. Onlar bizim gerginlik içinde
yaşamamızı istiyorlardı. Ülkede kargaşa yaşanırken kıs kıs gülerek
seyrediyorlardı. Türkiye’nin bunların hiçbirine kızmaya hakkı yoktu. Çünkü
uluslararası ilişkilerde bir ülkenin, diğerine göre kendi menfaatini gözetmesi
doğal sayılmaktaydı.
Türklerin, Orta Asya’dan gelerek başka milletlerin vatanına
el koyduklarını ve savaşçı bir yapıya sahip olduklarını söylüyorlardı. Barbar
diye niteleyenler vardı. Osmanlı dönemindeki bazı savaş sebeplerini ganimete
dayandırıyorlardı.
Güçlü bir Türkiye’nin başlarına bela olacağından korkuyorlardı.
Öyle ki önce “Hasta Adam” durumuna getirip, ardından Sevr
antlaşması ile köşeye sıkıştırdıkları ülke, Büyük Atatürk’ün mucize dehasıyla
Lozan’da, küllerinden yeniden doğuyordu.
Her ne kadar antlaşmaya imza atan İngiltere Dışişleri Bakanı
Lord Curzon, İsmet Paşa’ya “Sevr’i çöpe attığımızı zannetmeyiniz, hepsi
cebimizde, zamanı gelince hepsini önünüze teker teker çıkaracağız” dese de
muharebelerle topyekûn bitap düşen millet, Büyük Atatürk’ün gösterdiği yolda
yeni ülkenin iskeletine et giydirmeye başlamıştı.
İki şey çok ciddi olarak ele alınmıştı.
Birincisi okuma yazma işi, geniş halk kesimlerine ulaştırılacaktı.
İkincisi halkın temel gereksinimi olan konularda sanayi
canlandırılacaktı.
Çünkü yeni Türkiye devleti, cephede kazanılarak kurulmuştu.
Başta Büyük Atatürk olmak üzere kurucular ve Türk milleti omurgalıydı. Kimseye
temenna edecek değillerdi.
Başka milletlere borçları olmadığı için dik duruş
sergileyebiliyorlardı.
Türk lirasının, dolar karşısında boynu bükük değildi.
Ardından çok partili sisteme de geçilerek ülkenin önü
açılmıştı. “Demokrasi” taçlandırılmıştı.
Ama umulan olmadı. 1950 yılında kurulan hükümet döneminde
kabul edilen Amerikan yardımı ile omurgalılık zaafa uğratılmıştı.
Evet, bu yardımlarla halkın refahı kısmen artmış, tarıma
teknoloji girerek köylünün yüzü gülebilmiştir. Öte yandan Amerikan dostluğu ile
sıcak denizlere inmek isteyen Sovyet tehdidine karşı güvence sağlanmıştır. Ama
tek taraflı Amerikan dostluğu, kimi çevrelerce ülkenin pabucunu kaptırdığına
yorumlanmıştır.
Türkiye, en hassas konuyu tam bu noktada yaşamıştır.
Ne kadar çok demokratik ortam oluşursa bunun halka yansıması
da o oranda çok olacaktı. Fakat bizde iktidar gücünü elde edenler bunun
“değer”ini bilemediler. Bize doya doya “Türk Baharı”nı yaşatamadılar.
Buna birçok kanıt saymak mümkündür. Ama biz sadece 1960’da,
1971’de ve 1980’de gerçekleştirilen askeri müdahaleleri gösterebiliriz.
Hepsinde mevcut iktidarların yanlış tutumlar içinde oldukları sonucuna
varılmıştır.
Bu durum Türk halkını da tembelleştirmiştir. Büyük Atatürk
ile silah arkadaşlarının Türk ordusuyla birlikte kazandıkları zafer sonucunda
yeni Türkiye Devletini kucağında bulan Türk milleti, bu defa başı sıkıntıya
girdiğinde ‘nasıl olsa ordu bizi kurtarır’ rehavetiyle memleket meselelerine
uzak kalabilmiş, derinlemesine tahlil yapmadan, küçük vaatlere kanarak iktidarı
belirlemişlerdir.
İşte bu ucuz iktidarlar, kötü yönetimleriyle kendi sonlarını
hazırlamışlardır. Deneyimli asker, siyaset ve devlet adamı İnönü’nün muhalefeti
Menderes iktidarını zayıflatmıştır. 27 Mayıs 1960’da tank ve postal sesleri,
demokrasinin askıya alınmasına neden olmuştur.
1970’li yıllardaki işçi ve öğrenci hareketlerini frenleyemeyen
ve yine yeni cumhurbaşkanını bir türlü seçemeyen Demirel ve Ecevit gerginliği
1980 askeri müdahalesini getirmiştir. Tank ve postal sesleri üç yıl boyunca
etkili olmuştur.
Bunun sonucu olarak 1983 yılı seçimlerinde ANAP doğmuş ve
fakat aradan fırlayan bir parti olduğu için on yılda iflas etmiştir.
Ülke bu sırada merkez sağda Çiller- Yılmaz gerginliğini
yaşamıştır. Bu gerginlik DYP’yi ve ANAP’ı sandığa gömmüştür.
Daha sonra dinci Necmettin Erbakan, REFAHYOL hükümetini
kurmuş ancak 28 Şubat (1997) sürecindeki tank sesleriyle aynı yıl görevi
bırakmak zorunda kalmıştır.
On yıl sonra 2007’de ne postal ne de tank görünmüştür.
Silahlı kuvvetler bu defa mesajını 27 Nisan’da elektronik ortamda vermek
istemiştir. Bu, şu iki sonucu doğuruyordu. Birincisi ordu artık halkın kendi
kaderini kendisinin belirlemesini istiyordu. İkincisi siyasiler, tank ya da
postal olmadıkça iktidarı bırakmıyordu.
Öte yanda CHP ise elit bir görüntü sergilemiştir. Halkın
tamamını kucaklayamamıştır. “Halk” sözcüğü partinin tam göbeğine yerleştiği
halde…
Cumhuriyetle özdeşleşen ilkelerin altısının birden hakkını
vermede başarılı olamayınca eksik kalan ilkeleri başka partiler sahiplenmiş,
bu da kendisinin güdük kalmasına yol açmıştır. Klasik bir “muhalefet”
partisinden öteye gidememiştir.
Bu defa 2002 seçimlerinde aradan AKP fırlamış ve iktidarı
ele geçirmiştir. Partinin genel başkanı Keçiören’de oturarak halkın içinde yer
almıştır. Anadolu halkı, gerek oturduğu yer itibarıyla, gerekse eşinin ve
kızlarının giyim tarzıyla kendisi gibi gördüğü bu lideri benimsemiş ve tercihini
AKP’den yana kullanmıştır. Türk halkının yaşam biçimini iyi irdeleyen bu parti
“Ne kadar oy, o kadar hizmet” politikasını önde tutmuştur. Köy ve mahalle
teşkilatları aracılığıyla ihtiyacı olanları tespit etmiş, öncelikle yiyecek ve
yakacak yardımında bulunmuştur. Bu yardımları okul kitaplarını ücretsiz
dağıtarak ve sağlık hizmetlerinde göreceli kolaylıklar sağlayarak
pekiştirmiştir. Ardından muhtaç ailelerin bireylerine sakat, engelli ya da
yaşlı bakım ücreti gibi paralar ödemiştir. Üretimde sıkıntı yaşayan çiftçiye
dönüm başına para vererek yardımda bulunmuştur. Ayrıca gübre ve mazot
konusunda destekleme yapmıştır. Cebi ilk kez para gören bu insanlar,
kendilerine bu imkânı sağlayan parti başkanına daha çok bağlanmışlardır. Diğer
partileri desteklerlerse bu yardımlardan mahrum kalacaklarını düşünmüşlerdir.
Parti, bütün bu hizmetleri kanunlarla halkın geneline
yansıtma yerine muhtarların, imamların, belediye başkanlarının ve parti ilçe
başkanlarının eliyle gerçekleştirmiştir. Özellikle kırsal alanda ve varoşlarda
neredeyse her evden birini “paça”sından yakalamış, onu nemalandırmış, ailenin
diğer fertleri de bu fırsatı kaçırmamak için parti ile ilişkilerini kerhen de
olsa sıcak tutmaya gayret göstermiştir.
Bu faaliyetlerde çoğu kere mülki idare amirleri de görev
almışlardır. Başbakan; valilerin ve kaymakamların kamyonun şoför mahalline
binerek kömür dağıtmalarını istemiştir. Bu da hizmetin, genele şamil kılınmayıp
oya tahvil edildiğini göstermiştir. Bazen daha çok oy almak için seçim
bölgelerinin sınırlarıyla oynanmış, bazen de Ordu gibi yeni büyükşehirler
yaratılarak belediye başkanlıkları ele geçirilmiştir. Dolayısıyla iktidar,
kendisine yetecek kadar mutlu(!) bir azınlık yaratmış ve yarattığı bu grubu
susuz getirip susuz götürür olmuştur. Bütün bunlara Cuma namazları sonunda
kamera karşısında görünme de eklenince dindar insanları etkilemek
kolaylaşmıştır.
Eskiden insanlar tercih ettikleri siyasal partilerin adını
kolayca zikrederlerdi. Rozetini yakalarında taşırlardı. Şimdiki AKP
taraftarlarının ise gizli arabeskçilerin masa altında dinledikleri gibi
kendilerini saklı tutuyor olmaları izaha muhtaç bir durum olarak
değerlendirilmektedir.
Aslında Türk halkı demokrasiyi sever ve benimser. “Özgürlük
ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Büyük Atatürk, bu sözüyle Türk
milletine verdiği değeri ifade etmektedir.
O halde yanlışı yapan Türk halkı değil de, seçtiği iktidarlar
mıdır?
Ya da iktidarlar yanlış yapıyorsa halk onları neden seçmektedir?
İnsanın kafası karışıyor. Yumurta tavuk hesabı gibi…
Bir yanda Aziz Nesin’in sözünü ettiği yüzde 60’lık kesim,
öte yanda çağdaşlığa koşan gezi gençliği…
Tam bir arabesk durum…
Ülkenin iki yakası nasıl bir araya gelebilsin ki…
Demokrasilerde şunu biliyoruz:
Halk, kendini yönetecek iktidarı seçer.
Ama Türkiye’de nasıldır?
Bir grup insan ortaya çıkar ve kandırarak kendilerini
seçtirirler.
Seçildikten sonra da halkı bir kenara koyarak kendilerine
menfaat sağlamaya çalışırlar. Beğenilerek seçilmediklerini bildikleri için
seçenleri çok da sevmezler. Çünkü onlara göre kendilerini seçenler saygı
duyulacak insanlar değillerdir. Kişilikleri olgunlaşmamış bu insanları, diğer
partiler kandırsaydı onların peşlerine takılırlardı. O halde bu insanlara neden
hizmet etsinler ki..!
Hem zaten hizmet edilirse gelişirler! Sağlıklı büyürler!
Bilgili ve kültürlü olurlar! Gerçek demokrasinin ne olduğunu öğrenirler! O
zaman da kandırılmaları zor olur!
Biz burada iktidarların kötülüklerini sayacak değiliz. Ancak
iki cümleyle şunu söylemeliyiz:
İktidarlar önceliği, halkın refahını nasıl artırırız yerine
muhalefet partisini nasıl alt edeceğine vermiştir. Enerjilerini bu yönde harcamışlardır.
İşte dikkatler diğer partiye yoğunlaşırken arada Türk halkı
kaynayıp gitmiştir. Halk, bütün bunlardan ders almak yerine sadece kayıkçı
kavgası seyreder gibi seyretmiştir.
Yakın geçmişimiz tanıktır ki Türk hükümetleri körfez
savaşında Iraklılara, Balkan zulmünde Kosovalılara, Suriye iç savaşında
Suriyelilere kapılarını açmış ve insani yardımlarda bulunmuştur. Kuşkusuz bu
davranış, mükemmel bir insanlıktır.
Ancak böyle durumlar karşısında çok daha zengin ülkelerin
hükümetleri, yardım konusunda aynı duyarlılığı göstermemektedirler. Acaba o
hükümetler çok mu vicdansız insanlardan kurulmuştur?
Kesinlikle hayır!
Çünkü o iktidarlar, kendi halkının refahını daha ileri
düzeye getirmek için vaatte bulunmuş ve öyle seçilmişlerdir. Başka ülkelere
yapacağı yüklü yardımlar, kendi halkının refahının düşmesine neden olacağı
için vaatlerini yerine getirememiş olacaklardır. O iktidar, öncelikle kendini
seçenlere hizmet vermek zorundadır. Onların refahını artırmak
mecburiyetindedir.
Üstelik insanlar savaşarak “kötü” şeyler yapmaktadırlar.
Belki de yardım yaparak kötülüğü ödüllendirmemek gerekir diye de
düşünüyorlardır.
Türkiye, Afrika kadar olmasa da dilencisi bol olan ve
halkının bir kısmı çöplerden beslenen bir ülkedir. Bu nedenle iktidarların bol
keseden atmak yerine halkın refahını artıracak tedbirlere yönelmeleri gerekir.
Ama Türk halkı aza kanaat etmeye alıştırıldığı için iktidarların
hoyratça davranışlarına tepki göstermeyi bilmemektedirler. Bu zaafı bilen
hükümetler ise onlara taşıttıkları davulları çalarak sefasını sürmektedirler.
Türkiye’de ailelerin yakın zamana kadar, aynı tasa kaşık
salladığı bilinmektedir.
Beş kişinin yemek yediği kaptan altıncısı da doyabilir diye
düşünülmekteydi. O halde Iraklı da, Suriyeli de kaşık sallasa fark etmezdi.
Tabii ki İslam dininde, “Komşusu aç iken tok yatan bizden
değildir” kuralı mevcuttur. Ama bu söz, Türk halkının tamamının “tok yatması”
durumunda geçerlidir.
Çöpten yiyecek toplayanlar varsa…
Dilencilik almış başını gidiyorsa…
600 milyar dolarlara varan borçtan dolayı her bebek borçlu
doğuyorsa…
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” sözünün
geçerliliği olmayacaktır.
Bu sözler paralelinde demem odur ki beceriksiz iktidarlar
terörü de bertaraf edememişlerdir. 1976-2016 diliminde kırk yıllık fiili
polisliğimde ülkemizin yaşadığı terörü çıplak gözle görmüş ve yaşamış biri
olarak söyleyebilirim ki Türkiye’nin bir terör ülkesi olarak tanınmasının en büyük
nedeni siyasal iktidarlardır.
Biz 12 Eylül 1980 sonrasında, terörsüz günlere de tanık
olduk. Bunu sağlayan da Türk polisiydi. Türk askeriydi.
Bu iddiamızı terör haricinde basit bir örnekle destekleyelim:
Almanya’da çalışan işçimiz arabasıyla Avrupa ülkelerini
geçerken kola kutusunu asla dışarı atmaz. Ama Kapıkule’den giriş yaptıktan
sonra bu kurala pek uymaz.
Aslında kişi, aynı kişi.
Ne oluyordu da bu kadar farklılaşabiliyordu?
O ülkelerin yöneticileri, bu kusuru işletmeyecek olan
“sistem”i yerleştirmiş ve de insanlara benimsetmiştir. Bizim yöneticiler ise
becerememiştir.
İki örnek daha vereyim:
Biri, kendimin de yaptığı bir hataydı. Antalya havalimanında
Jacques Cousteau’nun ve Grace Kelly’nin isimleri VIP listesinde olmadığı halde
özel kapıdan geçirmiştim. Türkiye’de bütün havalimanlarında VIP listesi
dışında yüzlerce kişi geçerek ya da geçirilerek sistemsizlik örneği yaşanır.
Diğer örneği de kamudan verebiliriz. Neredeyse bütün
yöneticiler taşıt kanununu ihlal ederler. Devletin arabasıyla ya eşini
taşıtarak ya da çocuğunu okula veya kursa göndererek sistemin dışına çıkarlar.
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Yasakoyucu, kızların evlendikten sonra ölen babalarından
“maaş” almalarına izin vermez.
Yine yasalarımıza göre engelli vatandaşlar “ticari” araç
kullanamazlar.
Ama uygulamada bu ihlallere sıkça rastlanır. Evlenen kız
anlaşmalı boşanır, maaş alır. Engelli vatandaş, ticari araç kullanır. Bu konu
yetkililere intikal ettiğinde ise çoğu görmez, duymaz olurlar. “Ben kötü
olmayayım” mantığı ile hareket ederler.
Dolap çeviren insanların bütün hünerlerini memurlar bilir
ama kendi de o insanların arasından geldiği için yani dolap çevirmeye müsait
olduğu için vurdumduymaz davranır. Eğer anlaşmalı boşandığı tespit edilene
ödenen paralar, ödeyen memurdan tahsil edilse o zaman yedi sülalesini
araştırarak doğru hareket eder.
İşte “sistem” böyle bir şeydir. Getirirsin insan düzelir.
Getirmezsin, aynı insan bozulur.
Sırpların sivilleri öldürmeleri nedeniyle kaçan Kosovalılar
1999 Mart’ında Kapıkule sınır kapısından içeri alınmışlardı. Türkiye’de
kamplarda ya da yakınlarının yanlarında kalacaklardı. Vali Mehmet Canseven
büyük bir hassasiyet göstererek Kapıkule’de personel sayısını artırdı. Giriş yapanlar
için Ankara’nın bilgisi dâhilinde bir form hazırlandı ve buna göre bütün
bilgiler bu formlara işlendi. Hepimiz büyük bir ciddiyetle mağdur insanların
bir an önce kalacakları yerlere ulaşmaları için gayret gösterdik. Buna rağmen
bir gece personelimiz formun bir sütununda küçük bir bölümü doldurmayı
unutmuştu. Vali ve emniyet müdürünün bu eksiklik için gösterdiği titizliği bugün
bile hatırlarım.
Benzer bir zulüm günümüzde Beşar Eset tarafından Suriye’de
yapıldı. Ölüm korkusu yaşayan insanların ülkemize giriş yapmalarına izin
verildi.
Edirne’de gösterilen sistemlilikten dolayı hiçbir Kosovalının
Türkiye’de vukuatı duyulmadı. Ancak ülkemizdeki Suriyelilerin, pek de bir
“sistem” gözetilmeden giriş yaptıkları için ne ölçüde bir potansiyel tehlike
oluşturduğunu ya da oluşturacağını kamuoyunun takdirine bırakıyorum.
Siyasi partiler, “planlı” bir şekilde ve bir “sistem” içinde
halkın refah seviyesini yükseltmek için iktidara gelirler. Halkının
elindekileri başkalarına yedirmek için değil…
*
Mesleğe başladığımda polisler ortaokul mezunuydular.
Tonlarca polis kusuru gördüm. Şimdi yüksekokul mezunları görevde. Aynı
kusurları yine görüyorum. Eskisinden farkı, düşene kalkana cop vurulmuyor da
gözüne gözüne biber gazı sıkılıyor. Ya da orası burası kayda alınıyor, özeli
dinleniyor.
İktidar zaafı yaşandığı gerekçesiyle 12 Eylül 1980 tarihinde
silahlı kuvvetler yönetime el koymuştu. “Sıkı” bir yönetim hâkimdi. Toplumsal
olaylar son bulmuştu. Dolayısıyla çevik kuvvet personeline eskisi gibi iş
düşmüyordu.
Antalya’da Bahçelievler polis merkezi amiri ile yardımcısının
adı bir rüşvet olayına karışmıştı. Emniyet müdürü Ahmet Karakurt, benim
atanmamı uygun gördü.
O yıllarda “Karakol” diye adlandırılan polis merkezleri,
polisin okulu olarak bilinirdi. Ben de karakolda görev yaparak polisliği daha
iyi öğrenmiş olacaktım. Aslında büyükçe bir mıntıkada sorumluluk alıyordum.
İnsanların güvenlikleri, temel hak ve özgürlükleri konularında büyük önem
arzeden bu görevi “tecrübeli” birinin yerine getirmesi gerekirdi. Ancak
başkomiser sınıfı içinde Orta-K veya Lise-K diye adlandırılan orta eğitimli
amirlerin, il emniyet müdürüne güven vermemesi beni tercih etmesine neden
olmuştu. Polis merkezi amirlerinin öteden beri başkomiserlerden seçilmesine
rağmen komiser rütbesiyle bu göreve atanmıştım. Sorumluluğumun bilincindeydim.
Zora düştüğüm konularda emniyet müdürüne ulaşmak yerine öncelikle bilgisine
başvurabileceğim akil adamım vardı. Bu, geçmişte çevik kuvvet biriminde de bize
ağabeylik yapan Arif Dirik’ti. Polis merkezi deneyimi fazlaydı ve bilgiliydi.
Şunu da belirtmeliyim ki geçmişte polis karakolları diye
adlandırılan bu birimler polis merkezlerine dönüştürülürken “Emniyet Amiri”
rütbeli personel ile yönetilmesi kararlaştırılmıştı. En önemlisi de sayıları
azaltılacak ve nüfusu fazla, yüzölçümü büyük yerlerde görev alacaktı. Küçük bir
emniyet müdürlüğü gibi donatılarak trafik, pasaport, ruhsat gibi birçok
işlemin yerinde yapılması sağlanacaktı. Hem vatandaş daha kısa sürede işini
bitirecek, hem de emniyet müdürlüğünde oluşan uzun kuyruklar sona erecekti. Ne
var ki değişen sadece ismi oldu.
*
Polis merkezleri aynı zamanda adaletin ilk kapıları olarak
anılmaktadır. Kişi, suç işlediği şüphesiyle öncelikle polis merkezine getirilir
ve nezarethaneye konulurdu. Bu arada işlediği iddia edilen suçla ilgili fezleke
hazırlanarak savcılığa gönderilirdi. Fezlekede, şüphelinin işlediği suç, özet
halinde yazılırdı.
Karakollarda bu işi yapanlara “mukayyit” denilmekteydi.
Kayıt yapan kişi anlamına geliyordu. “Yazıcı” denildiği de oluyordu.
Mukayyitler, o karakolun en tanınmış polisi olarak bilinirdi. Başka polisler
öğrenip de kendi yerlerine ortak olmasınlar diye gece giderken daktiloyu
saklarlardı. Gece çalışanlar rutin işleri elle yazarak tutanağa dönüştürürlerdi.
Savcılığa gidecek evrak, gündüz mukayyit tarafından hazırlanırdı.
Bizim karakolun mukayyiti Sarı Ali idi. Tecrübeli bir polisti.
Bir yaralama olayında ele geçirilen bir bıçak için ekspertiz raporu alınıp
alınmayacağını sordu. Aslında kendisi cevabını çok iyi biliyordu. Amacı beni
sınamaktı.
Ekpertiz raporuyla, suç aletinin silah özelliği taşıyıp taşımadığı
uzman incelemesiyle tespit edilmekteydi.
Sarı Ali’nin gözlerinin içine baktım. Bu bakışta ondan bir
yardım bekler halim yoktu. Aksine müstehzi bir tutum içine girip girmediğini
gözlemlemek istiyordum. Cevap veremezsem yüzümün kızaracağını düşünüyordu.
Aslında Sarı Ali’nin öyle bir densizlik yapacağını biliyordum.
Ne yapacağım konusunda da kendimi hazırlamıştım. Karakol amirinin odasında
memurun oturtulması alışık olunmayan bir davranış olmasına rağmen oturmasını
işaret ettim. Hiç endişe etmemesini ve rahat olmasını söyledim. “Şimdi öğrenir,
hallederiz” dedim.
Telefonla Arif Dirik başkomiseri aradım. Mukayyit Ali’nin
bana sorduklarını aynısıyla aktardım. Sorunun sahibinin de Sarı Ali olduğunu
bildirdim. Gayet rahattım ve Ali’nin gözlerine bakmaya devam ediyordum. Yüzü,
endişeli bir hal almıştı.
Arif Dirik, özelliklerini aktardığım bıçağın asayiş şubesine
gönderilmesini ve ekspertiz raporu alınması gerektiğini bildirdi.
Sarı Ali’nin bu bilgiye ihtiyacı olmadığını biliyordum. Ama
ben yine usulen bu bilgiyi aktardım. Benim kızaracağımı düşünürken kendisi
Kırmızı Ali olmuştu.
Ertesi gün durumu Emniyet Müdürü Ahmet Karakurt’a
anlattığımda o da bana nasıl bir gecede polisliği öğrendiğini anlatmıştı. İlk
görev yeri olan Amasya’da benzer bir olayla karşılaşmış ve karakolun üstünde
kaldığı odaya dosyalar çıkarmıştı. Bilmeyen bir amir durumuna düşmemek için o
gece çok fazla dosyayı yukarı taşımak zorunda kalmış, sonuçta neler yapılacağı
konusunu öğrenmişti. Bu nedenle “Bir gecede polis oldum” diyordu. Bilgili polis
amirlerinin özgüvenleri de yüksek olmaktaydı. “Otokrat” bir yönetim biçimi
sergiliyordu. Polislikte “murakabe”nin önemli olduğunu belirtiyordu. Özellikle
polisin uyuyabileceği güneşin doğmasından önceki saatlerde denetim yapıyordu.
Bu tutumlarından dolayı teşkilat mensupları kendisini “Güneşin oğlu” diye
nitelendiriyorlardı.
Sarı Ali’nin suyu ısınmıştı. Yerine mukayyit olarak karakoldaki
en kıdemli polis Osman’ı görevlendirdim. Yardımcısı olarak en gençlerden biri
olan Fatih’e görev verdim. Böylece iki “bilen” polisim olacaktı. Zira diğer
polislere gelgit polisi deniliyordu. Getir götür işlerini onlar yapıyorlardı.
Karakolun bütün adli yazışmaları mukayyitler eliyle yerine getiriliyordu.
Eğitim konusunda memurların eksikliğini bilen emniyet
müdürü, personeli eğitmemizi istiyordu. 12 saat çalışılıp 12 saat istirahat
ediliyordu. Haftada bir gün izin kullanılıyordu. Eğitim için, gece göreve
gelecek personeli yarım saat önceden çağırıyorduk. Gündüz çalışanları da yarım
saat sonra gönderiyorduk. Böylece bir saatlik sürede birim içi eğitim
yapıyorduk. Gündüz vaktinde, o akşam verilecek eğitim için ön hazırlık
yapıyordum. Böylece kendim de öğrenmiş oluyordum. Daha sonra bu bilgiyi
personel ile paylaşıyordum.
En çok tutulan tutanaklardan başladık.
Hayali bir olay anlatıyordum. Bununla ilgili olay yeri
tutanağının yazılmasını istiyordum. Başka bir gün başka bir tutanak örneğini
çalışıyorduk. Kısaca bir fezlekede olması gereken bütün yazışma örneklerini bu
eğitim programında öğretip sonuçta herkesin soruşturma dosyası yapmasını
hedefliyordum.
Aslında birim içi eğitimlerin yanı sıra en azından haftada
bir gün personelin üniversite hocalarından konferans dinlemeleri sağlanmalıydı.
Yalnız bu etkinliklerin sıkıcı olmaması için bazı özendirici tedbirlere
başvurulmalıdır. Örneğin başlangıç saatlerinde yerel bir sanatçının mini
sunumuna yer verilmelidir. Ara saatlerde pasta ve içecek ikramı yapılmalıdır.
Etkinliğin bitiminde salondan ayrılınca şehirde bulunan tarihi bir yer ziyaret
edilebilmelidir. Yine etkinlik sırasında örnek bir polisiye olayın
canlandırılarak anlatımı yapılabilmelidir. Polisin yazdığı ya da polis için
yazılan bir şiir okutulabilmelidir.
Ülke gündeminde çok önemli sorunlar varken bile Türk
erkekleri, futbol konuşarak zaman tüketmede mahirdirler. Alman Milli Takımının
1972'de Avrupa Kupası şampiyonu, 1974'te Dünya Kupası şampiyonu olan
kadrolarında oynayan futbolcusu Breitner çok konuşuluyordu. Kendisi bir defans
oyuncusuydu. Görev bölgesinin sorumlusu olması lazımken o, sahanın başka
bölgelerinde de basmadık yer bırakmıyordu. Üstelik gol de atıyordu. Bu nedenle
milli takımın vazgeçilmez ve yıldız futbolcusu oluyordu.
Bana göre de bir karakolun bütün polisleri karakol hizmetlerine
dair bütün işleri yapabilmeliydi. Futbolun meyvesi gol ise, karakolun meyvesi de
fezleke idi. Gol atan makbulse, fezleke yapan da makbul olmalıydı. Ve ancak o
zaman “yıldız” personel olabilirdi.
Personel, görev saati olarak çok yoruluyordu. Toplumsal
olay olmasa bile törenler, protokol görevleri, sportif faaliyetler nedeniyle
personelin haftada bir gün olan izinleri kesiliyordu. Şimdi de birim içi eğitim
nedeniyle çalışma saatlerinin uzaması sıkıntıya yol açıyordu. Ama polislerin
yapacakları bir şey yoktu. Sıkıyönetim nedeniyle dernekleri kapatılmıştı.
Sendikaları zaten yoktu. Doğru bulsunlar ya da bulmasınlar İdarenin tasarrufuna
“kurbanlık koyun” gibi itaat etmek zorundaydılar. Zaten o dönemde bütün toplum
“kurbanlık koyun” pozisyonundaydı. Hak, hukuk, adalet, eşitlik, insan hakları
kavramları sıkıyönetim nedeniyle askıya alınmıştı.
Mutat eğitim programıyla birlikte mukayyitlik uygulamasını
değiştirdim. Buna göre her polis kıdem sırasına göre iki ay süreyle mukayyitlik
yapacaktı. Böylece sorumluluk sahibi olacağını bildiği için eğitimlere daha
çok sarılıyordu.
O yıllarda şube müdürleri, nöbetçi müdürü oldukları
günlerde karakollara uğradıklarında “cevval” polisleri araştırırlar, gözüne
kestirdiklerini, emniyet müdürünü ikna ederek kendi birimlerine alırlardı.
Birçok karakol amiri kendi yetişmiş personelini vermek istemezken ben bu kapıyı
açık bırakıyordum. Böylece ödüllendirileceğini bilen personel, sıranın
kendisine de geleceğini düşünerek fezleke yapmaya gayret gösteriyorlardı.
Böylece Sarı Ali ve onun gibilerin saltanatı sona eriyordu.
Ancak bir istisnamız olmuştu. Uzun süre vali korumada
görevli bir memur karakolumuza atandı. Akşam yaptığımız eğitimlerde en kötü
performansı o gösteriyordu.
Eğitim sırasında bir tutanağı iyi düzenleyenleri ertesi gün
çağırmazken, yeterli olamayanlarla devam ediyordum. Böylece memur, ertesi gün
boş kalmak için azami gayreti gösteriyordu. Ama vali korumadan gelen memur hiç
yazamıyordu. Sol taraftan başlayan yazı, satır sonunda kâğıdın en üst
noktasına tırmanıyordu. Meslekte on yılını aştığı halde hasta sevk kâğıdını ya
da basit bir dilekçesini bile başkasına yazdırmıştı. Diğer polisler iyi duruma
geliyorken onu görmezden gelemezdim. Hem otorite olarak, hem de diğer
personelin azmini kırmamak için mutlaka onu da kazanmalıydım.
Bir çözüm olarak devlet hastanesinde görevlendirmeyi uygun
buldum. Yanında başka polis olmayacak ve olay sonrası yaralı olarak acil
servise gelenlerin ifadesini mecburen alacaktı. Fakat gelen bu ifade
tutanakları tahmin ettiğim gibi hem içerik olarak, hem de düzen olarak
berbattı. Fezleke evrakı içine konulan bu kötü tutanaklar savcı nezdinde bizi
utandırıyordu. Çözüm olarak savcıyla konuşarak işi hafifletmeye çalıştım.
Başkaca çare bulamayan bu memurumuz da zamanla kendisini geliştirdi ve normal
düzeyi yakaladı. Biraz sabır, biraz gayret ve ilgi yeterli olmuştu.
Polis merkezlerinde öne çıkan hizmet şuydu: Önleyici amaçlı
devriye hizmetlerini yerine getirmek ve suç olmuşsa yakalanarak mukayyit
tarafından hazırlanan dosya ile birlikte adliyeye çıkarmaktır.
Emniyet müdürü Ahmet Karakurt böyle hizmet istiyordu. Ancak
polis merkezlerinde askeri, idari birçok işlemler de yerine getirilmekteydi. Bu
hizmetlerin sorumlusu polis memuru İsmail Aker ve bir bekçi idi. İsmail Aker
cana yakın, düzgün bir memurdu. Fermuarlı siyah bir çantası vardı. Zaman zaman
bu çantasını koltuğu altına alarak mıntıkaya çıkardı. Bekçi de saygılı ve
çalışkan biriydi.
Grup amiri olarak polis merkezimizde göreve başlayan komiser
yardımcısı Orhan Özsoy, memurluğu döneminde İzmir Karşıyaka’da İsmail Aker’in
yaptığı gibi idari evrak memuruymuş. İsmail Aker’in dolabının ikmal edilmemiş evrakla
dolu olduğunu görünce durumu bana bildirdi. Ben, emniyet müdürünün en çok
üstünde durduğu devriye hizmetlerine ve adliyeye gönderdiğimiz soruşturma
dosyalarına yoğunlaşmıştım. İsmail’i de düzgün gördüğüm için ve de en önemlisi
yaptığı işiyle ilgili bilgim olmadığı için takip bile etmiyordum.
Aslında bir gün benim iyi niyetle çalıştığımı bilen başsavcımız
aramış ve şu ilginç söylemde bulunmuştu. “Konuk ailesi Antalya’nın en tanınmış
ailelerinden. Nasıl olur da ‘Bilene ve tanıyana rastlanmamıştır’
diyebilirsiniz.”
Ben dememiştim. İsmail öyle yazmıştı. Ama savcının önüne
giden evrakta İsmail’in değil, benim adım ve imzam vardı. Savcının sözleriyle
cidden mahcubiyet duymuştum. İsmail’in yaptığı işlemler hakkında bilgim olmadığı
için sorgulama yapma cesaretini kendimde göremiyor, işi oluruna bırakıyordum.
Onun için sonraki yıllarda şunu iyice anlamıştım. Çalışan personel arasında
benim durumumda olanlar olabilirdi. Bu nedenle öncelikle yaptığı iş öğretilecekti.
Yani hizmet içi eğitimden önce birim içi eğitim olacaktı. Eğer ben polis
merkezinde yapılan işlemleri ve hizmetleri bilmiş olarak göreve başlasaydım
İsmail Aker’in beni kandırmaya yönelik tavrı olmayacaktı.
Nitekim o biriken evrakı yine de İsmail ve yanındaki bekçi
bitirdi. Ne var ki hoşgörü ile davranışımı suiistimal edip çantasıyla mıntıkaya
özel işlerini takibe ya da gezmeye gitmişse şimdi gece gündüz çalışarak bunu
telafi edecekti. Yapmamam gereken bir işi yaptım ve bekçiyle ikisine buluntu mobilet
tahsis ettim. Çünkü bisiklet ile bu kadar evrakı eritmeleri mümkün değildi.
Gece gündüz sadece ihtiyaç saatleri dışında birkaç ay içinde günlük duruma
getirdiler. Kuşkusuz bunda “bilen” komiser yardımcımız Orhan Özsoy’un katkısı
büyüktü.
Polis merkezleri çok ilginç yerlerdir. Belki de yaşamın
bütün karakteristik özelliklerini bu merkezlerde görmek mümkündür. Çoğu kere
siviller için enteresan olan bu enstantaneler, bazen bizi bile
şaşırtabiliyordu. Polis merkezi amirliği görevine yirmi beş yaşımda
başlamıştım. 63 kiloydum. Odamda kapım açık oturduğum bir sırada kadın bir
müracaatçının beni sorduğunu duydum. Nöbetçi memuru, benim karakol amiri
olduğumu söyleyerek kapının önüne kadar getirdi. Kadın başını içeri uzattı.
Sağa sola baktı. Sonra bir adım daha atarak yeniden içeriyi süzdü. Kimse yoktu.
Anlaşılan, beni genç ve zayıf görünce karakol amiri olabileceğimi
düşünmemişti. Zira halkın gözünde Hulusi Kentmen tipi karakol amirleri yer
etmişti. Orta yaşın üstünde bıyıklı ve göbekli…
Bugün için o kadının hangi konuyla ilgili müracaatta
bulunduğunu hatırlayamıyorum. Ama imajla ilgili bakışı bende daha çok iz
bırakmıştı.
*
Bahçelievler, sosyo kültürel yönden gelişmiş büyükçe bir
mahalleydi. Antalya, dış göç aldığı için kozmopolit yapının Bahçelievler’i de
etkilediğini söyleyebiliriz. Bu nedenle suç sayısı diğer mıntıkalardan aşağı
değildi. Sabah karakola geldiğimizde nezarethaneyi dolu görürsem günün hareketli
ve yorucu geçeceğini tahmin edebiliyordum.
Bu durumda ilk iş olarak gece görevlisinden, nezarethanedekiler
hakkında bilgi alırdım. O gün yüklüce bir suç trafiği dinlemiştim. Bu arada
koridorda elleri koynunda iyi giyimli orta yaşlarda bir kadın dolaşıyordu. Gece
görevlisine sordum. Kavga ettiği kocasının yüzüne kaynar su döktüğünü söyledi.
Zengin ve tanınmış ailelerden birinin geliniydi.
Nezarethanedekilerin raporunu aldığımda canım sıkılmıştı.
Üstüne böyle bir olayı da dinleyince serzeniş ifade eden sözlerle odama
geçmiştim. Az sonra emniyet müdürü Ahmet Karakurt geldi. Genellikle görev
değişim saatlerinde gelerek vazifeye bağlılığı görmek isterdi. Geç kalanlar
olduğunda tepki gösterirdi.
Kadın doğrudan emniyet müdürüne yöneldi ve beni göstererek
kendisine yüksek sesle bağırıp çağırdığımı, bir sürü hakaret ettiğimi söyledi.
Ahmet Karakurt, otokrat yapısıyla tanınıyordu. Onun bu sert
tutumu, disiplinsizlik yapan personeli frenliyordu. Ona göre diğer amirler de
kendisi gibi sert olmalıydı. Böylece hem memurlarına, hem de suçlulara karşı
etkinlik sağlarlardı.
Ben ise demokratik yönetim anlayışını doğru buluyordum.
Olabildiğince buna dikkat ediyordum. Emniyet müdürünün istediklerinin,
demokratik yönetim anlayışıyla da çözülebileceğine inanıyordum. Başkalarına
beni şöyle tarif ettiğini duymuştum. “İyi bir amir, ama bir de ‘sert’ olsa!”
Kadın, benim emniyet müdürü tarafından cezalandırılacağımı
düşünüyordu. Oysa farkında olmadan lehimde sözler sarf etmişti. Daha sonra
emniyet müdürünün anlatımıyla ikna oldu.
Benzer bir olayı komşu apartmanda oturan bir aile ile
yaşamıştım. Anne ile kızı birlikte oturuyorlardı. Bürokratik işleri için
karakola geldiklerinde onlarla ilgileniyordum. Birlikte çay içiyorduk. Ne de
olsa komşuyduk.
Bir gün karşı apartmanlarında oturan sağır ve dilsiz bir
karı koca ile tartışmışlar. Onlar hakaret edici sözler söylemiş, ahraz karı
koca ise balkondan terlik fırlatmış.
Müstakil bahçeli evler artık yerini apartmanlara bırakmıştı.
Para kazanma hırsıyla iç içe yapılan binalarda balkonlar neredeyse birbirine
değecek kadar yakındı.
Anne ve kızı o gün yine misafirimdiler. Ama kızgın bir
ifadeleri vardı. Ne de olsa önceden tanıdığım kişilerdi. Yine çalışma odama
aldım. İçecek bir şeyler ikram ettim. Problemlerini anlatınca dinlemek üzere
ahraz ailenin getirilmesini istedim. Az sonra polisle birlikte gelen karı
koca, odamda anne ve kızını otururken görünce yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi
biraz daha arttı.
Odamdaki diğer iki koltuğa da onların oturmalarını işaret
ettim. Bu defa da anne ve kızının yüz ifadeleri değişti. Nasıl olur da onlara
hakaret edenleri odamda oturtabilirim?
Anne ve kızı benim ayrıcalıklı davranmamı bekliyorlardı.
Bunu biliyordum. Ama ne olursa olsun böyle bir davranış içine girmemeliydim.
Tarafsız olmalıydım. Her ikisi de aynı haklara sahiptiler. Onları evimde değil,
devlet dairesinde ağırlıyordum. Benim görevim bir takım yazışmalar yaparak her
iki tarafı adliyeye göndermekti. Kimin haklı, kimin haksız olduğu yargısı ise
bağımsız mahkemelerin işiydi.
Sonraki günlerde hakkımda verdikleri bir şikâyet dilekçesi
ile idari soruşturma geçirdim. Ceza almamıştım ama dersler almıştım. İnsanları
daha iyi tanımıştım. Bir dergiye kapak olmuş güzellikte bir kız ve sosyal bir
yaşamın birçok özelliğini üstünde taşıyan bir annenin, insanları etkileme
biçiminin yanlışlığını görmüş oluyordum. Öte yandan özellikle ifadeler
alınırken sağır ve dilsiz kişilerin -tercüman da olsa- meramlarını istedikleri
gibi ifade edemeyince sinirli bir yapıya bürünmelerini bu vesile ile
gözlemleyebiliyordum.
Nelerle karşılaşmıyorduk ki…
Ücret karşılığı bakımını üstlendiği bahçenin limonlarını
çalarak mahalle aralarında satan adam…
Komşusunun çatısından akan yağmur sularının kendi bahçesine
zarar verdiğini iddia eden “Kadın Ana”…
Apartmanların birinci katlarından kadın iç çamaşırı çalarken
yakalanan zengin genç…
Korktuğunu bildiği çiçekçiye hediye kutusu içinde yılan
gönderen maceraperest iki delikanlı…
Altı yedi yaşlarındaki komşu kız çocuklarına müstehcen
resimler göstererek taciz eden emekli…
Ve hatırlayamadığım yüzlercesi…
Bir gün öğretmen arkadaşım Sedat Ersoy ziyaret için karakola
gelmişti. Aynı yaşlardaydık. Toplumsal konulara ilgi gösteren bir eğitimciydi.
Sohbet ettik. Yaz mevsimiydi ve Konyaaltı’nda aynı kamp yerinde kalıyorduk. Bu,
onun bir polis merkezinde geçirdiği en uzun süreydi. Akşam kamp yerine taşınan
sohbette karakolda geçirdiği iki saati anlatıyordu. Dinleyenler zaman zaman
hayret içinde kalıyorlardı. Ben bile onun hararetli anlatımı karşısında “Sahi,
bunların hepsi bugün mü oldu” diye hatırlamaya çalışıyordum.
İşte polis merkezleri böyle yerlerdi.
Adaletin ilk kapısıydı.
Sokaktaki her bir hoşnutsuzluk öncelikle polise intikal
ederdi.
Çoğu kere mağdur olanla biz de mağdur olurduk. Mağdur edene
kin beslerdik.
Sonra da bütün bu olayları kanıksardık. Sıradan şeyler
olarak görürdük.
Ama Sedat öğretmenin hiçbir şey atlamadan her şeyi takip
ettiğini anlayınca sonraki günlerde hep bu gerçeği göz önünde bulundurdum ve
her dinlediğim şikâyette kendimi başka Sedat Ersoyların izlediğini düşünerek
daha titiz hareket ettim.
Ülkemizde polisin tek görevi suçlu yakalamak olarak bilinir.
Vatandaş bu kanıdadır. İşin tuhaf yanı, polisin kendisi de buna inanmıştır.
Oysa polisin gerçek görevi, kent içinde güvenlik tedbirleri
alarak suç olmasını önlemektir. Büyük Atatürk, ünlü Nutuk’ta güvenliğin önemini
şu sözle ifade etmiştir: “Ülkenin ve ulusun esenliği ve mutluluğu, yurtta
dirlik ve güvenin sağlanmasıyla gerçekleşebilir.” (VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet,
Söylev, Gazi Mustafa Kemal, s.111)
Öyle ki polis, performansının yüzde 90’ını suç olmaması
için harcamalıdır. Bütün önlemlere rağmen suç olmuşsa, suçun esas sahibi olan
savcıya yardımcı olmalıdır.
Şunu demek istiyoruz:
Biri 100, diğeri 90 km hızla peş peşe giden iki aracın
çarpışma şiddeti 10 km’dir. Savrulma olmadığı varsayılırsa sadece tamponlar
zarar görebilir.
Öte yanda her biri 100 km hızla giden iki aracın karşılıklı
çarpışma şiddeti 200 km’dir. Araçlar paramparça olur.
Eğer polis teşkilatı mensupları, imkânlarını ve enerjilerini
olay olmadan önce kullanırlarsa toplumda sadece 10 km şiddetinde sarsıntı
yaşanabilir.
Yok eğer, güvenlik tedbirleri konusunda pasif kalınırsa
bunun topluma yansıması 200 km şiddetinde olur.
Hiç vakit kaybetmeden “Önleyici Hizmetler” kavramı yeniden
harekete geçirilmelidir. Çözümün adresi ise stratejist emniyet müdürlerimizden
Akif Aktuğ’un projelerinde mevcuttur.
Bugün ülkemiz terör konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorsa ve
de cezaevleri dolup taşıyorsa önleyici hizmetlerdeki eksiklerimizden dolayıdır.
Derhal bu konuya el atılmalıdır.
Halkımızın genelinde “seçkinci özentiliği” vardır. Bunu en
net olarak siyaset adamlarında görürüz. Ahmet Necdet Sezer gibi, Erdal İnönü
gibi istisnaların dışında çoğunun ilk başlarda trafik ışıklarında durduğunu,
fakat genetik yapısının dışavurumuyla bir müddet sonra farklılığını gösterme
ihtiyacı duyduğuna tanık oluruz.
Polis de böyledir. Başlangıçta devriye ya da nokta hizmetleriyle
göreve başlar. Burada kendisini “pasif” olarak görür. Gözü açılır açılmaz
siyasi ya da idari alanda tanıdığı hatırlı kişileri devreye sokarak asayiş, narkotik,
terör gibi görevlere geçer. Herkes aynısını yapınca yüzde 90’lık alan boşalır
ve suçlular cirit atmaya başlar. Sonra da boş meydanlarda suçlu arar. Bulanık
suda balık arar gibi…
*
Antalya büyüdükçe ferrokrom fabrikası şehir içinde
kalmıştı. Dev bacasından yükselen aleviyle, mini bir yanardağı andırıyordu.
Çıkardığı toz nedeniyle çevresine konut yapılmıyordu. Yakınında limon
bahçeleri vardı. Bahçe sahibi, işinden dolayı ilgilenemediği için limonların
yetiştirilmesi görevini ücretle başka bir şahsa yaptırıyordu. Ancak eksilen
limonların takibini yaptığında bu kişinin limonları pazar yerlerinde ve
mahalle aralarında el arabası üstünde sattığını iddia ediyordu. Şahıs ise
sattığı limonları halden aldığını belirtiyordu.
Faturanın ve vergi yükümlülüğünün aranmadığı yıllardır.
Bahçeden topladığını gören yoktu.
Birkaç kez adliyeye gönderdik. Ancak deliller yetersizdi.
Araştırma polislerine verilse “bülbül” gibi konuşturulur
muydu?
Ama bu benim tarzım değildi.
Öncelikle hırsızlığı yaptırmamalıydım. Karakol mıntıkasındaki
sorumluluk alanına hâkim olmalıydım.
Yapılıyorsa suçüstü yakalatmalıydım.
Şahıs her defasında el arabası üzerinde limon satmaya devam
ediyordu.
Aslında şikâyet sahibi hali vakti yerinde bir işletmeciydi.
Limonların kendi bahçesinden toplandığından emindi.
Çözümü, devletten yani bizden bekliyordu. Ona karşı gizli
bir mahcubiyet duymaya başlamıştım. Sıkça bu konuyu düşünür oldum.
Bir çare bulmalıydım. Sonunda limonlardan nümune alarak
kimyasal tahlilinin yaptırılmasına karar verdim. Bahçeden çalınmışsa
ferrokromun tozu, satılan limonlarda çıkacaktı. Merakla beklediğim rapor beni
doğrulamıştı. Daha önce birkaç kez serbest bırakılan şahıs bu defa itiraf etmek
durumunda kalmış ve tutuklanmıştı.
Mutlu olmuştum. Ama şahıs tutuklandığı için değil…
Delilden suçluya gidildiği için…
*
“Kadın Ana”, bir televizyon dizisinde Anadolu’nun cefakâr
kadınını canlandırıyordu. Çevresindeki insanların problemlerini devlete
duyurarak çözümler üretilmesini sağlıyordu. Altmış yaşlarındaydı. Yüzündeki
çizgiler Anadolu kadınının çilesini göstermeye yetiyordu. Sorumluluk
alanımızın gecekondu kesiminde bu özellikleri taşıyan bir “Kadın Ana”mız vardı.
Çoğu kere komşu anlaşmazlıklarıyla karakolumuzun müdavimlerinden olmuştu.
Televizyondaki “Kadın Ana”yı takdir ettiğimiz gibi onu da takdir ediyordum.
Hatta yaşına ve gayretine duyduğum saygıdan dolayı ona ben de Kadın Ana diye
hitap ediyordum. Yine bir gün komşusunun çatısından akan yağmur sularının kendi
bahçesine zarar verdiğinden şikâyetle karakola geldi. Komşusunu çağırdım.
Gerekirse yağmur oluğu yaptırmasını istedim. Kadın Ana şikâyete devam etti.
Komşusu ne kadar önlem alsa da Antalya’nın kadı kaçıran yağmuru Kadın Ana’nın
bahçesine düşebiliyordu. Böyle bir konuda evrak hazırlayarak adliyeyi meşgul
etmek istemiyordum. Birkaç defa tekrarlanan bu durum Kadın Ana’yı tatmin
etmemişti. Bu defa şikâyet için valiliğe gitmiş. Şikâyetiyle ilgilenilmediğini
söylemiş. Hatta benim kendisine “Kadın Ana” diye hitap etmemi, aşağıladığım
şeklinde yorumlamış. Hâlbuki ben takdir ettiğim için böyle söylüyordum.
Birkaç gün sonra Kadın Ana ve komşularının saç saça baş başa
kavga ettiklerini, pejmürde bir vaziyette karakola getirildiklerini gördüm.
Kavga, çatıdan akan su sebebiyle olmuştu. Ama kavganın görünmeyen nedeni
bendim. Kadın Ana’nın müracaatını alıp savcılığa bildirmediğim için devletin
yapmadığını kendi yapmaya kalkışmıştı.
Kadın Ana gerçekten dürüst bir insandı. Herkese iyilik
yapmak istiyordu. Saf ve temiz görüntüsünün arkasında liderlik vasfı öne çıkıyordu.
Ben de onun iyiliklerinden yararlandım ve o günden sonra
polis merkezine gelen her türlü müracaatı “sudan şeyler” demeyip adliyeye
intikal ettirdim.
Ama on sekiz yaşında balkonlardan kadın iç çamaşırı çalan
genci adliyeye göndermediğimde henüz Kadın Ana’yı tanımamıştım. Pırıl pırıl bir
çocuktu. Annesinin ve babasının göz bebeğiydi. Sosyal statüleri ve ekonomik
durumları iyiydi. Konuyla ilgili yaptığım sohbetlerde bu tür insanların bir
nevi hastalık sonucu böyle işlere tevessül ettiklerini duydum. Aslında
sahibinin rızası dışında eşyası çalınıyordu. Bu bir hırsızlık idi. Ama nedense
genç bir insanı, hayatının önemli bir çağında adliyeye göndermek istemedim.
Çünkü ebeveyninin, tedavisi için gayret göstereceğine inanmıştım. Nitekim
gayretleri olumlu sonuçlanmış ve çocuk normale dönmüştü.
*
Semtimizin çiçekçisinin yılandan korktuğunu hastane
polisinden öğrendik. Ama bizden önce öğrenmiş olan iki kafadar, çiçekçiye şaka
yapmak için hediye olarak göndermişler. Çiçekçi, kutudan canlı yılan çıkınca
bayılmış ve hastaneye kaldırılmış. Hastane polisine verdiği ifadede şahıslardan
davacı olduğunu bildirmiş.
Polis kayıtlarında ender görülen durumlardandı. Nasıl
değerlendirilecekti?
Sıradan bir şaka mıydı?
Yoksa adli bir olay mıydı?
Ortada hastaneye kaldırılmış biri vardı. Fiziki bir yarası
yoktu ama korku sendromu yaşamıştı.
Tabanca, bıçak gibi suç aleti yoktu ama korkuya neden olan
yılan vardı.
Yapanlar da belliydi.
Çiçekçi, ille de davacıyım, diyordu.
Durumu savcıyla paylaştık.
Tecrübeli savcımız merakla dinledi ve yılanın zehirli olup
olmadığı yönünde rapor almamızı istedi.
Artık bizim için adli süreç başlamıştı.
Suç tabancayla işlenseydi iğnesinin kırık olup olmadığı,
ateşleme mekanizmasının çalışıp çalışmadığı önemliydi. Bıçakla işlendiğinde
6136 sayılı kanuna aykırı olup olmadığı ekspertiz raporuyla tespit edilirdi.
Cezanın alt sınırı ya da fazlası böylece belirlenirdi.
Demek ki suç, zehirli yılanla işlenmişse ceza artırılarak
verilecekti.
Buraya kadar bizim sıradan işimizdi.
Esas olan bundan sonrasıydı.
Çiçekçinin yanında çalışanlar kutuyu karakola getirdiler.
Karton bir bisküvi kutusuydu. Hava alması için bırakılan delikten baktık.
Yeşilin her tonunu görmek mümkündü.
Mesai saati bitmek üzereydi. Bu nedenle rapor işi ertesi
güne kaldı.
Karşılaşmadığımız bir durumdu.
Nezarethaneye bırakılamazdı. Orada insanlar vardı.
Kaçar mıydı? Kaçarsa ne yapılırdı?
Suçlunun karakoldan kaçırılması büyük ceza gerektiriyordu.
Acaba açlığa ne kadar dayanabilirdi?
Öyle ya! Ölürse raporu alınabilir miydi?
Ölümü sorumluluk doğurur muydu?
“Bir yılana da sahip çıkamadınız” denilir miydi?
Akla bir sürü soru geliyordu. Ama esas düşünen geceki
nöbetçi memuru Ramazan’dı. Olayın iki şüphelisini bir tutanakla gündüz nöbetçisinden
teslim aldı. Ama bir türlü kutuyu teslim almak istemiyordu.
Yılanın sağ salim ertesi sabaha çıkması gerekiyordu.
Arkadaşları Ramazan’a destek oluyorlardı. Gece sütle beslemesini söylüyorlardı.
Sonuçta sabah oldu. Ama Ramazan en büyük sıkıntıyı sütün
ıslattığı kartonun mukavemetini kaybetmesi üzerine yaşadı.
Korkulan olmadı ve görevi gündüz nöbetçilerine teslim etti.
Hazırlanan dosya ile birlikte taraflar ve kutu adliyeye
gönderilince herkes rahat bir nefes aldı.
*
Aslında polis merkezleri olarak insanların dışarıda
birbirleriyle olan ilişkilerinin doğurduğu hukuksal sorunların çözümü için
adaletin ilk kapısı olarak görevimizi yapıyorduk.
Bazen de istemeden bu olayların tarafı olabiliyorduk.
Bir müteahhit, içkili bir lokantada, kıyafetinden lise
öğrencisi olduğu anlaşılan bir kızla yemek yerken polis merkezine ihbar
gelmişti. Kıza içki içirildiğini gören bir müşteri durumu bize aktarmıştı.
Kızın babası, müteahhitin iş yerinde bekçi olarak çalışmaktadır. Müteahhit,
yardımcı olmak için okuldan eve, evden okula götürdüğü kızla işi epeyce
ilerletmiştir.
Doktor raporu da olumlu çıkmayınca anne ve baba davacı olmuş
ve müteahhit tutuklanmıştı.
Bir ay sonra adliyeye çağrıldım. Bu durum polislikte sıkça
yaşanırdı. Herhangi bir zamanda attığımız bir imza sonrasında, işlemlerin
yapılma aşamasında mahkeme heyeti bilgi almaya lüzum görürse bizi de dinlerdi.
Gece çalışan polisimiz bundan çok rahatsız olurdu. Gündüz uyumalıydı ki gece
sağlıklı olarak sabaha kadar bu zor görevde ayakta kalabilsin. Ama emir, demiri
kesiyordu. Mahkemeye gitmek daha önemliydi.
En kötüsü de saatin belli olmamasıydı. Duruşmaların
başladığı saatte orada olunur, mübaşir ne zaman salonda adını çınlatırsa o
tarafa gidilirdi.
İşhanından bozma adliyede baroya ait bir yer vardı. İçeride
tanıdığım bir avukatı gördüm. Antalya’nın en ünlü avukatlarındandı. Samimi bir
havayla beni karşıladı ve çay ikram etti. Bir süre oradan buradan konuştuk. Az
sonra bir şeyler söyleyerek ayrıldı. “Şimdi çay içiyoruz. Ama…” dediğini
duydum. Son kelimeleri söylerken cübbesini almış ve koridora çıkmıştı bile.
Çay içimi bir süre geçmişti. Mübaşir adımı okudu ve beni bir
odaya yönlendirdi. İçeride bir hâkim ve tanıdığım o avukat vardı. Liseli kız
ile babası da odadaydı. Hâkim, müteahhit olayıyla ilgili sorular yöneltti. O
günle ilgili bildiklerimi anlattım. Hâkim bu defa avukata söz verdi.
“Komiser, müvekkileme zor kullanarak söyletmiştir.”
Avukatın yarım kalan sözlerini şimdi anlamıştım.
Kız da şimdiki ifadesinde müteahhidin yapmadığını,
tanımadığı biri tarafından iğfal edildiğini söylüyordu.
Bir an için şaşırmıştım. Bir ay önce polis merkezimize
intikal eden bir olayı gönül rahatlığıyla adliyeye intikal ettirmiştik.
Müteahhit tutuklanmıştı. Kız ise anne babasına teslim edilmişti.
Üstelik avukatla dostluğumuzun özünü, insan hakları
konusundaki duyarlılığımız oluşturuyordu. Benim kötü muamele yapmayacağımı en
iyi o biliyordu.
İlginç bir durumdu. Bir müteahhit ile yanında çalışan
birinin kızı arasında geçen hukuki bir olayda “taraf” olabiliyordum. Kötü
muamele yaptığım iddiasıyla resmen suçlanıyordum. Ülkemizde yaşayan insanların
birçoğu birbirleriyle davalıydı. Böylesi bir toplumda bunun polise yansımasını
bir düşünmek gerekir. Açacağı erozyonu kim düzeltebilir ki… Hâlâ poliste sosyal
hizmet uzmanlarının bulunmayışı, psikolog hizmetlerine yer verilmeyişi ciddi
bir handikap olarak görülmektedir.
Polis, göreviyle ilgili iki şekilde olayın “taraf”ı olur.
Birincisi, müteahhit olayında olduğu gibi kişi suçu işlemediğini,
cezadan kurtulabilmesi için polisin baskısı karşısında “yaptım” dediğini iddia
eder. Burada polis, baskı yaptığı veya kötü muamelede bulunduğu iddiasıyla soruşturma
geçirebilir.
İkincisi; polis, örneğin bir trafik kontrolünde şahısla
münakaşaya girer. Buna polis jargonunda “Ayağıyla pislik getirmek” denir.
Münakaşanın boyutuna göre de soruşturma geçirir.
Her iki durumda da polis metanetini korumalıdır. Böyle
konuların sırf polis olduğu için başına gelebileceğine hazırlıklı olmalıdır.
Birinci olayda taraflar; müteahhit ile lise öğrencisidir.
İkinci olayda trafik kusuru işleyen vatandaş ile bu kuralları koyan devlettir.
Yani ikisinde de polis taraf değildir.
İngiltere’de bir polis alımı mülakatında bir zenciyi, polise
tükürürken gösteren fotoğrafa yer verilmiş olduğunu duymuştum. Adaylar,
polisliğe girerken bu gibi durumların olabileceğini bilsinler diye…
Daha sonra avukatla karşılaştığımda yarısını anlamadığım
cümlesini tekrar etti. “Şimdi çay içiyoruz. Ama az sonra aramız bozulabilir.”
Beni neden suçladığını sordum.
“İşimi yapıyorum” demekle yetindi.
Dostunu üzecek kadar işine saygılıydı.
Sonra davanın iç karartan çirkin pazarlıklarını anlattı.
Müteahhitin, kızın babasına bir daire verdiğinden söz etti.
*
Konyaaltı plajlarının bulunduğu alanda belediyeye ait
ahşaptan yapılmış sayfiye evleri vardı. Antalya’da görev yapan bürokratlar,
“oba” adı verilen bu mekânlarda serinleme imkânı buluyorlardı.
Emniyet müdürümüz Ahmet Karakurt da burada oturuyordu.
Emniyet amiri Ümit Aksoy’un nöbetçi müdürü olduğu bir gece ben de nöbetçi
amiriydim. Telsizle anons ederek yanına gelmemizi istedi. Konyaaltı caddesinde
trafik kontrolü yapan ekibin, belediye otobüs işletmesi müdürünün arabasından
rakı şişesini çalmış olduğunu bildirdi.
Otobüs işletme müdürü, poşet içinde rakı şişesini bulamayınca
doğrudan emniyet müdürüne gitmiş ve ekip personelinden şikâyetçi olmuştu.
Yapacağımız şey belliydi. Ekip otosunu, polis merkezinin
bahçesinde aradık. Rakı şişesi yoktu. Kontrol yaptıkları yerin etrafında arama
yaptık. Bırakabilecekleri ihtimali olan yerleri kontrol ettik. Yoktu. Ekip
amiri sınıf arkadaşımdı. İçkiye karşı olan biriydi. Ama ekipteki diğer iki memuru
bu yönleriyle tanımıyorduk.
Biz araştırmamızı sürdürürken emniyet müdürü telsizle yine
aradı ve yanına gelmemizi istedi. Ümit Aksoy’la birlikte gittik. Bize, otobüs
işletme müdürünün başka bir şey için arabasına gittiğinde koltuğun altında rakı
şişesini bulmuş olduğunu söyledi. Ekip personeline iletmemiz için şu talimatı
verdi: “Söyleyin onlara, otobüs işletme müdüründen davacı olsunlar. Beni de
tanık göstersinler.”
Eğer rakı, ekip otosunda bulunsaydı personel adli ve idari
yönden en ağır cezayı alırdı. Emniyet müdürü bu konuda çok titizdi. Zaten
personel, aksini beklemezdi. Ama bizi ve personeli etkileyen şey, emniyet
müdürünün, polise iftira atan otobüs işletmesi müdürüne karşı personelin
yanında yer almasıydı.
Bahçelievler’den Konyaaltı plajlarına, üç keskin virajdan
oluşan varyant geçilerek inilirdi. Fizik kanunları gereği arabalar az da olsa
savrulmaktaydı. Rakı, şişede durduğu gibi durmaz ya… Poşette de durmamış,
koltukların altına yuvarlanmıştı.
*
İlk kadrom olan Gaziantep’te polisi, kirlenmiş yüzüyle
görmüştüm. Oturacak bir sandalye bile çok görülmekteydi. Antalya’da
havalimanında, çevik kuvvette ve polis merkezinde müstakil amir olarak
çalıştırılmıştım. Değer verilmesi nedeniyle mutluydum. Ama yine de hatırlamak
istemediğim olaylar yaşadığımı belirtmeliyim.
Ahlak komiseri Orta-K’lıydı. Sorguları bazen polis merkezlerinde
yaparlardı. Karakolda olmadığım bir sırada iki genel kadına kötü muamelede
bulunmuş.
Neden kötü kadın olmuşlarmış?
Neden fuhuş yapıyorlarmış?
Tam anlamıyla “yargısız infaz!”
Geldiğimde gördüğüm manzara şuydu: Kadınlardan biri,
yaşadığı travma sonucu kanama geçirmektedir. Diğer kadının müdahalesine rağmen
kanama durmamaktadır. Anlaşılan tıbbi bir müdahale gerekecektir. Bu da
komiserin kötü muamele yaptığını ortaya çıkaracaktır. Az önce tıpkı ortaçağ
zihniyetiyle iki kadına karşı aslan kesilen komiser şimdi süt dökmüş kediye
dönmüştü. En acısı da döverek kanamaya sebebiyet verdiğinden dolayı hâkim
karşısına çıkacağını düşünüp diğer kadına yalvarmaya başlamıştı.
Dövüldüklerini söylememesi için…
Hani fahişeydiler.
Sokak kadınıydılar.
O halde şimdi sokak kadınına niye yalvarıyorsun?
“Sokak adamı” durumuna düşmüş biriyle aynı devlet
kademesinde çalışmak utandırıcıydı…
Bir kere de kendi uygulamamdan utanmıştım. Mutfak tüpü
hırsızlığının yaygınlaştığı bir dönemde, önlem olması bakımından, tüp
satıcılarına, polis merkezine bilgi vermeden vatandaştan tüp satın
almamalarını istemiştim. Hepsine bir yazı göndererek konuyu duyurmuştum. Bir
gün genç bir kadın gelerek mutfak tüpünü satabilmesi için yazı vermemizi
istedi. Utanarak söylediği besbelliydi. Kucağında küçük bir çocuğu vardı.
Kocası cezaevindeymiş. Fakir muhitte oturuyordu. Mutfak tüpünü satabilmesi için
yazıyı hazırlayıp kadına verdim. Ama hemen o uygulamayı kaldırdım.
Polislik, insana neler öğretiyordu!
*
Antalya’da başka neler oldu?
İlk idari soruşturmayı Antalya’da geçirdim. Yasak yayın
kapsamında Kitle dergisine abone olduğum konusunda soruşturma açılmıştı. Böyle
bir dergiye abone olmuşluğum yoktu. Soruşturma sonucunda tarafıma herhangi bir
ceza ya da bilgi tebliğ edilmedi. Zaten ceza almam önemli değildi. Dosyamda bu
gibi bilgiler bulunursa terfi etmem zorlaşacaktı.
Ama esas cezayı İKK’lı oluşla ödedim. Beni sol görüşlü bir
personel olarak istihbarata karşı koymakla nitelendirmişlerdi. Sakıncalı
görüyorlardı. Ben ve benim gibi olanlar istihbaratçılar tarafından takip edilirdi.
Kimlerle oturup kalkıldığı, kimlerle görüşülüp konuşulduğu, kimlerle samimi
olunduğu emniyet müdürü tarafından periyodik olarak bir raporla Ankara’ya
bildirilirdi.
Ülkemiz ilginç dönemlerden geçiyordu. 12 Eylül rejiminin
etkileri devam ediyordu. Türkiye, iki kutuplu dünyada kendisini Sovyet tehdidi
altında görüyordu. Ülkeyi yönetenlerden bir kısmı bu algıdan korkarken bir
kısım meslektaşlar da POLDER’e üye olanlardan korkuyordu. Onları potansiyel
tehlike göstererek ötekileştiriyorlardı.
POLDER yasal bir dernek olduğu için yıpratamıyorlardı. Bu
defa toplatılmasına karar verilen bir dergiye abone olduğum isnadıyla zaaf
içinde gösteriyorlardı. Yani amaç, üzüm yemek değildi.
Ülke, 1980 Eylülünden 1983 yılı sonuna kadar sıkıyönetimle
idare edildi. Kendini devlet başkanı ilan eden Kenan Evren, Atatürk ilkelerini
örnek alan bir model izleyeceğini belirtti. Atatürk gibi baston kullandı. Onun
gibi fötr şapka giydi. Daha sonra yurt gezilerine çıktı. Büyük Atatürk’ten ve
yaptıklarından övgüyle söz etti. Bu konularla ilgili dağarcığındaki bilgiler
bitince dinsel konulara girdi.
Malum! Türkiye’de herkes din âlimidir! Siyaset uzmanıdır!
Futbol teknik direktörüdür!
Kenan Evren, babasının din hocası olduğundan söz etti.
Ülkede Amerika Birleşik Devletleri gibi sağ ve sol olmak üzere iki merkez
partinin önde olmasını istedi. Seçimler yaklaştığında kendisi sağ partinin
yanında yer alınca halk bu duruma tepki olarak ne sağ, ne de sol partiyi
seçti. Dört eğilimi ve orta direği temsil ettiğini öne süren Turgut Özal’lı
Anavatan Partisini tercih etti.
Sağcı partiler işin kolayını bulmuştu. Sovyet tehdidini
bahane ederek sol düşünceli insanları potansiyel tehlike olarak
göstermekteydiler. Bu görüş, dar düşünceli Anadolu halkınca yandaş bulunca sol
partiler iktidar olma şansı yakalayamamakta, meydan sağ partilere kalmaktadır.
Böylece ucuz iktidar sahibi olan sağ partiler, kolayca ele geçirdiği saltanatla
şımarıkça kararlar alabilmekte, keyfi yönetim sergilemektedirler. Basitçe ele
geçirilen iktidar, acemice yönetmekte, dolayısıyla ülkede “sistemlilikten” söz
edilememektedir. Az gelişmişlikten gelişmişliğe sıçrama yapılamamaktadır.
Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynaması gereken
memurlar, çoğu kere basit iktidarların, basit iş takipçileri durumuna düşmüşlerdir.
Cumhuriyetten beri kazanılan değerleri, basit iktidarlar istedi diye yok
etmişlerdir. İktidara yaranmak için görev sırasındaki tarafsızlığını, iktidar
lehine bariz biçimde bozmuşlardır. Bunu ispatlamak adına ana muhalefet
partisini “Sovyet yanlısı”, “solcu”, “komünist” gibi sıfatlarla küçültmeye
çalışmışlardır.
Tarih boyunca da aynısı olmuştu. Solu temsil eden ilk parti
1889 yılında kurulmuştu. Askeri tıp öğrencilerinin İttihadı Osmani partisi daha
sonra Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetine dönüşerek bugünkü CHP
doğmuştur.
Sağda ise ilk olarak 1908 yılında Ahrar partisi kurulmuştur.
Bir yıl sonra ortaya çıkan şeriat yanlısı İttihadı Muhammediye partisiyle
birleşerek Hürriyet ve İtilaf partisine dönüşmüştür. Zorunlu tek particiliğe
son verilince 1946 yılında DP, daha sonra AP ve DYP adıyla devam etmiştir.
DP, 1960 askeri müdahalesiyle ortadan kalktığında yeni bir
anayasa yapılarak ülkemizde demokrasi rüzgârları esmeye başlamıştır.
DP, bu defa AP olarak sahne almıştır. Ama ülkeyi sağ sol olaylarının
sarmalından kurtaramamıştır.
CHP hep vardı. Ama halk “solcu”, “komünist” diye CHP’ye
yeterince oy vermiyordu. 1980’li yıllara girerken kendisini aşırı sol
söylemlerden arındırmışsa da bir türlü hedeflediği seviyeye gelemiyordu.
Seçmenin kafasında, sondaki “u” harfi uzatılarak söylenen “Ama o solcu” tedirginliği
giderilemiyordu.
Bu durum AP’nin işine geliyordu ve kolayca iktidar oluyordu.
Çok sıkıştığında sağın “şımarık kardeşleri” MSP ve MHP’den destek görüyordu.
Dolayısıyla fırsatçı iktidar olduğu için millete çare olamıyordu.
İşte ANAP’ın ara partisi olarak ortaya fırlayışı bundandır.
Halk, merkez sağda ve merkez solda istediğini bulamayınca şansını ara
partisinde denemiştir. ANAP, pansuman niteliğinde bir parti olduğu için on
yılda miadını doldurmuş ve sahne gerisine atılmıştır.
Ara partisi ANAP’ın üzerinden silindir geçmesiyle sağda bu
defa Demokrat Partinin AP’den sonraki uzantısı DYP belirmişti. CHP (bu defa SHP
olarak) yine vardı ve iki olgun insan Süleyman Demirel ve Erdal İnönü birlikteliği
ile merkez sağ ile merkez sol yeniden Türk siyasi hayatına sahip çıkmıştı.
Ama burası Türkiye idi. Cumhurbaşkanı Özal’ın ani ölümüyle
Demirel Çankaya’ya çıkmış, merkez sağda Tansu Çiller- Mesut Yılmaz çekişmesi
yeni bir zafiyete yol açmıştı. Ardından tecrübeli isim olarak Ecevit sahne
almış ve koalisyon hükümetleriyle yeni bir sancılı dönem başlamıştı.
Ülke sıkıntılı duruma düşse de asker bir daha müdahalede
bulunmayacaktı. Halk, kendi sorunlarını kendi çözmeyi bilecekti.
Ama merkez sağ ile merkez sol umut olamıyordu.
Halk yeni bir arayışa girdi. Dinci Necmettin Erbakan’dan
kopan genç ve yenilikçiler AKP’yi iktidara getirdi.
AKP, ANAP’tan sonra Türkiye’nin siyasi hayatına giren ikinci
ara partisi oldu.
İktidarda iken iki kulvarda koştu.
Kulvarların birinde fakir ve muhtaç Anadolu insanı vardı.
Onlara küçük yardımlarda bulunarak yarısının oyunu aldı. Yardımın büyüğünü
alırken de dört Bakanı yakalandı.
Diğer kulvarda ise FTÖ, PKK ve IŞİD ile birlikte hareket
ettikleri yorumları yapıldı.
Fetullah Gülen ile aynı yolda beraber yürüdüğünü, ne
istediyse verdiğini ifade etti.
PKK ile ‘Analar Ağlamasın’ diye çözüm sürecine girdi.
İslam dinine hizmet ettiğini öne sürerek IŞİD’e destek
olduğu bildirildi.
Ama işler istediği gibi gitmedi.
Dost bildiği Fetullah cemaati; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca
“Fetullahçı Terör Örgütü” ilan edildi.
IŞİD; Gaziantep 3. Ağır Ceza Mahkemesince silahlı terör
örgütü damgasını aldı.
PKK, zaten tescilli bir terör örgütüydü.
Neyse ki birinci kulvarda göl çok derin değildi ve dört
Bakan -biraz da olsa- yüzme biliyorlardı. Kurtuldular.
Ancak ikinci kulvarda terör örgütleriyle yanlış ilişkileri
sonucu 7 Haziran 2015 seçimlerinde sendelediler. Gemi ciddi derecede su aldı.
Ancak beş ay sonraya bırakılan 1 Kasım seçimlerinde yeniden toparlanmayı
bildiler.
Bu durumda mini bir tahlil yapacak olursak 1950’lerin
Demokrat Partisi ile onun uzantıları olan Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi
bitmiştir.
Aradan fırlayan ANAP’ın üzerinden silindir geçmiştir. AKP de
276’nın altını görmüştür. Çünkü her iki ara partisinin “sistem”leri
olmamıştır. Günübirlik politikalarla vaziyeti idare etmeye çalışmışlardır.
MSP, MHP ve HDP gibi partiler ise ana yemeğin yanındaki
garnitür gibidir. Demokrasiye zenginlik kazandırmaktan başka işlevleri yoktur.
CHP’ye gelince halk tarafından iktidar olacak seviyeye
çıkarılmadığı görülmektedir. Kurnaz sağ tarafından elinden maması alınarak
güdük bırakılmaktadır. İnsanın, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diyeceği
geliyor. Çünkü onun karşısında ortaya çıkan DP, 1960’da hazin bir son
yaşamıştır. Uzantısı AP, 1980’de başarısız görülerek askeri müdahaleyle
kapanmıştır. Uzayan ikinci kol DYP, Mehmet Ağar ile birlikte havlu atmıştır.
Ara partilerden ANAP yok olmuştur. AKP ise 1 Kasım seçimleriyle yeni bir hayat
bulsa da 7 Haziran’da 276’nın altını gördüğü için tedirginlik yaşamaya
başlamıştır.
Peki, çözüm nedir?
Tabii ki demokrasilerde çözüm, halk iradesidir. Parlamentoda
276’ları zorlayan bir merkez sağ ile merkez solun, halkın karşısına çıkarılarak
en az hata yapanın kazanacağı bir iktidar iş başına getirilmelidir.
CHP; 1923’den beri siyaset arenasındaki yerinde hazırdır.
Sıra, onun karşısına merkez sağ bir partinin getirilmesindedir. Gelecek olan
merkez sağ partisi bilmelidir ki Cumhuriyetle yaşıt partiye saygı gösterdiği
ölçüde kendisi de saygınlığını kazanarak onun gibi uzun ömürlü olacaktır.
Böylece Türkiye ve Türk milleti kazanacaktır.
Anayasada yazıldığı gibi “Siyasi partiler, demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Ancak bu söylem, siyasi partileri
şımartmamalıdır. Anayasa esasen, siyasi partilerin ürettiği ya da üreteceği
siyaseti önemsemektedir. İşte bu siyaset, insanlar üzerine bir silah gibi kullanılmamalıdır.
*
Söz, İKK’lı olmaktan gelmişti. Kendi siyasi düşüncesini
güçlendirmek için başkalarına İKK’lı diye iftira atmak siyaset ahlakına uygun
olmasa gerektir. Çünkü siyaset, mesai arkadaşını siyaseten alt etmek değil,
ülkenin ufuklarını açmaktır.
Teşkilatımızdaki İKK’lılık yükü, Ünal Erkan’ın 1992 yılında
emniyet genel müdürü olmasıyla sona erdirildi. Aynı teşkilatın içinde sakıncalı
personel gibi görülmek ve böyle davranılmak hoş olmayan şeylerdi. Teşkilat
içinde yıldızı parlaması muhtemel birçok personelin, bilgilerinin ve
başarılarının kıskanılması sonucunda adı İKK’lıya çıkarılıyordu.
Kolejli komiserler gerek çalışkanlıklarıyla, gerekse verilen
emirleri mevzuata uygun yapmalarıyla müdürler tarafından daha çok
sevilmektedir. Bunu çekemeyen Orta-K’lılar, kolejli komiserleri rakip olarak
görmekte ve önlerine engeller çıkarmaktadır. Kendileri başkomiserliğe kadar
yükselecekken kolejlilerin daha üst rütbelere çıkacağını -çoğu kere-
hazmedememektedirler.
O yıllarda polis istihbaratında Orta-K’lı komiserler
çalıştırılmaktaydı. Yetersiz emniyet müdürleri, maalesef kendi yönetim
zaaflarını, kadro tecrübesi olduğuna inandığı istihbaratçı komiserlerin yalan
yanlış fısfısları ile kapatmaya çalışıyorlardı. İstihbaratçılar, ülkenin bekasına
yönelik davranışları önceden ortaya çıkarıp tedbirler alacağına hangi memur
kiminle görüşmüş, kime ne söylemiş, hangi görüşe mensupmuş, içki içiyor muymuş,
namazını kılıp orucunu tutuyor muymuş gibi görevi olmayan konulara
bulaşıyorlardı.
Nasıl ki geçmişte Osmanlı yöneticileri Türkleri adam yerine
koymayarak imparatorluğun sonunu getirmişlerse emniyet teşkilatı yöneticileri
de kolejlileri ezerek teşkilatın kanguru yavrusu gibi kucakta taşınmasına
vesile olmuşlardır. Bununla da yetinilmemiş, 1950’lerde kapatılıp 1958’de
açılan polis koleji, aynı bahtsızlığı 2014’lerde tekrar yaşayarak teşkilat
yeni bir karanlığa sevk edilmiştir.
Bitlis’te bir müdürün istihbaratçı komisere, teşkilat
mensuplarını kastederek “Kimin ne yaptığını bana niye getirmiyorsunuz” dediğine
bizzat tanık olmuştum. Hâlbuki istihbaratçının getireceği şey, memurun
disiplinsiz davranışına ilişkin konular olmamalıydı. Memleketin iç güvenliğine
yönelik iç ve dış tehlikelerin algılamasını sağlamalıydılar. İstihbarat
birimlerinde bulunan dinleme ve izleme aygıtları iç güvenliği tehlikeye sokacak
kötü niyetlilerin yakalanması için kullanılmalıdır. Bu cihazlardan, yurda
sokulan ve ülkemizden geçişi yapılan kaçak ve uyuşturucu maddelerin ele
geçirilmesi için yararlanılmalıdır. Bu konularda başarılı olamayan
istihbaratçılar bu defa müdürünün gözüne girmek için yalan yanlış haberlerle
kendi personelini gammazlamakta, prim toplamaya çalışmaktadırlar.
Gazete haberlerine göre Avrupalılar, Türkiye’den geçen on
uyuşturucudan dokuzunun Bulgaristan’da yakalandığını ifade etmekteydiler.
Böyle bir beyan, Türk tarafının zafiyeti anlamına gelmektedir. Hatta Almanlar,
Türklere güvenmeyerek Bulgarlara destek çıkmışlar ve onların Avrupa Birliğine
girmelerine ön olmuşlardır. Bulgaristan’da yaşanan Rus mafyasına karşı Opel
otomobiller ve makineli tüfekler vererek özellikle otobanlarda güvenli ortam
yaratmaya çalışmışlardır. Bütün bu söylenenler, Alman ya da Avrupa gençliğinin
zehirlenmesinin önüne geçilmek için yapılmış hareketler olarak
değerlendirilmektedir.
İstihbaratçılar ya da elinde dinleme izleme aygıtı olan
kaçakçılık birimlerimiz, görevlerinin gerektirdiği işleri yapmalıdırlar. Kendi
personelinin denetimi, sıralı amirlerin işidir.
Ülkemizde, kullanması için dinleme aygıtı verilenler,
genellikle kullanılmaya müsait memurlardan seçilmişlerdir. Amirlerinin gözüne
girmek için ellerindeki dinleme ve izleme silahını en yakınına bile
doğrultabilirler. Kendileri gibi düşünmeyen personel için haydi haydi
uygularlar. Cemaatçilerin yaptıkları da benzer davranışlardı.
Böyle bir davranışın kul hakkı açısından günah oluşturabileceği
hatırlatıldığında cevaplar hazırdır:
“Onlar kul mu?”
Çünkü onlara göre solcu birine yapılacak her türlü kötülük
evladır. Yüzde 99’u Müslüman olan ülkede, neredeyse yüzde 30’luk demokrat
kesimi “kul”luktan muaf tutma yetkisi Allah’tan başkasına ait olamaz. Ama
yaptıkları günahın altında ezildikleri için kendilerince sözde çıkış
yöntemleri icat etmektedirler.
Eğer istihbaratçılar, meslektaşlarını değil de ülke gerçeklerini
değerlendirerek hareket etselerdi ülkemiz terör tarlasına dönüşmezdi.
Çoğu il emniyet müdürleri liyakat sahibi değillerdi. İktidarın
borazanını çalacak olanlar bu göreve getiriliyorlardı.
Üstelik Orta-K’lı istihbaratçı komiserlerin yalan yanlış haberleriyle
besleniyorlardı. Kitap okuma alışkanlıkları yoktu. Günceli iyi takip
etmiyorlardı. Türkiye’nin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanda dünyanın
neresinde olduğu konusunda yeterli bilgi sahibi değillerdi. Hukuk nosyonu
eksikti. Görev tanımları yapılmamıştı. Lisan bilmiyorlardı. İyi polis
olduklarını ve iyi yönettiklerini sanıyorlardı. Ama bu tamamen bir
aldatmacaydı. Yönetmek için iyi polis olmak yetmiyordu. Polis teşkilatı
sürekli geriye gidiyordu. Çağdaş yönetim anlayışından hızla uzaklaşılıyordu.
Teşkilat, kendi genel müdürünü kendi içinden çıkaramıyordu.
Ünlü tiyatro oyuncusu ve yazar Ferdi Merter bir söyleşisinde
cehennemde sanatçıların olduğu bölümde zebanilere fazlaca bir görev
düşmediğini, çünkü cehennemden kurtulmak isteyen sanatçının ayağını diğer bir
sanatçının çektiğini söylüyordu.
Bizde de aynısı yapılıyordu.
İşte böyle bir kültürden gelen Orta-K’lı zihniyet, şu kitabı
okumakta, şu dergiye abone olmakta diye kendi yazıp gönderdikleri isimsiz
dilekçelerle genç komiserlerin hayatlarını karartmaya çalışıyorlardı.
*
Antalya’daki ilklerden biri de meslek hayatımda ilk kez
zamanında terfi ettiğim idi. 1976 yılında komiser yardımcısı çıktıktan sonra
1979 yılında komiserliğe terfi etmem gerekiyordu ve anılan tarihte bu terfi
gerçekleşti. Bu benim “zamanında” yaptığım ilk ve tek terfiydi.
Diğer terfilerimi hep gecikmeyle aldım. 1982 yılında
başkomiser olmam gerekiyorken Antalya’da bir yıl fazla “komiser” rütbesiyle
çalıştım. Bitlis’te de göreve başladığımda hâlâ komiser rütbesindeydim. Benden
bir yıl sonra mezun olanlar üçüncü yıldızlarını takmışlardı bile…
Bu konuyla ilgili yaşadığım bir anıyı paylaşmak isterim.
Bitlis’te göreve başladıktan kısa bir süre sonra Ankara’ya gitmem gerekiyordu.
O yıl terfi etmesi gereken komiser arkadaşım İsmail Sarkmaz, terfisiyle ilgili
bir sıkıntı yaşadığını belirterek ne durumda olduğunu öğrenmemi istedi.
Personel dairesi başkanlığına gittim. Benden bir yıl sonra mezun olan Süleyman
B’ye durumu anlattım. Bizzat ilgilendi. İsmail Sarkmaz’la ilgili mahkemeden
adli karar gelmediği için dosyanın beklediğini söyledi. Verdiği bu bilgi için
kendisine teşekkür ettim. Ayrılacağım sırada da “Ta Bitlis’ten abimiz gelmiş,
adli tahkikat gelince yerine koyarız, olur biter” dedi. Getiren memura,
komisyona girecek dosyaların içine alınması için emir verdi. Böylece İsmail
Sarkmaz terfi etmiş oldu.
O gün bir şey daha dikkatimi çekmişti. Orada bulunduğum
sırada Süleyman B’yi birçok kişi telefonla arayarak isimler bildiriyor ve
durumlarını soruyordu. Aynı görevli büyük bir sevecenlikle memur göndererek
dosyalarını istiyor ve durumu karşı tarafa bildiriyordu. Düşündüm ki büroda
çalışanlar sadece bu gelen telefonlardaki isimlerin işine baksa mesai biterdi.
Nitekim öyle oluyordu. Bu nedenle mutat işler geri kalıyordu. Daha doğrusu
takip edilen işler yapılıyor, sahipsizler Allah’a havale ediliyordu.
Bugünkü aklım olsaydı kendi durumumu da sorardım. Ama
gençlik gururum ve mesleğe saygım buna engel olmuştu. Yine de birçok ders
alarak oradan ayrıldım.
BİTLİS
Polis akademisinden mezun olalı yedi yıl geçmişti. Bitlis,
üçüncü tayin yerimdi ve 1983’den 1986’ya kadar çalıştım. Bir rütbelik sürede
tam üç rütbem oldu: Komiser, başkomiser ve emniyet amiri.
İkinci görev bölgesi; “doğu görevi”, “şark hizmeti” gibi
isimlerle anılmaktaydı. Bu şekilde isimlendirmeler doğru değildi. Bir ilden
başka bir ile tayin edilmiş gibi bakılmalıydı. Doğudaki bu göreve gelen
arkadaşlardan birçoğu ilk yıl kendilerini misafir olarak görürler. İkinci yıl
biraz çalışırlar. Üçüncü yıl ise gitme hazırlıkları yaparlar.
Bu anlayışla hizmette verim olacağı düşünülemez.
Çözüm olarak o ilden memurluğa giren personel ile görev
yapılmalıdır. Yetmezlik söz konusu olursa o zaman atama yapılmalıdır. O ilde
kalmak isteyen personel süre bitti diye başka ile gönderilmemelidir.
Polisin, kendi ilinde çalışamayacağı fikri doğru değildir.
Olağan hallerde bu konuda kolaylık gösterilmelidir. Aksi halde polisin,
tarafsızlığını muhafaza edemeyecek bir insan olduğu intibaı çıkar. Polis eğer,
kendi ilinde tarafsız kalamayacak kadar basit bir yapıdaysa başka yerde de
yetersiz kalacaktır.
Öte yandan bazı amirler, personelin kendi ilinde ya da yakın
illerde çalışmasını istemezler. Hafta sonları ya da tatil günleri ellerinin
altından kaçacağını düşünürler. Onlara sahip çıkamayacağını sanırlar. Yönetim
becerisine sahip amirlerde bu husus, bir sorun teşkil etmez.
Mezuniyetten sonra çevik kuvvet biriminde, havalimanında ve
polis merkezi amirliğinde çalışmıştım. Bitlis’te ise trafikçiydim. Aslına
bakıldığında trafik, sevdiğim bir branş değildi. Ama itiraz da etmedim.
Türkiye’de 1960’larda kurulan bölge trafik hizmetleri Bitlis’te 1983 yılında
şube müdürlüğü olarak faaliyete başlayacaktı. Tatvan ilçesinde önceden kurulmuş
bir bölge trafik denetleme istasyon amirliği vardı.
İşin ilginç tarafı 6085 sayılı karayolları trafik kanunu
benim trafik hizmetlerine başladığımda yerini 2918 sayılı yeni kanuna
bırakıyordu. Böylece 1953 yılında trafik hizmetleri ile tanışan polis teşkilatı
ilk kez ciddi bir değişiklikle karşılaşıyordu. Eski kanunu bildiğim söylenemezdi.
Ama artık ben de trafikçiydim. Yenisini en iyi şekilde öğrenmeliydim.
Bazı maddelerinin uygulamasının 1985 yılına bırakılması
işimi biraz daha kolaylaştırmıştı. Özümleyerek öğrenme şansı buldum. O
tarihlere kadar trafik memurları bilirkişi olarak kazalara doğrudan bakıyorlar
ve rapor hazırlıyorlardı. Mahkemelerde bu raporlar değerlendirilerek hüküm
veriliyordu. Bu nedenle trafik polislerini takdir ediyordum.
Ancak gördüğüm manzara iç açıcı değildi. Bilirkişi raporlarını,
kaza yerini gören personelimiz hazırlıyordu ve benim imzaladığım üst yazı
ekinde Cumhuriyet Savcılığına gönderiliyordu.
Raporlarda birçok eksiklik ve yanlışlıklar görüyordum. Ama
bilirkişiliği, kazaya bakan polisler yapıyordu. Ben ise üst yazıyı
imzalıyordum. Neticede eksik ve yanlışların olduğunu bildiğim bir raporu kendi
imzam eşliğinde göndermeyi doğru bulmadım. Bir şekilde bu eksiklik ve
yanlışlıklara müdahale etmeliydim. Trafik hizmetlerinde çalışmadığım için böyle
bir rapor tanzim etmiş değildim. Ancak bir çözüm bulmalıydım. İlk işim evdeki
kitaplar arasında trafik dersi hocamız Gültekin Kızılışık’ın hazırladığı ders
notlarını bulmak oldu. İlginç bir tesadüf eseri bu notların arasında okulda
varsayıma dayalı olarak tanzim ettiğimiz bir de bilirkişi raporu modeli vardı.
Hangi bölümlere nelerin yazılacağı, nasıl yazılacağı, nelere dikkat edileceği
açık olarak vurgulanmıştı.
Yedi yıl sonra hocasından, böyle bir modeli yakalamak benim
için iyi bir moral olmuştu. Bundan sonraki kazaları ben de alıcı gözle görecek
ve bilirkişi raporu aşamasında ilgili memurları yönlendirecektim. Kusur
oranlarını yine raporda imzaları olan personelimiz belirleyecekti. Böylece ben
hem memurları eğitmiş olacaktım. Hem de adliyeye gönderdiğim yazı ekindeki
bilirkişi raporundan utanmayacaktım.
Hızla çalışmaya koyuldum. Enver Özdemir’in Keşif ve
Bilirkişilik adlı eserini temin ettim. Kemal Özüm’e ait Trafik Bilirkişiliği
kitabını okudum. Yine Kemal Özüm’ün Trafik Kaza Bilirkişiliğinde Araştırma
Tekniği kitabından oldukça yararlandım. Kitaplardaki bilirkişi rapor
örneklerini tek tek inceledim.
Aslında polis merkezinde yaptığımız fezleke ile aynı metot
uygulanmaktaydı. Bazı bölümlerde insan unsurunun yerini araçlar almıştı ve
biraz daha tablolaştırılmıştı.
Bitlis’te bölge trafik şube müdürlüğü, Van güzergâhındaki
Hüsrevpaşa mahallesinde afet evlerinden birinde hizmet veriyordu. Adliye
lojmanları yakındı. Yeni trafik kanunu gündemde olduğu için savcılar ve
hâkimler bazı konularda tartışmak için şube müdürlüğümüze uğrarlardı. Bir
sohbetimiz sırasında laf trafik kazalarına ve bilirkişi raporlarına geldi.
Hâkimlerden biri bu zamana kadar en sağlıklı, en doğru raporla ilk defa
karşılaştığını söyledi. Bu durum, uğraşılarımın olumlu sonuç verdiğinin
göstergesiydi. Doğru yolda olduğumu anlamıştım.
Yaptığımız görev nedeniyle trafik kazalarına en önce ulaşan
trafik polisleri oluyordu. Diğer görevlilerden ilk yardım ekibi ikinci sırada
geliyordu. Mahalli kolluk genellikle jandarmadır. Kazayı soruşturacak savcı ve
zabıt kâtibi ortalarda yoktur. Belki de gece otopsi yapamayacağı düşüncesiyle
olay yerine gelmek için sabah olmasını bekleyecektir. Kazazede ile trafik
polisi baş başadır.
İnsanlık adına hatırda kalan en önemli husus, trafik
polisinin ilk yardım bilgisiyle kimi yaralıların hayata tutunmasını
sağlamaktır. Bir de kazazedelere moral verici sözler söyleyip üzüntülerini bir
nebze azaltmaktır.
Ama polisin nefretle anılacağı hususlar da burada yaşanabilir.
Öncelikle polis taraf olur. “Neden böyle yaptın” diyerek taraflardan birini
itham eder. Bu durum ister istemez karşı tarafa yandaş olduğunu gösterir.
Polisin ikinci yanlışı da rüşvet alarak kaza raporunu yanlı hazırlamasıdır.
Trafik polisinin kazalara ilk intikal etmesi ve sıcağı sıcağına
yaşanan hezeyanları görmesi onların ruhsal durumlarında ciddi travmalar
yaratabilmektedir. Bu durumda tıpkı çevik kuvvette olduğu gibi trafik
birimlerinde de sosyal hizmet uzmanları, psikologlar istihdam ettirilmesi
gerekmektedir.
Emniyet müdür yardımcısı İsmail Ertemli trafik kazalarından
birine intikal etmişti. Devre arkadaşları her şeye karışıyor diye kendisini
“kaynana” diye nitelendirirlerdi.
İlginç bir kazaydı. Bir petrol tankeri ile kamyon karşılıklı
çarpışmışlardı. Tanker şoförü yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştı. Ama kamyon
şoförü sıkıştığı için şoför mahallinden çıkamıyordu. Kocaman tanker üzerine
çullanmış gibiydi. Akşamın koyu karanlığı etrafı sarmıştı. Yerler ıslaktı.
Ortam buz gibi soğuktu.
Şoförün inlemeleri karanlığı deliyordu. Herkes ona
odaklanmış, sıkıştığı yerden kurtarmaya çalışıyordu. Ama demir yığınları buna
imkân vermiyordu. Bu saç ve demirlerle ancak kaynak makinesi ile baş edilebilirdi.
İsmail Ertemli krizi o kadar soğukkanlı yönetiyordu ki o
“kaynana” gitmiş, sanki ders veren bir akademisyen gelmişti. Yerine göre
insanları dinliyor, olumlu çözüm önerilerini değerlendiriyor, faydası
olmayacakları öteliyordu.
Nihayet kaynak makinesi geldi. Ancak bu defa petrol tankeri
doluydu ve tam da şoförün tepesindeydi. Bir kıvılcımla alev alması durumunda
çok daha büyük facia yaşanabilirdi.
Yaralının büyük acılar duyduğu belliydi. “Polis beyler, atın
bir kurşun, öldürün beni!” diye inliyordu.
İsmail Müdüre inanmıştık. Herkes elinden gelen yardımı
gösteriyordu. Kaynak makinesinden çıkacak kıvılcımlara karşı önlem alındı.
Petrole ulaşması önlendi. Bu riskti. Ama başka çare yoktu. O yıllarda araçlarda
sıkışan demirleri açacak aparatlar yoktu. Maniveladan yararlanılıyordu. Ona da
insan gücü yetmiyordu.
Sonuçta çalışmalar yararlı oldu ve şoför kurtarılarak
hastaneye kaldırıldı. Hepimiz çok sevinmiştik. Hastanede kendisini ziyaret
ettik. İyi görünüyordu. Bizimle sohbet etmişti. Fakat ne yazık ki bir gün sonra
iç kanama sonucu öldüğünü öğrendik.
Herhangi bir olayda rol model bir tutum izlemeyi bu kaza
sırasında İsmail Bey’den öğrendim.
Bir araçta sıkışma olayını da Bitlis Siirt yolunda yaşamıştım.
Buzda kayan bir kamyon gidiş yönüne göre sağ taraftaki kayalara çarpmış ve
şoförün bacakları sıkışmıştı. Zaten sol tarafa gitseydi kırk metre aşağıdaki
dereye uçardı. Yine ilk müdahale trafik ekibi tarafından gerçekleştirildi.
Şoför mahallindeki sıkışan demirleri açmak için bir yolcu otobüsü durduruldu ve
kamyonun sıkışan aksamları otobüse bağlanarak çekilip açılmaya çalışıldı.
Olumlu sonuç alındı ve şoför kurtuldu.
Bu kazayla ilgili unutamadığım bir anı vardı. Durdurduğumuz
otobüsteki yolcuları indirmemiştik. Ağırlık olsun da otobüs kaymadan daha iyi
iş görsün diye…
Otobüslerin karlı ve buzlu yollarda durmadığı sürece yola
daha iyi tutunduğunu, durunca zor kalkış yaptığını biliyordum. Otobüs, çekme
işini bitirip yola koyulmak istendiği sırada yolun dereye doğru eğiminden
dolayı yan tarafa kaymaya başladı. Otobüs şoförü tam karşımızdaydı. Ama yüz
ifadesi her şeyi apaçık gösteriyordu. Direksiyona sımsıkı yapışmıştı. Gözleri
gittikçe daha da irileşiyordu. Otobüs öne doğru gideceğine bu hamleyi
gerçekleştiremiyor, dere tarafına doğru ağır ağır kayıyordu. Yol kaplaması
buzdan cam gibi olmuştu. Yolcular ve dışarıdakiler bağrışıp çağrışmaya
başladılar. Bacakları sıkışan ve ambulansla hastaneye gönderilen kamyon
şoförünü herkes unutmuştu bile. Allahtan, kenardaki ufak tefek manialar
sayesinde otobüs durdu. Daha sonra güvenli şekilde kalkış yaparak yoluna devam
etti.
Bitlis Siirt yolu derin bir vadiden geçmektedir. Güneş alan
yerler kuru iken tepelerden dolayı güneş görmeyen yerlerde geceden kalan buzlar
çözülememektedir. Yolun tamamını kuru zanneden şoförler virajlarda hız azaltmak
için frene basmak zorunda kalmakta, bu defa aniden karşılaşılan buzda kayan
araç ya Bitlis deresine uçmakta ya da kayalara çarpmaktadır.
Bu şekilde dere içinde ceset aramak ya da ayakları sıkışmış
insanlarla karşılaşmak kaderimiz olmuştu.
Etkilenmememiz mümkün değildi.
Böyle bir günde karayolları bakımevinde hazır bekletilen
kamyonları göreve davet etmek istedim. Aslında karayolları ekipleri, yolu
trafiğe açık hale getirmeliydiler. Trafik polisleri olarak biz açık olan yolda
araçların güvenli şekilde seyrüsefer yapmalarını sağlamalıydık.
Ama karayolları çalışanları acıklı sahneleri bizim kadar
göremiyorlardı. Ben biraz da bu görüntülerin etkisinde kalarak hareket
etmiştim.
Tatvan’daki karayolları şube müdürlüğünden gelen haber, tuz
kamyonunun lastiğinin patlak olduğu yönündeydi.
İnanmamıştım. Trafik ekibini Muş Tatvan yol kavşağındaki
karayolları bakımevine gönderdim. Ekip, lastiğin patlak olmadığını bildirdi.
Kamyonu, şoförüyle birlikte getirmelerini istedim. Bölge trafik binası önüne
gelince yüksek sesle bağırıp çağırdım. Buzda kayarak ölen, yaralanan
insanların durumunu anlattım. Vicdanınız sızlamıyor mu, dedim. Ekip nezaretinde
buzlu yerlere tuz atması için emrivaki bir tutumla göreve gönderdim.
Şoför bu durumu biraz abartarak karayolları şube müdürüne
bildirmiş, o da vali Yılmaz Ergun’a beni şikâyet etmiş. Emniyet müdürü beni
aradı. Telaşlı bir hali vardı. Valiyle görüşmemiz gerektiğini bildirdi. Sonra
da, suçlu yakalamış gibi beni yanına alarak valiye götürdü. Vali görüşmek için
makam odası yerine toplantı odasını tercih etmişti. Şehir içi trafik şube müdür
vekili İsmail Sarkmaz da çağrılmıştı.
Salona intikal ettiğimizde valinin yanında karayolları şube
müdürünü gördüm. Başka zamanlar daha sıcak ilişkilerimiz olurken bu defa
düşman gibi baktığını seziyordum. Oturduğumuz konum itibarıyla sanki vali ve
karayolları şube müdürü mahkeme heyeti gibiydi. Emniyet müdürü, şehir içi
trafik müdürü ve ben sanık sandalyesindeydik.
Bu durumdan oldukça rahatsız olmuştum. Emniyet müdürü ile
şehir içi trafik müdürünün bu konuda hiçbir kusurları yoktu. Bir sıkıntı
hissettikleri belliydi ve buna sebep olan bendim.
Vali, sakin bir edayla konuyu açtı. Konu, başka bir daireye
mensup görevliye hakaret etmiş olmamdı. Karayolları şube müdürü, zafer
kazanmış kumandan gibi duruyordu.
Aslında görevliye yüksek sesle konuşmuştum. Ama valilik
binasında huzura getirilecek kadar da hakaret etmemiştim. Vicdanen rahattım.
Konuya, “hakaret ettim” ya da “etmedim” şeklinde bir savunmayla başlamayı uygun
görmedim.
Doğrudan trafik kazaları sırasında birebir yaşadıklarımı
anlatarak başladım. Özetle şunları söyledim: Geçenlerde müdahale ettiğimiz bir
kazada direksiyonda sıkışan kamyon sürücüsü “Polis beyler, dayanamıyorum, atın
bir kurşun, öldürün beni” diye feryat etmişti. Siirt yolunda da buzda kayan
kamyon şoförü kayalara çarpmış ve bacakları sıkışmıştı. Yardım edenler büyük
bir gayretle yaralıyı kurtarmaya çalışırken onun inlemeleri yürek yakmaktaydı.
Yine “Atın bir kurşun” diyecek mi diye bekliyordum.
Emniyet müdürü önüne bakarak dinliyordu.
Karayolları şube müdürü, valinin bir an önce bağırıp
çağırmasını bekliyor gibiydi.
Ara vermeksizin devam ettim. Ok yaydan çıkmıştı. Her şeyi
söylemeliydim: Yolun, dik yamaçlar altında kalan bölümü, kar erimediği için
gizli buzlanmalara maruz kalmaktadır. Sürücülere tuzak teşkil eden bu
bölümlerin karayolları tarafından tuzlanarak trafiğe açılması gerekirdi.
Konuyu Tatvan’daki karayolları şube müdürlüğündeki görevlilere telefonla
ilettim. Görevliler telsizle bakımevi ile irtibat kurdular ve tuz kamyonunun
Siirt yoluna çıkmasını söylediler. Ben telsiz konuşmalarını duyuyordum. Bakımevindeki
görevliler, tuz kamyonunun lastiğinin patlak olduğunu bildirdiler. Birden
fazla kamyonları vardı. Bu nedenle inanmadım. O bölgenin trafik ekibini
karayolları bakımevine gönderdim. Lastiğinin patlak olmadığını öğrendim.
Valinin yanında zafer kazanmış gibi duran karayolları şube
müdürü yavaş yavaş küçülüyordu. Başı öne düşmeye başladı.
Sözüme ara vermek istemiyordum: Hafta sonu olduğu için
yetkilileri bulmada zaman kaybedebilirdik. Bunun için kamyonu bölge trafik
istasyonu önüne getirmelerini söyledim. Lastiği patlak diyerek yalan konuştuğu
için şoföre nasihatte bulundum. O da vardiya sistemi olmadığını, sürekli
kendilerinin görevde kaldığını, yorulduğu için yalana başvurduğunu söyledi.
Karayolları şube müdürü daha da küçülüyordu.
Vali ilk kez konuştu ve karayolları şube müdürüne “Vardiya
sistemi getirin” dedi.
Şube müdürünün “Emredersiniz” sözleri arasında ben konuşmamı
sürdürdüm: Gizli buzlanma yüzünden kaza yapan araçlarda sıkışan insanların
çaresizlik içinde acı çekmeleri bizi de aynı ölçüde üzmektedir. Bitlis deresine
savrulan cesetlerle karşılaştığımızda yemeden içmeden kesildiğimiz olmuştur.
Sözlerimi bitirirken valinin gözlerine bakıyordum. Beni
dikkatle dinlediğini fark etmiştim. Sertçe ayağa kalktı ve kapıya yöneldi.
“Oraya gidiyoruz!”
Bir kat inerek araçlara yöneldik. Merdivenleri inerken
emniyet müdürü yanıma yaklaştı. Üzerindeki gerginlik gitmişti. “Az kalsın bizi
ağlatacaktın” dedi. Vali Yılmaz Ergun aracının başında bana işaret ederek “Sen
benimle gel” dedi. Birlikte yarım saat kadar ilerledik. Yol boyunca gizli
buzlanma olabilecek yerleri gösterdim. Buzlanmaya ilişkin tek bir levha vardı.
O da Arıcılık Enstitüsünün yanındaydı. Diğer bölgelerde sürücü resmen tuzağa
düşüyordu.
Yol boyunca Bitlis deresinin hangi bölgelerinde ceset
aradığımız bilgisini paylaştım. Sürücülerin hangi noktalarda tuzağa düştükleriyle
ilgili bilgilendirmede bulundum.
Sonra kazaların sıkça yaşandığı bölgede durduk. Hâlâ yol
yüzeyinin cam gibi olduğu yerler vardı.
İndiğimizde kamyon şoförünün bacaklarının sıkıştığı kaza
yerini gösterdim. Kazanın oluş biçimini ve kurtarma çalışmalarını anlattım.
Olayı yeniden yaşıyor gibi anlatıyordum. Vali, hiçbir
ayrıntıyı kaçırmamacasına dinliyordu.
Sözlerimi bitirince doğrudan karayolları şube müdürüne
döndü. Buzlu yollara tedbir alınması emrini verdi. Trafik levhaları ile
sürücülerin uyarılmasını istedi.
O anda trafik ekibimiz yeni bir kaza bilgisi veriyordu.
Telsiz konuşması bitince vali “Bak yine kaza var, sen
görevine devam et” dedi.
Karayolları şube müdürünün omuzları düşmüştü. Vali
ayrıldıktan sonra sessizce arabasına bindi ve gitti.
*
Bitlis çok kar alan bir bölgeydi. Batıda doğa, ilkbaharla
birlikte gelinliğini giymeye başlamışken Bitlis beyaz örtüsünü henüz atmamış
oluyordu. Kar püskürtücü araçları ilk orada görmüştüm. Karın yoğun olduğu
yollar kar püskürtücü ile açılıyordu. Onun açtığı yerler bir kanal şeklini
andırıyordu. Araçlar, beyaz duvarlar arasında ve beyaz zeminde yol alıyordu.
Ekiplerimiz, otomobil türü araçlardı. Zincir takılmadan yol
almak mümkün olamazdı. Araç kaloriferleri ısıtmak için yeterli değildi. Ön camın
buz tutması çok tehlikeliydi. Sileceklerin çalışmaması durumunda araç sürmek
imkânsız olurdu. Ekip şoförünün başını camdan çıkararak riskli bölgeleri
geçtiği sıkça yaşanan durumdu. Araçlara Çorum kaloriferi diye anılan ilave
ısıtma aygıtları konularak sorun çözülmeye çalışılıyordu.
Daha sonra şube müdürlüğüne getirilen Halit Ziya Taman ile
birlikte yaptığımız yol kontrolünde benzer durumla karşılaştık. Aslında kar
yağış biçimi normaldi. Zincirli araçla yol zemininde hareket kabiliyeti vardı.
Ancak nerede tipi olacağını kestirmek mümkün değildi. Tipi, birkaç dakika
içinde birkaç saat yağmış gibi yolun bazı bölgelerini karla doldurabiliyordu.
Bitlis’ten itibaren Muş istikametine hiç ağaç yoktu. Tipi sonrasında yol ile
arazi bir bütün haline geliyordu. Neresi yol, neresi arazi fark edilemiyordu.
Bitlis’e dönüş yolunda tipiye yakalandık. Silecekler çalışmadı.
Ekip şoförü bir süre açık camdan yolu görmeye çalıştı. Ancak tipi
yoğunlaşmıştı. Sonuçta araç gidemez oldu. Yolda mıydık yoksa yol dışına mı çıkmıştık,
bunu kestirmek zordu. Bu gibi durumlarda arazi vitesli araçlar yol alabilirdi.
Ama böyle bir ekip aracımız yoktu.
Başkalarının trafik güvenliğini sağlayacağımız yerde biz
yardıma muhtaç kalmıştık. Yardım istememiz gerekiyordu. Arabanın çalışması bizim
için şanstı. Aksi takdirde donma riski yaşanabilirdi. Şehir istikametinden
gelecek kar araçları yolu açmalı ve bizi kurtarmalıydılar.
Şube müdürümüz telsizle anons ederek yardım istemeliydi.
Fakat böyle bir niyeti yoktu. Ben de o varken öne çıkıp anons etmeyi uygun
görmüyordum. Meslek disiplinimiz böyle gerektiriyordu. Ama risk vardı.
Aracımız stop edebilirdi. Yakıtımız bitebilirdi.
Ben şube müdürünün neden anons etmediğini tahmin
edebiliyordum. Akşam herkes polisevinde bu konuyu gündeme getirebilirdi. Mizah
konusu yapabilirlerdi. Ben kendisinden izin isteyerek anons edeceğimi
bildirdim. Buna “hayır” demedi.
Şehir içi trafik şube müdür vekili İsmail Sarkmaz’ı anons
ettim. Belediyeye ait greyderi bulunduğumuz noktaya göndermesini istedim.
Böylece hem yol açıldı hem de greyder, aracımızı çekti. Onun açtığı yoldan
şehre ulaştık.
Tabii ki akşam polisevinde Halit Ziya Taman’ın korktuğu
başına geldi. Bütün bir gece bu konu konuşulmaya başlandı.
Polisevleri önemli bir ihtiyacı karşılıyordu. Uzun kış akşamlarında
polislerin bir arada olmasını, günlük olayları paylaşmasını sağlıyordu.
Bu sırada gelen bir telsiz anonsu Halit Ziya Bey’i içinde
bulunduğu sıkıntıdan kurtarmıştı. Asayiş şubesine bağlı bir ekip şehirde
kurtlar bulunduğunu bildirdi. Amirine, ne yapmaları gerektiğini sordu.
Aklım karışmıştı. Gündüz yoğun karın geçit vermediği bu
şehirde gecenin sessizliğini şimdi de bu yabancı hayvanlar bozuyordu.
Ama bu durum Halit Ziya Bey için gündemi değiştirebilirdi.
Başını kaldırdı. Gözleri asayiş şube müdür vekili Tağı Aras’ı arıyordu.
Ve Tağı Aras bunun farkındaydı.
“Tarayın!” emrini verdi.
Kurtlar tehlikeli olabilirdi.
Polis tehlikelere karşı vardı.
Bir gün aç kurtların olası tehlikelerine karşı polis tedbiri
alacağımız aklıma gelmezdi.
Ekip otoları megafonlarla halkı uyararak kurtları şehir
dışına kadar takip ederek tehlikeyi bertaraf etmiş oldular.
Böylece değişen gündemle Halit Ziya Bey rahatlamış oldu.
*
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrasında emniyet
teşkilatında fiziki gelişmeler devam ediyordu. Polisevlerinden sonra polis
kantinleri de kurulmaya başlandı. Personelin topluca oturduğu lojmanlarda bir
kantin açıldı. Yönetim kurulu başkanlığına ben seçildim. Polisimiz hem ucuz mal
alabilecekti, hem de piyasaya borçlanmayacaktı.
Ankara’da kantinlerle ilgili bir yönetmelik hazırlanmıştı.
Bu yönetmeliğe göre hareket ediyorduk. İki polis memuru satış görevlimizdi.
Birkaç ay sonra durumumuzu görmemiz için sayım yapmaya karar
verdik. Bu, aynı zamanda yönetmelik emriydi. Satış görevlilerimizin kasa
açıkları vardı. Neden olduğunu sorduğumda bazen bardakların, yumurtaların
kırılabildiğini söylediler. Oysa bunun için tutanak tanzim etmeleri
gerekmekteydi. Durumu emniyet müdürlüğüne bildirmem gerektiğini bildirince
maaşlarından karşılayacaklarını bildirdiler.
Gelecek ay da sayım yapmaya karar verdim. Çünkü bir memur
maaşı kadar kasa açığı gösteriyorlardı. Bu birkaç ay devam etse maaşlarını aşar
ve ödeyemezlerdi.
Yeniden yaptığımız sayımda da açık verdiler ve aynı yöntemle
kapatmayı kabul ettiler.
İstanbul kadrosundan gelen iki polistiler. En az on yıllık
meslek kıdemleri vardı.
Her defasında açık verdikleri için mecburen her ay sayım
yaptırıyordum. Bunun zararı polis ailelerine oluyordu. Çünkü sayım sırasında
kantini üç gün kapalı tutuyorduk.
Beş altı ay sonra yine açık vermişlerdi. Bu defa maaşlarından
karşılamayacaklarını bildirdiler. Durumu emniyet müdürüne rapor etmem
gerektiğini bildirdim. Buna yaklaşmadılar. Çünkü birisi Orta-K sınavlarına
müracaat etmişti. Bu konuda soruşturma geçirirse komiser yardımcısı olma
hakkını kaybedebilecekti. Diğeri de bunu bildiği için açığın onun tarafından
karşılanmasını istiyor ve onu zorluyordu. İkisi de kurnaz polislerdi. Kasayı
birlikte kullanıyorlardı. İşin acı olan tarafı ödeme yapmak istemeyene diğeri
“Aldığın altınları sat” diyerek bir nevi ikrarda bulunmuştu.
Yeni yönetim seçilinceye kadar her şeye tahammül ettik ve
bir daha yönetimde görev almadım.
Personelimiz arasında haksız kazanç temin etme işi almış
başını gidiyordu. Yolsuzluk yapmayan memur neredeyse kendisini “beceriksiz”
gibi görmekteydi.
İktidar partisi lideri “Benim memurum işini bilir” felsefesiyle
hareket ediyordu.
Müdürlerimizden biri bir gün odasındaki çekmeceyi gösterdi.
“Benim burada hazır para bulunması gerekir” dedi. Bitlis’in uyuşturucuda
güzergâh olduğunu, kendisine bilgi getirecek yöre insanlarından bazılarına
ajanlık yapması için para vereceğini bildirdi. Dolayısıyla bir kılıfına
uydurmamı ve kantin parasından vermemi istedi.
Böyle bir riske giremeyeceğimi belirttim.
Daha sonra kantin yönetim kurulu başkanlığına, Orta-K’lı
bir komiser yardımcısı seçildi. Kantin hızla büyüdü. Daha çok ihtiyaç maddesi
alınıp satılmaya başlandı. Sayım falan yapılmadığı için ayda üç gün kapalı da
kalmıyordu. Herkes memnundu. Sonraki aylarda aynı komiser yardımcısının
şehirden kaçtığını duymuştum. Kantindeki hesapların altından kalkamadığı için…
Bu sırada Tatvan’daki bölge trafik denetleme istasyon
amirliğine tayin edildim. 25 kilometrelik mesafeyi toplu taşıma araçlarıyla gidip
geliyordum. Bir gün yolda beklerken Tatvan’a giden kantin minibüsüyle
karşılaştım. Üniformalıydım. Şoför, kantin başkanına iftarlık bir şeyler almak
için Tatvan’a gittiğini söyledi.
Yolda müdürümüzle karşılaştık. Durmamızı işaret etti. Şoför
bu defa başka söylemde bulundu ve kantine ihtiyaç maddeleri almak için
gittiğini söyledi.
Oysa müdür, minibüsün benim için Tatvan’a gittiğini
düşünüyordu.
Şoföre hitaben “Başkomiserini burada bırak ve geri dön”
dedi.
İndiğim yer Rahva diye anılıyordu. Ortada in cin yoktu.
Aslında Rahva, benim görev alanıma giriyordu. Çok ilginç bir
yerdi. Kış boyu oluşan doğa olaylarının hepsine tanık olmuştum. Sanki mini bir
Bermuda Şeytan Üçgeniydi. Bitlis, Muş, Tatvan arasında kalan bu üçgen çok kar
aldığı için tren bile, özel yapılmış tünel içinde yol alıyordu.
Bazen eriyen karlarla Van gölünün su seviyesi yükseliyordu.
Bu durum fizik kanunlarını alt üst ediyordu. Karadan gelen trenler, ray
döşenmiş gemilerle Tatvan’dan Van’a gidiyorlardı. Ama yükselen göldeki gemide,
ray seviyesi de yükselmiş oluyordu. Dolayısıyla trenlerin gemideki raylara
geçişleri mümkün olmuyordu. Sonradan liman içerisinde özel düzenlemeler
yapılarak seferlerin gerçekleşmesi sağlanabiliyordu.
Rahva’nın hüneri bu kadarla bitmiyordu. Geçmişte ABD ordusu
bu bölgenin stratejik konumu nedeniyle üs kurulmasına gerek duymuş, on beş
dakikaya kadar indirilen nöbet kulübeleri için hava ısıtmalı sistem
gerçekleştirmişti.
Uzunca bir düzlük oluşturan Muş ovası Rahva’da, Doğu Anadolu
ile Güneydoğu Anadolu’yu ayıran sıradağlara yaslanıyordu. Dolayısıyla Rahva,
yeni bir iklimi başlatıyordu.
Kim bilir, belki de bütün hünerleri bu yüzdendir.
Çok özel bir yerdi. Toprak bir pisti vardı. Bir kış günü
pist sonundaki küçücük bir vadide, elle bırakılmış gibi duran bir keşif
uçağını görmeseydim “Rahva Şeytan Üçgeni” yakıştırması yapmayacaktım. Hava
koşulları, pist dâhilinde duruşa imkân vermediği için uçak, daha ilerideki
çukur bir alana sürüklenmişti.
Rahva’nın tek olumlu yanı vardı. Sırtını dayadığı dağ,
Atatürk siluetini andırıyordu.
Büyük Atatürk, en iyi şekilde müdürün beni bıraktırdığı o
noktadan görülebiliyordu. Her gün araçla geçerken bu anı yaşıyordum. Şimdi tek
başınaydım. Doya doya Atatürk’ü seyretme imkânı buluyordum.
Akşam olmak üzereydi. Mutlaka bir araç geçecekti ve ben
onunla Tatvan’a ulaşacaktım.
Üniformalı, beyaz şapkalı biri yalnız başına böyle bir
noktada ne arıyordu?
Duracak araçtakilerin soracağı ilk ve tek soru bu olacaktı
ve bir müdürün beni burada bıraktırdığını hiç kimseye söyleyemeyecektim.
Allahtan, Büyük Atatürk oradaydı ve ben onu izlemek için
kendi rızamla indiğimi söyleyecektim.
O büyük insan, ait olduğum milletimi kurtarmış, yaşayacağım
devleti kurmuş, şimdi de personelini dağ başında bırakan yöneticilerin
zulmünden kurtarıyordu.
Bir müddet sonra bir otomobil geldi. Yolcuymuşum gibi
durmasını işaret ettim. Trafik kontrolündeki gibi durduramazdım. Başka
personel yoktu, ekip otosu yoktu. İnandırıcı olmazdı.
Dört kişiydiler. Onların sormasına fırsat vermeden söze
girdim ve klasik bir soruyla nereden gelip nereye gittiklerini sordum.
Bitlis’te ehliyet imtihanına girdiklerini, şimdi de Tatvan’a döndüklerini
söylediler. Kazanıp kazanmadıklarını sordum. Direksiyondaki kazandığını
söyledi. Böylece bölge trafik başkomiseri olarak ehliyetsiz bir şoförle
yolculuk yapmaktan kurtulmuş oldum.
Sonra onların sormasına fırsat bırakmadan Atatürk dağı için
indiğimi söyledim. Ne ölçüde inandırıcı buldular bilmiyorum ama Tatvan’a
geldiğimizde teşekkür ederek onlardan ayrıldım.
Aslında Büyük Atatürk’e sığınıyorsam da bu satırların
okuyucuları haklı olarak devletin başkomiserinin kendisini bu duruma
düşürmemesi gerektiğini düşüneceklerdir. İçtenlikle itiraf ediyorum ki kendi
beceri eksikliklerim elbette vardır. Bu beceriksizliğimi ifşa etmekten keyif
aldığımı da söyleyemem. Ama paylaşmamın nedeni, meslektaşlarımın ve
okuyucularımızın o döneme ait “yönetici” ve “yönetilen” portföyünü görmesini
istememdendir. Ders çıkarılarak doğru olanların yapılması isteğimdendir.
Ancak şunu belirtmeliyim. Aynı müdür, görev yerinde
olmadığım gerekçesiyle personel şube müdür vekili komisere ifade vermem için
anons ettiğinde, bana yakıştığına inandığım duruşu göstermiştim. Bir başkomiser
olarak ifade vermek için bir komiserin ayağına gitmeyecektim. Telsizde
diplomatik bir söylemle, ifade vermek için bölge trafikte hazır beklediğimi
anons ettim. Komiser de, kendisi de ifademi almak için gelemediler.
*
Tatvan ilçe emniyet amiri Ahmet İçöz’dü. Saç tıraşı olacağı
zaman berber Hüsrev takımlarını getirir, ilçe emniyet amirliğinde tıraş
yapardı. Hüsrev’in iyi iş yaptığı bir dükkânı ve yanında çalışan bir işçisi
vardı. Otuz beş yaşlarındaydı. Ahmet İçöz tıraş olurken berberle sohbet ederdi.
Birinde ben de tanık olmuştum. Berberin Ahmet İçöz’den bir isteği olmuştu.
Kendisinin devlet dairesine alınması için yardımını istiyordu.
Yaşı otuzbeşe gelmişti. Bildiği işi yapıyordu. Bir kişiye de
iş imkânı sağlıyordu. Ahmet İçöz’le sözleşmiş gibi aynı anda sorduk: “Neden
devlet dairesi?”
Cevabı ilginçti:
“Çok yoruldum Beyim! Biraz da biz dinlenelim!”
Ona göre devlet dairesi “dinlenme” yeriydi.
Yıllar sonra MİT müsteşarı Hakan Fidan da yorulduğunu öne
sürerek kendisinin milletvekili yapılmasını istemişti. Hatta Adalet ve
Kalkınma Partisine kaydını yaptırarak MİT’ten ayrılmıştı. Sonra
cumhurbaşkanının “O benim sır küpüm” demesi üzerine yeniden MİT müsteşarlığı
görevine getirilmişti. Bu durum, “Kendi geleceğini bile öngöremeyen birisi mi
MİT’in başındaymış” söylemine yol açmıştı.
Bütün bunlar bize Büyük Atatürk’ün ünlü sözünü hatırlatmıştı.
Dolayısıyla başkaca da yoruma gerek yoktu: “Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden,
rahat yaşama yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş milletler, evvela
haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra bağımsızlıklarını
kaybetmeye mahkûmdurlar.”
12 Eylül sonrasındaki ilk yerel seçimler 1984 yılında
yapılmıştı. Tatvanlılar, Bursa’da yaşayan otuzbeş yaşlarındaki bir
hemşerilerini belediye başkanı seçtiler.
Tatvan farklı bir konumdaydı. Bitlis’ten büyüktü. Denizi
andıran gölü, treni, gemisi, hatta Rahva’da mini bir uçak pisti olan bir
ilçeydi. Bitlis il olmasına rağmen Tatvan öne çıkıyordu. Daha çok tercih
ediliyordu. İmkânları daha fazlaydı.
İnşaat mühendisi olan yeni belediye başkanı bunun
farkındaydı. Güzel şeyler yapmak istiyordu. Ama belediye başkanlığının bir
okulu yoktu.
Onu her gün kaymakam Osman Dıraçoğlu’nun, emniyet amiri
Ahmet İçöz’ün, jandarma komutanının, hâkim ya da savcının yanında görüyordum.
En çok da ziraat bankası müdürüyle birlikteydi. Çünkü yılların bankacısı çok
tecrübeli bir insandı.
Her gün farklı insanlarla irtibat halindeki kamu görevlileri,
ilçenin eksiklerini en iyi tahlil eden kişilerdi. Başkan, bu inançla onların
fikirlerinden yararlanır, eksik olan belediye hizmetini yerine getirirdi.
Bir mahalleye çeşme ya da tuvalet yapılması, çöp bidonu
konulması, kaldırım ya da refüj yapılması, park alanının çiçeklendirilmesi
gibi ihtiyaçlar, birçok yerde telaffuz edilmeye başlandığında belediye başkanı
hemen işe koyuluyordu. Burada biraz hazırcılık vardı. Ama zaman kazanma adına
çok faydalı oluyordu.
Okulu olmayan bir konuda halkın yönetime katılımını
sağlayarak yapılan bir yönetim biçimiydi. Böylece yöneten yönetilen
ilişkilerindeki aktivitenin önemini görebilmiştik.
*
Komiser sınıfında iken yurt dışı misyon koruma görevine
gidebiliyorduk. Bunun için Ankara’da yapılan sınavlara katıldım. Ancak atış
aşamasında başarılı olamadığım için Tatvan’a döndüm. Devre arkadaşlarım İrfan
Banaz ve Zeki Yılmaz bu atışlarda tam puan almışlardı. Onlara bunun sırrını
sordum. “Biz kendi ilimizde atış hocalığı yaptık. Bu aşamada daha çok atış
yapma imkânı bulduk. Böylece atış tekniğimiz gelişti” dediler. Demek ki ben de
çalışırsam başarabilecektim. Ankara’da iken devre arkadaşım İbrahim Şahin’i de
gördüm. Özel Harekâtçı olduğu için bu konulara vakıf biriydi. İki elle yapılan
atışlar için tabancanın tutulması konusunda sol el işaret parmağının namluyu
kumanda etmek için oynadığı rolü özellikle belirtmişti.
Sınavı kazanamadığımdan çok atışlarda başarısız olduğuma
üzülmüştüm. Hem bir başkomiser, hem de bir Karadenizli olarak biraz da mahcup
olmuştum.
O güne kadar bu eksiğimi giderememek tamamen benim
kusurumdu. Hele böyle bir eksikle mezun edilişimiz ayrıca değerlendirilmesi
gereken bir konuydu. Bunun “gözden kaçmış” gibi bir bahanesi olmamalıdır.
Kuşkusuz her polis, uluslararası alanda atış yarışmasına katılmayacaktır. Ama
makul bir düzeyde isabet kaydedebilmelidir.
Tatvan’a dönünce Mehmet Ali Selçuk ve Halim Çıtır’dan ödünç
aldığım hava tabancaları ile işe başladım. Her akşam çalıştım. Evde en uzak
köşeye hedef koyarak bir ayda siyah noktaya ulaştım.
O sıralarda Tatvan ilçe emniyet amirliğinde tabanca atışları
yapılmaktaydı. Bölge trafik denetleme istasyon amirliği personeli olarak
birlikte atışları yaptık. Hava tabancası ile çalıştıktan sonra ilk kez ateşli
silahla atış yapıyordum. Başarmıştım. Hatta ilçe atış birincisi oldum. Tatvan
kaymakamı Osman Dıraçoğlu, motivasyonu önde tutan bir yöneticiydi ve ödülüm,
gümüş gondoldu.
Bu yurt dışı sınavında iki şey öğrenmiştim.
Öncelikle belirtmeliyim ki tam puan alan devre arkadaşlarım
da yurt dışına gidemediler. Çünkü terfi sırası gelen başkomiserlerin muaf
tutulacakları açıklanmıştı. Sınava çağrılan bu insanların böyle bir engele
takılması üzücü bir durumdu. Ama esas neden kendi adamlarına yol açmaktı.
Maalesef Türk kamu yönetiminin en aciz kaldığı noktalardan biri buydu ve
bürokrasi ülkeyi adım adım kemiriyordu. 12 Eylül rejimi hiç umulmadığı şekilde
ülkeyi bir din devletine doğru götürüyordu. Başlangıçta dört eğilim parolasıyla
hareket eden Özal hükümeti de sonunda çareyi dine sarılmakta aramıştı. Başbakan
Özal, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” demek zorunda kalmıştı. Bu nedenle
bürokraside din yanlısı olanlar öne çıkarılmaya başlamıştı. Allah’ın ipine
sarılmak yüce Kuran hükmüydü. Ama “Emaneti ehline veriniz” emri de Kuran
hükmüydü. Yurt dışı sınavlarında tam puan alarak “ehil” olduklarını ispat eden
iki devre arkadaşım yurt dışına gidemediler. Bizi en çok üzen ise kıçını başını
toparlayamayan birçok Orta-K’lı komiserin “Ben bu sefer Amerika’ya gideceğim”
demeleriydi. Çünkü hepsi bir kez Avrupa’da görev yapmışlardı. Bu ödülü
kapmaları için eşlerinin saçlarını kapamaları yeterli oluyordu.
Yurt dışı sınavından aldığım ikinci ders ise çok sevdiğimiz
polis akademisinden mezun olurken ki yetersizliğimiz idi.
Tabanca atışlarında hedefi tutturamayan biri mezun
ediliyorsa bir sıkıntı var demektir.
Ben bu sıkıntıyı atışta gördüğüm gibi başka alanlarda da
hissedenlerdenim. Sadece teksir edilen ders notlarından, önceki yıllarda
sorulan sorulara çalışılarak atlanılan sınıflar ve sonuçta mezuniyet,
donanımsal yönden yeterli olmadığımızı göstermekteydi. Bunu, kadroda görev yaparken
daha iyi anlıyorduk. Belki ilk mezuniyette koşturmaca ile hayata başladığımız
için bunu göremiyorduk. Ama yedi sekiz yıl sonra özellikle başkomiser olunca
fark edebiliyorduk. Bu yıllarda vekâleten de olsa bazı şube müdürlüklerinde
görevlendiriliyor olmamız savcı, hâkim, kaymakam, vali yardımcısı ya da diğer
bürokratlarla kıyas yapmamıza imkân tanıyordu. Onlar arasında yurt sorunlarını
daha iyi bilen, sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik konularda farklı olanları
görebilmek mümkün oluyordu. Üstelik Bitlis, Tatvan gibi küçük yerlerde bu
birliktelikler kişi seviyesini tanımada önemli rol oynuyordu. Ben kendimdeki
kimi eksikleri bu nedenle anlayabilmiştim.
Açık hava sinemasında Arkadaş filminin gösterimi sırasında
çıkan olaylarda, personele ne yapmaları konusunda uygun emir veremeyişim de
benim yetersizliğimdi.
Gaziantep’te tutanak yazdırmayı beceremediğim için sanığı
siyasi şube görevlilerine belgesiz teslim etmek de benim yetersizliğimdi.
Memurlar yazsın diye gözlerinin içine bakmam da bir eksiklikti.
Yabancı dil öğrenmeden mezun olmam da benim yetersizliğimdi.
Milli Güvenlik Akademisine kadar ülkemizdeki ve dünyadaki
terör örgütlerini tanıyamayışım da benim yetersizliğimdi.
Rahva’da tek başıma yol ortasında bırakılınca “gık”ımın
çıkmaması da benim yetersizliğimdi.
Devam eden yıllarda biraz TODAİE, biraz Milli Güvenlik
Akademisi derken “normal”e dönmeye uğraştım. Ama aslolan polis akademisinden
mezun olurken bu donanımlara sahip olmaktı.
Burada bir noktayı da belirtmeliyim. Bizler nasıl küçük yerlerdeki
diğer bürokratı tanıyorsak onlar da meslek hayatlarının başında biz polisleri
tanıyorlardı. Birçoğu belki de polisi ilk bu kadar yakından görüyordu.
Bilgisini ya da bilgisizliğini, becerisini ya da beceriksizliğini, beğendiklerini
ya da beğenmediklerini, hatta siyasal bakış açılarını ilçelerde görev yaparken
gözlemliyorlardı. Genç hâkim, savcı ya da kaymakam; polisleri hukuk ya da
siyasal bilgiler fakültelerinde öğrenci iken tanımış olabilirlerdi. Öğrenci-polis
ilişkilerinde sevimsiz durumlarla karşılaşabilirlerdi.
Polisimizin birçoğu ortaokul mezunuydu. Yeterli polis
eğitimi ve disiplini almadan polisliğe başlamışlardı. Sıkça disiplin suçu
işliyorlardı. Emniyet müdürleri ceza amaçlı olarak ilçeye tayin ediyordu. Bu
nedenle ilçeler yetenekli olmayan personelin sürgün yeri oluyordu. Hâkim, savcı
ya da kaymakam; polisi buradaki yetersizliği ile yakından tanıyor, yıllar sonra
Ankara’da önemli mevkilere geldiklerinde ilçede gördüğü polis imajı gözünde
aynı kalıyordu. Doğrusu burada da eğitimsizlik engeline takılıyorduk.
O zaman ki adıyla polis enstitüsü bizi teksir notlarından
öteye taşıyamamıştı. Bu yetmezmiş gibi her daim okuma alışkanlığı
kazandıramamıştı.
Mezun olur olmaz, memleketi hemen kurtaracakmışız gibi ekip
görevlerini sahiplendik. Bir an için Türkiye’de ve dünyada polislikten başka
şeyler olduğunu unuttuk.
Kuşkusuz güvenlik çok önemlidir.
Ama ne polis tek başına güvenliği sağlayabilir, ne de hayat
tek başına güvenlikten ibarettir.
İnsan, sosyal yaşamalıdır.
Her tür konuda kültürlü olmalıdır.
Seçmeyi, seçilmeyi bilmelidir. Kendisini en iyi yöneteceğine
inandığı oluşumu belirleyebilmelidir. Siyaseti bilmelidir.
Çağdaş düzeyde yaşayabilmesi için gelişimini sürdürebilmelidir.
Ekonomik gelişmelerde geride kalmamalıdır.
Bu da yetmez.
“Dünyanın neresindeyiz” sorusuna da cevap verebilmelidir.
Silah atışındaki eksiğimi pek âlâ tamamlayabilmiştim. Bilgi
eksikliğini de tamamlayabilirdim. Sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik
bilgilerimi geliştirebilirdim.
Bunun pek de kolay olmayacağını biliyordum. Sınıf geçerken
şikâyetçi olmadığım teksir notlarının yetersizliği, şimdi tuğla hacmindeki
kitapların okunmasıyla mümkün olabilecekti.
Yetersizliğimin okuldan veya benden kaynaklanmasının bir
anlamı yoktu. Önemli olan tamamlamaktı. Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsündeki kamu yönetimi uzmanlık programını tamamlama fikri buradan
doğmuştu.
Programa başlayabilmek için yazılı sınavdaki başarı
yetmiyordu. Beş kişilik bir komisyon önünde hassas bir terazide sanki bilgi tartısı
gerçekleştiriliyordu.
Bir yılı aşkın süreyle çok okudum. Sonuçta Çorum kadrosunda
iken TODAİE programını tamamladım. Kendime olan güvenim arttı.
*
1980’lerde 12/12 saat sistemine göre çalışılıyordu. Yalnız
bölge trafikçiler 12/24 sistemine göre çalışmaktaydılar. Yani 12 saat çalışıp
24 saat dinleniyorlardı.
Antalya’dan ayrılmadan önce gece çalışan bölge trafikçilerin,
gündüz saat 14’e kadar uyuyup ek göreve çıktıklarını duyuyordum. Ekip
personeli gönüllü olarak yola çıkıyor ve trafik hizmeti yapıyorlardı. Ben şuna
inanıyordum ki Türkiye’de vatanını milletini düşünüp de kaza olmasın diye
istirahatinden fedakârlık yaparak ek görev yapacak polis henüz anasının
karnından doğmamıştı. Türk şoförü öteden beri rüşvet vermeye alıştırılmıştı. Bu
nedenle ek görev yapan polisler mutlak anlamda rüşvet amaçlı olarak bu işi
yapıyorlardı. Aslında bu durumu amirlerinin bilmemesi mümkün değildi. Bu
durumda onların da rüşvete ortak olduğu kesin gibidir. Ancak bu tür rüşvet için
sistemli midir yoksa değil midir tartışması yapılabilir. Antalya’da iken
trafikçi olmadığım için derinlemesine bilgi sahibi değildim. Sadece
değerlendirmelerim bu şekildeydi.
Polis merkezinde iken mukayyitimiz Sarı Ali, benim karakola
atanma nedenimi iyi biliyordu. Hatta şöyle demişti: “Karakol amiri ve
yardımcısı rüşvet aldığı için emniyet müdürü onların tayinini çıkardı. Siz de
biz memurlardan rüşvet alanların tayinini çıkaracaksınız.” İlginç bir ilave
yapmıştı: “Ben rüşvetçi olmayan amirin yanında rüşvet alacak kadar budala
değilim.”
Bu, şu demekti: “Siz rüşvet almazsanız ben de almam.”
Şu anlama da gelebilirdi: “Siz alırsanız da rüşvete hayır
demem.”
Gerçekten toplumumuzda çok ciddi bir kokuşmuşluk vardı.
Sıkıyönetimin etkilerinin henüz geçmediği dönemlerde bile halkının cebine
saldıran polisleri gördükçe insanın midesi kabarıyordu.
Nasıl öğrenciler öğretmenlerinin huyunu suyunu öğrenirlerse
bizde de polisler amirlerini tanırlardı. Dolayısıyla benim rüşvete bakışımı da
öğrenmişlerdi.
Antalya’da iken trafikçilik yapan polis memuru Ali Öz,
Bitlis bölge trafikte göreve başlamıştı. Sonraki aylarda öğrendiğime göre bölge
trafiğe yeni atananlar, Ali Öz’ün etrafında toplanmışlar ve benim rüşvet
konusundaki tutumumu sorgulamışlar. Bu konunun değerlendirilmesi için Turistik
otelde bir araya gelmişler. Ali Öz’ün verdiği bilgiler doğrultusunda toplantıda
benim rüşvete karşı olduğum fikri kabul görmüş. Bu durumda çalışma yöntemi
hakkında şöyle bir karar alınmış: Bitlis şehir merkezine gelenlerden değil,
giden araçların şoförlerinden rüşvet alınacak. Böylece yakalanma riski en aza
inecekti.
Kötü haber çabuk yayılıyordu. Ekiplerde görevli polislerin
rüşvet aldıkları konusu harici bilgiler olarak bana da ulaştı.
Ben rüşveti namus konusu gibi görmekteydim.
Kendisi de halkın bir parçası iken ihtiyaç hissedildiği için
polislik mertebesini ele geçiren zat, kendi hemcinsinin kemiğini yalama
acizliğini göstermemeliydi.
Konuyu müdürümüzle sıcağı sıcağına paylaşmalıydım. İlk
bilgiyi benden duymalıydı.
Makam odasına gittim ve duyduklarımı anlattım. Peşine de
ekledim: “Takip edeceğim ve yakaladığımı getireceğim.”
Ayaktaydım. Beni dinledi ve şunları söyledi:
“Bölge trafiğin rüşvet aldığı ile ilgili bana da ihbarlar
geliyordu.”
Devam etti:
“Zaten şüpheleniyordum.”
Birden bire sordum. Daha doğrusu gayri ihtiyari ağzımdan
çıktı:
“Benden de mi?”
“Evet, senden de.”
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Bu lafı duymuştum ama vücuttaki tepkisinin nasıl olacağını
bilmiyordum. Orada öğrenmiş oldum.
Kendimi aklamak için rüşvet alan personeli mutlaka tespit
etmeli ve müdürün karşısına çıkarmalıydım.
Bunun için özel bir gayrette bulundum. Devamlı kontrol
yaptım. Sivil insanlarla irtibat kurdum. Minibüs esnafı ile dostluklar
oluşturdum. Sonuçta ehliyetsiz bir sürücünün polise rüşvet verdiğini tespit
ettim. Rüşvet alan polisleri belirledim.
Hem rüşveti alanlar cezalandırılacaktı. Hem de ben aklanmış
olacaktım. Memur, eğer amiri ile birlikte rüşvete ortaksa yakalandığında,
amirini de ele verecekti. Bu, hep böyle olmaktaydı.
Minibüs şoförünü müdüriyet dışında beklettim. İlgili müdüre
yalnız çıktım. Rüşvet olayıyla ilgili bilgi sundum.
Beni dinledikten sonra durdu. Pencereye baktı. Sonra önüne
döndü. Gözüme bakamıyordu.
“Şimdi olmaz”, dedi. “Vali yeni geldi. Burada devamlı rüşvet
alındığını sanır.”
Belki de benim aktardıklarımın yeterli kanıt oluşturmayacağını
düşündü.
*
Ankara, gönderdiği bir emirde otobüs ve kamyon şoförlerini
zaman zaman bölge trafik merkezinde bir araya getirerek içecek ve pasta ikram
etmemizi istemişti. Hem biraz dinlenmiş olacaklardı, hem de kurallar konusunda
kendilerini aydınlatacaktık.
Hız sınırlarına uymalıydılar.
Bir defada dört saatten fazla araç sürmemeliydiler.
Polise rüşvet vermekten kaçınmalıydılar.
Kimi dinliyordu.
Kimi “Bıraksanız da gitsek” diye sabırsızlanıyordu.
Samimi ortamda şunu söyleyenler de oluyordu: “Ay sonunda bu
arabanın bonosu ödenecek. Ben bu parayı bir araya getirip getirmeyeceğime
bakarım.”
Bu, şu demekti: “Siz ne derseniz deyin, ben parayı denkleştirinceye
kadar kural mural tanımam. Borcu ödemek için değil dört saat, on dört saat bile
direksiyon sallarım.”
Gerçekten şoför esnafı zor koşullarda çalışıyordu. Bu
insanlardan rüşvet almak hiçbir polisin, hiçbir kamu görevlisinin harcı
olmamalıydı.
Ne var ki ahlaken zayıf karakterli toplumların içinden çıkan
polisler, bu zafiyetlerini görev yaparken göstereceklerdi.
Polis memuru Ali Öz, sonraki yıllarda samimi bir ortamda
şunları anlatmıştı:
“Babam ekmeğini taştan çıkarıyordu. Küçük bir kamyonu vardı.
Taş ocağında çalışıyordu. Ben polis olmadan önce bu kamyonda çalıştım.
Ehliyetim yetersiz olduğu için trafik polisine çok on liralar verdim. Şimdi bu
on liraları çıkarmalıyım.”
Diğer bir polisimiz Muzaffer ise şunları söylemişti:
“Neden bizi bu kadar sıkıştırıyorsunuz. Biz Bitlis’e gelmeden
önce çalıştığımız kadrolarda rüşvet almadığımız için ceza olarak çevre koruma
nöbeti tuttuk. Şimdi rüşvet alıyoruz diye siz çevre koruma nöbeti
tutturuyorsunuz. Bizi rüşvete oradaki amir arkadaşlarınız alıştırdılar.”
Muzaffer, Edirneliydi. Sonraki yıllarda Edirne’de çalışırken
pırıl pırıl Trakyalılar tanıdım. Hepsi dürüst insanlardı. Trakyalı bu insanlar
arasından Muzaffer gibi çok meslektaş da tanımıştım. Neredeyse hepsi rüşvete meyillilerdi.
Nasıl oluyordu da vatandaş olarak pırıl pırıl olan bu insanlar polislik
mesleğine girince bozuluyorlardı. Bu bir araştırma konusuydu. Polisliğin,
düzgün insanı nasıl bozduğunun kanıtıydı. Bozukluğu düzeltecek polis, kendi
kendini çirkinleştiriyordu.
*
Polisin kötü hastalığı sadece rüşvet miydi?
İşkence de polisin hastalığıydı.
Birinde polisin gözü vatandaşın cebindeydi.
Diğerinde eli vücudundaydı.
Birinde cebini acıtıyordu.
Diğerinde tenini acıtıyordu.
Birinde aciz bir dilenci oluyordu.
Diğerinde gaddar bir öcü kılığındaydı.
İkisinde de kötü muamele yapıyordu.
İkisinde de insanlık suçu işliyordu.
Ve de bütün bunları, sırtını devlete dayayarak yapıyordu.
Peki, o vatandaş sırtını nereye dayamalıydı?
Devlet, vatandaşını acz içinde bırakmak için değil, vatandaşına
sahip olmak için vardır. Vatandaşını kucaklamak için vardır.
Bir lokma, bir hırka diyerek sürekli yolunan bir milletten
ne beklenebilir ki…
Bir milleti bu kadar gagalamak niye…
Sıkıştıkça zam yapmak niye…
Vergi yüklemek niye…
Ezmek niye…
Hâlbuki devlet halkının refah düzeyini yükseltmek için
vardır.
Birini iki etmek için vardır.
Ama sen onu Kuran kursunda döv.
İlkokulda döv. Eti senin kemiği benim, de.
Askerde döv.
Sokakta polisin dövsün.
Kendi milletini şamar oğlanına çeviren bir devlet olabilir
mi?
Sonra da de ki; halk, layık olduğu yönetimi seçer.
Gerçekten kaliteli halk mı devletini geliştirir?
Yoksa devlet mi halkını bilinçli düzeye taşır?
Kuşkusuz bu tartışma bilim adamlarını ilgilendirir.
Ama gördüğümüz bir gerçek vardır. Vatandaşını döven,
vatandaşına söven, cebindeki parasını soyan devletin parayla çalıştırdığı bir
kısım polisler değil midir? Ücretle çalışan bir takım kamu görevlileri değil
midir?
Devlet onları “kiralık adam” mı tuttu da halkın burnundan
getiriyorlar?
Ya da bu halk, kendilerine sadistlik yapılmasından keyif mi
alıyor?
Demokrasilerde halk, iyi şeylere layıktır. Kendisini en iyi
yönetsin diye en az kötü olanları seçer.
Demek ki bizde “en az kötü”ler bile beter vaziyette ki varın
siz “çok kötü”lerin halini düşünün!
Zaten din mektebinde, devletin okulunda, asker ocağında,
hatta sokağında dövülen halktan, “iyi”lerin çıkabileceğini nasıl beklersiniz
ki…
Bütün bunların önüne geçmek için basit bir formül vardır.
Devlet, 81 ilin emniyet müdürünü Ankara’ya çağıracak.
Onlara tek bir cümle söyleyecek.
“İşkence ve rüşvet istemiyorum” diyecek.
Öyle resmi yazıyla falan değil, bizzat ve kararlı bir şekilde
söyleyecek. Söylerken hepsinin gözlerinin içine bakacak. Rol yapmayacak.
Bu cümle televizyonlar önünde halkın göreceği şekilde tekrar
tekrar verilecek. Hani, polis bir cop vurur da peşpeşe birçok kere vurdu gibi
gösterilir ya…
Onun gibi gösterilecek.
“İşkence ve rüşvet istemiyorum” lafını 81 il emniyet
müdürüne bizzat halkın iktidara getirdiği başbakan söyleyecek.
İnanarak söyleyecek.
İnandırarak söyleyecek.
Kararlı söyleyecek.
“İşkence ve rüşvet istemiyorum” diyecek.
Vatandaşın cebine veya tenine darbe geldiğinde aynı darbeyi
Ankara’da başbakan da hissedecek. Onun da içi acıyacak.
Şimdiki manzara böyle mi?
Hâlâ yüzde beş okumaz yazmaz insan varsa…
Sokak çocuğu sayısı 200 binlere ulaşmışsa…
Üniversiteden nasibini alanların oranı yüzde 12’de kalmışsa…
Vurursun, döversin, söversin.
Ta ki bilinçli bir toplum oluncaya kadar…
*
Mersin’den gelen genç bir galerici, Murat 124 arabam
olduğunu duyunca benimle görüşmek istediğini belirtti. Satarsan arabana
talibim, dedi.
Böyle bir niyetim yoktu. Daha iyi ve yeni bir araba almak
için maddi durumum müsait değildi.
Duyduğum kadarıyla Adana ve Mersin taraflarında bu araçlar
prim yaptığı için bazı uyanık galericiler doğu illerinden alıp orada
satıyorlarmış.
Ama burada söylemek istediğim esas konu araba alınması ya
da satılması değil, Türkiye’nin rüşvete bakışını dillendirmektir.
Genç adam konuşkan biriydi. Sohbeti ilerlettik.
Ona göre bölge trafik başkomiserinin daha iyi bir arabası
olmalıydı.
Üstelik nasıl olur da bölge trafikte çalışan başkomiserin
daha iyi bir araba alacak parası olmayabilirdi.
Kuşkusuz beni tanımıyordu. Ama benim adıma karar
verebiliyordu. Verdiği kararın dayanağı ise gelirken Şanlıurfa’da gördüğü
trafik uygulamalarında polisin tutumuydu. Şanlıurfa çıkışında yapılan bir
kontrolde rüşvet vermek zorunda kalmış. Çok geçmeden yeni bir trafik kontrolüne
tabi tutulmuş ve ikinci kez rüşvet vermiş.
Bütün bunları gülerek anlatıyordu. Rüşvet vermiş olmaktan
yana şikâyeti yokmuş gibi davranıyordu. Ama canını sıkan konu, iki kontrol
noktasının yakınlığıydı. Birbirini görecek kadar yakın iki ayrı trafik
ekibinden ceza yemeyi içine sindiremiyordu.
Şanlıurfa’da ekiplerin güvenliği için birbirine yakın uygulama
yapılabilirdi. Ama en azından farklı yönlere giden araçları kontrol
edebilirlerdi. Bu durum onların görev anlayışıydı. Onların tasarrufuydu. Ama
sivil bir insan, sohbet ortamı da olsa kendisinin rüşvet verdiğini, iki polis
ekibinin de rüşvet aldığını söylüyordu.
Bütün bunlardan sonra şöyle değerlendiriyordu: Bölge
trafikçiler beşyüz metrede iki kez rüşvet aldıklarına göre özel arabalarını
yenilemeleri zor olmasa gerektir.
Evet, böyle düşündüğünü söylüyordu. Ama neticede bir suçu
ihbar etmiş oluyordu. Doğru söylüyorsa iki trafik ekibi personeli ve kendisi
hakkında işlem yapılmalıydı. Yok eğer, yalan söylüyorsa devletin polisine
iftira atmaktan yine işlem yapılmalıydı.
Konuyla ilgili sadece Şanlıurfa bölge trafik denetleme şube
müdürünü telefonla bilgilendirdim. Sonucunu da bilmiyorum.
Aslında çıkarılacak dersler vardı:
Bir… Para kazanmak isteyen kurnaz bir genç, doğudaki
insanların gözü açılmadan gelip ellerindeki Murat 124 otoları ucuza alıp
pazarlamayı düşünmektedir. Maalesef üretime dayalı bir hizmet değildir.
Fırsatçılık ön plandadır.
İki… Trafik polisinin, beşyüz metre arayla aynı şoförden
iki kez rüşvet alacak kadar gözü dönmüştür.
Üç… Devleti temsil ettiğine inanılan polis, yönetilen
tarafından ironik biçimde eleştirilebilmektedir.
Dört… Davranış biçimi, birçok hukuksal sonuç doğurmasına
karşın, ben dâhil hiç kimsede “tık” yoktur.
İnsanın, “Pes yani” diyeceği geliyor!
*
Bitlis’te toplumumuzu kemiren sosyal bir yarayı daha
yakından tanıma imkânı buldum: Şeyhlik.
Aslında bu kavram bana yabancı değildi. İçinde “Molla”
sözcüğü olan bir sülaleden geliyordum. İlçem Piraziz’deki “Pir” ön eki,
yetiştiğim çevre hakkında kanaat oluşturabiliyordu. Nüfus cüzdanımdaki doğum
yeri hanesinde “Eren” yazılıydı. Şeyhli, Şeyhmusa, Hasanşeyh gibi köylerimiz
vardı.
Üstelik ilçemizde Tirealioğulları adıyla bilinen bir “Beylik”
vardı. Piraziz’deki toprağın sahibiydiler. Söz sahibi de onlardı. Hizan’da ve
Norşin’deki bazı sülaleler gibi…
Eski bakanlardan Kamuran İnan, Hizan’daki şeyhlerdendi.
Geniş bir çiftlikte yaşamışlardır. Halk gelip meccanen bu çiftlikte
çalışmaktadır. Suni bir göl bu çiftliğe ayrı bir güzellik katmaktadır.
Çiftlikte fındık dâhil birçok bitkinin yetiştirilmesi dikkat çekicidir. Ziyaret
için gelenlerin, çiftlik girişindeki şeyh mezarına yüz sürmeleri manidardır.
Kenan Evren’in ilah gibi olduğu yıllarda Bitlis vilayet
binasında yaptığı balkon konuşmasında halkın, Kenan Evren yerine, “şıh” olarak
gördükleri Kamuran İnan’a sevgi gösterisinde bulunmaları derhal balkondan
uzaklaştırılmasına yol açmıştır.
Şeyhlik ya da şıhlık müessesesi bugüne kadar çoktan
yıkılmalıydı. Üstelik devrim kanunlarıyla resmen yasaklanmıştı. Ama nasıl bir
virüstür ki dinsel öğelerle beslendiği için Türk milleti bir türlü bu illetten
kurtulamamaktadır.
Yörede bizzat gördüğüm için bazı uygulamaları paylaşmalıyım:
Şeyhlik, babadan oğula geçmektedir. Bütün aile bireyleri şeyh olarak ‘kabul’
görmektedir. Şeyh ailesi dışından insanlar ise “mürit” olarak anılmaktadırlar.
Şeyh’e ve şeyh ailesinden gelene mutlak itaat esastır.
Komutanın çağırdığı asker, nasıl koşarak gelip esas duruş gösterirse müritler
aynı şekilde itaat etmek durumundadırlar. Şeyhler, aynı zamanda yörenin kanaat
önderleridir. Devletle olan ilişkileri onlar düzenlerler. Eksiğinden dolayı
trafikten men edilen traktörü şeyhlerden biri gelir ve eksiğini tamamlamayı taahhüt
ederek polisten alır. Böylece şeyhin itibarı daha da artar.
Müritler cahil ve garibandırlar. Türkçeyi zor konuşurlar.
Trafik kontrollerimiz sırasında bazı minibüslerin ve otobüslerin topluca şeyh
ziyaretine gittiğini görürdük. Şeyhe, başta bıldırcın kavurması olmak üzere
yiyecek ve hediyeler götürülürdü.
Şeyh ve ailesi kurnaz ve bilgilidirler. Kabul odasında
oturtulan müritlerin hangi hediyeyi getirdiğini şeyh, minder renginden
bilirdi. Bu da onun “Derin adam” unvanına daha da derinlik kazandırırdı.
Şeyh ailesinden genç insanlarla dostluğum olmuştu. Onlarla
sohbet ediyordum. Orada yaşananlarla Piraziz’de gördüğüm “Beylik” statüsünü
karşılaştırma şansı buluyordum.
Şeyh arkadaşlarımdan biri gelerek bir köylünün trafikten
men ettiğimiz traktörünü bırakmamızı istedi. Kayıt tescilsiz bir traktördü.
Bana hafta sonu traktörün birkaç eksiğini Tatvan’da Sanayi çarşısındaki Şirin
Usta’ya yaptıracaklarını ve pazartesi günü trafiğe kaydettireceklerini
söylediler. Traktör pazartesi günü gelmeyince hem ziyaret, hem de bu durumu
sormak için Güroymak’a gittim. İşyerinde çay içmeye geldiğimi söyledim.
Hürmetle karşıladılar. Az ileride hiç tamir görmemiş traktör aynı haliyle park
etmiş duruyordu. Ne Şirin Usta’ya gitmişti, ne de tescili yaptırılmıştı? Dobra
dobra ve samimi bir şekilde “Niye yalan söyledin, traktör aynen duruyor” dedim.
Genç şeyh mahcup olmuştu. Onun suskunluğunu ve çaresizliğini gören bir müridi
hemen devreye girmiş ve zevahiri kurtarmaya çalışmıştı: “Yalan değil beyim,
yanlış yanlış…”
‘Şeyh yalan söylemez, ama yanlışlık olabilir’ demek istiyordu.
Ben üsteledikçe “yanlış” kavramını öne çıkarmak istiyordu.
Bir şeyh nasıl olur da müritlerinin önünde yalancılıkla
suçlanabilirdi.
Konuyu, şakayla dengeleyerek traktörün kaydının yapılmasını
sağlamıştık.
Genç şeyhlerden, büyük şehirlerde yaşayanları da tanımıştım.
Aynı yaşlardaydık. Kolay anlaşıyorduk. Onlar Bitlis’e geldiklerinde içki
içmediklerini, içmek zorunda kalırlarsa kırsal alanda kimseye görünmeden bu işi
yaptıklarını söylüyorlardı. Dönüş sırasında kendilerine bağlılıklarını
bildirmek için yanlarına kadar gelen müritlere içki kokusu hissettirmemek için
olabildiğince uzaktan el verdiklerini belirtiyorlardı.
Piraziz’de büyüklerimiz, “Bey” sülalesinden olanlara, yaşı
ne olursa olsun “Bey dayı” diye hitap ederlerdi. Beyler, politikada ve sosyal
yaşamda halkın önündeydiler. Halkı maraba olarak çalıştırıyorlardı. Devletin
yanında yer alarak sivrilmeye çalışan köylüye kötülük yapmada sakınca
görmüyorlardı. Onların arabaları vardı. Piraziz konaklarında onlar otururdu.
Çocukları pırıl pırıldı. İyi giyinirlerdi. Köylü çocuğun yüzündeki utangaçlığı
onlarda görmek mümkün değildi. Özgüvenleri fazlaydı. Köylü çocuklardan arkadaş
edinmezlerdi.
1900’lerin başlarında devlet; toprağı ve hayvanı karşılığında
Piraziz halkından vergi istemiştir. Parası olmayan halk; hayvanını yaylaya
kaçırarak kurtulmuş, fakat vergi ödeyemediği için arazisine tapu alamamıştır.
Bunu fırsat bilen Bey sülalesi, köylünün ekip diktiği araziye kendileri adına
tapu çıkarmışlardır. Böylece halk, toprağın sahibi iken Bey’in yarıcısı
durumuna düşmüştür.
Türk filmlerinde gördüğümüz “Ağalık” sistemi de toprak ve
mal varlığı sistemine dayanmaktadır. Ağa, tipik bir köylüdür. Sadece toprak
zenginidir.
Piraziz’deki Bey sülalesine mensup olanlar, sosyal ve
kültürel yönden köylüden ileri düzeydedirler. Büyük kentlerde yaşarlar. Fındık
zamanı Piraziz’e gelirler. Medeni bir görünüm sergilerler. Belki de bunun için
“Ağa” yerine “Bey” kavramı kullanılmıştır.
Piraziz’deki Beylik sistemi kot pantolon ve tişörtlerin
yaygın olarak kullanılmaya başlandığı 1980’lerde tarihe karışmıştır. Ucuz ve
kullanışlı olan bu giysiler, kişiler arası görüntü birliği sağlamada etkin
olmuşlardır.
Ağalık sistemini de artık Türk filmlerinde görmekteyiz.
Ama şeyhlik sistemi bir türlü bitmemektedir. Yeri gelmişken
söylemeliyim ki şeyhlik sisteminin bitmesiyle Türkiye birçok sorununu da
halletmiş olacaktır. Ama sistemli olarak bu konu devam ettirilmektedir. Atatürk
döneminde bile yasa çıkarıldığı halde 90 yıldır bitmemesi manidardır.
Şeyhlik müessesesinin içine, beylik ve ağalığın aksine “din”
unsuru karıştırılmıştır. Büyük Atatürk şeyhliği kanunla kaldırmak isterken din
duygularını zedelemekten kaçınmıştır. Sonraki dönemlerde din unsurundan arındırılarak
yok edileceğini düşünmüştür. Ancak din, bilgisiz insanların elinde öylesine bir
afyon olmuştur ki bugün halk katmanlarının çoğu serseri mayın gibi
dolaştıklarının farkında bile değillerdir.
Ağaların zalimce uygulamaları karşısında başkaldırıların
olduğunu Türk filmlerinden görmek mümkünken şeyhlikteki mutlak itaat, insanı
“birey” olma özelliğinden mahrum kılmaktadır.
Kutsal İslam dinine göre Müslüman biri, Fatiha Suresini her
okuduğunda “Yalnız sana kulluk ederim, yalnız senden yardım beklerim” diyerek
biat edilenin sadece Yüce Allah olduğuna inanmışken, dayatma sonucu şeyh adı
verilen bir faniye biat edilmesi gerçekten utanç vericidir.
Türk halkı, Arap kültürsüzlüğünden ve Osmanlının kötü
alışkanlığından derhal vaz geçmelidir. Kendi keyfi için başka bir bireyi
kullanmamalıdır. Yöneticiler, devlet gücünü ve imkânını sadece vatandaşın
refahı için harcamalıdır.
Avrupalı başbakan işine bisikletle giderken bizde sürüyle
araba konvoyu arasında gitmek sadece Osmanlı özentisidir. Hâlâ çağdaş
olunamadığının göstergesidir.
Türkiye bu anlamda gariplikler ülkesidir. Seçilen ya da
atanan kişi, halka hizmet etme vaadiyle göreve getirilmiştir. Ama nedense hep
kendisine hizmet edilir. Arabayla taşınırlar. Pazardan maydanozları alınır. Eşi
kuaföre, çocukları okula götürülür. Ellerindeki şemsiyeleri, çantaları
taşınır. Abdest alacaksa ibrikleri tutulur. Havluları verilir.
Kim demiş ki “kölelik” eskidendi diye…
Sözde seçilenlere hizmet için gelmişlerdi.
Resmen kendilerine hizmet ettirmektedirler.
Ayrıca bir de hediye bölüşümü vardır ki tipik bir az
gelişmişlik örneğidir. Ben bunu modern dilencilik olarak da yorumluyorum. Makam
arabaları, koruma arabaları büyük şatafatlarla taşra iline gider. Orada
herhangi bir açılışa, törene ya da başka bir etkinliğe katılır. Misafirperver
olan Türk halkı geleni boş çevirmez. Elinde neyi varsa gelene de ikram eder.
Göbekleri büyümüş makam şoförleri şimdi bagaj başındadırlar. Kısa saçlı, siyah
takım elbiseli genç korumalar kış yiyeceği tedarik eden karıncalar gibidirler.
Hediyeleri, kırmızı plakalı araçların bagajlarına özenle yerleştirirler.
Ankara’ya gelince de paylaşılır.
Yani seçilen, seçene vereceğine seçenden alıp götürür.
Seçilene hizmet edeceğine, kendisine hizmet ettirir.
Sonra da korktuğu için korumalarla dolaşır.
Bu insanlar halk tarafından beğenilmezlerse seçilebilirler
miydi?
Elbette hayır!
İnsan, kendini seçen halktan korkar mı?
Korkak insanlar, halkı yönetebilir mi?
Bazen korktukları için, bazen hava atmak için, bazen de
çantasını, şemsiyesini taşıtmak için yapmacık bir kalabalık yaratırlar ki
dostlar işbaşında görsünler.
İnsanoğlunun yaratılışında pohpohlanmak vardır. Kendisine
hizmet edilme beklentisi vardır.
Şoförün hızlıca koşarak kapıyı açması, ardından girinceye
kadar bekleyip sonra kapatması hoşuna gider. Aslında hem kendisi, hem de şoför;
Tanrı katında eşit yaratılmışlardır.
Hani derler ya...!
Şeyh uçmaz, müridi uçurur.
Aslında şoförün yasalarla bu yönde verilmiş bir görevi
yoktur. Ama hem “efendisini” uçurur, hem de bagaja giren malzemeden pay alır.
Küçük avantalarla o da “alan” saflarına karışır. Ne gariptir ki hem efendisi,
hem de kendisi kamuoyunda “veren” olarak bilinmektedir.
Halka hizmet için gelenlerin bir de konut lüksleri vardır ki
bu durum birçok olayı aydınlatmaya yetmektedir.
İllerdeki vali konakları, ilçelerdeki kaymakam evleri buna
örnektir.
Son Osmanlı padişahlarının yaşadığı Topkapı ve Dolmabahçe
sarayları herkesçe bilinmektedir. Özellikle Dolmabahçe sarayı, gerilemekte
olan İmparatorluğun “Biz ölmedik, hâlâ ayaktayız” mesajını vermek için
debdebeli olarak yaptırdıkları bir saraydır. Ne yazık ki ilk dış borcun, bu
sarayın yapımıyla alındığı bilinmektedir.
Padişahlar bununla yetinmemişler, yazlık Beylerbeyi
sarayından başka Maslak koruluğunda, Ihlamur’da, Beykoz’da, Küçüksu’da köşk ve
kasırlar yaptırmışlardır. Yıldız’daki Şale, Göztepe’deki Filizi, Haliç’teki
Aynalıkavak bu amaçla yapılanlardandır. Söylenenlere göre serin olan yerlere
asılan etlerden en son bozulan yere bir köşk yapılırmış.
İşte bütün bu savrukça davranışlar altı yüz yıllık koca bir
imparatorluğun sonunu getirmeye yetmişti. Bugün, henüz iki yüz yıllık olan
Amerikalılar, nasıl Osmanlılar gibi uzun yaşarız diye İmparatorluğun iyi
yönlerini örnek almakta, Osmanlıların yaptıkları hatalardan da uzak durmaktadırlar.
Günümüzün vali konakları aynen padişahların köşklerini
andırmaktadır.
Bu kervana kaymakamlar, emniyet müdürleri, diğer kamu
görevlileri de katılmışlardır.
Sınıf arkadaşım Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün
Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabında, kendisine hizmet eden 22 personeli 10
kişiye düşürdüğünü belirtiyordu. Emniyet müdürü lojmanının on dönüm bahçe içinde
200 metrekare olduğunu yazıyordu. Padişahların Filizi Köşkü ve Küçüksu Kasrı,
inanın daha küçük bir alanda inşa edilmiştir. Kitabında belirttiği gibi üç
maymunu oynayıp hayatını rahata erdirmesi mümkünken onurundan utanacağı
yapısı, dört yıl mahpus yaşamasına neden olmuştu.
Köşk yaptıramayan müdürler de apartmandaki iki daireyi
birleştirmek suretiyle farklılıklarını ortaya koymuşlardır.
TRT yetkilisinin jakuzili lojmanına ne demeli? Gazeteler
günlerce yazmıştı. Banyosuna ve diğer yerlere eşinin isteğiyle yapılan onarım
parası, neredeyse yeni bir daire fiyatına denk geliyordu.
Sözde hizmet için gelenlerin lüksüne bakın! Eğer bu
düşüncedeki insanlar bu nimetlerden yoksun olsalar “Elalemin enayisi ben miyim”
deyip bu tür görevlerden kaçarlar. Onları görevde tutan memleket aşkı değil, nimetlerden
yararlanma hırsıdır. Konaktır, jakuzili lojmandır. Yurtdışı gezileridir,
harcırahtır. Maaş ikramiyeleridir. Çünkü hizmetler insan odaklı değil, koltuk
odaklıdır. Bizde böyle şatafatlar yaşanırken ünlü Time dergisi Almanya başbakanı
Angela Merkel’in sıradan bir apartman dairesinde oturduğunu yazıyordu.
Bir genel müdürün eşi de, kendisine Corolla yerine Carina
otomobil almadığı için kocasının yolsuzluklarını ele vermemiş miydi?
“Şatafat” olan yerde koltuk çılgınları da türüyordu.
Tıpkı para için her köşe başında bir dincinin türediği gibi…
Memleketi ayakta tutan bir avuç ahlaklı Türk evladıdır.
Onlar, Büyük Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasındaki on beş yılda yaktığı
ışığın aydınlığında ülkemizi bugünlere getirebilmişlerdir.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletini hazır bir şekilde
kucağında bulan halk zaman zaman zor durumlara düşmüş, hatta her on yılda bir
baygınlık geçirmeye başlamıştır. Bu gibi durumlarda askeri müdahale ile şok
verilmiş ve tehlikeler ‘sözde’ bertaraf edilmiştir. Bu duruma alışan halk,
çözüm üretme konusunda gayret göstermemiştir. Bir istisna olarak gezi
çocuklarıyla birlikte, memleket meselelerini sahiplenmeleri gerektiğini
anlayabilmiştir. Bunda da zalimce “cop” ve “gaz” yedirilerek
yıldırılmışlardır.
Bütün bunlara milletvekillerine verilen yüksek maaşları ve
“kıyak” özlük haklarını eklediğimizde biat kültürüne ne kadar yer verildiğini
görmek mümkün olur. Hâlbuki milletvekilleri asgari ücretten maaş almalıdırlar.
Asgari ücret alanların aylıkları arttıkça milletvekili maaşları da artmalıdır.
Emniyet teşkilatında yapılanlar da aynısıdır. Bir daire
başkanının maaşı, aynı rütbedeki emniyet müdüründen dörtte bir oranında daha
fazladır. Amaç yine biat kültürü yaratmaktır. “Bak sana şu kadar fazla para
veriyorum. Bu imkânı kaçırmamak için bana biat et. Söylediklerimi aynen yap.”
İçinde yasal olmayan istekler de olunca personel ikilem
içinde kalmaktadır.
Koltuk sahibi olmak ya da olmamak!
Koltuk sahibi olursan aile içinde, çevrede itibarın olur.
Ekonomin düzelir. Kamu menfaatlerinden daha çok yararlanırsın. Koltuk sahibi
değilsen “düz memur” gibi addedilirsin. Sıradan bir yaşam sürdürürsün.
Çoğu kere koltuğun cazibesine dayanamayanlar, becerileri de
yoksa, kendilerini koltuğa taşıyacaklara taviz vermek zorundadırlar.
Kendilerini, onların istediği kanunsuz işleri yapmak mecburiyetinde
hissederler. Taviz verdiği konu bir suç doğurmuşsa hiç kimse onu kurtaramaz ve
koltukta yaşadığı laylaylom günleri çabucak biter ve sonu cezaevine kadar
gider.
Birine yaslanmayanlar ise belki üst görevlere gelip kamu
menfaatlerinden yararlanamazlar ama hiç değilse başları da ağrımaz. Ne
demişler? Ağaca yaslanma devrilir, insana yaslanma ölür.
Anlatacağım örnek olay Edirne’de gerçekleşmiştir. Bir moral
yemeğinde samimi bir hava olduğunu gören polisimizin eşi, emniyet müdürüne
şunu söyleyebilmiştir.
“Müdür bey! Benim kocamı Kapıkule’ye verin de kooperatif
taksitlerini ödeyelim.”
Tam bir Anadolu saflığıydı. Kapıkule gümrük kapısından rant
geleceğini biliyordu ama rüşvetin suç oluşturacağını düşünemiyordu.
Bir başka gerçek de birinci sınıf bir emniyet müdürü eşinin
sözlerinde gizliydi. “Yurt dışına ilk gittiğimizde gençtik. Para tutamadık.
Şimdi çocuklar büyüdü. Evlendirmek için para lazım. Yeniden gitmek için
talepte bulunduk.”
Birçoğumuz hiç yurt dışı göreve gidememişken o sanki
Kızılay’a gidiyor gibiydi. Nitekim bu defa emniyet müşaviri olarak gitmişti.
Arabesk bir yönetim anlayışımız vardı.
Görevler; kıdeme ve liyakate göre olması gerekirken
kooperatif borcuna ya da çocukların düğün masrafına göre veriliyordu.
Eskiden söz konusu vatansa gerisi teferruattır, deniliyordu.
Şimdi ise bal tutanın parmağını yaladığı dönemdir.
Bütün bunlar ülke yönetimi için riskli davranışlardır.
“Yukarıdakiler” ve “Aşağıdakiler” diye iki kutup yaratır.
Hele de üst yöneticiler; padişahlar gibi konaklarda oturmaya
özenirse…
Şehir duvarlarına asılan posterleri büyürse…
Konvoyundaki araç sayısı çoğalırsa…
Koruma personeli artırılırsa…
Fark, uçuruma gidiyor demektir.
“Yukarı”dakinin refahının artırılması, “Aşağı”dakinin o
oranda cebine ve tenine dokunulması demektir.
Aslında şeyhlikten söz ediyorken buralara geldik.
Piraziz’de “Beylik” sona erdi.
Artık Anadolu’da “Ağalık”la ilgili filmler de çekilmiyor.
İnşallah “Şeyhlik” de bir gün bitecektir.
Piraziz’deki “Beylik” sigara alışkanlığı gibiydi. Terk etmemiz
zor olmadı. Ama doğudaki “Şeyhlik”, eroin alışkanlığından daha beterdi. Bu
ülke insanının üzerinde çok ciddi bir kamburdur. Eğer Türkiye bir gün bu
kamburdan kurtulursa üç şey olacaktır. Birincisi bölücü terör bitecektir.
İkincisi Türkiye az gelişmişlikten kurtulacaktır. Üçüncüsü çağdaşlaşma batı
seviyelerine ulaşacaktır.
Birkaç yıl önce dinci Fetullah’ın biteceği kimsenin aklına
gelmezdi. Sürüyle insanın, hatta devlet erkânının bile peşinden koştuğu zat,
şimdi ininden bile çıkamamaktadır. Böylece toplumumuz, şeyhlerin bile peşinden
koşmaktan vaz geçilebileceğinin sinyallerini vermiştir.
Ne âlâ bir memlekette yaşıyoruz.
Şeyh, müridinin sırtından uçuyor.
Ağa, marabasını kullanıyor.
Müdür, memuruna mobbing uyguluyor.
Patron, işçisini eziyor. Sendika sömürüyor.
YÖK, öğrenciyi öğütüyor.
Aslında şeyh, birkaç kişidir.
Ağa, birkaç kişidir.
Müdür, kişiliğine ipotek konulmuş duruma düşürülmüştür.
Patron, az sayıdadır.
Sendika, 12 Eylül Anayasasının gazabına uğramıştır.
Ama onların temsil ettikleri halk, gerçek “çoğunluk”tur.
Büyük Atatürk’ün ifadesiyle “Türk Milleti”dir.
“Türkiye”nin gerçek sahibidir.
Köylüsü, “milletin efendisi”dir.
Hepsi hizmete susamış bağrı yanık insanlardır.
Yüzlerindeki her bir çizgi, yaşadıklarının kanıtıdır.
Yememiştir, yedirmiştir. Giymemiştir, giydirmiştir.
“Saçını süpürge etti” denilenler bizim anamızdır.
Ama Hanefi Avcı’nın dediği gibi rahat ve huzur içinde
yaşayanlar; bir avuç olan ağalar, beyler, şeyhlerdir.
Müdürler, patronlar ya da sendika ağalarıdır.
Hani Tanrı insanı eşit yaratmıştı?
Şimdi ben bu “eşitsizlik”ten ikinci kez nasibimi alıyordum.
1982 yılında başkomiserliğe terfi etmem gerekirken nasıl devre arkadaşlarımdan
bir yıl geriye bırakılmışsam bu defa 1985 yılında aynı şanssızlığı yaşamıştım.
Emniyet amirliğine terfim yapılmamıştı. Sorgu sual edemezdiniz. O yıllarda
bilgi edinme kanunu da çıkmamıştı.
Nihayet bir yıl sonra terfi edebildim ve Bitlis’ten Çorum’a
emniyet amiri olarak atamam yapıldı.
ÇORUM
Çorum’da 1986-1992 yılları arasında emniyet amiri ve şube
müdürü rütbesiyle çalıştım. Bu ildeki ilk emniyet müdürüm Ömer İ idi. 1950
yılında kapatılan polis koleji, 1958 yılında yeniden açıldığında Konya’dan
katılmıştı. 1964 yılında, o zaman ki adıyla polis enstitüsünden mezun olmuştu.
Halkla ilişkiler konusunda iyi düzeyde olduğu söylenemezdi.
Gündüz makamında, geceleri ise polis lokalindeydi.
Sonradan öğrendiğime göre benim için ilk sözü “Bir solak
geldi” olmuştu.
Bu, şunu gösteriyordu. Önceki çalıştığım kadrolarda
Orta-K’lı istihbaratçı komiserler beni İKK’lı olarak göstermişlerdi.
Onlara göre İKK’lılar, sakıncalı kişilerdir. Önemli görevlere
getirilmemelidirler. Sürekli takip edilmelidirler.
Bu nedenle kimlerle görüştüğümüz, ne tür faaliyetlerde
bulunduğumuz takip edilirdi. Her ay hakkımızda bir rapor düzenlenerek Ankara’ya
gönderilirdi.
İKK’nın ne olduğu, İKK’lının ne duruma düşürüldüğü; yıllar
sonra konuştuğumuz Niyazi Palabıyık’ın sözlerinde gizliydi. Palabıyık da
istihbaratçıydı. Ünal Erkan’ın emniyet genel müdürü olduğu yıllar için
konuşuyordu: “İKK’yı biz kaldırdık. Zararlı unsurlar diye biliniyorlardı.
İnsanlara yazıktır, günahtır dedik.”
Aslında temel hedef şudur: Memleketimizin daha ileriye
gitmesi için hamle yapan insanları bir ‘etkisizlik alanı’ içinde toplayalım.
Yönetimden tecrit edelim. Hiçbir şeye karışmasınlar. Böylece bizler daha çok
yükselme imkânı elde etmiş oluruz.
Hal böyleyken bir de “Yazıktır, günahtır” denilerek acınacak
gözle bakılması elem verici oluyordu.
Çorum’da iken halı saha furyası henüz başlamamıştı. Ama Ekin
caddesindeki lojmanlarımızın arka tarafındaki bir düzlükte futbol maçları
yapabiliyorduk. Bülent, istihbaratta çalışan genç bir memurumuzdu. Ayağı, topa
yakışan biriydi. Evimde özel daktilomun olduğunu öğrenmiş olmalı ki bir rapor
hazırlayacağını söyleyerek daktiloyu vermemi istedi. Verdim.
Bilgisayarlaşmadığımız yıllardı. Aslında çalıştığı yerde her boydan daktiloyla
bu işini halledebilirdi. Demek ki emniyet müdürlüğünde şüpheli bir belge vardı
ve o belgenin benim daktilomdan çıkabileceği ihtimali de konuşulmuştu. Ne de olsa
onlara göre “Zararlı unsur”dum. Zararlı işler yapabilirdim!
Bülent, futbolda başarılıydı. Umarım, şüpheli belgeyi başka
daktilolarda bulma konusunda da başarılı olmuştur.
Resmi yazışmalarda kullandığım imza, bir takım çizgilerden
ibaretti. Adımı ya da soyadımı çağrıştıran bir yanı yoktu.
Ama emniyet müdürü, personel şube müdürünü uyarmıştı:
“Bu adama dikkat edin. İmzası orak çekice benziyor!”
Orak ve çekicin, komünizmin simgesi olduğunu biliyordum.
Orak köylüyü, çekiç işçiyi sembolize ediyordu. Bu lafları duyunca imzama ve
orak çekice tekrar baktım. Bana göre alâkası yoktu. Evet, bir takım çizgiler
vardı. Keza kişiden kişiye farklı yorumlar yapılabilirdi. Kimi insanlar
dolunayda bir kadın yüzü gördüklerini söylerler. Ya da yoğun bulutların
hareketi sırasında avını yakalamaya çalışan vahşi bir hayvanın siluetini
algılayanlar olabilir.
Eğer aynı imza başka birine ait olsaydı emniyet müdürünün
aklına böyle şeyler gelir miydi?
Hiç sanmam.
Sadece imza mı?
Annemin adı da emniyet müdürümüzün aklını karıştırmıştı.
Ömer İ’ye göre “Ketalin”, Rus ismini andırıyordu. Annesi
Türk olmayan birinin imzası pek âlâ orak çekici sembolize edebilirdi.
Annemin gerçek ismi Ketayin idi. İran’da Ketayun olarak
kullanılmaktadır. 1300’lerin sonuna kadar Horasan’da yaşayıp sonradan Piraziz’e
gelenlerden olduğumuz için ismin oradan geldiği bilinmektedir. Az da olsa doğu
bölgelerimizde kullanılan bir isimdir. Nüfus memurunun y harfi yerine yanlış
harf kullanmasıyla kayıtlara Ketalin olarak geçmiştir.
Acı olan, bir ilin güvenliğinden sorumlu olan bir şahsiyetin
ne kadar ucuz yargısız infaz yapabilmesiydi.
Bu cümleyi şöyle de okuyabilirdik: Bir ilin güvenliği
kimlere teslim ediliyordu?
*
O yıllarda lisansüstü eğitim almak için ciddi bir çaba
içerisine girmiştim. Ömer İ gibi emniyet müdürlerinin birçoğunu gördükçe kendi
geleceğimden de korkar olmuştum. Ama asla onlara benzemek istemiyordum. Başvuruda
bulunduğum TODAİE, bilginin bilimselini vermeye çalışırken, benim emniyet
müdürüm mutat akşam sohbetlerinde bir takım rivayetlerden yola çıkarak başı kesilen
adamın yere düşen başını koltuğunun altına alarak yürüdüğünü -inanarak-
anlatıyordu.
Yoksa bir insan, yanlış yazılan bir isimden ya da imzadan
niye korksun ki…
Bu düşüncedeki bir emniyet müdürünün beni çalıştıracağı
birim kuşkusuz “önemsiz” olmalıydı. Lojistik birimi, önemsiz sayılanlardan
biriydi ve orada göreve başlatıldım. Fiziki iyileştirmeler bu birimde
yapılmaktaydı.
Samsun emniyet müdürlüğünde maaş işlemlerinin bilgisayarla
ve çok kısa sürede yapılabildiğini öğrenmiştim. Bilgisayarı kullanan memur
tekerlemeyi andıran bir laf söylemişti: “Beş kişinin beş günde yapacağı işi,
bir kişi bir saatte yapıyor.”
Bu laf, sanki matematik kurallarını alt üst etmişti.
Maaşlar, uzun şaryolu daktilolarda günlerce yazılarak ay
sonuna zorla yetiştiriliyordu.
Gece gündüz Samsun’daki memurun lafını düşünüyordum.
Nasıl olur da beş günde yapılacak iş bir saatte yapılabilirdi?
Üstelik bir kişiyle…
Neresinden bakılırsa bakılsın harika bir işti.
Bizim de mutlaka bilgisayara kavuşmamız gerekiyordu. Genel
müdürlük imkânlarıyla böyle bir şansımızın olmadığını biliyorduk.
Tek şansımız polis merkezleri yaptırma derneği parasından
kullanabilmekti.
Emniyet müdürü buradaki paranın polisevi yapımında
harcanacağını söyleyerek teklifimi geri çeviriyordu.
Başı kesilen birinin yürüyebileceğine inanan birini,
haftalarca süren bir işin bir saatte yapılacağına nasıl inandırabilirdim ki..
Ortada ne bilgisayar vardı, ne de maaş programı…
Varsayalım ki emniyet müdürü alınmasını kabul etti.
Bilgisayarı kim kullanacaktı?
Günler geçiyordu. Ama ben hâlâ Samsun’daki memurun lafını
düşünüyordum.
Bu iş, bir saate nasıl düşerdi?
Bu tılsımı çözememekten rahatsız olmuştum.
Aklıma aykırı bir fikir geldi. Polisevi binasının yapımı
için bankadaki paranın bir miktar faizi vardı. Bu faiz parası da bilgisayar
fiyatını karşılamaya yeterli geliyordu.
Batıl inançlara sahip olan emniyet müdürüne, faiz karışan
parayla yapılan binanın sağlam olmayacağını belirttim.
Sonuçta bu öneri kabul gördü ve bilgisayar alındı.
Hem sevindim, hem üzüldüm.
Sevindim, çünkü beş günde yapılacak işin bir saatte nasıl
yapılacağını gözlerimle görme şansına kavuşacaktım. Çağın gelişimine ayak
uydurabilmenin mutluluğunu yaşayacaktım.
Üzüldüm, çünkü 21’inci yüzyıla girerken bilgisayarı bize
kazandıran “hak” değil, “batıl”dı.
Öyle ya da böyle bilgisayar alınmıştı. Ancak kim kullanacaktı?
Bir an evvel personel maaşlarını bilgisayarla yapamazsak
emniyet müdürünün dilinden kurtulamazdım.
Başvuracağımız tek yer, halk eğitim merkeziydi.
Aynı lojmanlarda oturduğumuz iki genç memurumuz Muhsin ve
Hüseyin’i ikna ettim. Kendimin zaten org kursuna gideceğimi belirterek özel
arabamla gidip gelebileceğimizi söyledim.
“Biz hafta sonu kursa gitmek istemiyoruz” deselerdi
yapabileceğim bir şey yoktu. Gidip gelmeyi bahane etmesinler diye kendi
arabamla servis yapıyordum.
Şimdiki aklım olsaydı ben de bilgisayar kursuna giderdim.
Ama o yıllarda bir bilgisayara kavuşmak benim için hayal gibiydi. Üstelik
benzeri bazı aletler, çocukların oyun araçları olduğu için benim yaşımdakilere
yakıştırılmıyordu.
Bu nedenle org kursunu seçtim.
Ama kurstaki ilk gün gördüğüm manzara, benim yaşımdakilere
uymuyordu. Öğretmenimiz henüz yirmi yaşlarındaydı. Kursiyerler ise 7-12 yaş
grubundaydı. 30’lu yaşlarda onların arasında bulunmak izaha muhtaç bir durumdu.
Aklıma gelen bir fikri öğretmenle paylaştım. Ben kursiyer değil, sözde yardımcı
öğretmendim. Amacım tuhaflığı, bir nebze de olsa hafifletebilmekti.
Servis şoförlüğüm birkaç hafta sürdü. Genç polis memurlarımız
Muhsin ve Hüseyin kısa sürede lazım gelen bilgiye ulaştılar ve artık dairede
bilgisayar mucizesi resmen başlamış oldu.
Gözlerimle gördüm ve inandım ki, beş kişinin beş günde
yapacağı işi, bilgisayarla bir kişi bir saatte yapabiliyormuş.
Türkiye, Osmanlı’nın matbaa konusunda yaptığı hatayı
bilgisayarda yapmamalıydı.
Üstelik bilgisayar o kadar maharetli bir aletti ki, istenirse
geçmişteki kayıp yılları çarçabuk kapatabilirdi. Yıllar süren az gelişmişliğimize
son verebilirdi. Yeter ki akıllıca kullanılabilsin.
Çorum’da göreve başladığımda, kadroda onuncu yılımı
çalışıyordum.
Her geçen gün mesleki bilgi ve becerilerimin artması
gerekirken irtifa kaybettiğimi fark ediyordum.
Yabancı bir dil konuşamıyordum. Polis akademisinde iken
Fransız Kültür Merkezinde altı kur eğitim alanların mezuniyet sonrasında,
alanda eğitim yapmak üzere Fransa’ya gönderileceği söylenmişti. Üç yıl boyunca
geceleri bu eğitime kendi ödediğim parayla katıldığım halde böyle bir fırsat
verilmedi.
Daha önce söylediğim gibi tabanca atışından sıfır derecede
mezun edilmiştim. Ödünç aldığım hava tabancası sayesinde eksiğimi sonradan
tamamlayabildim.
Trafik bilirkişiliği yapabileceğimi ancak yedi yıl sonra
teksir notları arasında bulduğum müsvedde rapor sayesinde fark edebildim.
Bütün bu eksiklerimi giderebilmek için TODAİE sınavlarına
girmeyi kafama koymuştum. Sürekli kitap ve gazete okuyordum.
O yıllarda en çok satılan Sabah gazetesini okumaya başladım.
Ayrıca ikinci bir gazete olarak Cumhuriyet’i okuyordum.
Birçok makaleyi keserek kendimce arşiv oluşturuyordum. TODAİE sınavındaki
başarımda hepsi yararlı oldu.
Bu arada sanayi çarşısında genç birini tanımıştım. Adı
Yılmaz Yıldırım’dı. Bir aracımıza ait motor bloğunun onarımı konusunda
desteğini görmüştüm. Dükkânlarında sürekli Zaman gazetesi bulunurdu. Benim iki
gazete okuduğumu biliyordu. Neden Zaman gazetesi okumadığımı sordu. Ben
ekonomik durumumun ancak iki gazete için yeterli olabileceğini söylediğimde
kendisinin gönderebileceğini söyledi. O günden sonra Zaman gazetesinin dağıtıcısı
bana da bir gazete bırakmaya başladı. Artık günlük üç gazete birden okuyordum.
Hatta terörle mücadele şube müdürü, o yıllarda siyah beyaz
çıkan Cumhuriyet ve Zaman gazeteleri için “Okurken içiniz kararmıyor mu” diye
soruyordu.
Aynı şube müdürü, akşam saatlerinde polis lokalinde ana
haberler başladığında televizyonun sesini garsona açtırmayı ihmal etmiyordu.
Güncel konulara ne kadar yakın olduğunu göstermek için…
Ama gündemdeki en önemli siyasi haber okunurken istekasına
yerleştireceği en uygun taşın seçimiyle meşgul oluyordu.
Dolayısıyla haberle ilgili yapılan yorumlarda yeterli
olamıyordu.
Kendimi de yeterli görmediğim için mutlaka TODAİE’deki
yüksek lisans programına gidecektim. Orada Türkiye’nin, hatta dünyanın sosyal,
siyasal, ekonomik ve kültürel sorunları hakkında daha fazla bilgi sahibi
olacaktım.
Çalışmalarım semeresini verdi ve sınavları geçerek 1987
yılında kamu yönetimi uzmanlık programı eğitimi almaya başladım.
Meslek hayatımda ikinci kez durağan döneme giriyordum.
İlkini 12 Eylül 1980’i takip eden günlerde yaşamıştım. Müdahale sonrasında
askerler yönetime el koydukları için şaşkınlık yaşadığımız bir döneme
girmiştik.
Şimdi ise bir eğitim sezonu boyunca ücretli izinli sayılıyordum.
Herhangi bir görev sorumluluğum yoktu. Üniforma giymiyordum. En önemlisi
telsizden uzaktım. Telsizin yarattığı stresi, TODAİE’de, ondan ayrı iken daha
iyi anlamıştım.
Hazır stresten uzaklaşmışken sigarayı bırakma kararını da
burada aldım ve onbeş yıllık sevimsiz arkadaşıma veda ettim.
Hafta içi Ankara’da, hafta sonu Çorum’daydım.
İkinci yıl tez yazma aşamasıydı. Emniyet genel müdürlüğü
ile TODAİE anlaşması gereği mesleki bir konuda tez çalışması yapabilirdim.
Üstelik konu, daha önce işlenmemiş olmalıydı.
Tez danışma hocasını seçme şansımız vardı.
En titiz hocayı seçmek istiyordum. Eğer başarılı olursam
yazma konusundaki özgüvenim artmış olacaktı. Muzaffer Sencer’i tercih ettim.
Çok yönlü olan hocamız özellikle yönetsel alanda yazdığı kitaplarla ve insan
haklarına verdiği önemle dikkati çekiyordu.
Kumar davranışının sosyal boyutu daha önceki tez çalışmalarında
işlenmemişti. Bu fikrimi hocama ilettiğimde yeni bir konu üzerinde düşünmemi
istedi. Sonra ne düşündüyse bu konuyu işlememizin uygun olacağını belirtti.
Onun ifadesiyle ünlü yazar Dostoyevski bile Kumarbaz adlı bir esere imza
atmışsa kumar konusu fevkalade işlenebilirdi.
Yıl içerisinde bilimsel bir tez çalışmasının nasıl yapılacağını,
hangi kurallara uyulacağını da Sencer Hoca’dan dinlemiştik.
Tez çalışmasını, alanda araştırarak yapacaktım. Hocamız,
anket soruları hazırlanarak alandan elde edilecek bilgilerin gerçeği daha çok
yansıtacağına inanıyordu.
Öncelikle sorular hazırladım ve bu soruları kumar oynayanları
en iyi tanıyan kahvehane işleticilerine sordum.
Haftanın ilk dört akşamında dışarı çıkmama kararı alarak
çalışmayı bitirip hocaya sundum. Hocanın titizliği bana o kadar yansımıştı ki
daktilo ile yazarken bile yanlış tuş basmamaya özen gösteriyordum. Sonuçta
benim titizliğim de faydasını verdi ve hiçbir düzeltmeye gerek kalmadan “Müjde
dost, kamu yönetimi uzmanı oldunuz” haberini kendisinden almış oldum.
*
Çorum’daki ikinci emniyet müdürümüz Güner Kalkandelen’di. O
da 1958 yılında ikinci kez açılan polis kolejinin ilk dönem mezunlarındandı.
Ankara bir karar almış ve depoda bulunan standart dışı
silahların az bir ücretle personele satılmasını istemişti.
Buna göre illere gönderilecek belli sayıdaki silah, bir
komisyon marifetiyle kura ile her rütbeden personele dağıtılacaktı.
Komisyonda ben de görevliydim. Emniyet müdürü Güner
Kalkandelen ise bizzat başkanlık yapıyordu. Öyle ki tarafsız hareket edildiğini
göstermek için bazen en kıdemli bekçiyi, bazen en genç polisi kura için
torbanın bulunduğu yere çağırıyordu.
Ertesi günü şube müdürü Faik Yazıcı’nın odasına gittim.
Zaman zaman sohbetlerimize katılan başkomiser İlhan da oradaydı. Konu
tabancalara geldiğinde “Silah dağıtımında yine katakulli olmuş” dedi.
Tamamen tarafsız bir dağıtım yapıldığına gözlerimle tanık
olmuştum. Şimdi de katakulli yapıldığı iddiasına kulaklarımla tanık oluyordum.
Eğer orada bulunmasam ve emniyet müdürünün büyük bir gayretle en adil biçimde
dağıtım yaptığını görmesem başkomiserin ortaya attığı iddiaya belki ben de
inanacaktım. İşte zanna dayalı bilgi ile bilimsel bilgi farkı buradaydı.
Benzeri iddialar meslek yaşamımız boyunca çok olmuştur. Asla inanmamak gerektiğini
böylece anlamıştım. Zaten TODAİE’ye gitmeyi de bilimsel bilgi farkını görmek
için istiyordum.
Güner Kalkandelen müdürümüz polisin sporla ilgilenmesini
isteyenlerdendi. Kayseri müdürüyken Erciyesspor, onun dönemindeki Polisgücü
futbol takımının devamı olarak ortaya çıkmıştı.
Çorum’daki Polisgücü için katkıları da çoktu. Ekibimiz;
polisler ve sivil gönüllülerden oluşuyordu. Takımı maçlara, kurs görmüş Halil
Göral komiser hazırlıyordu. Ben ise yönetici pozisyonundaydım.
Polisgücü olarak amacımız, polis halk işbirliğini sağlamaktı.
Polislerin, sosyal alanda aktivitelere katılarak sadece cop sallamadığını
kamuoyuna göstermekti.
Ama çoğu kere halkla ilişkileri geliştirmek yerine daha da
gergin sonuçlara neden olabiliyorduk. Müsabaka anında kendisine faul yapılan
polis, futbolcu olduğunu unutuyor ve sahada polislik yapmaya kalkıyordu. İyi
olsun diye özen gösterdiğimiz polis halk ilişkileri daha da bozuluyordu.
Bazen yerli hakemler, polisleri yabancı görerek Çorum
takımlarının bazı hatalarını görmezden gelebiliyorlardı.
Bunun için müdür rütbeli olarak oyuncuların sabırla maça
devam etmelerini sağlıyorduk. Aynı zamanda hafta boyunca akıttıkları terin
karşılığı olarak haklarını koruyorduk.
Son haftaların birinde Sungurluspor ile önemli bir maçımız
vardı. Rakip takım, sahte lisansla yabancı oyuncu oynatmış ve galip gelmişti.
Bu gerçeği, beyanlarla ifade edebilirdim. Ama yine de bir gazeteci arkadaşıma
maç sırasında fotoğraflar çektirdim.
Salı günleri tertip kurulu toplanıp maçların sonuçlarını
tescil ederlerdi. Dilekçe ile başvuruda bulundum. Kendim de toplantıya konuk
olarak katıldım. Başkan ve dört üye konuyu ele aldılar ve kanıt yok diye
Sungurluspor’un galibiyetini tescil etmeye yeltendiler.
Maç sırasında çekilen fotoğrafı gösterdiğimde bu defa
itirazımızı haklı gördüler ve müsabakayı 3-0 lehimize tescil ettiler.
Haklarının korunduğunu gören oyuncularımız kalan maçlarda daha da gayret
göstererek ligi, grup lideri olarak tamamladılar.
Benzeri haksızlıkların olduğu bir örneği bekçi alımlarında
gördük. 98 müracaat vardı. En iyi yedi kişi, sınav sonucu göreve başlayacaktı.
Beş kişilik komisyonda görevliydim. Komisyon başkanımız emniyet müdür yardımcısı
Abdulkadir Aydın idi. Emekliliği yaklaşmış, dürüst bir insandı. Kendisine
emniyet müdürü Necdet Y tarafından torpil yapılması için verilmiş isimler vardı.
Ama o, sınavda başarı gösterenlerin önüne başkasını almak istemiyordu.
Dolayısıyla tarafsız bir sınav yapılıyordu.
Konu, kulağına gitmiş olmalı ki biraz sonra emniyet müdürü
sınav salonuna gelerek komisyona el koydu ve elindeki listeye göre sonuçları
tayin etti.
Emniyet müdürünün bizzat görev aldığı bir konuda, onun
atadığı komisyon başkanı ve üyeleri olarak geri adım atmak zorunda kaldık. Ne
de olsa emniyet müdürü; cumhurbaşkanı, başbakan ve bakan iradesiyle görevlendiriliyordu.
Onun dediği olmalıydı.
Çok ilginçti. Emniyet müdürü, biri de kurum doktoru olan beş
kişilik komisyonu yok hükmünde sayıyordu.
Milletvekili de, başarısız hemşerilerini başarılı olanlara
tercih ediyordu. Üstelik “kul hakkı” yiyordu. Bizi de buna alet ediyordu.
Aslında topyekun dejenere olmuştuk. Devletin yerleşmiş
hiçbir sistemi yoktu. Arabesk düşüncedeki insanlar, bir gece önce
düşündüklerini yarın sabah uygulamaya geçirebiliyorlardı. Resmen günübirlik
yaşıyorduk. Siyaset adamı Süleyman Demirel, siyasette 24 saatin bile çok uzun
bir süre olduğundan söz ederken milletin yapısını da özetlemiş oluyordu.
Yapılanlar bilim süzgecinden geçmediği için sürekli geriye gidiyorduk. Milletvekilinin
verdiği isimler Çorumluydu da diğerleri değil miydi? Milletvekilleri Çorum’un
ve bütün Türkiye’nin milletvekili değil miydi?
Hem layık olanı bekçi yaptırmıyor, hem de hemşerilerini
ötekileştiriyordu.
Emniyet müdürünü ve milletvekilini bu yanlışlardan
arındıracak bir sistemin olmayışı ise tam bir laçkalık örneğiydi.
Doğrular, sisteme göre değil kişilere endekslenmiş durumdaydı.
Emniyet müdür yardımcısı Abdulkadir Aydın’a göre doğru olan şey, Necdet Y’ye
veya milletvekiline göre değişebiliyordu.
Tertip kurulu başkanı ve üyeleri de sahte lisanslı futbolcuyu
bal gibi biliyorlardı. Ama Çorumlu olmadığı için Polisgücü aleyhinde karar
vermekte sakınca görmüyorlardı. Ama siyah beyaz bir fotoğraf işin kimyasını
değiştirebiliyordu.
Silah dağıtımında hiçbir katakulli olmadığının bizzat tanığı
olduğum halde iyi tanıdığım İlhan başkomiser zanna dayalı bilgiyi, doğru
bilginin önüne çıkararak insanların kafalarını karıştırabiliyordu.
Bütün bunlar azgelişmişliğin sonucuydu. Ülkemizde az sayıda
yetişen kaliteli insanlar siyasetten kaçtıkça meydan günübirlikçilere
kalıyordu. Sistem “es” geçiliyordu.
Aslında siyaset de kalitesizlikten nasibini alıyordu. İyi
bir oy yüzdesiyle iktidara başlayan ANAP, her geçen seçimde oy kaybederek
sıfır düzeylerine iniyordu. Ya “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” diyerek dinsel
motifler kullanmak zorunda kalıyor ya da “Benim memurum işini bilir” diyerek
sistem dışı davranışlarla günü kurtarmaya çalışıyordu.
Ardından ev ve otomobil kastedilerek iki anahtar vaadiyle
iktidara gelenlerin kalıcılığı mümkün görünmüyordu. Politika üretme yerine partiler
arası kavganın prim yapacağına inanılıyordu.
Partilerdeki yozlaşma yöneticileri, yöneticilerdeki yozlaşma
ise yönetilenleri olumsuz etkiliyordu.
*
Polis teşkilatında ilk kez 1988 yılında terfilerin sınavla
yapılması kararlaştırıldı.
Buna gerek var mıydı?
Vardı. Çünkü her alanda olduğu gibi mesleğe giriş,
meslekteki süre ve meslekten ayrılışlar planlı ve sistemli yapılamadığı için
yığılmalar olmaktaydı.
Ya bu üç süreç, ileriyi görecek şekilde planlanmalıydı. Ya
da rütbe ilerlemelerinde sınav sistemi uygulanmalıydı.
Sınav uygun görüldü ama sapla saman da birbirine karıştı.
Sınavlarda liyakat kazanacağına hatırlı adamların verdikleri
isimler terfi ettirildiler. Bu defa zaten sallantıda olan mesleki iç barış bir
kez daha darbe aldı.
Gerçekleri ifade edebilmek için bilimsel bir çalışmadan bir
cümleyi örnek olarak verelim: “Dördüncü sınıftan birinci sınıfa kadar bütün
emniyet müdürlerinin yüzde 38’i Ankara’dakiler arasından terfi etmişlerdir.” (ÖZCAN,
Yusuf Ziya – GÜLTEKİN, Recep, “Türkiye’de Polis ve Politika İlişkisi”, Polis
Bilimleri Dergisi, Cilt 1, Sayı 4, s.81)
Araştırıcılar, “Amirlerin Ankara’da yoğunlaşması ne Ankara’nın
nüfusuna, ne de buradaki olay ve suç sayılarına göre orantılı değildir” diyerek
Ankara’nın, ‘suyun başı’ olduğuna dikkat çekmektedirler.
Polis üst düzey yöneticileri; mesleklerinin ve meslektaşlarının
yükselmesi için politikalar üretme yerine, politika ürettiklerini sandıkları
iktidar partisinin uşağı durumuna düşmüşlerdir. Bütün inisiyatiflerini
kaybetmişlerdir.
Aslında buraya kadar “beceriksizlik” deyip geçebiliriz. Ya
da seçilmişlerin bu tür müdahalelerini demokrasi adına sinemize çekebiliriz.
Ama “hainlik” yapılması, yenilir yutulur cinsten olmuyordu.
Bu satırları okuyan meslektaşlarımın zihninde elbette şimdi
onlarca örnek belirmiştir.
Sivil okuyucularımız ise Türk kamu yönetiminde ne dolaplar
döndüğüne bir kez daha tanık olmuşlardır.
Ancak ben yine de söylediklerimi örneklendireyim.
Şu hainliğe bakar mısınız?
Devre arkadaşlarımdan Cemil Taş, “tanık” olduğu bir dava
dosyasında bizzat “sanık” gösterilmiş ve o yıl terfi edecekler listesinden
çıkarılmıştır. Amaç, yandaş bir meslektaşa yer açmak. Konunun üzerine
gidildiğinde küçük rütbeli biri kurban gösterilmiş ve sehven harf hatası yaptığı
bildirilmiştir.
Hani bir laf vardır ya… “Böylelerinin öteki dünyada bile
yeri yoktur” diye…
Ama yaptıkları yanlarına kâr kaldığı sürece böyle devam
edecektir.
Başka bir örnek vereyim.
Bir makama getirilmesi için birinci sınıf bir emniyet müdürünün
ismi Bakan’a verilir. Bakan bu durumu, personel işlerinden sorumlu genel müdür
yardımcısına iletir. İlk atamaların birinde alınan birinin yerine o müdür
verilecektir. Ancak atamalar gecikmiştir. Bakan’ın verdiği isim hâlâ beklemektedir.
Bu sıralarda polis eğitim birimlerinden bir müdür, başka bir ilde görev
beklediğini belirterek genel müdür yardımcısına sözle iletir. Bunu fırsat
bilen genel müdür yardımcısı hemen Bakan’ı arayarak bekleyen müdüre yer
bulduğunu bildirir ve ataması yapılır. Görevden alınan müdür “Böyle konuşmamıştık”
dese de önemli olan Bakan’ın isteğinin yerine getirilmesidir. Öteki müdürün
kapı önüne konulmuş olmasının bir önemi yoktur. Yeter ki Bakan’ın gönlü olsun
ve genel müdür yardımcısı yerini korusun.
Boş yer olmadığı için görevlendirme yapılamadığını anladık.
Ama ötekini haince alıp Bakan’ı memnun etmek ise tam bir sahtekârlık.
Hainlik konusunda başka bir örnek daha var ki meslektaş
kazığının nasıl olduğu en iyi bu örnekte görülür. Mesele terfi değildir ama il
içi görevlendirmede kızağa alınmak söz konusudur.
Konunun kahramanı Kemal Sarıdağlı, devre arkadaşımdır.
Doktora yapmış bir şube müdürüdür. Tokat’ta çalışmaktadır. Çocuğu İstanbul’da
okuduğu için eşini ve evini Tokat’a getirmemiştir. Bilgili ve becerikli olduğu
için kendi şubesinden başka üç şubeye daha vekaleten bakmaktadır. Ancak bir
gün başka bir şube müdürünün, il emniyet müdürüne Kemal Sarıdağlı’nın sarışın
bir kadınla polisevinde yemek yediği ve sonra da Tokat caddelerinde Kartal bir
otoyla tur attığını söylemesiyle bu görevlerden alınarak kızağa çekilmiştir.
Bir ay kadar sonra il sınırında Bakan karşılamasında
görevlendirilmiştir. Bakan’ı karşılamak üzere vali de il sınırına gelmiştir.
Kemal Sarıdağlı, polislerin uygulama noktasındadır. Vali ise makam aracında
beklemektedir. Kemal Sarıdağlı, polislerin yaptığı çaydan valiye de götürmeyi
uygun görmüş ve memuru muhatap etmeyerek bizzat kendisi ikramda bulunmuştur.
Çay için teşekkür eden vali, Kemal Sarıdağlı’ya şunları söylemiştir: “Senden
bunu beklemezdim, sarışın bir kadınla ulu orta gezmeni asla uygun görmedim.”
Meseleyi aradan bir ay geçtikten sonra anlayan Kemal
Sarıdağlı, o kadının kendi eşi ve otonun da eşinin İstanbul’dan getirdiği
kendi arabası olduğunu bildirince şaşkınlığını gizleyemeyen vali özür
dilemiştir. Derinlemesine araştırmadan peşin hükümle karar verdiği için
üzüntülerini dile getirmiştir. Sonuçta önceki görevlerine döndürülmüştür.
Bir şube müdürünün bu kadar ucuza gitmesi insanın aklını
karıştırmaktadır. Hem teşkilata, hem de topluma sürekli bir geriye gidiş,
sürekli bir monotonluk pompalanmaktadır.
Balıkesir’deki “Selam heyeti” serenomisine ne dersiniz?
Nöbetçi müdürü, nöbetçi amiri ve nöbetçi memurundan oluşan nöbet heyeti, her
akşam emniyet müdürü Sabri K’yı selamlayarak uğurlarlar. Emniyet müdürü bu
heyete, giriş katında olduğu için pasaport şube müdürü Hüseyin B’nin de dâhil
edilmesini ister. Serenomi daha kalabalık ve daha gösterişli olsun diye…
“Dikkat” çekilir ve dört elle selamlama yapılır.
Bitmedi.
Makam arabası bölünmüş yolda gider. İlerdeki kavşaktan
dönerek karşı yönden şehir istikametine yönelir. Bu durumda selam heyetinin de
yönü değişecektir. Kıdemli en başa gelecek şekilde yeniden selam vaziyeti
alınır. İkinci bir selamlama yapılarak emniyet müdürü selametle uğurlanır.
Aynı emniyet müdürünün başka ilginç hareketleri de vardı.
Bir gün tek polisin görev yaptığı noktayı teftiş eder. Memurun tekmil vermesini
ister. Başka amirlere de sık sık tekmil veren memur “Her gün tekmil mi olur”
diyerek tepki gösterir. Emniyet müdürü Sabri K buna çok içerlenir ve memurun
zihinsel hasta olduğunu öne sürerek Manisa’daki ruh ve sinir hastalıkları
hastanesine sevk edilmesini ister. Bir başkomiser nezaretinde Balıkesir’den
Manisa’ya gönderilir. Doktorlar memurun hasta olmadığına karar verirler.
Başkomiser, hazır gelmişken öğle saatlerine kadar Manisa’yı gezmek ister. Bu
arada memur, başkomiserinin gitmiş olabileceğini düşünerek Balıkesir’e erkenden
ulaşır. Bu durum, Balıkesir’de hastanın hangisi olduğu yönünde yeni bir
tartışma yaratır.
Yine başka bir emniyet müdürünün tekmil istemesini, tekbir
getirmesine yorumlayan memurun biraz da heyecanlanarak “Eşhedü en la ilahe
illallah…” diye başlamasına ne dersiniz? Tekmil, memurun kendini tanıtması ve
yaptığı görevi amirine açıklamasıdır. Tekmilin doğrudan verilmesi memura
öğretilemediğinde benzer sorunlar kaçınılmaz olur.
Laf, terfi sınavlarından gelmişti. Bu zihniyetteki insanların
başta olduğu bir dönemde sınav adaleti beklenebilir mi?
Olur ya, Bakan’ın sevdiği biri, sınavı kazanamazsa ne
olacak?
Bizimkiler hemen buna da bir çözüm getirdiler.
Bakan yalakalarının geliştirdiği sisteme göre sınavlar dört
aşamalıdır. Mevzuat bilgisi, atış, spor ve mülakat.
Bilsin ya da bilmesin, atsın ya da atmasın, yapsın ya da
yapmasın ilk üçünde herkes makul bir puan toplama şansına sahiptirler. Önemli
olan mülakatta alınan puandır.
Mülakatta adaylardan istenen şudur:
“Hangi illerde ve hangi birimlerde çalıştığınızı anlatın?”
Mülakatın puan değeri 40’tır. Adaylar on atıştan birini
isabet ettirse de, karnı üstünde sağa sola dönerek şınav çekse de üç aşamada
ortalama 90-100 ya da 110 puan almışlardır. Yeterlik puanı ise 125’tir. Tuzak,
bu noktada kurulmuştur. Terfi etmesi istenen adaylara 40 üzerinden 125’i
geçecek şekilde mülakat puanı verilir, istenmeyenler 125’in altında bırakılarak
kadrosuna gönderilir.
Mesele sınavı başarma, başaramama değil, siyasilerin
istediklerini terfi ettirme gösterisidir. Böyle bir tuzak girişimi ise ancak
hainler tarafından kurulabilir.
Oysa sınavda iyi olanlar yukarı taşınmalı, diğerleri de iyi
olmak için kendilerini geliştirmelidirler.
Benzer bir haksızlık polis akademisi mezunlarının kura
çekiminde yaşanmış ve dönemin emniyet genel müdürü Ünal Erkan gece saat 24’de
baskın yaparak bizzat el koymuştu. Çağın Polisi dergisinde yayımlanan bir
söyleşide Ünal Erkan gördüklerini şöyle anlatıyordu:
“Yeni mezunlar içeri tek tek alınıyordu. Başkanın önündeki
masanın altındaki sehpalarda birkaç torba bulunuyordu. Her bir torbada
istihbarat, kaçakçılık, trafik gibi birimler için lazım gelen sayıda kura
kâğıtları vardı. Geri kalanlar da ayrı bir torbadaydı. İçeri giren yeni mezun,
eğer kayırılacak eleman ise özel olarak hazırlanmış torbadan kura çekiyordu.
Gariban ise yani herhangi bir kayıranı yoksa masa üstündeki torbadan kura
çekiyordu.” (ÖZDEMİR, Erol, “Ünal Erkan ile Söyleşi”, Çağın Polisi Dergisi,
sayı 34, 2004) (http://www.caginpolisi.com.tr/unal-erkan-ile-soylesi/)
1992 yılında gerçekleştirilen bu baskında yakalananlardan
biri Ali B idi ve görevden uzaklaştırılmıştı. Sonra aynı Ali B’yi cemaatçiler
yeniden palazlandırdılar ve İzmir il emniyet müdürlüğüne kadar yükselttiler.
Cemaatin, “Fetullahçı Terör Örgütü” olarak nitelendirilmesiyle, bu defa bir
daha dönmemek üzere kapı önüne koydular. İzmir’deki görevi sırasında karıştığı
bir olay nedeniyle de tutukladılar.
Ünal Erkan söyleşi sırasında hatırlatmıştı: “Polis teşkilatında
haksızlık olursa, polis başkasına haksızlık yapmayı hak sayar.”
*
Çorum, şube müdürü sayısı bakımından zengindi. Ciddi bir
güvenlik sorunu yoktu. Birimler tarafından mutat görevler yerine
getirilmekteydi.
Akşam saatlerinde amirler lokalinde oturulur. Çoğu kere
birlikte yemek yenilir. Bilardo, tavla ve kâğıt oyunları oynanırdı.
Ünal Erkan’ın genel müdür olmasıyla polis akademisindeki
çift torbalı kura sistemine son verilmiş, dinci oldukları sabit görülen birçok
müdürün tayinleri çıkartılmıştı. Ahmet Ç’de o dönemde Çorum’a gelen şube
müdürlerindendi. Yemekli toplantılara mutlaka katılır ve içenlere eşlik
ederdi.
O sıralarda bir konunun tahkiki için Ankara’dan iki müfettiş
geldi. Biri eğitim dairesi eski başkanı Salih Tuzcu idi. Terfi sınavlarının
etkin isimlerinden biriydi.
Ev sahibi pozisyonundakiler Ankara’dan gelen misafirleri
akşam yemeğine davet ettiler. Herkes lokaldeydi. Sadece Ahmet Ç yoktu. Oysa
gündüz herkesten çok misafirlerle o sarmaş dolaş olmuştu. Yemeğe ev sahibi olarak
en önce o gelir sanıyorduk.
Sonradan anladık ki Ankara’daki Ahmet Ç onlarla birlikteyken
içki içmiyormuş. Orada takındığı dinci kimliği gereği içkiden uzak duruyormuş.
Şimdi içerse Ankara’dan gelenlerin yüzüne bakamayacakmış.
İçmezse de Çorum’dakilerin yüzüne bakamayacaktı.
Çareyi, geceye katılmamakta bulmuştu.
İşte bu takiyyeci davranış, içimizde bir kangren olarak hâlâ
devam etmektedir.
Salih Tuzcu, Muharrem T, Necati A gibi isimler tamamen
siyasilerin borazanlarını çalarak hareket etmişlerdir. Siyasilere şirin
görünerek teşkilatın bütün kazanımlarını yerle bir etmişlerdir. Kimi il emniyet
müdürü, kimi milletvekili olarak ödüllendirilmiştir.
Sınavların başladığı 1988’lerde polisevlerinde içki yasağı
yoktu. Ama Salih Tuzcu’nun sınav için Ankara’ya gelenlere “Sınav boyunca tüm
hal ve hareketleriniz değerlendirmeye tabi tutulacaktır” lafı, içki alan
arkadaşlarımızı polisevinin dışına itmiştir. Kimi arkadaşlarımız da iktidara
yakın Türkiye gazetesini, ceplerinde görünecek şekilde taşımıştır.
*
Çorum deyince akla gelenlerden biri de emniyet amiri Ali
T’nin telsiz cambazlığı idi. Emniyet müdürü Necdet Y, nöbetçi müdürlerinin
lokalde değil, emniyet müdürlüğünde veya sokakta olmasını istiyordu. Böylece
gece çalışan personelin daha iyi kontrol edilebileceğini düşünüyordu.
Ali T’nin Çorum’da mobilyacılık yapan bir hemşerisi vardı.
Cep telefonlarının olmadığı dönemdi. Hemşeri, önceden öğütlendiği için haber
merkezini arayarak Ali T ile görüşmek istediğini söyler. Haber merkezi anons
ederek Ali T’den telefon numarası ister. O da her seferinde emniyet
müdürlüğündeki telefon numarasını bildirince ne kadar sadık bir şekilde
nöbetçi müdürlüğü görevini ifa ettiği anlaşılmış olurdu(!)
Çorum güzel insanların olduğu bir kentti. Halkla ilişkiler
doğrultusunda birçok esnafı yerinde ziyaret eder, birlikte çay içerdim. Her
defasında da emniyet müdürlüğüne davet ederek orada da çay içebileceğimizi
söylerdim. Başlangıçta teklifime olumlu yanıt verirlerdi. Fakat pek
gelmezlerdi. Birçoğu, işini bahane ederdi. Bir kısmı da, “Bizi emniyet
müdürlüğünden içeri girerken gören hemşerilerimiz, falancanın bir yanlışı mı
olmuş da polise gidiyor” derler diye gelmediklerini söylüyorlardı.
Birçok vatandaşımız da polisi “soğuk” buldukları için
siyaset adamına gittiklerini ifade ediyorlardı. Zira eskiden beri devlet memuru
vatandaşa mesafeli durmuştur. Kendisini sınıfüstü görmüştür. Vatandaşa tepeden
bakmıştır. Rüşvet almıştır. Ya da kötü muamele yapmıştır. Bu defa vatandaş,
kendine yakın gördüğü siyasetçiye kaçmıştır. Siyasetçi ise oy kazanmak uğruna
polise aracı olmuştur. Böylece polis ile vatandaş ilişkisi bozulmuştur.
Polisin, dışmüşteri ilişkilerini iyi düzeyde tutamaması tamamen kendi
eksikliğidir. Kanunlarla verilmiş görevlerini bihakkın yerine getirirse bütün
“aracı”ların ortadan kalktığı görülecektir.
Bu bir araştırma konusuydu. Ama kimin umurunda ki…
Başlangıçta Çorum’da kötü günler geçirmiştim. “Solak”
damgası yemiştim. Annemin adının nüfusta yanlış yazılması, imzamdaki çizgilerin
orak çekice benzetilmesi, hakkımda ayda bir İKK raporu düzenlenmesi hep can
sıkıcı şeylerdi. Üstelik emniyet müdürü Ömer İ, emniyet amiri rütbesinde
olduğum halde, başkomiserin çalıştırılabileceği kademe amirliğinde
görevlendirmişti. Çorum, memleketim olan Giresun’un Ankara ve İstanbul yol güzergâhındaydı.
Beni ziyaret eden hemşerilerim, Piraziz’e döndüklerinde, adımız emniyet amirine
çıktığı halde, “Araba tamirhanesinde çalışıyor” diye nitelendirmekteydiler.
Böyle bir görevi, emniyet amiri olduğum için kabul etmeyebilirdim.
Fakat TODAİE’ye gidebilmek için en küçük bir ceza dahi almamam gerekiyordu.
Emniyet müdürü, “solak” olduğum düşüncesiyle bana zulüm yapıyordu. Allahtan
kademe amirliğinde, işine vakıf başkomiserimiz Hilmi Kösekul vardı. Bütün
işleri çekip çıkarmada başarılı bir performans gösteriyordu. Ben ise TODAİE
sınavlarına çalışmak için fırsat bulmuş oluyordum.
Neticede sabırlı davranışım meyvelerini vermeye başladı.
1990 yılında TODAİE tezim kabul edildi. Bunun karşılığı olarak maaş kademem iki
yıl öncesine yükseltildi. Ne var ki 1988 yılında terfilerin sınavla yapılmasını
düzenleyen kararda TODAİE’yi bitirenlerin iki yıl öncesine terfi etmeleri
engellenmişti. Başka dönemlerde insanlar eğitim için motive edilirken şimdi
engelleniyordu.
1992 yılı başında teleks memuru Haluk’tan iyi bir haber
aldım. Dördüncü sınıf emniyet müdürlüğüne terfi etmiştim.
Üç ay sonra aynı memur yeni bir teleks yazısıyla odamın
önündeydi. Bu defa üçüncü sınıf emniyet müdürlüğüne terfi etmiştim.
Emniyet genel müdürlüğüne getirilen Ünal Erkan, bir cerrah
edasıyla, kangrenleşen bölümleri ameliyat ettikçe taze kan vücudumun diğer
organlarına da ulaşabiliyordu.
Hakkımda İKK raporu düzenlenmesine de o dönemlerde son
verilmişti.
Allah fakire eşeğini kaybettirir, sonra da bulunca sevindirirmiş.
Çorum’da altıncı yılımı çalışırken kaybettiklerimi yavaş yavaş bulmaya
başlamıştım.
Sonra bir dilekçe vererek Ankara’ya tayin istedim.
ELMADAĞ
ELMADAĞ
Elmadağ, Ankara’nın dış ilçesiydi. 1992-1995 yılları
arasında ilçe emniyet müdürü olarak çalıştım. Rütbem üçüncü sınıf emniyet
müdürüydü.
İlk ve tek ilçe deneyimimdi.
Ankara’ya 40 km uzaklıktaydı. 25 bin nüfusu vardı.
Ankara’dan Kırıkkale’ye devam eden demiryolu Elmadağ’dan
geçiyordu.
Hem Karadeniz, hem de Doğu Anadolu bölgesi güzergâhındaydı.
Uzun yıllar köy enstitüsü ışığıyla etrafını aydınlatan
Hasanoğlan, Elmadağ’ın bir beldesiydi.
Barutsan ve Roketsan gibi barut kokusu ile savaşı çağrıştıran
silah ve roket fabrikaları da Elmadağ’daydı.
Ayrıca bir çimento fabrikası vardı. 1965-1969 yılları
arasında emniyet genel müdürlüğü yapmış olan Hayrettin Nakiboğlu’nu, bu
fabrikanın yönetiminde görev aldığı için tanıma şansı bulmuştum. 10 Nisan polis
haftalarında onur konuğumuz olmuş ve personelimizi konferansları ile
aydınlatmıştır.
Üç yıl süresince iki kaymakamla çalıştım. İkisi de dinci bir
yapı sergiliyorlardı.
Kaymakam Necati T, ilçede olmadığı zaman yerine ilçe milli
eğitim müdürü Hasan Nalbant’ı vekaleten bırakıyordu. Üçümüzün bir arada olduğu
bir gün Hasan Nalbant’ın, yalvarır sözlerle dizlerinin ağrıdığını belirterek
Cuma namazına gidemediğini anlatışı, kaymakamın ne ölçüde dinci olduğunu
göstermeye yetiyordu.
Kaymakam Turgut O da aynı yapıdaydı. Bir gün Ankara’dan
gelen PTT görevlilerinin talebi üzerine Kanal 7 televizyonunun, TRT yayınlarını
etkilediği gerekçesiyle vericisinin iptali için polis görevlendirmiştim.
Kaymakamın dinci olduğunu bildiğim için görevliler daha olay yerine varmadan
bilgi vermeyi uygun gördüm. İyi ki bildirmişim. “Bırakın kardeşim, nasıl yayın
yapıyorsa yapsın” dedi. Polisleri telsiz emriyle geri çağırdım. PTT görevlileri
müdahale edemeden geri döndüler. Bir yanda devletin köklü bir kuruluşunun
halkın yararına düzenlemesi varken, devletin kaymakamı özel sektöre ait bir
dini yayın kuruluşunun tarafında yer alabiliyordu.
Bilgisayar tutkum Elmadağ’da da devam ediyordu. Polis
Merkezleri Yaptırma Derneği fonundan bir bilgisayar alımını gerçekleştirdik.
Bu arada kendim için ikinci el bir bilgisayar satın aldım.
Halk eğitim öğretmeni Hanife Yaman’dan destek alarak savcı Ali Velioğlu’nun 12
yaşındaki oğlu Mehmet’le bilgilerimizi geliştirdik.
PC 286 olarak anılan bu bilgisayarlar, yeni çıkan elektronik
daktiloların pabucunu kısa sürede dama atmıştı. Elektronik daktilolar için “Ne
büyük yenilik” diyorduk. Ama bilgisayarların yaygınlaşmasıyla ortalıktan
kayboldular.
Toplum, benzeri bir durumu çağrı cihazlarında da yaşamıştı.
Cep telefonlarının birdenbire yaygınlaşmasıyla çağrı cihazları da ömürlerini
tamamlamıştı.
Doğru Yol Partisinin iktidar olduğu yıllardı.
İlçede siyaset yapanlar genelde barut fabrikasının işçileriydi.
İnsan ilçede olunca hem mesleğin, hem de devletin iç
organlarını daha iyi tanıyordu.
Yıllar önce Antalya’da çalışırken sıcak akşam saatlerinde
insanlar Konyaaltı sahillerine iner, mehtabı seyrederken çoğu kere fıçı bira
ile serinlerlerdi. Fırsat buldukça aynı şeyi ben de yapardım.
Yoksul Elmadağ’da da insanlar seyirlik bir tepede aynı
şekilde bira içtikleri için kaymakam tarafından yakalatılıp adalet önüne
gönderilmekteydi. Meskûn mahalde silah atmak ya da gelip geçen insanları
rahatsız etmek gibi hiçbir müracaat bulunmuyordu. Buna rağmen sırf bira içtikleri
için toplatılıp taciz ediliyorlardı. Komiser olduğum yıllarda aynı davranışı
bizzat kendim de yapmıştım. Şimdi o insanları nasıl yakalayabilir ve adliyeye
gönderebilirdim? Durumu kaymakam beyle açıkça görüştüm. Bir daha böyle bir
talebi olmadı.
Elmadağ sakin bir ilçeydi. Bu sükûneti bazen Nurettin
bozmaktaydı.
Nurettin, babasının büfesinde gece saatlerinde çalışırdı.
Alkol almayı seven biriydi. Psikopat bir yapısı olduğu söyleniyordu. Ya da öyle
gözükmek istiyordu. Geçmişte gece görev yapan polislere de içki ikram ederek
belirli ölçüde dostluklar kurabilmiştir.
Sonradan öğrendiğim kadarıyla alkolün de etkisiyle bacağında
iyileşmeyen bir yarasının pansuman edilmesi için sık sık hastaneye gitmiş ve
maalesef birçok keresinde doktoru ya da hemşireyi taciz etmiştir.
Lojmanımız ilçe emniyet müdürlüğü binasındaydı. Devlet
hastanesi de hemen yanıbaşımızdaydı. Gecenin ilerleyen bir saatinde lojman
penceresinden iri yarı birinin kendisine müdahale eden iki polise zorluk
gösterdiğini gördüm. Polisler zor durumdaydı. Görevli grup amirini arayarak
şahsı almalarını ve hakkında işlem yapmalarını istedim.
Biraz sonra polis merkezine geldiğimde Nurettin; komiser
Hüseyin ve diğer personel ile birlikte oturuyordu. Onun, iki polise görevinde
zorluk gösterdiğini bizzat görmüştüm. Benim polislik anlayışıma göre
nezarethanede olması gerekiyordu. Derhal üst aramasını yapmalarını ve
nezarethaneye koymalarını istedim. Şaşkın gözlerle beni izliyordu.
Bugüne kadar nezarethaneye atılmamış, yaptıkları yanına kâr
kalmıştı. Ben de biliyordum ki ertesi gün, hastane personeline ve polise
yaptıkları için özgürlük kısıtlayıcı bir ceza almayacaktı. Savcının bilgisi
dâhilindeki nezarethane uygulamam ise sadece tedbir olarak yapılan bir
hareketti. Gecenin sessizliğinde, iri gövdesiyle demir kapıya vurarak çıkardığı
gürültü gerçekten ürkütücüydü. Kaymakam gürültüden ne kadar rahatsız olduğunu
bildirse de personel, benim emrim olduğunu bildirerek Nurettin’i nezarethaneden
çıkaramıyordu.
Duvara bilinçsizce çarparak kendilerine zarar verebilecek
hasta yapılı kimseler için duvarları özel madde ile kaplı odalarımız yoktu. Bu
tür mekânların sadece ruh sağlığı merkezlerinde hazır olduğunu, ihtiyaç halinde
bu merkezlere yönlendirme yapıldığını biliyordum. Ama Nurettin böyle biri
değildi.
Ertesi gün Nurettin’i minibüsle adliyeye sevk ettirdim.
İçerisinde dört polis bulunan minibüsü, önce bir görev için çarşının en
kalabalık merkezine yönlendirdim. Minibüste iri bedenini iyice küçültmeye
çalışsa da karizması çizilmişti. Sonradan öğrendiğim kadarıyla jandarma bölgesinde
büyükbaş hayvan hırsızlığı yaptığı için tutuklanmıştı.
Hata yapan sadece Nurettin miydi? Biz de yapabiliyorduk.
Birinde sonu 06 ile biten plaka numarasını, general yerine sahtekâra tahsis
etmişiz.
Olay şöyle gelişmişti: Fakir Fukara Fonu toplantısı için
değerlendirme çalışmaları yaptığımız bir sırada Kaymakam Turgut O bir telefon
görüşmesi yapıyordu. Birkaç dakika konuştuktan sonra bana döndü ve “Seninle
görüşmek istiyor” dedi. Karşıdaki şahsa iyi dileklerde bulunarak ahizeyi bana uzattı.
Şahıs “Merhaba Müdür Bey” diyerek söze girdikten sonra
duraksamaksızın emekli general olduğunu ve oğlu için sonu 06 olan plaka
numarası istediğini bildirdi. Kaymakamın tanıdığı düşüncesiyle
verebileceğimizi söyledim. Ertesi günü oğlunu göndereceğini söyleyerek
vedalaştık. Tescil bürosundaki görevlilere de oğlunun adını vererek 06 plakayı
vermelerini söyledim.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Ankara’da asayiş
şubesinden sorumlu devre arkadaşım Deniz Çetin aradı. Plaka verdiğimiz kişinin
araba konusunda sahtecilik yapan biri olduğunu bildirdi. Bu bir hataydı ve
hatanın gerçek nedeni kaymakam ile olan iletişim eksikliğimdi. Kaymakamla uzun
uzun görüştüğü için önceden tanıdığı biri sanmıştım. Almam gereken dersler
bölümüne bunu da ekledim.
Sonraki yıllarda da başka bir hatanın içinde bulmuştum
kendimi. Bir ilçede, polis merkezleri yaptırma derneği aracılığıyla asayiş
hizmetlerinde kullanılmak üzere bir minibüs satın alınmıştı. Trakya halkı bu
konuda duyarlıydı. Hizmetin halka yansımasını çok iyi süzebiliyor ve yönetime
katılma konusunda fedakârlıktan kaçınmıyorlardı.
Ama aynı minibüsle bir hafta sonu lojmanlardaki kadınların
pazaryerine alışveriş için götürüldüğüne tanık olmuşlardı. Asayiş hizmetleri
için halkın katkılarıyla alınan minibüsün pazar servisinde kullanılmasını kabul
edememişler ve bu durumu şikâyet konusu yapmışlardı. Aslında minibüste,
kapkaççılık suçlarına karşı pazaryerinde önlem alması için yöresel kıyafet
giydirilmiş bir kadın polisimiz de vardı. Ancak yapılan araştırmada diğer
kadınları da kapkaççı takipçisi polisler olarak zikretmiştik. Bu bir hataydı
ve biz bazen kendi hatamızı göremediğimiz için “Aynasız”dık.
*
Yılbaşı geceleri, emniyet teşkilatı mensupları için yoğun
çalışmayı gerektirir. Bu nedenle polisler, yeni yıl kutlama etkinliklerini,
yılbaşından birkaç gün sonra yaparlar. Mehmet Ağar’ın emniyet genel müdürü
olduğu dönemde Ankara emniyet müdürü Orhan Taşanlar koordinesinde Dedeman
otelde verilen yemeğe Elmadağ’dan katılmıştık. Bütün rütbeli arkadaşlarımız oradaydı.
Geceye Ankara belediye başkanı Melih Gökçek ve zamanın devlet güvenlik
mahkemesi başsavcısı da davetliydi. Ayrıca yargının diğer tepe görevlileri de
oradaydı.
Dedeman oteldeki polis gecesinin konuk sanatçısı Sibel Can;
mükemmel bir oryantal ve iyi bir Türk sanat müziği icracısıydı. Refah
Partisinden seçilen belediye başkanı Melih Gökçek onun kıvrak dansları
sırasında aynı kareye girmemek için bizim bulunduğumuz arka masaya gelmişti.
Daha sonra esas dansözün sahne almasıyla kısa süreli olarak salonu terk
etmişti. Aklıma yıllar önce Bitlis’te yazın büyük şehirlerden köye gelen şeyh
çocuklarının, köylünün yanında içki içiyor gözükmemek için araziye çıktıkları
gelmişti.
Emniyet genel müdürü Mehmet Ağar’ın yargı görevlileri ile
iletişimi mükemmeldi. Teşkilat mensupları olarak buna sevinmemiz gerekiyordu.
Çünkü haksızlığa uğrayan personelimiz mağduriyet yaşamaktan kurtulabilirdi. Ne
var ki ben sevinemiyordum. Geçmişte Kitle dergisine abone olduğum iftirasıyla
İKK’lı olarak yaftalanmışlığım vardı. Bu nedenle terfilerimde sorun yaşıyordum.
Tabii ki hakkımı aramak için sıkça idari yargıya başvuruyordum. Taşradaki idari
yargı mensupları, yakından tanıma şansı buldukları için isabetli kararlar
verebiliyorlardı. Oysa Ankara’daki yüksek yargıda bizzat tanınmadığım için bu
şansım yoktu. Dolayısıyla dosyadaki bilgi ve belgelerle hakkımda karar
veriliyordu.
Mehmet Ağar yargıyı ikna ederken şu mealde laflar ediyordu:
“Biz polis teşkilatını güzel yerlere getirmek istiyoruz. İçimizdeki çürükleri
ayıklamak istiyoruz. Kötülük yapanları dosyalarına işliyoruz.”
Bu lafta kötü bir şey yoktu. Çürüklerin ayıklanması elbette
iyi olurdu. Dosyadaki bilgiler de bunu doğruluyorsa neden olmasın?
İşte bütün mesele dosyadaki bilgilerdeydi.
Siz eğer dosyaya neredeyse yatılı okulda yatağı iyi yapmadı
diye alınan haftasonu izinsizlik cezasını bile koyar, öte yanda toplumsal
olayda yaralanan birinin aldığı maaş katı ödülünü dosyanın yakınına
uğratmazsanız yargı merci ne yapsın?
Ne hazindir ki memurun dosyasındaki “kâğıt” önemsenir de
“birey” olduğunun bir anlamı yoktur.
Aslında emniyet teşkilatındaki bu vahim durum, 2005 yılında
mülkiye müfettişlerince yapılan bir inceleme ile ortaya çıkarılmıştır:
“İdareye karşı açılan davalardan karara bağlananların yüzde
45’i emniyet genel müdürlüğü aleyhine sonuçlanmıştır.”
Raporda iç acıtan bölüm diplomatik bir dille şöyle ifade
edilmişti:
“Emniyet genel müdürlüğü; ülke genelinde kanun ve nizamın,
emniyet ve asayişin sağlanmasından ve kanunlara aykırı hareket edenlerin yargı
mercilerinin önüne çıkarılmasından sorumlu olan bir genel müdürlüktür.
Dolayısıyla böyle bir genel müdürlüğün yaptığı her türlü işlem ve eylemin
hukuka uygun olması beklenir. Genel müdürlük ve bağlı birimlerince, teşkilat
mensuplarına ve vatandaşlara karşı yapılan işlem ve eylemlerin yüzde 45’inin
hukuka aykırı olduğu ya da hukuken yanlış olduğunun mahkeme kararlarıyla
tespit edilmesi, yapılan işlem ve eylemlerin yeniden gözden geçirilmesini
zorunlu kılmaktadır.”
*
Karadenizlilerin tutkusu olduğu bilinen düğünlerde silahla
mermi atma olayı Elmadağ’da da yaygındı. Ancak mesai arkadaşlarımın
gayretleriyle ve belediye başkanı Ömer Ağa Kurt’un da karşı duruş
sergilemesiyle bu kötü alışkanlığın asgari düzeye indirilmesi sağlandı. Ama
“sıfırlandı” denilemezdi. Yine bir gece vakti haber merkezine yapılan bir
ihbarla silah atıldığı telsizlere yansımıştı. Ekipler, plaka numarası verilen
aracı ve sürücüsünü yakalayarak işlem başlattılar.
Biraz sonra doğru yol partisi ilçe başkanı Yılmaz Küçük
telefonla aradı. Vakit, gece yarısını geçiyordu. Görüşmek istediğini bildirdi.
Sarhoştu.
Silah atanı kast ederek “Benim parti üyem ve ben sekiz gün
sonra bu ilçede seçime gideceğim” dedi.
Ve ekledi: “Bu evrakı yok etmemiz lazım.”
Anlaşılan parti üyesi Ankara’da güzel bir akşam geçirmişti.
Gecenin ilerleyen saatinde ilçesine girerken keyfe gelip silahını ateşleyerek
hemşerilerine “ben geldim” mesajı veriyordu.
Aslında hedef gözetilmiyordu. Ancak kazalara yol açabileceği
için suç sayılıyordu.
Olumsuz bir sonuçla karşılaşmamak için her tür silah
atışına el koyup bu alışkanlığın ortadan kaldırılmasını istiyorduk. Geçiş
sürecinde, keyfe keder attıklarını bildiklerimiz, örneğin korkup köpeğin
arkasından attığını söylemişlerse aynısıyla ifadeye geçiriyorduk. Ekip personelimiz,
partili bu şahıs için de aynısını yapmıştı.
Bu durumu ilçe başkanına anlattım. Hâlâ beni anlamak
istemiyordu. “Bu gece bu evrak yok edilecek” diyordu.
Onunla uzun süre tartışmam anlamsız olacaktı. Biz polislere
ceza veren tüzüğü getirttim. Evrakı yırtmanın meslekten ihraç edilmekle
cezalandırılacağı maddesini bizzat okuttum. Sonra da aynı evrakı yok etmesi
için kendisine uzattım. Benim ihraç edilmemin önemi olmadığını, yeter ki
kendisinin ve arkadaşının zarar görmemesini söyledim.
Aldı.
Kanlanmış gözleriyle bana baktı.
Sonra evraka baktı.
Gözlerini sehpa üzerindeki evraka sabitleyerek çıkıp gitti.
Aslında yumuşatılmış bir dosya ile partili vatandaşın
adliyeden fevkalade bir ceza almayacağını kendisi de biliyordu. Ama bürokrasi
tecrübesi olmayan bir işçi emeklisi olarak emniyette işi bitirememenin
sıkıntısını çekiyordu.
Dolayısıyla benim yerime, bu işlerini kolayca yaptıracağı
bir ilçe emniyet müdürü olsun istiyordu. Nitekim kısa bir süre sonra Ankara
emniyet müdürü Orhan Taşanlar imzalı faks yazısıyla, Şereflikoçhisar’a tayinim
çıktığı bildirildi.
Ancak ilginç bir gelişme oldu.
Aynı partinin Piraziz’deki mevkidaşı kayınbiraderimdi.
Konuyu, avukatlık da yapan Giresun il başkanına anlattığını söyledi.
Doğru Yol Partisi Giresun il başkanı Mehmet Ali Güney,
köpekten korkma olayını evraka koyarak o kişiye ne ölçüde iyilik yapıldığını
bir çırpıda çözebilen tecrübeli bir hukukçuydu.
Yıllardır avukatlık yaptığını, hiçbir müvekkili için kolluk
görevlisinden bu şekilde iyilik görmediğini, dolayısıyla bu işin takipçisi
olacağını belirtmişti.
Ankara’ya gelince birlikte partinin Ankara il başkanlığına
gideceğimizi söyledi. Aslında parti binalarına gitmemiz doğru karşılanmıyordu.
Bu hususu belittiysem de kendisinin misafiri olarak gelmemi istedi.
İl başkanına şunları söyledi:
“Ben de yıllarca davalarla uğraşıyorum. Müvekkillerimin
suçunu hafifleterek az ceza alması için çaba harcıyorum. Benim hemşerim, benim
partilime ‘köpekten korktu’ diyerek bu iyiliği yapmış. Ama ilçe başkanımız bunu
hâlâ kavrayamamış.”
Yetmişli yaşlarına yaklaşan Mehmet Ali Güney, bir anda
partililiğini unutarak sanki duruşma salonundaymış gibi konuşuyordu.
İl başkanı sabırla dinledi. Bizi güzel duygularla uğurladı.
Elmadağ’a döndüğümde personel şubeden aradılar ve faksla gelen
tayin yazısını kendilerine göndermemi istediler.
Kuşkusuz avukat ile işçi emeklisi particilerin hayat görüşleri
ve siyaset anlayışları bir olamazdı. Elbette siyaset, halkın bütün katmanlarını
temsil edebilmeliydi. İşçi, memur, köylü, şehirli, esnaf, zengin, fakir,
serbest meslek mensubu, akademisyen, yargı mensubu, basın mensubu herkes
siyaset yapabilmeliydi. Ancak karar verme yerinde bulunanlar için “Emaneti,
ehline veriniz” kuralı göz ardı edilmemeliydi.
İlçe başkanı halkın; sosyal, kültürel ve ekonomik yönden
gelişmesi için gayret gösterip oy toplayacağı yerde emniyet müdürünü tayin
ettirerek gücünü gösteriyordu. İlçesini geliştirme yerine işin kolayına
kaçıyordu.
Devam eden günlerin birinde cadde üzerinde hatalı park yapan
aracının plaka numarası trafik polisi tarafından megafonla anons edilince bana
geldi ve bu trafik polisini ilçeden göndermemi istedi.
Neymiş?
İlçe halkı nazarında popülaritesi sarsılmış. Eğer o polisi
sürgün ettirirse halk, “Ne güçlü başkan” diyecekmiş.
Trafik polisinin, devletin belirlediği kuralları tatbik ettiğini
söyledim. Ve de tayin ettirmedim.
Ama ne var ki Yılmaz Küçük benim tayinimi yaptırdı.
İlk denemesinin üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. Bu
defa yeni bir faks emriyle Ankara’ya atandığım bildirildi. Ankara emniyet
müdürü Orhan Taşanlar’ın, randevu taleplerime cevap vermemesinden siyasi
baskıya maruz kaldığını anlayabiliyordum.
Yılmaz Küçük, Elmadağ ilçesine bağlı Yeşildere beldesinde
yapılacak mini seçimi koz olarak kullanıyordu. “Bu emniyet müdürü burada
kalırsa biz bu seçimi kazanamayız” diyerek iktidar partisinin Ankara’daki
görevlilerini can evinden vuruyordu. Hâlbuki Yeşildere, polis bölgesinde
değildi ve benimle hiçbir ilgisi yoktu.
1994 yılında yapılan seçimlerde belediye başkanı olan
ANAP’lı Hasan Delice’nin bir seyahat sırasında Kıbrıs’ta ölmesi üzerine
mevzuat gereği 1995 Haziran ayının ilk haftasında mini seçim yapılacaktı.
Aslında bu seçimlerde iktidar partisi olan DYP’nin göstereceği aday, deniz
kuvvetlerine bağlı birliklerde sivil olarak çalışmıştı. Beğenilen bir kişiliğe
sahipti. Dolayısıyla seçilme şansı yüksek görünüyordu.
Benim tayinim 18 Mayısta çıkmıştı. Ertesi gün 19 Mayıs
Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı için tören alanında Büyük Atatürk’ü bir
kez daha selamladıktan sonra ilişiğimi keserek 15 günlük mehil müddetini
kullanmaya başladım. O sürede Elmadağ’a uğramadım.
Elmadağ’da üç yıldır görev yapıyordum. Polis halk ilişkilerinin
iyi düzeyde olduğunu söyleyebilirim. Herkes tayinimde Yılmaz Küçük’ün
parmağının olduğunu biliyordu.
İlçeden aniden ayrılışım, kahırlandığıma yorumlanmıştı.
Bizim toplumumuzda mağdur duruma düşürülenlere karşı garip bir tutuculuk
özelliği vardır. Mehil iznimde tayinimin durdurulması için hemen bir imza
kampanyası başlatmışlar. Kısa sürede 2000’lerin üstünde imza temin edilince
konunun TBMM’ne taşınmasına karar verilmiş.
Her siyasi görüşten birer temsilci, halkın imzaladığı dilekçeyi
meclis genel kuruluna ulaştırmışlar.
Bir gün ilçe savcısı Ali Velioğlu arayarak ATV’nin akşam
haberlerinde, tayinimle ilgili bilgi verileceğini bildirdi. Ana haber
bülteninde geçecek bazı haber başlıkları erken saatlerde seyircinin dikkatine
sunuluyordu. Nitekim toplanan imzaların Meclise götürülüşü, 13 Haziran 1995 tarihli
Ali Kırca ile ana haber bülteninde işlenmişti. Yapılan haksızlık kamuoyuna
duyurulmuştu.
Ancak konunun Meclisteki değerleniş biçimi tam bir Türkiye
gerçeğiydi.
Meclis tutanaklarının ilgili bölümü şöyleydi:
HALİT DUMANKAYA (İstanbul) -Ben de belgelerle bunları
söylüyorum.
İÇİŞLERİ BAKANI NAHİT MENTEŞE (Devamla) - Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri;(…)
Elmadağ İlçesindeki duruma da açıklık getirmek istiyorum.
İlçe Emniyet Müdürü Erol Özdemir’in 18.5.1995 tarihinde Ankara İl Emniyet
Müdürlüğünden...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakanım, 15 dakika süre kullandınız. Ben,
size 5 dakika daha süre veriyorum; lütfen toparlar mısınız efendim...
İÇİŞLERİ BAKANI NAHİT MENTEŞE (Devamla) - Önergede 7 iddia
var; bu 7 iddiayı, teker teker, çok kısa olarak cevaplandırmaya çalışıyorum.
Alanya'daki hadiselere geliyorum.(…) (Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul
Tutanağı 19. Dönem 4. Yasama Yılı 138. Birleşim 11 Temmuz 1995 Salı.)
Türkiye’nin en yüce, en saygın, en önemli mekânında “hiç”
yerine konulmanın açacağı tahribatı düşünemeyenler tarafından yönetilmenin
dayanılmaz acısı ancak başa geldiğinde bilinir.
Küçük bir siyasetçi, İdare makamlarının önüne geçerek ilçe
emniyet müdürünü tayin ettirebilmişti.
Meclis, mikrofon kapatarak bir insanı yok hükmünde sayabilmişti.
Bakan, kendisine ek süre verildiği halde, Elmadağ ilçesindeki
duruma açıklık getirme tenezzülünde bulunmamıştı.
Ama halkın cevabı bitmemişti. Yılmaz Küçük’ün siyasi
hayatını bitirmeye kararlıydılar. Buna göre bütün partiler, doğru yol partisi
adayı dışında birleşerek tek adayı destekleyeceklerdir.
Sonuçta üzerinde mutabakata varılan refah partili aday,
diğer bütün partililer tarafından desteklenerek belediye başkanı olmuş ve
Yılmaz Küçük ağır bir darbe almıştır.
Mini seçimi koz kullanarak emniyet müdürünün ilçe dışına
gönderilmesine neden olan bu ihtiraslı adam, kendi “küçük” oyunlarının altında
ezilmiş, sonuçta Elmadağ’ı terk etmek zorunda kalmıştır.
ANKARA
Ankara emniyet müdürlüğünde 6 Haziran 1995 tarihinde göreve
başladım. 28 gün çalıştım. Rütbem şube müdürüydü.
İl emniyet müdürü Orhan Taşanlar nedense bir şubede göreve
başlatmadı. Yaklaşık bir ay kadar emniyet müdürlüğü emrinde kaldım. Devre
arkadaşım Feyzullah Arslan bu durumu hayra yormadı ve başkanlığını yaptığı
ikmal bakım dairesine gelmemi önerdi. Teklifini kabul ederek emniyet genel
müdürlüğü kadrosuna geçtim.
Orhan Taşanlar beni iktidar partisinin istemediği biri
olarak algılıyordu. İktidar partisinin dışladığı birini sahiplenirse
kendisinin zor duruma düşeceğini sanıyordu. Oysa benim iktidar partisi ile bir
problemim yoktu. İmza toplayanlar ve Meclise görüşmek için gelenler arasında
Elmadağ’da tanınmış doğru yol partililerin de bulunduğunu duymuştum. Problem
sadece beni maşa olarak kullanmak isteyen Elmadağ ilçe başkanı Yılmaz
Küçük’teydi. Sanırım Orhan Taşanlar bu ayrıntıları bilmiyordu.
Ankara emniyet müdürlüğündeki bir ay içerisinde de
bilgisayarın yararını gördüm. 1975 yılında polis bakım ve yardım sandığının
girişimleriyle Sincan’da aldığımız hisse tapulu arsaya ev yaptırabilmek için
arsa ortaklarımı araştırdım. Görevli ya da emekli olanlara ait adreslere
bilgisayar sayesinde ulaştım. Benim dışımdaki dokuz arsa sahibini
bilgilendirerek kooperatif yapımını başlattık. Sonuçta o arsaların karşılığında
birer daire sahibi olduk.
Ankara emniyet müdürlüğünde iken kimilerine göre basit ama
benim çok önemsediğim bir olaya tanık olmuştum. Personel şube müdürü Ömer G
idi. Aynı dönemde okumuştuk. Ziyaret amaçlı olarak yanında bulunduğum bir sırada
zile bastı. Gelen memura pencereyi kapatmasını söyledi. Sivil memur söyleneni
yaptı ve çıktı.
Daha sonra personelden sorumlu emniyet müdür yardımcısı
Mehmet Naldöven’i ziyaret ettim. Naldöven, bizden iki dönem önceydi. Az sonra
personel şube müdürü Ömer G, elinde bir kâğıtla geldi. İmzalaması için masaya
uzattı. “Neredeyse başımıza çıkacaklar” diyerek söylenmeye başladı.
Pencereyi sert biçimde kapadığı gerekçesiyle kadın sivil
memurun Aktepe polis merkezine tayinini yazmıştı. Emniyet müdür yardımcısı
taraftar olmadığını belirttiyse de Ömer G’nin ısrarı karşısında yazıyı
imzaladı. Hâlbuki ben de oradaydım ve anlattığı şekilde bir davranış sergilenmemişti.
En azından benim fark edebileceğim bir sertlik söz konusu değildi. Bugünkü
aklım olsaydı mutlaka müdahale ederdim ama o gün hiçbir şey söyleyemedim. Bu
sivil memurlar, tarihten üç yıl kadar önce mesleğe alınmışlardı. Polislerin
önleyici görevlerde çalıştırılarak onların yerine belge düzenleme görevlerini
yapacaklardı. Çoğu yüksek okul mezunuydular. Çoğunluk kadındılar. Az sayıda
erkek sivil memurlar ulaştırma hizmetlerinde görev almışlardı. Ne var ki
duyarlı olmayan emniyet müdürleri İdarenin bu önemli kararını uygulayamadılar.
Sekreter ya da gelgit işlerinde çalıştırmaya başladılar. Terfi sisteminden de
yararlanamayınca ve de örnek olayımızda olduğu gibi dışlanınca yarısı
teşkilatımızdan kaçırılmış oldu. 1995 Türkiye’sinde “mobbing” lafı henüz
telaffuz edilmiyordu. Ama gözlerimle gördüğüm bal gibi psikolojik tacizdi.
EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Ankara il emniyet müdürlüğü kadrosunda doku uyuşmazlığı
yaşayınca 1995 yılında emniyet genel müdürlüğü kadrosunda göreve başladım.
İstanbul’da milli saraylar koruma şube müdürlüğüne atanıncaya kadar bir yıla yakın
süreyle genel müdürlük polisliği yaptım.
İnsanlar, kafatasının içindeki 1400 gramlık “beyin” ile
yönlendirilmektedir. Yetmiş kiloluk insanın yüzde ikisi kadar…
Polis teşkilatı da 6000 personelin çalıştığı “merkez teşkilatı”
ile yönetilmektedir. Üçyüzbin personelin yüzde ikisi kadar…
İnsanlarda da, emniyet genel müdürlüğünde de “beyin”, bütün
organları çalıştıran ana unsurdur.
İyi çalışmazsa, mongol bebeklerde görüldüğü gibi vücudun
diğer organları bilinçsizce hareket eder ve “down” sendromu yaşanır.
Aynı şekilde beyin, EGM’de iyi çalışmazsa teşkilatın geri
kalan yüzde 98’i sendeler.
Bugün teşkilat, bu genetik hastalığa yakalanmıştır. Kendi
ayakları üzerinde duramamaktadır. Mülki idare sınıfından aldığı dayangaçla
hayata tutunmaya çalışmaktadır.
Sağlıklı bir hale gelebilmesi için derhal hücrelerini yenilemelidir.
EGM’de şu birimde, bu birimde çalışmanın bir önemi yoktur.
Olmamalıdır da! Çünkü ne olursa olsun tek hedef vardır. Bu hedef kentsel alanda
yaşayan insanların “iç güvenliğini” sağlamaktır.
Beyni oluşturan insanlar, taşradaki organları saat gibi
çalıştırmalı ve çark muntazam şekilde dönmeye devam etmelidir.
Peki, EGM’deki manzara bu tanıma uymakta mıydı?
EGM’ye şube müdürü rütbesinde iken geldim. O zamana kadar
geçen yirmi yılda mükemmel olduğunu sanıyordum. Ancak içine girdiğimde durumun
böyle olmadığını, birçok konuda taşra teşkilatının gerisinde kaldığını gördüm.
Aslında EGM’nin, polis teşkilatındaki yeri ve durumu baştan
aşağı inceleme konusu yapılmalı ve reorganize edilmelidir. Torpilliler derhal
uzaklaştırılmalı, sadece kaliteli ve yıldız personele yer verilmelidir. Yüzde
2’lik beyin, ancak o zaman yüzde 98’lik kitleyi sağlıklı olarak
yönlendirebilir.
Anadolu’dan devlete gelen memur; sıvası dökülmüş oda, sifonu
çalışmayan tuvalet, kolu olmayan kapı ya da kırık sandalye ile karşılaşırsa
devleti zaaf içinde görür ve işin başında oyundan düşer. (Tespit, Edirne
valiliği yapan Fahri Yücel’e aittir.)
Daha verimli bir hizmet üretimi için memur sıkça tayin
edilmemelidir. Japonlar, üç taşınmanın bir yangına bedel olduğunu söylerler.
Öte yandan tayin işleminin, beceriksiz amirlerin başvurduğu bir yöntem olduğu
da bilinmelidir.
Yine aynı şekilde memurun memleketinde görev yapmasına izin
verilmelidir. Tarafsız olacağına inanılmalıdır.
Memur, çalıştığı birimde uzun süreli kalacağına emin
olmalıdır. Polis memuru Fatma Karadeniz, sivil savunma ile ilgili hizmetlerin
yerine getirildiği birime atandığında konuyla ilgili hiçbir bilgisi yoktu.
Birim içinde bölük pörçük bilgi sahibi olanlar aracılığıyla hizmet
sürdürülüyordu. Zaman zaman kendisine de sorular gelmeye başladı. Ayrıntılı
bilgi sahibi olmadığı için her defasında doyurucu cevap verememenin ezikliğini
yaşadı. Uzun süre bu birimde çalışacağını da anlayınca kendini tamamıyla bu işe
verip bütün mevzuata hakim olarak bugün ilgili daire başkanlığının “ağzına
bakılan” tek personeli oldu.
İster iyilikle, ister kötülükle olsun her memurun kendini
yetiştirmesi sağlanmalıdır. Fatma Karadeniz buna gerek kalmadan kendi kendini
yetiştirmiştir. Diğerleri kendini yetiştiremiyorsa sürekli eğitime tabi
tutulmalıdır. Yaptığı iş ısrarla kendisine öğretilmelidir. Polis memuru Abdurrahman
yeni mezun olmuş ve çevik kuvvette göreve başlamıştı. Gece nöbetlerinde
uykusuzluğa dayanamıyordu. Sıkça disiplin cezası almasını istemiyorduk. Sonuçta
kendi kararını verdi: “Gece çalışacağımı bilseydim polis olmazdım” diyerek
rızasıyla teşkilattan ayrılıp gitti.
İl emniyet müdürleri, kendilerini hem mesleki hem de sosyal,
siyasal, kültürel ve ekonomik konularda yetiştiren, hizmette verimi artırmayı
planlayan, liderlik vasfı olan müdürler arasından seçilmelidir. Kutsal Kitabın
1400 yıl öncesinde belirttiği gibi işler ehline verilmelidir.
Böyle olduğunda onlar da alt kadrolarını yıldız personel
ile donatmayı bileceklerdir.
Ormandaki ağacın güneşten nasibini almak için en yükseğe
çıkmak istemesi gibi memurlar da “bilgi”ye ulaşmak için gayret sarf ederek
“yıldız” olmak isteyeceklerdir. Zira bilim adamının dediği gibi en güzel
meyveler, dalın en ucundakilerdir.
Bu şekilde kaliteli personelin olduğu yerde işler planlı,
etkili, ekonomik yapılacak ve hizmette en yüksek verim elde edilecektir.
Sonuçta moral değerler yükselecek ve iç barış sağlanmış olacaktır.
Emniyet genel müdürlüğünde işler günübirlik değil,
teşkilatın geleceğine yönelik kararlarla yerine getirilmelidir. Bunun için
planlamaya önem verilmeli, belirlenen hedeflerden yola çıkılarak alınacak
sonuçların geçerliliği sınanmalıdır. Modası geçmiş yasal düzenlemeler yerine
çağdaş olanlar yaşama geçirilmelidir.
Devre arkadaşım Feyzullah Arslan’ın yönetimindeki ikmal ve
bakım dairesi başkanlığında büyük ihalelere tanık oldum. Türkiye’de imal
edilmeyen araç, gereç ya da silahların yabancılardan alınarak mesleğimize
nasıl kazandırıldığını bizzat izledim.
Toplumsal olaylara müdahale konusunda Barbaros Hayrettin
Aydın’dan edindiğim yöntemlerle kendimi nasıl güçlü hissettiysem ihaleler
konusunda da Feyzullah Arslan’ın taktikleri ile devlet soyucularıyla mücadele
etme gücü buldum.
Fabrikalar ve kademeler diye anılan birimde bizzat çalıştım.
İşçi kadrolu iletişim görevlisi Aynur Akarçay’ın İstanbul’daki distribütörle
görüşerek Amerika’daki panzer parçasını 24 saatte nasıl Türkiye’ye getirttiğine
tanık oldum.
İşlemler birkaç hamle sonrası düşünülerek yapılmaktadır.
Panzer parçası, sanki nakledilecek bir organdır ve henüz
okyanus üzerindeyken onu alacak ekip İstanbul’daki havalimanında hazır
beklemektedir.
Onaracak kademe işçisi Diyarbakır’da tulumunu giymiştir
bile.
Onları Siirt’e götürecek araç, start beklemektedir. Aynur
Akarçay’a göre panzeri arazide arızalı bırakmak, arkadaşını cephede yaralı
bırakmaktır.
Fabrikada bazı gerçekleri görme şansımız da oldu. Fiber
malzemeden bir metre çapında polis armaları yapılmaktaydı.
Malzeme ucuzdu ve personel yeterliydi. Ancak sadece iki
kalıp olduğu için ve anında kurumadığından beş mesai gününde 10 adet arma imal
edilebiliyordu. Kadrodan çok talep vardı ve daha fazla üretmeliydik. Yeni
kalıplar yaptırmak pahalıydı. Bu defa mevcut kalıplarla haftada 10 olan sayıyı
28’e çıkardık. Aynı zamanda mühendis olan komiserler İlker Saraçoğlu ve Mehmet
Gürsoy yaratıcılıklarını göstererek hizmette verimi artırma projeleri
geliştirebilmekteydiler. Öncelikle sabah erkenden dökülen kalıplar, akşam
üzeri kuruduğunda yenileri dökülerek gece kurumaya bırakıldı. Böylece mesai
günlerinde 10 yerine 20 arma yapılmış oldu. Ayrıca aynı şekilde nöbetçi vardiyaya
öğretilerek cumartesi ve pazar günleri ile gecelerinde de devam edilerek
neredeyse üç kat artırılarak 28’e çıkarılmış oldu.
Genel müdürlükte bir yılı doldurmamıştım. Meclis koruma
müdürü Şuayip Doğanç, İstanbul için milli saraylar koruma şube müdürlüğü
önerisinde bulundu. Kabul ederek ikmal ve bakım dairesinden ayrıldım.
İSTANBUL
İSTANBUL
Milli saraylar koruma şube müdürlüğü, Dolmabahçe sarayı
içerisinde konuşlandırılmıştı. Kaderimde sarayda polislik yapmak da varmış…
Göreve başladığımda takvimler 20 Mart 1996’yı gösteriyordu. 1997 yaz sonuna
kadar görev yaptım. Rütbem; üçüncü sınıf emniyet müdürüydü.
150 personelimiz vardı. Dolmabahçe sarayı ile birlikte
Beylerbeyi sarayı ve Yıldız köşkü, Filizi köşkü, Maslak köşkü, Ihlamur kasrı,
Aynalıkavak kasrı, Küçüksu kasrı sorumluluk alanımızdı. Turizme açık olan bu
sahalarda insan ve tarihi eşya güvenliğini sağlamakla görevliydik.
Saraylar, köşkler ve kasırlar kültürel miraslarımızdı. Bu
yönüyle kültür bakanlığının sorumluluğunda olması beklenirken TBMM’nin
sorumluluğunda kalmasının faydalı olacağı düşünülmüştür. Siyasetten uzak olursa
daha iyi korunacağına karar verilmiştir.
Saraylarda, TBBM personeli dışında sağlık hizmetleri sınıfı,
teknik hizmetler sınıfı, silahlı kuvvetler mensupları ve emniyet hizmetleri
sınıfı olarak biz vardık. Görev yaptığım dönemde toplam personel sayısı 1500’ü
buluyordu.
En sık değişenlerden biri polis sınıfıydı. İkinci bölge için
ilişik kesmeler, sonra onların yerine yenilerinin gelmesi saray personeli ile
tanışıklıklara mani oluyordu.
Dolayısıyla ilişkiler beklenen düzeye taşınamıyordu.
Polisten başka sarayda sadece gece çalışan bekçiler vardı. Saray personeli
onları çoğu kere tanımaz, varlığını bile bilmezlerdi. Saray personelinin,
polisi tanıması da ancak o gece bekçilerini tanıdıkları kadardı.
Polisler görev yerine gelip giderken sivil giyinmeyi tercih
ediyorlardı. Hem İstanbul’un toplu taşımacılığında yaşanan zorluklar, hem de
güvenlik nedeniyle böyle gerekiyordu. Fakat fazlaca spor giysiler polisin
ağırlığını ortaya koyma yönünde olumsuz etkilere yol açıyordu. Nasıl olsa
saraylarda çalışırken ek ücret alıyorduk. “Ye kürküm ye” lafı da boşa
söylenmemişti. Bu nedenle saraya takım elbiseli olarak gelme kararı aldık.
İkinci olarak ikinci bölgeden gelenlerle tanışma, gidecek
olanları uğurlama amaçlı bir resepsiyon vermeyi planladık. Saraylarda ortalama
her hafta popüler kişiler ya da kurumlar önemli otellerin sorumluluğunda bu resepsiyonları
düzenlemekteydiler.
Biz neden yapmayalım diye düşündük. Lütfü Çetindemir ve
Adnan Okçuoğlu başkomiserlerimizin koordinesinde düzenleyici otellerin birinin
yeme içme müdürüyle görüştük. Sosyal fonda biriken paramız da yeterli gelince
bu düşüncemizi saray yetkililerine ilettik. Ankara’dan izin alınacağını
söylediler. Bizim adımıza başvuru yapıldı ve Hasbahçede resepsiyonun
gerçekleştirilmesi kararı alındı.
Hasbahçe, sarayın zengin mimarisinin ortasında rengârenk
çiçeklerle bezenmiş bir alandı. Görkemli manolya ağaçlarının beyaz çiçekleri bu
zenginliği daha da artırıyordu. Garsonların cicili giysileri, havuzun
etrafındaki dört gül ağacının motifleri ile tam bir uyum içindeydi. Kız Kulesi
bütün azametiyle karşımızdaydı.
400 kadar davetlimiz vardı. Hepsi çok memnun kaldıklarını
belirttiler. İkinci görev bölgesi için giden arkadaşlarımızı topluca uğurlama
imkânı buldular. Yeni personelimiz ile tanıştılar. Sonra da şu ilginç lafı
söylediler: “Biz Saray personeliyiz. Yıllardır böyle bir etkinliği
düşünememişiz. Polisin böyle bir resepsiyon gerçekleştireceğini de aklımızdan
geçirmezdik.”
Bizi daha iyi fark ettiklerini görüyorduk.
Devam eden günlerde Merdan Eren gibi polislerimiz bağlama
kursu vererek, Aydemir Avcı polisimiz halı saha maçları düzenleyerek saray
personelinin sosyal yaşantılarında aktif roller üstlendiler. Böylece
polisimizin saraydaki popülaritesi iyice artmış oldu. Öyle ki personel giriş
kapısında görevli polis memuru Aydemir Avcı, göreviyle ve görev yeriyle o kadar
bütünleşmişti ki sarayın o kapısı “Aydemir Kapı” olarak anılmaya başlandı.
Emniyet genel müdürlüğünün isteği doğrultusunda
personelimizi bilgilendirmek amacıyla konferanslar düzenliyorduk. Atatürk
konulu bir konferans için milli saraylar daire başkanı profesör Erol Eti’ye
müracaat ettim. Konuşmacı Orhan Çekiç “Atatürkçü Düşünce Işığında Çağdaşlaşma”
konulu sunum yaptı. Yıllar önce Çorum’da meslek yüksek okulu okutmanından
dinlediğimiz konferanstan çok farklıydı. O yıllarda Atatürk’ün anası, babası,
aldığı görevler anlatılmıştı. Şimdi ise felsefesi paylaşılıyordu. Türk insanı
için başlattığı aydınlanma döneminden söz ediliyordu.
*
Milli saraylar koruma şube müdürlüğünde de bilgisayar
konusunda bir ilki gerçekleştirmiştik. Maaş bordrolarını öne sürerek yaptığımız
öneri yerine getirilmiş ve Meclis bütçesinden bilgisayar alınmıştı.
O yıllarda bir bilgisayara kavuşmanın pek önemi yok gibi
görünebilir. Ancak polisin teknolojiyle tanıştırılması bakımından tam bir
devrimdir. Çünkü daha sonra çalıştığım bir emniyet müdürüne, her bir polis
merkezine faks cihazı alınmasını talep ettiğimizde “Her yeni teknoloji, yeni
masraf gerektirir” diyerek teklifimizi geri çevirmişti. Faks cihazının toneri,
daktilo şeridine göre pahalı olduğu için eski düzenin devam etmesini istiyordu.
Hâlbuki beş ayrı polis merkezinin emniyet müdürlüğüne uzaklıkları göz önüne
alındığında evrak sevkiyatı için oto giderleri daha fazlaydı. Üstelik
personelin zaman kaybı söz konusuydu. Bu nedenle Edirne’deki bilgisayarlaşma
sürecimiz müdürümüz değiştikten sonra gerçekleştirilebilmişti.
Milli sarayları ziyaret edenlerin yaklaşık yüzde 90’ı yabancıydı.
Dolmabahçe sarayında selamlık ve harem bölümlerini gezen bir ziyaretçi dört
defa aranmak durumundaydı.
Arama mutlaka olmalıydı. Ama aynı kişinin dört ayrı yerde
arama işlemine tabi tutulması insanı düşündürüyordu. Yabancılar; “Müslümana
gâvur eziyeti” lafının tersini yaptığımızı düşünebilirlerdi.
Öncelikle yabancılardan başlayarak bir anket yapmayı
düşündüm. Sorular hazırlayıp kâğıda dökmeden önce sınama soruları ile
başladık. Sarayın rehberleri bu konuda bize teknik destek sundular. Ne var ki o
ilk görüşmelerimizde hiçbir turistin dört kere de olsa aranma konusunu sorun
etmediğini gördük. Üstelik “Ne kadar çok aranırsak o kadar güvende oluruz”
diyorlardı. Bunun üzerine arama sayısını azaltma düşüncemden vaz geçtim.
Üçüncü sınıf emniyet müdürlüğü rütbesine geçeli beş yıl
olmuştu. Hâlâ ikinci sınıfa yükselememiştim.
Hakkımda ikmal ve bakım dairesi başkanlığında çalışırken
süregelen bir soruşturma vardı. Depoyu sayan komisyon üyeleri, Sinop emniyet
müdürlüğüne gönderilmiş bir eşyayı depodaymış gibi göstermişler. Yanlışlık
anlaşınca da gerekli düzeltmeler yapılmıştı. Altı ay sonra depo görevlisi başka
bir husustan dolayı kendisine yöneltilen bir soruyu cevaplandırırken bu tür
hataların yapılabildiğini anlatmış ve altı ay önce yapılan sayımdan örnek
vermiş. Bunun üzerine açılan soruşturma görevi polis başmüfettişi Nihat Ö’ye
verilmiş. Nihat Ö gerek teftişlerde, gerek soruşturma görevlerinde kendisine
verilen soruşturma emrinin dışında suçlar yaratabilen bir tipti. “Ne büyük
müfettiş!” desinler diye böyle davranıyordu. Polis jargonunda böylelerine
“Tetikçi müfettiş” yakıştırması yapılıyordu. Nitekim ben ve sayım komisyonu
başkan ve üyeleri için meslekten ihraç talep etmişti. O dönemde İstanbul’da
bulunduğum için istinabe ile ifademi almak üzere bu defa aynı nama sahip
İstanbul bölgesi müfettişlerinden Mümtaz B görevlendirilmişti. Dolayısıyla
benim için görevlendirilen iki müfettişin de en “cezacı” tipler olarak
seçilmesi tesadüf olamazdı. Bir yanda saray polisliği yapacak kadar özel
taleple bu göreve getirilebiliyorum. Öte yanda ihraç cezası verilebilmesi için
her yola başvuruluyordu. Neticede ben sayım komisyonu üyesi değildim. Dört ayrı
sayım komisyonunun koordinesiyle görevliydim.
Şu bir gerçekti ki meslekten ihraç edilmekle hakkımda işlem
yürütülüyordu. Soruşturma bitmemişti. Ve ben sırf meclis kadrosunda olduğum
için terfi ediyordum.
Bu şu anlama da geliyordu: Eğer ben mecliste değil de
kadroda olsaydım demek ki bir kaşık suda boğacaklardı.
Daha sonra disiplin kurulu, görevde kayıtsızlık olduğu
yönünde değerlendirmede bulunarak maaş kesimi müeyyidesi uygun görmüş, belli
bir süre sonra da bu ceza afla ortadan kalkmıştı.
Milli saraylarda şube müdürü rütbesiyle çalışabiliyordum.
Ama terfi etmiştim. Bunun için uygun yerin, Edirne emniyet müdür yardımcılığı
olduğu gelen atama emrinden anlaşılıyordu. 1997 Eylül’ünde İstanbul’dan
ayrıldım.
EDİRNE
Edirne’de emniyet müdür yardımcısı olarak beş yıl çalıştım. Bu beş yılda dört il emniyet müdürümüz oldu.
Edirne, Avrupa’yı andıran bir kentti. Anadolu’nun aydınlık
yüzüydü. Anadolu’daki ataerkil yapı Edirne’de ve Trakya’da görülmüyordu. Suç
yüzdesi çok düşüktü. Eğer Kapıkule faktörü olmasa asayiş yönünden en rahat illerden
biri olurdu. Kırklarelili bir vatandaşın söyledikleri ilginçtir: “Eğer polis ve
asker olmasa burada hiç olay olmaz.” Çok iddialı bir laftır ama içine girince
gerçek payı olduğu görülebilmektedir.
Aynı Edirne’de bir grup Roman vatandaşımız çok zor koşullar
içinde yaşamaktadır. Okulluluk oranı yok gibidir. Erken evlilik yaygındır.
Doğum kontrolüyle ilgili bilgilendirme yapılmamaktadır. Türkiye’nin Avrupa’ya
en yakın bu bölgesinde zaten derme çatma olan konutun bir kenarına naylon ve
tahtalardan baraka yapılarak yeni evlenenlere yer açılmaktadır. Suça katılım
oranları düşüktür. Kâğıt toplayarak bunu ekonomiye kazandırıp günlük geçimlerini
sağlayabilmektedirler. Kadınlar, merdiven temizliklerine giderek aile bütçesine
katkıda bulunmaktadırlar.
Valinin temel görevlerinden biri ilköğretim çağındaki
çocukların behemehâl okula gönderilmesi iken Roman çocukları için nedense bir
takip yapılmıyordu. Cahil kalan Romanların toplumla entegrasyonunda güçlükler
yaşanıyordu.
Devlette görev alan yetkililer kendi çocuklarının okuması
için her türlü zorluğa katlanıyorlar da başka çocukların okuması konusunda
hiçbir titizlik göstermiyorlardı. Kendi çocuklarının önde olmasını
istiyorlardı. Oysa topyekûn bilinçli bir toplum olmadıkça ileride kendi
çocuklarının da mutlu olmayacaklarını düşünmüyorlardı.
Ekonomik eksikliklerden dolayı eğitim verilmemiş insanlar
istismar edilmeye oldukça müsaittirler. Zorluklarla büyümüş, doğru dürüst
eğitim görmemiş, kaybedecek bir şeyi olmayan birisinin eline geçen ilk
fırsatta, içinde yıllarca birikmiş olan hıncını topluma yöneltmesi çok doğaldır.
(DENKER, Mehmet Sami, Uluslararası Terör Türkiye ve PKK, Boğaziçi Yayınları,
1997)
Edirne’de de benzer durumların yaşanmaması için valinin;
emniyet müdürlüğü ile milli eğitim müdürlüğünü devreye sokarak okulsuz çocuk
bırakmaması gerekmektedir.
Edirne’de göreve başladıktan altı ay sonra ikinci bölge
görevi için tayin hazırlık emri aldım.
Bu şu anlama geliyordu:
“Ben seni meclis kadrosunda iken şarka gönderemedim. Ama
şimdi güç bende! Artık elimdesin. Tıpış tıpış git bakalım.”
İdare içindeki bazı aklıevveller böyle diyorlardı ama hiç de
öyle olmadı. Edirne’de beş yıl görev yaptım ve birinci sınıf emniyet müdürlüğü
rütbesine yükselerek emniyet genel müdürlüğü kadrosuna tayin oldum. Ankara’nın
dayanaksız görev anlayışı, taşrada kayaya çarpıyordu. Personelden sorumlu
emniyet genel müdür yardımcısı Necati A ile personel dairesi başkanı İbrahim
S’nin; sırtlarını siyasetçiye dayayarak yaptıkları acemilikler meslek içi
barışı daha da beter hale sokuyordu. Hâlbuki şu gerçek asla unutulmamalıydı:
“Galip olan güç değil, sistemdir.”
*
Edirne’de genel bütçe ödeneği ile bilgisayar alımı mümkün
görünmüyordu. Polis merkezleri yaptırma dernekleri ya da kantin gelirleri ile
bu tür ihtiyaçlar karşılanmaktaydı.
Aynı dönemde Çanakkale Emniyet Müdürlüğü, 15’i için “Çok
bilgisayarımız var” derken Edirne’deki sayımız 80’e ulaşmıştı.
Ancak sayısal çokluk tek başına bir anlam ifade etmiyordu.
Onu kullanacak personel de gerekiyordu. Kadromuza yeni atanan komiser
yardımcısı Salih Tezel, akademide başmümessil olduğu için sınıf komiserlerinin
odasındakilerden yararlanma şansı bulmuştu.
Ayrıca Trakya Üniversitesi Rektörlüğünden 24 personelimize
bilgisayar eğitimi verilmesini talep ettik. Rektör Osman İnci’nin hoca
görevlendirmesi bizim için bir nimetti. 24 memurumuzun içine, personel
şubesindeki disiplin kurulu kararlarını yazan polis memuru Jale Yalçın’ı da dâhil
etmiştim. Herkesin can attığı bu kursa Jale katılmak istememişti. Bu durumu
Zonguldak’ta görev yapan devre arkadaşım Nail Yalçın’a intikal ettirmişti.
Nail, Jale’nin ağabeyiydi. Onu kıramazdım. Jale’nin yerine başka bir personeli
kaydettim. Ama Jale çok gayretli ve çalışkan bir memurdu. Bütün kararları tek
başına daktiloda yazar ve göreviyle ilgili hiçbir aksaklık yaşanmazdı. Daktilo
ile yazımlarda ne kadar da dikkat edilirse yanlış tuşa vurma sonucu silintiler
olabiliyordu. Bu defa yeniden yazılmasını istiyordum. Bu arada şubedeki bütün
işlemler bilgisayarla yapılmaya başlanmıştı. Jale de artık kendini bu kervana
katılmaya mecbur hissetti ve bilgisayarda arkadaşlarının seviyesine ulaştı. Onu
bilgisayardan uzaklaştıran ise “Yapamam da, mahcup olurum” hissiydi.
Ödenek kullanma konusunda başka bakanlıklar tasarruf
tedbirleri mazeretine takılırken, güvenliğin önemi nedeniyle polis
teşkilatında, özellikle bina onarımları için ödenek eksik olmuyordu. Dikkatimi
çeken husus ise Edirne’deki tanınmış müteahhitlerin bu ihalelere girmiyor
olmalarıydı. Genellikle belli kişiler girer ve en ucuz teklif veren müteahhit
işi üstlenirdi.
Tanınmış müteahhitlerin dost meclislerindeki ortak görüşü;
“Biz onların arasında yer alarak adımızı kirletemeyiz” şeklinde oluyordu.
Demek ki bizim ihaleye katılan müteahhitler “kirli” insanlardı. Ama ihale
sırasında yapılan işlemlere bakıldığında her şey normal görülüyordu. Dosyalar
eksiksiz tamamlanıyor ve doğal olarak kim fazla kırım yapmışsa ihaleyi o
üstleniyordu.
İhale komisyonunda görev alan polis sınıfından insanlar,
ihalenin nasıl yapılacağı konusunda bilgi sahibi olmadıkları için kendilerini
bayındırlık müdürlüğü temsilcisine teslim ederlerdi. O da çoğu kere
müteahhitlerin lehinde hareket ederdi. Çünkü onlarla gelir, onlarla yemeğe
çıkardı.
Feyzullah Arslan ile çalışırken ikmal bakım dairesinde büyük
ihaleler için komisyonda görevler almıştım. Kendime güvenim tamdı. Şimdi
komisyon başkanı bendim ve ihaleyi ben yönetecektim.
Öncelikle güvenlik şubesinin kamerasını getirterek
ihalelerin kaydını sağladım. Bir şekilde bu “kirli” durumu çözecektim.
Bu arada öğrenci yurdu olarak kullandığımız tarihi binanın
dış cephesi bir yıl önce boyanmış, fakat boyalar dökülmüştü. Müteahhidini
öğrenerek kusurunu gidermesini istedim. Birtakım bahanelerle boyayı düzeltmedi.
Bayındırlık müdürlüğüne bildirdim. Oralı bile olmadılar. Hatta bir sonraki
ihalemize katılmasına izin verdiler. Kamera, görüntü almaya devam ediyordu.
Bayındırlık görevlisi dâhil herkes yerini almıştı. Başkanlık kürsüsünden
boyayı yenilemeyen şahsa dönerek derhal salonu terk etmesini istedim. Şahıs
dosyasını toplayarak çıkıp gitti. Bunu yapmaya hakkım var mıydı? Bilmiyorum.
Ama kamuoyundaki olumsuz görüşü mutlaka bozmalıydım.
Geri kalan üç firmayla devam ettim. Ancak kırımlar,
milimetrik denecek kadar düşük düzeyde ilerliyordu. İlk söz verdiğim müteahhit,
yüzde üç kırım yaptığını belirtti. Diğerleri yarımşar puan artırarak devam
ettiler. Çeyrek ya da yarım puanla devam eden artışlar sırasında önce birisi,
sonra da diğeri çekildiklerini bildirdiler. Yüzde 5,5 bir kırımla ihale üçüncü
kişiye kalmış oldu.
O güne kadar taşrada çalıştığım yerlerde hiç ihale iptal
edildiğine rastlamamıştım. Ama ikmal bakım dairesinde iken Feyzullah Arslan’dan
gördüğüm için, yeterli rekabet ortamı sağlanamadığı gerekçesiyle ileri bir
tarihe erteledim. Buz gibi esen bir ortamda herkes salonu terk etti.
Hafta içinde önceden tanıdığım mühendislerle görüşmeler
yaptım. İhale edilecek yeri görmelerini istedim. Kendileri ihaleye girselerdi
ne kadar kırımla, zarar etmeden işi kabulleneceklerini sordum. Çünkü devlet
adına görevli bayındırlıkçı bize bu konuda sağlıklı bilgi vermiyordu.
Müteahhitlerle birlikte gelip yine onlarla geri gidiyordu.
Bir mühendis arkadaşım yüzde 25’e kadar kırım yapılsa bile
zarar edilmeyeceğini söyledi. Kendisini de ihaleye katılımcı olarak davet
ettim. Kabul etmeyince ısrar ettim. İhale günü o da salondaydı. Yine kamera
kayıttaydı. Sırayla herkese hangi oranda kırım yapacaklarını soruyordum.
Mühendis artırdıkça diğerleri de artırıyordu. Geçen haftaki gibi yarımşar
puanla değil, daha büyük oranda kırımlar yapıyorlardı. Kırım seviyesi yüzde
25’lere geldiğinde herkese son olarak yapacakları kırım miktarını yazarak bir
zarf içinde vermelerini istedim. Mühendis yine yüzde 25 yazmıştı. İçlerinden
biri ise yüzde 28 yazdığı için ihaleyi almış oldu. Geçen hafta yüzde 5,5’da
kalan zihniyet, ezberleri bozulduğu için yüzde 28’lere kadar çıkabiliyorlardı.
Edirne’deki kaliteli müteahhitlerin bu tür ihalelere neden katılmadığını daha
iyi anlamıştım.
Kamu görevlilerini saf gören sözde gözü açıklar, aralarında
anlaşarak küçük rakamlarla ihaleyi bitiriyorlardı. Bir sonraki ihalede diğeri
devreye girerek, sırayla haksız nemalanma alışkanlıklarını sürdürüyorlardı.
Nasıl gümrükte, tapuda, trafik polisinde rüşvet varsa
bayındırlık idarelerinde de yanlışlara göz yuman görevlilerin olması
kaçınılmazdır.
Memurlar, toplumun kamuya yansımış halidir. Toplum bozuksa,
onun içinden çıkan memurlar da o oranda bozuk olacaktır.
Benzer bir yanlışı müdürler yapmaktadır. Memur, bölge
trafikte istatistik görevlisidir. Bölge trafik tazminatı alsın diye şube
müdürü maliyeye onun adını da gönderir. Daha da ayıbı, il emniyet müdürü, kendi
koruma polisini bölge trafikçi kadrosunda göstererek bu parayı aldırır.
Devlet, panzer operatörünü özendirmek için bölge trafikte
olduğu gibi bir tazminat öder. Müdür, bu tazminatı almak için başta kendisi
olmak üzere o birimin tüm personelini, sanki hepsi panzer operatörüymüş gibi
gösterir. Hazırladığı listeyi muhasebe müdürlüğüne gönderir.
Bazen de müdür, “Mademki devlet vermiyor” diyerek gerekli
gereksiz dış görevlendirmeler yapar ve personelin harcırah almasını sağlar.
Her üç halde de mini bir meydan okuma vardır: “Devlet,
istediği kadar vermesin. Ben almasını bilirim!”
Memurlara, kanun dışı kazanımlar edinme konusunda öncü olan
müdürler, yanlış yapma konusunda kötü örnek olmaktadırlar.
Bütün bu kural dışı ödemeler bir gün ortaya çıkmakta ve
paralar geri tahsil edilmektedir. Ayrıca meslekten ihraç edilenler olmaktadır.
En önemlisi de bu şekilde ucuz hesapların adamı olarak kişiliklerini ve
teşkilatı zedelemektedirler.
Aslında Zülfü Livaneli genel bir tahlil yapmıştı. Livaneli’ye
göre Osmanlı İmparatorluğunun çökertilmesinden sonra Balkanlar, Orta Doğu ve
Kafkasya’daki Müslümanlar, son kale olarak Anadolu’ya göçmüşlerdir. Bu kılıç
artığı insanların kültürleri, adetleri, yaşam biçimleri farklıdır. Bu büyük
farklılıklar, Anadolu’da zaten karmakarışık olan etnik ve dini yapıya
eklenince, acayip bir karışım doğmuştur.
Eğer “acayip karışım” içindeki insanlar acayip davranışlar
sergiliyorlarsa onları bir çırpıda düzeltecek ilaç henüz eczanelerde
satılmamaktadır. Gelişmiş ülkeler, “sistem” belirlemişler ve yolsuzluk yapma
olasılığını en alt düzeye çekmişlerdir. İşi, insanın vicdanına ya da keyfine
bırakmamışlardır.
Bizde trafik, ruhsat, vakıf gibi birimlerde makbuz karşılığı
nakit para bulunduran memurların bu paraları kendisininmiş gibi harcadıklarına
sıkça rastlanır. Paranın sıcaklığı veya cazibesi zayıf karakterli görevlileri
etkiler ve bunun sonucu haklarında işlem yapılır. Mademki insanoğlu böyle bir
yanlış içine girebiliyor, o halde İdare sorunu kökten halletmelidir. Memurun
eline nakit para geçmeyecek şekilde düzenlemeler yapmalıdır.
Aynı şekilde Kapıkule’nin Avrupa tarafında araçlar yayalara
yol verirken, Kapıkule’den beride yayaların araçlara yol vermesi yeniden
değerlendirilmelidir.
Kapıkule’den ötede araçtan çöp atılmazken memleket
topraklarına girildiğinde “fora” edilmesi durumunda “sistem” yeniden sorgulanmalıdır.
Unutulmamalıdır ki devlet, o sistemi kurabildiği ölçüde
“devlet”tir.
Demokrasilerde geniş halk yığınları özgür bir ortamda ve
refah içinde yaşamak isterler. Kendileri hayat gailesi içindeyken kaliteli
yaşamak adına, kendisini yönetecek olanları seçerler. İşte bu seçilen grup,
“sistem”i oluşturma görevini iyi derecede yapmak zorundadır. Çünkü seçenlerden
bu yönde icazet almıştır.
Peki seçilen, “sistem”i kurar mı?
Ya da seçen, sistem kurulacak beklentisi içinde midir?
İşte bu ikisi arasındaki hassas denge; seçenler ve seçilenler
tarafından algılandığında “sistem” kendiliğinden kurulmuş olacaktır.
Bir traktör sürücüsü, kontrol yapan trafik polisinin rüşvet
aldığını ihbar edince polis hakkında işlem başlattık. Ancak ertesi gün, sürücü,
polisin rüşvet almadığını belirten yeni bir başvuruda bulundu. Bize göre
polis, sürücüyü bir şekilde etkilemiş ya da korkutmuştu. Emniyet müdürünün
bilgisi dâhilinde trafikten sorumlu müdür yardımcısı Yılmaz Güngör ile Başsavcı
Ali Şanver’i ziyaret ettik. Amacımız rüşveti sakladığı için sürücüye müeyyide
uygulanmasıydı. O zaman traktör şoförü, polisin rüşvet aldığını yineleyecek,
biz de polise cezasını vererek sepetteki çürük elmayı temizleyecektik.
Başsavcı bizim önerimize sıcak bakmadı ve ders niteliğinde
şunları söyledi:
“Böyle yapılırsa polisle sürücüyü karşı karşıya getirmiş
oluruz. Polislik, disiplin mesleğidir. Hiyerarşik bir sistem vardır. Siz bu
sistemle polisinizin yanlış yapmasının önüne geçemiyorsunuz. Başka birinden
medet umuyorsunuz.”
Kibarcası şöyleydi: “Siz sürücüyü bırakın, kendinize bakın!”
Aslında savcının zımni bir gerekçesi daha vardı. Açıkça
söylemedi ama mimikleri bunu ifade ediyordu: “Ben bir yargı mensubu olarak yeni
bir adli suçun oluşumuna katkı veremem.”
Trafikçi ile şoförün hasmane davranış içine girebileceklerini
ima ediyordu.
Diğer müdür yardımcısıyla birlikte üçüncü gözün gördüklerini
önemli bularak müdüriyete döndük.
*
Yurt dışında yaşayan insanlarımız çoğu kere araçlarıyla
birlikte Avusturya’dan Edirne’ye Optima Express trenleriyle gelmektedirler.
Trenin Edirne durağındaki seyyar satıcılardan şikâyet vardı. Bir dolarlık
çakmak ya da cevşen satıp, aldıkları paranın üstünü getirmeden kaçtıkları
yönünde dışişleri bakanlığına müracaatlar yapılmıştı. Oradan da içişleri
bakanlığına intikal ettirilerek emniyet müdürlüğünün önlem alması istenmişti.
Sabit esnaf olmadıkları için suça karıştığı iddia edilen
seyyar satıcıları bulmak, takip etmek sorun teşkil ediyordu. Emniyet müdürüne
vekâlet ettiğim bir dönemde suça karışma ihtimali bulunan seyyar satıcıların o
bölgeden uzaklaştırılmalarını sağladım. Bu defa iktidar partisi ANAP il başkanı
“Bu çocuklar hırsızlık mı yapsınlar” diye çıka geldi.
Ölür müsün, öldürür müsün?
Seyyar satıcıların kaldırılmasını isteyenler dışişleri ve
içişleri bakanlarıydı. Seyyar satıcılara dokunmayın diyen ise aynı partinin il
başkanıydı.
Bakanın emri mi, il başkanının talebi mi?
Aslında ortada dolandırıcılık suçu iddiası vardır. Üstelik
seyyar satıcılık yasal görülmemektedir. Bu cihetle satıcıları
uzaklaştırdığınızda il başkanı Ankara’ya “Bize bir emniyet müdürü
göndermişsiniz, sağda solda bizim partiye küfrediyormuş” dese kime ne
diyebilirsiniz?
İktidar çoğu kere “Bir oy da bir oydur” diyerek il başkanının
yanında yer alır.
İşte hepsi bir sistemsizliğin sonucuydu.
Benim memleketim olan Giresun il başkanına ne demeli…
Emniyet müdürü Ahmet Demirci’ye diyor ki…
“Sen herkesin işini yapma ki bize gelsinler. Biz size
gönderelim, işin bizim sayemizde yapıldığı bilinsin.”
Emniyet müdürünün daha çok hizmet üretmesi değil, il
başkanının göreceği itibar daha önemli…
İnandırıcı bulmakta güçlük çekilebilir. Ama emniyet müdürüne
şunu söyleyenlere de tanık olduk: “Siz yasal olan işleri zaten yapacaksınız.
Biz sizi yasal olmayan işlerimizi yapmanız için getirttik.”
Pes yani!
*
Polislik yaşamımda iç çamaşırı çalandan adam öldürene kadar
suç işleyenleri bizzat görmüştüm. Ama Ertan Tunçbilek bir başkaydı. Suç
bilimcilerin, sosyologların incelemesi gereken biriydi. İnsanın içinden
“Herkes işinde onun kadar profesyonel olsa..” diyeceği geliyor.
Maharetinin bir kısmı, askerlik öncesinde oto elektrikçisi
yanında çalışmasından kaynaklanıyor.
Amasya’da askerliğini bitiriyor. Parası yoktur ve Edirne’ye
dönecektir. Gece yarısını bekliyor. Bir eve giriyor. Pantolon cebindeki
paraları çalıyor. Sehpa üzerindeki anahtarları da alarak sokağa çıkıyor.
Anahtardaki düğmeye bastığında dörtlü lambaları yanan Mazda arabayı kolayca
buluyor. Çalıştırıp Edirne’ye geliyor. Benzin parası olarak pantolon cebinden
aldığı paraları kullanıyor. Arabanın arama kararı yurdun her tarafına
duyurulduğu için Edirne’de yakalanıyor ve Amasya polisine teslim ediliyor.
Amasya’da nezarethaneden kaçmayı başarıyor ve bu defa bir
Kartal otoyu çalarak Edirne’ye geliyor. Canı, Meriç kıyısında piknik yapmak
istiyor. İki arkadaşıyla buluşuyor. Paraları olmadığı için bir marketten yeteri
kadar yiyecek ve içecek çalıyor. Çalıntı oto kayıtlara girdiği için kırmızı
ışıkta dururken polislerce fark ediliyor. Arkadaşları yakalanırken kendisi
yaya olarak kaçıyor. Ele geçirilen oto, emin yer olarak emniyet müdürlüğü
bahçesine park ediliyor.
Gecenin ilerleyen bir saatinde Ertan Tunçbilek duvardan
atlayarak emniyet müdürlüğü bahçesine giriyor. Amasya’dan beri getirdiği Kartal
otoyu düz kontak yaparak tekrar çalıp dışarı çıkıyor. Sabah saat altıda
Babaeski girişinde kaza yapıyor. Aracı terk edip kaçıyor. Babaeski polisi, bu
araç içinde yaralı olabileceğini ve Trakya üniversitesi hastanesine
gelebileceğini düşünerek Edirne haber merkezine soruyor. Akşamki anonslardan
dolayı haber merkezi plakayı hatırlıyor ve Babaeski’ye bu aracın emniyet
müdürlüğü bahçesinde park halinde olduğunu söylüyor. Babaeski ekibi, olay
yerinde aracın ön ve arka plakasını tekrar kontrol ediyor. Diğer özellikler de
aynı olunca Edirne polisi, aracın emniyet müdürlüğü bahçesinden tekrar
çalınmış olduğunu anlıyor. Hasarlı araç, Amasya’dan çağrılan sahibine teslim
ediliyor.
Ertan Tunçbilek suç makinesi gibi ve boş durmuyor.
İstanbul’dan çaldığı başka bir kartal oto ile gece yarısı tekrar Edirne sanayi
çarşısına geliyor. Önceden çalıştığı elektrikçi dükkânının kapısını, aracın
tamponuyla açmaya çalışıyor. Çıkan gürültü üzerine sanayi bekçisi, polise haber
veriyor. Benim de nöbetçi olduğum gecede amansız bir takip başlıyor. Bir ara
Kapıkule yolunda kıstırılıp araç tekerlerine ateş açıldığı halde yine kaçmayı
başarıyor. Sonraki günlerde Ertan’ı yakalayan Lüleburgaz polisi oluyor ve yine
Ertan ilk cezaeviyle bu ilçede tanışıyor.
Kuşkusuz kötülükle bir yere varılmaz ama suç bir insanla
ancak bu kadar özdeşleştirilebilirdi.
*
İnsan haklarının gelişmesiyle birlikte, toplumumuzda işkence
ve kötü muamele yapılmaması gereği konuşulur olmaya başlanmıştı. TODAİE’de
aldığım eğitim sırasında cezanın mutlaka kanunla verilmesi gerektiğini idrak etmiştim.
Oysa polis öteden beri kötü muamele yapmaktaydı.
Kendisini toplum terbiyecisi yerine koyuyordu. “Sen misin
onu yapan? Ben senin kulağını çekmesini bilirim” diyerek yasama ve yargının
görev alanına giriyordu.
Kötü muamele kavramı kafalardan çıkmalıydı. Devletin
Anayasası; tıbbi zorunluluklar dışında, kişinin vücut bütünlüğüne
dokunulamayacağı hükmünü getirmişken devletten alınan güçle, bir başka insanın
tenine ve onuruna dokunulamamalıydı.
Bir kış akşamında, gündüz bitiremediğim işleri tamamlamak
üzere Daireye geldim. Gündüzün hareketli trafiğine karşın gece ortalık
sakindi. Ama beklenmedik bir şey oldu. Gecenin sessizliğini bir çığlık
bozuverdi. Koridora çıktım. Bağrışmalar biraz ilerdeki tuvalet antresinden geliyordu.
Kapıyı açtım. Biri de müdür yardımcısının şoförlüğünü yapan Ramadan olmak
üzere beş polis memuru çıplak bir kızla birlikteydiler. Ramadan’ı iyi
tanıyordum. Müdür yardımcısı şoförlüğü yaptığı için sık birlikteliklerimiz
oluyordu. Onun elinde su hortumu vardı. Diğerinde ise manyetolu telefon
makinesi bulunuyordu. Vücuda verilen elektrik, su ile buluşunca daha etkili
olduğu için Ramadan, işkence ekibinin sudan sorumlu elemanıydı. Hem Ramadan,
hem de diğer polisler kırklı yaşlarda, iri cüsseli, uzun boyluydular.
Kız ise ufak tefekti. Çömelerek sırtını duvara dayamıştı.
Sadece külotu vardı. Kollarıyla göğsünü kapatmış, yere bakıyordu.
Kapıyı açtığımda Ramadan, su akan hortumla birlikte kızın
üzerine doğru gidiyordu. Anlaşılan, biraz önceki seansta verilen elektrik ile
kurban, çığlık atmıştır, ama “bülbül gibi ötmemiş”tir. Şimdi yeniden su ile
ıslanacak, elektrik verilecek ve bülbül gibi öttürülecekti.
Ve o yıllarda Türkiye yeni bir milenyuma “merhaba” diyordu.
Ben o yılların ardında yazdığım bir kitapta bu gerçeği şu
cümlelerin içine gizliyordum:
“Bugün Türk polisi gelmesi gereken yere hızla gelmektedir.
Onun da lisede, üniversitede çocukları vardır. O artık toplumun aydın
insanıdır. Onun yetiştirdiği çocuklar da toplumun aydını olmaya aday bireylerdir.
Düşünebiliyor musunuz, çocukları bu yaşta olan beş polis, gecenin korkulu bir
saatinde, liseli veya üniversiteli bir kız öğrenciyi bir tuvalet girişinde,
çıplak bir vaziyette, biri elinde hortumla su tutarak, diğeri meme uçlarına
elektrik vererek, sözde doğruyu söyletmek için sorgulasınlar. Onlar hiç kendi
kızlarına böyle davranılmasını isterler mi?” (ÖZDEMİR, Erol, Mavi Yol, Piramit
Yayıncılık, s.78, 2004)
Ne kadar kendimi avutsam da, Türkiye’nin Avrupa yakasında
bile milenyuma aykırı davranışlar görebiliyorduk. Trakya’nın yetiştirdiği
Ramadan bile şaşırılabiliyordu.
Ertesi gün kendisiyle karşılaştığımızda gözlerini benden
kaçırmak istedi. Bunu senden beklemiyordum, dedim.
Kafası karışmıştı.
Şükrü müdürüne sorma gereği duymuş: “Erol müdür, şaka olarak
mı söyledi?”
Anayasamız “İnsanın vücuduna dokunulmaz” diyor. Ama ne
yapalım ki Ramadan ve arkadaşları 12 Eylül Anayasasının da gerisinde
kalmışlardı.
*
Üç yıl önce müdür yardımcısı olmuştum. Şimdi ise 2000
yılında birinci sınıf emniyet müdürlüğüne terfi etmem gerekiyordu.
Ama Ankara, beklenmedik bir karar almıştı. Karara göre bu
sene kimse terfi ettirilmeyecekti.
Eğer terfi etseydik özlük haklarımızdaki iyileşmeler
bütçemize yansıyacaktı. Sıradan bir kararla, kanunla öngörülen haklarımıza
mani olunuyordu. O sene “Emir, demiri keser” dedik ve 2001’i bekledik.
Bu arada ilkokul ikinci sınıfı okuyan lojman komşumuz tombik
Gizem, takdirname almıştı. Her karşılaşmamızda sohbet ederdik. Herkesin
sevgisiyle karşılandıkça büyük keyif alırdı.
Bir gün evinde şunu söylemiş:
“Anne, ben üçe geçtim. Erol amca, hâlâ ikinci sınıfta!”
Meğer önceki yıl lojman girişine asılan ve benim adımla
yazılan lojmanda uyulacak kuralları belirten yazı dikkatini çekmiş. Adımın
altındaki “2. Sınıf Emniyet Müdürü” ibaresini görünce evinde paylaşma gereği
duymuş.
“Erol amca, hâlâ ikinci sınıfta!”
Yani her şey özlük haklarımızı alamamak değildi. Taraflı
İdare, insanı çocukların diline düşürüyordu.
Hatta daha utanç veren ayak oyunları da yapılıyordu.
Personel dairesi, o yıl terfi edecek olanları, çalıştıkları illerden
soruyordu. Haklarında yürütülen bir soruşturma var mı diye…
Daha önce söylediğim gibi hakkımda “Görevde kayıtsızlık
göstermek” iddiasıyla bir soruşturma yürütülmekteydi. Ankara’nın bunu
bilmemesi mümkün değildi. Ama yine de durumum Edirne’den soruluyordu. Benim
için gelen yazının konu bölümünde aynen “Görevde kayıtsızlık göstermek-
Hırsızlık” yazıyordu.
“Görevde kayıtsızlık gösterme iddiası” bizzat sayım ekibine
yönelik olsa da benim de işlediğim suç olarak gösterilmişti. Bunu biliyordum.
Ancak “Hırsızlık iddiası” o sıralar depoda çalışan bir müstahdem için
yapılmıştı. Ankara bunu da çok iyi biliyordu. Ve o müstahdem Edirne’de değil,
hâlâ Ankara’da çalışıyordu. Ama benim durumumu sormak için Edirne’ye gönderdiği
yazıya hiç alâkası yokken “Hırsızlık” suçunu eklemesi tam bir mobbing örneğiydi.
Bu yazıyı Edirne’de vali görüyordu. İl emniyet müdürü görüyordu. İlgili
personel de görüyordu. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” deyip bana “şüpheli”
gözle bakmazlar mıydı?
Müstahdem, terfi edecek biri değildi ki, yazı dağıtımlı
olarak her iki vilayete de gönderilsin.
Başta daire başkanı İbrahim S ve genel müdür yardımcısı
Necati A olmak üzere birçok yetkili, kendi yerlerini sağlamlaştırma adına yeni
birinci sınıf emniyet müdürü adaylarını baltalamaya çalışıyorlardı. Ancak
kanunla sınırlanabilecek bir özlük hakkını basit oyunlarla engelliyorlardı.
Böylece iç barışı bozuyorlardı.
Emniyet teşkilatının büyük bir aile olduğunu idrakten
yoksundular. Oyunculardan bazılarını oyundan düşürerek kendi kuyularını
kazıyorlardı. Sonuçta bunun cezasını hem kendileri, hem de temsil ettikleri
teşkilat çekiyordu. Daha genel bir bakışla değerlendirdiğimizde güvenlik hizmeti
alacak olan halkımız cezalandırılmış oluyordu.
Tabii ki yine terfi edememiştim. Yusuf Ziya Özcan ve Recep
Gültekin’in araştırmalarında belirttikleri gibi “adamı olanlar” terfi
ettiriliyordu.
Allahtan Büyük Atatürk’ün hukuk devletinde yaşıyorduk.
Olumlu ya da olumsuz da olsa, sonuç alabileceğimiz idari yargıya
başvurabiliyorduk. Davayı kazanamazsak bile “adaletin kestiği parmak acımaz”
diyerek teselli buluyorduk. Hemen Edirne idare mahkemesi başkanlığına dava
açtım. Mahkeme iptal kararı vererek terfi etmeme engel olmadığını bildirdi.
Buna rağmen Ankara soğuk savaşı sürdürmekte ısrar ediyordu.
İç barışı resmen bozuyordu. Kendi içinde hasım yaratma hırsını aşamıyordu.
Bu gibi durumlarda İdarenin yaptığı itirazlar Danıştay’ın
ilgili dairelerinde değerlendiriliyordu. Danıştay, kişileri tanımadığı için
tamamen dosya üzerinden karar veriyordu. Danıştay’ın önünde iki taraf
bulunuyordu. Biri, birbuçuk asırlık emniyet genel müdürlüğü teşkilatı, diğeri
üçyüzbinlere varan personelinden sadece birisi...
Bu personel, gerçekten Susurluk failleri gibi gırtlağına
kadar suça bulanmış biri mi, yoksa ayağı istemeden bir iddiaya dolanmış masum
biri mi?
Biz birbirimizi biliriz, ama Danıştay’ın her birimizi ayrıntılarıyla
bilmesini bekleyemeyiz.
Hele de Danıştay yetkilileri, “Biz içimizdeki çürük elmaları
temizliyoruz” aldatmacasıyla iyi niyet gösterisi sergileyen üst
yöneticilerimize kanıyorlarsa sonuç pek parlak olmayacaktır.
Nitekim bu düşünceyle terfi edemedim. Ama benimle aynı
kaderi paylaşan Osman K hiçbir engele takılmadan terfi etmişti. Ya Çanakkale’de
hakkında verilen olumlu idari yargı kararı genel müdürlükçe temyize gönderilmemişti.
Ya da o sıralar kılı kırk yaran Danıştay, bana gösterdiği hassasiyeti onun
için göstermemişti.
Aklım karışmadı değildi. Osman K polis akademisini benden
sonra bitirmişti. Öğretmen olan eşi Edirne’ye atandığında verilen tanışma
yemeğinde türbanlıydı. Edirne, Türkiye’nin Avrupa’sıydı. Valinin, emniyet
müdürünün, milli eğitim müdürünün eşleri Atatürk Türkiye’siyle uyum içerisindeydiler.
Bir süre sonra Bayan K’yı türbansız görmeye başladık. Birkaç yıl sonra
Ankara’ya atandık. Tesadüfen yine aynı lojmanlarda kaldık. Yeniden türbanlanan
Bayan K, meslektaşı olan eşimle karşılaştığında “Size karşı da çok mahcubum,
beni bir açık bir kapalı görüyorsun” deme mecburiyeti duymuş, onun bu zor
durumu karşısında konu değiştirilmiş, çocuklardan söz edilerek cumhuriyet öğretmeni(!)
utançtan kurtarılmaya çalışılmıştır.
Ama sonuçta Osman K’nın, önce küçük bir ilin emniyet
müdürlüğü ile ödüllendirilmesi, ardından orta ölçekli Malatya’ya ve nihayet
ülkenin dördüncü büyük ili Bursa’ya emniyet müdürü yapılması türbana
yorumlandı.
Bursa’da lojmanının bulunduğu parkta el ele tutuşan
gençlerin varlığından duyduğu rahatsızlığı gazetelere yansıttı. Bütün bunlar
yükselişinin, dinsel motifli bir çizgiye paralel olduğunu gösterdi.
Cemaatçi olduğu için yıldızının parlatıldığı ve eşi türban
taktığı için din destekli olarak terfi ettirildiği, üç kez il emniyet müdürlüğü
görevi ile ödüllendirildiği söyleniyordu. Ama aynı kişi, bir anda “paralelci”
yaftasıyla merkez emniyet müdürlüğüne çekilebiliyordu. İlginçti, bir gün önce
en has adam, bir gün sonra tu kaka ilan edilebiliyordu.
Yargıtay başsavcılığında tanıdığım bir ulaştırma görevlisi
vardı. Takip ettiğim bir arsa davasıyla ilgili olarak Yargıtay 18. Hukuk
dairesi kalemine gitmem ve oradan alacağım bir evrakı Antalya’daki avukat
arkadaşıma göndermem gerekiyordu. Ulaştırma görevlisi arkadaşımdan, ilgili
birimi bulma konusunda yardım istediğimde o, karar için tanıdık bir hâkim
aradığımı düşünmüş olmalı ki şu ilginç söylemde bulundu: “Bulacağımız hâkim
cemaatten mi olsun, ötekilerden mi olsun?”
2005 yıllarıydı. Ben “hâkim” aramıyordum. Ama görevlinin
söyleminden anlaşılıyordu ki cemaatçi hâkimler o yıllarda da iş başındaydılar.
Terfilerin ve atamaların liyakat yerine dinsel içerikli
olduğunu gösteren başka örnekler de vardı. Ama biz bunları çok sonraları,
taşlar yerine oturduğunda anlayabiliyorduk. Aslında Hanefi Avcı kitabında
valilerin ve müdürlerin, cemaatçi olan personeli bal gibi tanıdığını
söylüyordu.
Şube müdürü Hüseyin TO da yıldızı parlatılanlardandı. Yine
bir rastlantı sonucu hem Edirne’de hem de Ankara’da aynı lojmanlardaydık. Eşi
memurdu. Bazen başında ilginç bir “başlık” olurdu. İki amaçlı bir başlık…
Saçını göstermediği için cemaatçilere, türban sayılamayacağı
için diğerlerine yaranmaktaydı.
Aslında toplum olarak “türban”ı ne kadar da çarpıtıyorduk!
Oysa Yüce Kuran, cinsel suçların önüne geçmek için
kadınların uyacağı kuralları belirlerken saç ile ilgili hiçbir sınırlama
getirmemişti. (Nur Suresi 31) Sadece göğüslerini, başlarındaki örtü ucuyla
kapatmalarını istemişti. O dönemin sıcak iklim kuşağında, erkeklerin bile
başlarında örtü varken kadınların örtülü olmalarından daha doğal ne olabilirdi
ki…
Yüce Kuran’ın işaret ettiği husus; saçın örtülmesi değil,
göğüslerin görünmemesidir. Eskiler bu bölgeye “iman tahtası” derlerdi. Sutyen
de henüz icat edilmemiştir. Günümüz kadınının plajda iki parçalı giyindiğini
de düşündüğümüzde Yüce Kuran’ın göğüslerle ilgili hassasiyeti daha iyi
anlaşılabilecektir.
Çünkü Yüce Kuran aynı ayette, sadece göğüsleri değil suça
konu olabilecek diğer cinsel unsurları da saymıştır.
Birincisi, kadınlar cinsel arzuyla erkeklere bakmayacaklardır.
İkincisi, edep yerlerini yani cinsel organlarını göstermeyeceklerdir.
Göğüslerinin görünmemesi emri üçüncü sıradadır.
Dördüncü ve son olarak da ayaklarını yere vurarak dikkatleri
üzerine çekecek tarzda kırıtarak yürümeyeceklerdir.
Dolayısıyla hiç ilgisi yokken, konuyu “saç”a endekslemek
manidardır.
Çünkü kırk yıllık polislik hayatımda ‘saç, cinsel bir
objedir’ diye suça sebep olduğuna rastlamadım. (Kavga sırasında saçın
çekilmesiyle ilgili birkaç vakayı istisna olarak belirtmeliyim.) Ama Kuran’da
sayılan diğer cinsel unsurlarla işlenen onlarca suçun tanığı olmuşumdur.
Yüce Yaradan sıcak iklim kuşağında yaşayan insanları, güneş
ışınlarından korunmaları için kıvırcık saçlı yaratmıştır. Buna rağmen erkeğin
ya da kadının, yaşadığı çevrenin bir gereği olarak başının rahat etmesi için
mahalli çarelere başvurması olağan bir durumken “türban” takıntısı toplumda
bir “gergi” vasıtası olarak kullanılmaktadır. 610 yıl daha modern bir dinin
mensupları, ancak bu zihniyetle üçüncü dünya ülkelerine dönüşebilmektedir.
*
Şube müdürü Hüseyin TO, Optima Express trenlerinin giriş
garından da sorumluydu. Halkın katkılarıyla alınan iki bilgisayar, görevli
personelin duyarlı davranmaması üzerine çalınmıştı. Resmen görevi ihmal suçu
vardı. Ama ortada herhangi bir soruşturma evrakı görünmüyordu. O soruşturma
dosyasının cemaat gücüyle ortadan kaldırıldığı bugün daha iyi
anlaşılabiliyordu.
Bundan başka Ankara’da lojman yönetimi seçiminde divan
başkanı gibi görev alıp terör dairesinde çalışan ve sonradan cemaatçi olduğu
anlaşılan bir şube müdürünü yönetim kurulu başkanı seçtirebiliyordu. Yani
lojman yönetiminin bile cemaat hâkimiyetinin dışında olmasına tahammül
gösteremiyordu. Ki seçtirdiği Zeki B, önce başbakanın koruma müdürlüğüne
getirildi. Ama başbakanın çalışma ofisinde bulunan böceklerin sorumlusu ilan
edilerek yıldızı söndürüldü.
Hüseyin TO’nun Ankara’daki yükselişi devam etti. Emniyet
teşkilatında ayrıcalıklı yerlerden sayılan TBMM koruma müdürlüğüne getirildi.
Sonra cemaatçiliğin sihriyle koruma daire başkanı oldu. Parlama devam
ettirildi. Kaçakçılık dairesinin başına sıçratıldı. Hız o kadar fazlaydı ki
sınırları aştı ve bir Avrupa ülkesine emniyet müşaviri yapıldı.
Ne var ki bir türbanla yaşama tutunmaya çalışan bu zihniyet,
küçük bir bez parçasının koca bir bedeni tartamayacağını hesaplayamadı.
Ayrıcalıklı yurtdışı müşavir görevinden vakti dolmadan apar topar geri
getirildi. Merkez emniyet müdürlüğünde her gün iki kez imza attırılarak
yoklamaya tabi tutuldu. Sonuçta Osman K ile birlikte zorunlu emekliliğe sevk
edildi.
Kırk yıldır teşkilatın içindeydim. Çok yükselişler görmüştüm.
Ama Fetullah cemaatinin yaptığı bu son yükselişler, en modern asansörlerden
daha hızlıydı. Yangından mal kaçırırcasına hareket ediyorlardı. İl emniyet
müdürlükleri, daire başkanlıkları, yurt dışı görevler; cemaatçiler tarafından
kapış kapış edilmişti. Polis akademisi, cemaatçiler için doçentlik,
profesörlük tahsis eden bir kuluçka makinesine dönüştürülmüştü. IPA yönetimine
de el atmışlardı. Polis Sandığı da onlardaydı. Yönetim kurulu üyeleri, bir maaş
kadar ‘ballı’ huzur hakkı alıyorlardı. Hizmetin nasıl yapılacağı önemli
değildi. Önemli olan o makamlarda bir cemaatçinin oturtulmasıydı. Böylece cemaat,
1970’lerden beri verdiği uğraşın meyvelerini toplamaya başlamıştı.
Sınıf arkadaşım Hanefi Avcı da 1975’lerde ışıkevinde
kalmıştı. Birkaç devre arkadaşımla onu, Maltepe camisi yanındaki evinde ziyaret
etmiştim. Yıllar geçip taşlar yerine oturduğunda kendimin de bir “Işıkevi”
ziyaretçisi olduğumu anımsarım. Hanefi Avcı, cemaat lideri Fetullah ile birkaç
kez görüştüğünü kendi kitabında söylüyordu. Çalışkan ve donanımlı bir devre
arkadaşımızdı. Muhafazakâr oluşunun da katkısıyla yıldızı parlatılmıştı. Daire
başkanı ve il emniyet müdürü görevleri verilmişti. Cemaate yakın görüntüsü bu
makamlara gelişinde etkili olduysa da bu görevleri hak eden bilgi ve beceriye
sahipti. Suçluluğa ve komploya karşıydı. Haliçte Yaşayan Simonlar Dün Devlet
Bugün Cemaat adlı kitabında cemaatin foyalarını çıkardı. Cemaatin, bir terör
örgütü paralelinde zararlı olduğunu açıkladı. AKP iktidarını uyaracağını sandı.
AKP uyanmayınca ilgisi olmayan bir iddiayla cezaevine konuldu.
Hanefi Avcı cemaatçi olduğunu üstü kapalı da olsa kabul
ediyordu. Ama benim tanıdığım Hanefi Avcı doğru olan şeylerin yanındaydı. Ne
zaman ki cemaatin bir terör örgütü olduğunu fark ettiğinde, polis olduğunu
hatırlayarak düğmeye basmasını bildi. Çünkü o babası da suç işlese aynısını
yapardı.
Emin Arslan’ın başına gelenler ise cemaatçi olmamasındandı.
Devletçi bir anlayışa sahip genel müdür yardımcısıydı. Teşkilatın ikinci adamı
konumundaydı. O, orada bulunduğu sürece cemaatçiler diledikleri gibi at oynatamayacaklardı.
Cemaatin, teşkilat üzerindeki hedeflerini daha kolay
gerçekleştirebilmesi için kıdemli olan Emin Arslan faktörünün ortadan
kaldırılması gerekiyordu. Önce tayinle görevinden alındı. Kendisi aynı zamanda
bir hukukçu olan Emin Arslan bir dava açma manevrasıyla cemaatin bu planını
bozdu ve yeniden göreve döndü. Ama cemaat kararlıydı. Ziya Paşa’nın
politikasını uyguladı: “Nush (nasihat) ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir
ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Hemen bir kumpas kurularak kaçakçılık
çetesi içinde değerlendirildi. Cezaevine kapatılarak bertaraf edildi. Böylece
genç Ahmet P’nin önü açılmış oldu. Kaçakçılık dairesinin başına getirildi.
Yüksek hızla yükseliş, Ahmet P’yi valiliğe taşıdı.
Cemaat; hukuku ve bilgisayar teknolojisini iyi kullanıyordu.
Önüne çıkan her engeli; ya sürgün ederek ya da cezaevine göndererek aşıyordu.
Tabanca tüfek kullanmasına gerek yoktu. Neticede cemaatin bu zaptolmaz tutumu
iktidarı da rahatsız etti. İnlerine girileceği vaadiyle karşı cephe kuruldu.
Cemaatçi unsurlar tarafından hızla yükselenler bu defa kızgınlık ve öfkenin de
bir sonucu olarak nanoteknolojik bir hızla yere indirildiler. Daha da kötüsü
oldu. Ya cezaevine gönderildiler. Ya da erken emekliye sevk edildiler.
Eğer bu ülkede bir gün dini alet ederek geçinenlerin çanına
ot tıkanacaksa, çomakları saklatılacaksa, bu başarı, dinci AKP’nin “inlerine
girme” operasyonu sayesindedir. Çünkü diğer partiler, halkının yüzde 99’u
Müslüman olan ülkede buna cüret gösteremezlerdi. “Kâfir” olarak suçlanmaktan
korkarlardı.
Dinci AKP’nin yasadışı cemaat örgütü ile “paralel” yürümesi,
öte yandan dört Bakan’ın yolsuzluğa karışması, Bakan Egemen Bağış’ın Bakara
Suresi için “makara” diyerek kutsal değerlerimizle alay etmesi muhafazakâr
Türk toplumunu etkilemiştir. Dinsel değerlerin “araç” olarak kullanılması, buna
karşılık maddi çıkarların “amaç” edilmesi Anadolu insanının bakış açısının
değişmesine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak AKP, 7 Haziran (2015) milletvekili
seçimlerinde salt çoğunluğu elinden kaçırmıştır. Ne var ki cumhurbaşkanı,
muhalefet partilerine hükümet kurma görevi vermeyince beş ay sonraya ötelenen 1
Kasım seçimlerinde yeniden eski oy oranına ulaşma şansını yakalamıştır.
*
Ülkemiz cemaatle yaşarken polisimizin eski bir huyu
depreşmişti.
Şoförlük yapan ve yağcılığı seven birçok mensubumuz, makam
sahiplerini araca bindirirken kapısını açar ve eliyle başını korurlardı.
Sonra bu hareketi; Ergenekon, Balyoz, Oda tv gibi davalarda,
zanlıları araca bindirirken gördük. Hareket biraz değişmiş ve başın
bastırılmasına dönüşmüştü.
Sonra devran dönüp sıra cemaatçi polislerin yargılanmasına
geldiğinde başı bastırılanlar bu defa kendileri olmuştu.
Polisimiz her hal ve şartta yargı önüne çıkardığı kişiye,
muhakeme usulü çerçevesinde hareket etmelidir. Hasmane duygulardan uzak
durmalıdır. Bir gün kendisi de “başı bastırılan” durumuna düşmemek için bu tür
fantezilerden kaçmalıdır.
Kırk yıldır yaptığımız polislikte başın bastırılacağına dair
bir hüküm yoktur. Bu şekildeki kanunsuz emirler de asla uygulanmamalıdır.
Türk kamu yönetiminde polislik mesleğinin oldukça etkin bir
yerde olduğu herkesçe bilinmektedir. Polis, bu etkililiği silahlı bir kuruluş
olmasından ve kanunlardan sağlar. Her dönemde polisle yakınlık kurarak onu elde
etmek isteyenler olmuştur. Bar, pavyon, kumarhane sahipleri en canlı örneklerdir.
En küçük rütbelinin karşısında bile ön iliklemekte sakınca görmezler.
Mekânlarının kapatılmasından korkarlar.
Bundan başka iktidarlar da polisi elde etmek isterler. Ama
iktidarlar polis önünde ön iliklemezler. “Benim polisim kahramandır” diyerek
yanlarına çekerler. Yanlarına gelmeyenleri de “sürgün” ederler.
Polisi elde etmek isteyenlerin en kötüleri ise terör
örgütleridir. Hanefi Avcı kitabında yasadışı örgüt elemanının, örgütüne ne
ölçüde bağlandığını çok güzel ifade etmişti. Şunu demeye getiriyordu: Herkes
işine o örgüt elemanları gibi bağlı olsa Türkiye cennete dönerdi.
Neticede cemaat de bir terör örgütüydü. Terör örgütü olarak
ilan edilmeden önce çok sayıda polisten taraftarı vardı. Bu polislerden
“militan” düzeyinde bağlı olanlar ister istemez örgüt üyesi durumuna düşmüş
oldular. Belki silahla, bombayla eylem koymamışlardı ama teşkilatın elindeki
teknolojiyi kullanarak kendilerinden olmayanları sürgüne ya da cezaevine
göndermişlerdi.
Ne istedilerse verilmesi, boynuzun kulağı geçmesine neden
olmuş, tehlike sezilince de “kandırıldık” denilerek mağduriyet rolüne
girilmiştir. Bu defa paralel iki petekteki bal, tek petekte toplanmıştır. Yani
önceden ikiye bölünen sevgi, şimdi mağdur(!) taraftaki AKP’de yoğunlaşmıştır.
Bir kısım polisler Emin Arslan örneğindeki gibi cemaatin
etkin olduğu dönemde yargılanmıştır. Diğer bir kısmı ise Ali Fuat Yılmazer
örneğinde olduğu gibi cemaatçiler etkisiz duruma getirildikten sonra yargı
önüne çıkarılmıştır. Polis teşkilatı mensupları her iki halde de ciddi zarar
görmüşlerdir.
Pek tabii ki başlangıcı hukuksuz olan işlemler, hukuksuz
sonuçlar doğuracaktı. Zira çoğulcu demokrasilerde yürütme organının içindeki
iktidarların tek başına “her şey” olmadıkları bilinmeliydi. Kuvvetler ayrılığı
ilkesi gereği yasama ve yargı organlarının varlığı yadsınmamalıydı.
Kuvvetler arası dengeler bozulursa domino taşları gibi hak,
hukuk, adalet, eşitlik, gelir dağılımı, yaşam kalitesi gibi bütün değerlerin
zarar göreceği beyinlere kazınmalıydı.
İşte bu hassas dönemde polis teşkilatı krizi yönetememiş,
aksine krizin bir parçası olmuştur. Bu da cumhuriyet döneminde elde ettiği
kazanımlarını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır.
Bütün bu olup bitenler yaşanırken ben de birinci sınıf
emniyet müdürüydüm. Sanki bir belgesel izliyordum ve azgın birkaç aslan, masum
bir ceylanı avlıyordu. TV görüntülerini izlerken “Bu durum, doğa kanunlarının
olağan akışında normaldir” diyerek kendimi teselli ediyordum. Ama “oy” ve “din”
sarmalında “maşa” durumuna düşürülen meslektaşlarıma, kanunların olağan
akışında da olsa, özgürlükleri kısıtlandığı için üzülüyordum. Şimdi emekli
olurken geride bıraktığım meslektaşlarımdan özür diliyorum. Ne yazık ki
derneklerimizin kapatılmasından sonra otuzbeş yılı aşkın sürede
örgütlenemeyişimiz ve yine bir sendikamızın olmaması bizi seyirci olmaktan
öteye götürememiştir.
APK
2002 yılında birinci sınıf emniyet müdürü rütbesiyle emniyet
genel müdürlüğü kadrosuna geldim. 2005 yılına kadar, şimdiki adı strateji
geliştirme daire başkanlığı olan araştırma planlama koordinasyon dairesi
başkanlığında APK uzmanı olarak çalıştım. Meslektaşlarımız, APK’nın açılımı
için “Al Paranı Konuşma” ya da “Al Paranı Karışma” gibi yakıştırmalar
yapıyorlardı. Hâlbuki bu birimde emniyet teşkilatının stratejistleri olmalıydı
ve aksayan yönler için stratejiler geliştirilmeliydi. Bizde ise “depo” olarak
kullanılıyordu.
Birimin adı ne olursa olsun bizim gibi disiplin mesleklerinde
son rütbeye yükselebilmek çok önemliydi.
Emniyet örgütü disiplin tüzüğü hükümleri, devlet memurları
kanunundaki benzerlerine göre ağır cezalarla donatılmıştı. 12 Eylül 1980
öncesinde sağ sol olaylarında tarafsızlığını koruyamayan polis, fazlaca
dejenere olmuştu. Siyasete bulaşanlar disiplinden uzaklaşmışlardı. İdare,
polisi zapturapt altına alabilmek için disiplin cezalarını yüksek tutmuştu.
Ne var ki bazı amirler sıkıyönetim yıllarında bu durumu
fırsat olarak kullanmışlar ve astlarını ezmişlerdir. Çoğu kere mobbing
uygulamışlardır.
Genel müdür yardımcısı Necati A’nın, problemini aktarmak
için makamına gelen personele, pencerenin önüne gelerek parmağıyla TBMM
binasını göstermesi sıradan hale gelmişti. Personel sorunlarının çözümünde en
üst makam kendisi olduğu halde Meclisi işaret etmesi teşkilatımızın ne kadar
siyasete alet edildiğini göstermesi açısından manidardır.
Daire başkanı olarak sorumlu olan İbrahim S ise durum sorma
yazısına, hiç alâkası yokken “Hırsızlık” suçunu ekleyecek derecede yanlışlık
içine girebilmiştir. Bu durum siyasetçiyle yandaş olurken meslektaşına ayak
oyunu yaptığına yorumlanmıştır.
Böyle üst yöneticilerin olduğu bir arenada birinci sınıfa
yükselmek bir kurtuluştur. Resmen özgürlüğe kavuşmadır. Prangalardan
kurtulmadır. Birinci sınıf emniyet müdürü olunduğunda İdarenin kozları
tükenmiştir. Tayinle korkutamaz. Çünkü tayin edemez. Terfi sorunu kalmamıştır
ki terfi ettirmemekle tehdit edemez. Ve de kolay kolay ceza veremez. Zira
vereceği cezanın bir anlamı yoktur.
Peki birinci sınıf olmayanların hali nice olacaktır?
İşte onlar; amirlerin yıldızları ile disiplin tüzüğü arasına
sıkışıp canlarını kurtarma derdine düşmüşlerdir. Tayin ve terfi silahıyla
korkutulmuşlardır. Kendi istikbal güvenliklerini sağlamaya çalışırken
vatandaşın güvenliğini ikinci plana almışlardır.
Yapılması lazım gelen onların durumunu düzeltmekti. Aslında
polislerin durumunu düzeltmek demek, halkın güvenliğini sağlamak demekti. Zira
kendi mesleği içinde ayakları yere sağlam basmadığı için vatandaşı koruyup
kollamakta yeterince payanda olamıyorlardı.
APK dairesinin başkanı Mustafa Gülcü’nün beni arayarak
emniyet teşkilatı kanununun yenilenmesi çalışmalarında görev teklif etmesi
belki de bu ve benzeri nedenlerdendi.
İktidar partisi AKP, idarenin yeniden düzenlenmesi konusunda
bir çalışma başlatmıştı. Gülcü’ye göre oluşturacağımız bir ekiple bu
çalışmanın emniyet genel müdürlüğü kanadını yürütecektim. Daha sonra teftiş
kurulu başkanlığı yapan Ahmet Yanç’ın da katılımıyla genişletilmiş bir grupla
çalışmalara başladık. Genel müdürlüğün ilgili birimlerinden dâhil olan
personelin azimli çalışmalarıyla emniyet teşkilatı kanunu taslağını bitirdik.
Ne var ki iktidarın göreve gelir gelmez başlattığı idarenin
yeniden düzenlenmesiyle ilgili çalışma, ülkede üniter yapıyı bozacağı
gerekçesiyle yarıda bırakıldı. Geçmişte anayasa mahkemesi başkanlığı yapmış
olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, o kadar etkili bir gerekçe hazırlamış
ve veto etmişti ki iktidar bu sevdadan vazgeçmek zorunda kaldı. Dolayısıyla
bizim hazırladığımız kanun taslağı da askıda kaldı.
Bu arada meslek hayatımda bir ilki yaşadım. 30 yıla yakın
sürede ilk kez görevli olarak yurt dışına çıkma şansı buldum. Belki de polislik
tarihinde ilk kez bir APK uzmanı görevli olarak yurt dışına gönderiliyordu.
Çoğu il emniyet müdürleri olan on yöneticiyle on günlüğüne Belçika’da inceleme
gezisinde görev aldık.
Benim için muhteşem bir fırsattı. Bu on gün içinde bir Batı
ülkesinin polis birimlerine girerek merak ettiğim birçok konuyu öğrenebilme
şansına sahip olabilecektim. Zira bundan birkaç yıl önce kendi imkânlarımla
Hollanda’ya gitmiştim. İyi dil bilen bir yakınımla bir polis merkezini ziyaret
etmek istedim. Bizi karşılayan bir polis, giriş bölümünde beklememizi istedi.
Birkaç dakika sonra gelerek kapıyı gösterdi. Çok etkilenmiştim. Biz olsaydık en
azından bir çay ikram ederdik. Bir suç işlemişim gibi oradan ayrılışımı
unutamıyorum. Ama şimdi benzer bir ülkede on gün boyunca, her şey dâhil,
polisin bütün birimlerini ziyaret edebilecektik.
Kuşkusuz bu on gün içinde kayda değer birçok olay yaşadım.
Ancak bir fikir vermesi açısından birkaç örnek olayla yetineceğim. Yapılan ön
çalışmalarda Türk heyeti olarak bizlere Türk mutfağına uygun yemeklerin
çıkacağı bildirildi. Bu, yemeklerde domuz ürünleri bulunmayacağı anlamına
geliyordu. Ancak müdürlerimizden biri bu on gün içinde ne olur ne olmaz diye
salata ile yetindi.
Yine bir gün bilgilendirme toplantılarının birinde uyuklayan
sayımız yediye yükseldi.
Belçika ziyaretini gerçekleştirdiğimiz 2004 yılında siyasal
iktidarın Avrupa Birliğine girme gayretleri devam ediyordu.
Müdürlerimizden biri, sunum yapan yetkiliye sordu: “Sizce
Türkiye’yi Avrupa Birliğine alırlar mı?”
Adam yarı gülümsemeyle uyuyanları bir kez daha süzdü.
“Alırlar, alırlar” dedi. Ama resmen müstehzi bir ifade
hissedilebiliyordu.
*
Üç yıldır APK’da mevzuat çalışmaları ile meşguliyetim devam
ediyordu. Muayyen saatlerde toplantı salonunda yerimizi alıyor, şube müdürü
Özcan Çalışkan’ın kumanda ettiği yansıya düşüncelerimizi aksettiriyorduk.
Bu yıllarda teftiş kurulunda çalışmak daha avantajlıydı.
Çünkü müfettişler, APK uzmanlarına göre dörtte bir oranında fazla maaş
alıyorlardı. Özlük yönünden böyle bir hakkı elde etmek için üst yöneticilere
başvuranlar eli boş dönüyorlardı. Tek yol vardı. O da Bakanın tanıdığını
bulmaktı.
Ben bu konuyla ilgilenmiyordum. Teftişte ya da APK’da olmak
benim için fark etmiyordu. 500 liralık maaş farkını da önemsemiyordum. Aslında
aynı sınıftan rütbeliler aynı ücreti almalıydılar. Fakat bazı işgüzarlar
çalışanla çalışmayan bir olmasın diyerek farklı ücretlendirmelere gitmişlerdi.
Sanki APK uzmanına görev verilmiş de yapmamış gibi…
Ancak ilerleyen günlerde “Hâlâ teftiş kuruluna geçmedin mi”
şeklindeki soruların etkisinde kaldım. Birçok kişi müfettiş olurken APK’da
kalanlara ikinci sınıf gözüyle bakılmaya başlandı. Bu durum beni de tetikledi.
Geçmişte benzer bir durumu sigara içerken de yaşamıştım. İçenlere ikinci sınıf
gözüyle bakılmaya başlandığında da derhal sigarayı bırakmıştım.
Teftişe geçme konusu özlük haklarıyla ilgiliydi. Kimseyi
koltuğundan etmiş olmayacaktım. Aslında geçmeye engel bir halimiz yoktu.
Yeterli kadro mevcuttu. Sadece Bakan tasarrufu gerekliydi.
Bakan’ı etkileyecek sivil bir tanıdığım yoktu. Memleketim
olan Giresun milletvekillerine konuyu açtım. Amacım sadece özlük haklarım
içindi.
Milletvekilimiz Ali T konuyu, partisinin genel kurul toplantısında
Bakan’a aksettirdi.
İnceleyeceğini söyleyen Bakan ikinci hafta yaptığı görüşmede,
benim kendileriyle aynı görüşü paylaşmadığımı öne sürerek bu işin olmayacağını
bildirmiş. Buna rağmen milletvekilimiz bir takım gerekçeler öne sürerek Bakan’ı
ikna etmiş. Ertesi hafta yapılan grup toplantısında Bakan bu defa benim
Giresunlu olmadığımı belirtmiş. Milletvekilimiz, bütün inandırıcılığı ile
Pirazizli olduğumu ve bazı yakınlarımı bile tanıdığını belirterek yeniden ikna
etmiş.
İşte burada meslek içindeki hasmane tutum o kadar
belirginlik kazanıyordu ki akıllara zarar bir gerçekle karşı karşıyaydık.
Bizim aslında siyasi iradeye hiç ihtiyacımız olmamalıydı.
Ama kendi üst yöneticilerimiz siyasi iradenin elini güçlendirmek için topu onlara
atıyordu. Ama bu arada kendilerini küçülttüklerinin farkında olamıyorlardı.
Grup toplantıları günlerinde yapılan diyaloglardan
anladığımız kadarıyla siyasi irade, bizim lehimize karar verebilmek için küçük
destekleri yeterli görüyordu. Ama ne acı ki cephede birlikte görev yaptığımız
kişiler köstek oluyorlardı. Gerekçe olarak ise farklı siyasal düşünceyi ve
hemşeri olmamayı gösteriyorlardı. Burada milletvekilimiz ısrarcı tutum
göstermemiş olsaydı teftiş kuruluna geçmem mümkün olmayacaktı. APK’da ikinci
sınıf muamelesi görmeye devam edecektim.
Hele de hemşeri olmama konusu çok ilginçti. Bakan,
milletvekilinden gelen talebi personelden sorumlu genel müdür yardımcısı Necati
A’ya iletiyordu. Necati Bey komşu ilimizdendi. Eşi de Giresunluydu. Üstelik
Giresun’da çalışmıştı. Kolej ve akademide benden önce olduğu için kendisini
tanıyordum. O beni tanımayabilirdi. Ama şöyle düşünüyordu: “Giresunlu böyle
biri olsaydı istekleri için mutlaka bana gelirdi.” Ama ben böyle bir yapıda değildim.
Hatta tavassut için ilimin milletvekiline gittiğimi söylediğimde beni eski
tanıyanlar inanmamışlardır bile. Ama maalesef doğruydu. Meslek hayatımda
yapmadığımı yapmış ve de siyasetçiden tavassut istemiştim. Milletvekilimiz de
samimice gayret göstererek bu işi yapmıştı.
Necati Bey beni, Bakan’a, milletvekilini yanıltan biri
olarak göstermeye çalışıyordu. İlkinde “farklı siyasal düşünce” iddiasıyla
karalamıştı. Şimdi de nereli olduğumu bilemeyecekmişim gibi ‘yalancı’ durumuna
getiriyordu. Geçmişte ‘hırsızlık’ isnat edenler de yine kendi zihniyetleriydi.
İşin ilginç tarafı, aynı Necati Bey birkaç gün sonra telefonla
arayarak teftiş kuruluna geçiş yazımı imzaladığını söylüyordu. Kendisi yapmış
gibi…
Meslek terbiyesi gereği usulen teşekkür ettim.
2005 başlarıydı ve artık teftiş kurulundaydım.
TEFTİŞ KURULU BAŞKANLIĞI
Teftiş kurulu başkanlığı; birinci sınıf emniyet müdürlerinin
“Başmüfettiş” sıfatıyla görev yaptıkları bir birimdir. Daire başkanlıkları ve
hukuk müşavirliği ile birlikte emniyet genel müdürlüğünün merkez teşkilatını
oluştururlar.
Emniyet genel müdürlüğünde sistem şöyle işlemektedir:
Daire başkanlıklarının taşra uzantıları olan ana ve yardımcı
hizmet birimlerindeki personel, iç güvenliği sağlama adına yurdun çeşitli
yerlerinde görev başındadırlar.
Hukuk müşavirliği çalışanları, görevin mevzuata uygun
olması için danışmanlık yaparlar.
Müfettişler ise mevzuata uygunluğu denetlerler. Bu vesile
ile personelin performansını ölçerler. Performans geliştirici önerilerde
bulunurlar.
Müfettişlerin bir diğer fonksiyonu ise hukuk dışı davranış
içine giren personel hakkında disiplin soruşturması yürütmektir.
Bu şu anlama gelmektedir: Personel ne kadar hukuk içinde
kalırsa ceza ile karşılaşması o oranda az olacaktır.
Sokakta da böyle değil midir?
Polis, önleyici hizmetlerde ne kadar başarılı olursa suçlu
ile mücadelede daha az yorulacaktır.
Genellemeyi biraz daha büyütelim. Komşu ülkelerle sıfır
sorun yaşarsak terör ya da harp riskini en az seviyeye indirmiş oluruz.
Teşkilatımızda müfettişin önemi, polisin insan hak ve
özgürlüklerine yönelik görev yapmasından dolayı daha da önem kazanır. Örneğin
mülk üzerinde yapılacak bir hata kolayca giderilebilir. Ancak özgürlüğü haksız
olarak kısıtlanan biri için bunun telafisi yoktur. Şunu demek istiyoruz:
Tarlanın tapu ölçümünde hata yapılmışsa, doğruluğu tespit edildiğinde taşlar
yerine konulabilir. Ama nezarethanede haksız yatırılana bunu geri vermek
imkânsızdır. Dolayısıyla polisin hatasız görev yapması gerekir. İşte müfettiş
tam bu noktada ileriyi görerek olası polis hatalarını asgariye indirme
konusunda denetlemelerini sürdürmelidir. Buna rağmen hata yapan varsa en doğru
soruşturma dosyası hazırlayarak caydırıcılığı sağlayabilmelidir. Öyle ki
müfettiş, en tepe noktadan izleyerek teşkilatın nabzını elinde tutabilmeli,
aksayan durumlara göre teftişe ya da soruşturmaya ağırlık vererek dengeyi
sağlamalıdır.
Günümüzde müfettişler hâlâ personelin mevzuata uygun
hareket edip etmediğini teftiş etmektedirler. Oysa Batı yönetimi bu anlayışın
geride kaldığını ifade etmektedir. Personelin mevzuata aykırı bir faaliyette
bulunma lüksü zaten yoktur.
Müfettişler artık personelin performansını denetlemelidirler.
Ürettiği hizmetin ölçüsüne bakmalıdırlar. Etkililiğini, verimliliğini ve
ekonomikliğini kontrol etmelidirler.
Bazı mesleklerde ayrı bir eğitimle ya da sınavla müfettiş
olunurken polis teşkilatında birinci sınıfa yükselen müdürlerin müfettiş
olabileceğine hükmedilmiştir. Bu da belli bir mesleki olgunluğa gelen
müfettişlerin hataları düzeltici, eğitici ve yol gösterici olmaları anlamına
gelmektedir.
TAM 40 YIL
Polis akademisini bitireli kırk yıl olmuştu.
Çalışırken “emeği kiralanmış” biriydim. Aldığım ücret
karşılığında halkın iç güvenliğini sağlama görevini yerine getiriyordum. Kamuya
ait barut fabrikasında çalışan “işçi”ler, Elmadağ’daki siyasi partilerde irili
ufaklı görevler almışlarken benim siyasi parti binasına girmem dahi yasaklanıyordu.
Memurlar, toplumun aydını olma yönünde söz sahibi
insanlardı. Ama siyasetten uzak tutuluyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi
dernekleri, sendikaları kapatılıyordu.
Emniyet Genel Müdürlüğü, 2000’li yılların başında illere
gönderdiği bir yazıda, polis dergilerine yazı gönderenlerin, il emniyet müdürü
gördükten sonra yazılarını yayımlatmalarını istemişti. Tam da dünyanın bilişim
devrimini idrak ettiği yıllarda…
Aba altından sopa göstermenin dik âlâsıydı.
“Ey emniyet müdürü! Emrindeki adama dikkat et. Benim
keyfimi kaçıracak yazıları varsa, engelle!”
Bunun bir diğer adı düşüncelere pranga vurmaktı.
Hem siyaseti yasakla, hem beynini kelepçele…
Allahtan, günde kaç kez nefes alacağımıza, kirpiklerimizi
kaç kez kapayıp açacağımıza karışmıyorlardı.
Artık emekliydim. Yaşadıklarımın yazıya dökülmesiyle
1976-2016 arasındaki 40 yıllık döneme ışık tutacaktım. Bu dönem Türkiye’sinde
polis teşkilatını yönetenlerin düşünsel yapısı hakkında tarihe not düşecektim.
Anlamlı yıllardı.
Bir yüzyılın son çeyreğiydi ve yeni bir milenyum, benim
görev yaptığım 1976-2016 döneminde başlamıştı.
1989 yılı itibarıyla iki kutuplu dünya düzeni sona ermiş,
Amerika Birleşik Devletleri bu dönemde tek süper güç kalmıştı.
Tarım ve endüstri devriminden sonra bilişim çağını 1976-2016
dönemi içinde idrak etmiştik.
1976’ların çeyrek asır öncesinde dünya savaşları sona
ermişti. İnsan hakları evrensel bildirgesi kabul edilmiş ve çok partili sisteme
geçilmişti. Ve ben 1950’den itibaren kurulan 46 hükümetin 26’sıyla görev
yapmıştım.
Tehdit unsuru olduğu iddia edilen Sovyetler Birliği’ne karşı
geliştirilen Amerikan dostluğu ve ardından yapılan Amerikan yardımları ile halk
göreceli olarak rahatlamıştı. 1961 yılında güzel bir anayasa ile tanışılmıştı.
Ülkemizi mutlu bir gelecek bekliyor derken 1970’li yıllarda
ibre tersine dönmüştü. 1971 muhtırası ile Anayasanın özgürlükçü maddeleri
budanmıştı. 1974 yılında yapılan Kıbrıs çıkartması sonunda ABD ambargo dayatmıştı.
Birkaç yıl sonra dönemin başbakanı Demirel, ülkenin 70 sent’e muhtaç olduğunu
söylemek zorunda kalmıştı. Ve benim 1976-2016 sürecine dâhil oluşum böyle bir
ortamda başlamıştı.
Ülkede sağ sol terör olayları yaygınlaşmıştı. Bir tarafta
işçiler ve öğrenciler vardı. Diğer tarafta ise polisler…
Böyle bir atmosferde polis koleji ve polis akademisi
eğitimini tamamlıyor ve 1976 yılında bu sıcak arenaya giriyordum. Yatılı okul
ortamını sakin geçirmiştim. Herkesi, yatılı okuldaki gibi masum görüyordum.
Ama dışarıdaki gerçek hiç de öyle değildi. Polis kolejinde iken sinema
salonlarında izlediğim silahlı ve ateşli sahneler şimdi karşımdaydı. Bazen
dalıp gidiyordum. Aslında arenadaki oyuncuların mimiklerini, öfkelerini canlı
canlı görüyordum. Ama hâlâ Maltepe’deki sinemalarda macera filmi izlediğimi
sanıyordum.
1976-2016 süreci, öylesine stratejik öneme sahipti ki
Türkiye çalkalanıyordu ve hepimiz sallanıyorduk. Benim meslek hayatımı çapraşık
hale getiren aslında 40 yıllık bu sürecin, çalkantılı yıllara gebeliğiydi.
Güzel olduğunu sandığımız bir şey vardı. O da toplumun
bilgisayarla tanışmasıydı. Bir çağ kapanıp yeni bir çağ başlıyordu. Hele de
bilgisayarın telefonla buluşmasıyla devreye giren internet sayesinde dünya,
insanın ayağına geliyordu.
Ama biz ne yaptık? Polis teşkilatı olarak yeni yeni terk
etmeye çalıştığımız işkence ve kötü muamele alışkanlığımız yerine dinleme ve
izleme yaparak bilgisayarla kişilerin odalarına girdik. Dün vücutlarına
dokunuyorduk, bugün de özel hayatlarına müdahale eder olduk.
Biz geçmişte matbaayı kullanmayı da bilememiştik. Bugün aynı
hatayı bilgisayarda yapıyoruz.
1976-2016 sürecinde başka neler olmadı ki…
POLDER’e karşılık 1977 yılında POLBİR kurularak polis ikiye
bölündü.
Mecliste etkin olan iki siyasi partinin liderleri Demirel
ile Ecevit cumhurbaşkanını seçemediler.
Ardından 12 Eylül 1980’de askeri müdahale yapıldı.
1984 yılında bölücü terör hortladı.
1996 yılında bir emniyet müdürü, bir milletvekili ve bir
teröristin karıştığı Susurluk kazası ile devlet, siyaset, mafya üçgeninde
yasadışı ilişkiler ortaya çıktı.
1990’lı yıllarda Mesut Yılmaz - Tansu Çiller hizipleşmesi
ülkeyi gerdi.
Bunun sonucu olarak kurulan AKP, toplumun yüzde 50’sini
ötekileştirdi.
Mezunu olmakla gurur duyduğumuz polis koleji ve polis
akademisi bu dönemde öğretime kapatıldı.
Polisevlerinde içki yasağı getirildi.
*
Bu 40 yıllık süreçte ülkemizde hiç mi iyi şeyler olmadı?
Bölücü başı yakalanarak ağırlaştırılmış müebbet hapse
çarptırıldı.
İdam cezası kaldırıldı.
Paradan altı sıfır atıldı.
Bölünmüş yollara hız verildi.
Türkiye hızlı trenle tanıştı.
Havayolu trafiği artırıldı.
Peki, polisteki manzara neydi?
Limonküfü yeşili kıyafetler 1994’lerde modernize edilerek
yerini lacivert renge bıraktı. Bu renk aynı yıllarda polis araçlarına da
uygulandı.
Fiziksel gelişmeler artarken düşünsel anlamda gerileme
yaşandı. Araç, gereç, silah, helikopter gibi çağın en üstün donanımı elde
edildi, fakat bunların kullanımında hatalar yapıldı. En yeni gaz tüfeklerine
sahip olundu, ama kaç derece açıyla kullanılacağı personele öğretilemedi. Ya da
öğrenecek kapasitede memur seçimi yapılamadı. İşler ehline verilmesi lazımken
yandaşlara verilerek kamu görevi çökertildi. Bu defa kamu görevlilerinin
işlerine meclis üyeleri el atar oldular. Yürütmede yaşanan zaaf, daha sonra
yargıya sıçradı.
Ülkede yaşananları polislik felsefesiyle süzemeyeceğimi
düşünerek iki eğitimi önemsedim. Biri TODAİE idi, diğeri de Milli Güvenlik
Akademisi…
Yetişkinlere hitap eden bu iki güzide kurumda Türkiye’nin
“En”lerini öğrendim. Maalesef bütün istatistiklerde “En” iyilerde sonlarda,
“En” kötülerde baş taraflardaydık. Bazen güzellik, şarkı yarışması, halk
oyunları gibi alanlarda iyi görülüyorduk. Ağzımıza bir parmak bal çalıyorlardı.
Ama hayati ve ülkenin geleceğiyle ilgili konularda en kötü durumdaydık.
Gazete haberlerine bir göz atalım:
Bebek ölümlerinde EN baştayız. Doğurganlıkta yüzde 2,1 ile
EN önlerdeyiz.
Avrupa’da okul çağında eğitimi yarı bırakmada EN birinciyiz.
OECD ülkeleri arasında genç işsizlikte EN birinciyiz.
Sefil ülkeler arasında EN kötü dokuz ülkeden biriyiz.
Gelir ve yaşam düzeyinde EN son sıralardayız.
Hava kirliliğinde EN ilklerdeyiz.
Twitter sansüründe EN ilk sıradayız.
Basın özgürlüğünde, birçok Afrika ülkesinin EN gerilerindeyiz.
Düşünce ve fikir özgürlüğü konusunda Avrupa’da EN
sonuncuyuz.
Yine insan hakları konusunda Avrupa’da EN son sıradayız.
Ülke olarak iki yakamız bir araya gelmiyordu.
Meslektaşımızla gurur duymayı bilmiyorduk.
İşte Gaffar Okkan örneği…
Esnafıyla, futbolcusuyla, minibüsçüsüyle bütün bir kenti
ağlatan şehit emniyet müdürümüzü ne kadar yaşatabiliyorduk?
Bir meslektaş, diğerini ayağından çekerse kendisi yukarıda,
meslektaşı aşağıda “topal” bir yürüyüşe sebep olacağını bilmelidir. Ritim
bozukluğunun kendisini de etkileyeceğini idrak edebilmelidir.
“Ketalin” şeklinde yazılan ismin Ruslara mal edildiğini,
çizgilerden oluşan imzanın orak çekice benzetildiğini satır aralarında
belirtmiştim.
Bu satırları okuyanların da onlarcası ile karşılaşmış oldukları
birkaç örnekle devam edeyim.
Ne kadar ucuza gittiğimizi görmek için…
Başka milletlerin fenle, bilimle uğraşırken bizim hâlâ ucuz
kahramanlıklar peşinde olduğumuzu anlamak için…
Ankara’daki TODAİE’ye Çorum’dank atılmıştım. Yasaya göre
harcırah almam gerekiyordu. İlgili daireye başvurdum. Ankara’daki şube müdürü,
o bölümde görevli bir başkomiserle görüşme yaptı ve yasal olarak engel
gösterememekle birlikte veremeyeceğini söyledi. Başkomiserin konuşmalarını
duymuştum. “Müdürüm” diyordu şube müdürüne. “TODAİE’ye gidenler on kişi. Beşi
dava açsa diğer beşi İdareyle hasım olmamak için dilekçe vermezler. Böylece
devlet, beş kişilik harcırahtan kazanmış olur.” Ne acı ki bu başkomiser
devletin milyonlarını iç eden çeteler yerine yasal özlük hakkını alacak olan
meslektaşını bundan mahrum etmenin kurnazlıklarını göstermeye çalışıyordu.
Tabii ki idari yargıya başvurmuştum ve harcırah bedelini almıştım.
Mezun olduğumuz polis koleji ve polis akademisinin 1938
yılından itibaren bütün mezunlarının tek bir kitapta toplanması amacıyla
yapacağım çalışma için arşiv araştırması konusunda izin talep ettiğim halde
sürecin çok uzun olduğu ve atama çalışmaları yapıldığı bahane edilerek genel
müdürlükçe arşivden yararlanmama izin verilmedi.
TODAİE bitirme tezi için asayiş dairesi başkanlığından beş
yıllık kumar istatistik verilerini istediğimde cevap gönderilmedi. Yüz yüze
görüştüğümde gizli olduğu öne sürüldü. Hiç ilgisi yoktu.
Aynı şekilde milli güvenlik akademisinde terörle ilgili hazırladığımız
kitap çalışması için terörle mücadele dairesinden kaynak eser talep ettiğimde
daire başkanı Selim Akyıldız kendi isteğimle mi gittiğimi, yoksa genel müdürlük
tarafından mı MGA’ya gönderildiğimi sorarak İdarenin adamı olup olmadığımı
öğrenmek istedi.
Kendi isteğimle gittiğimi söyleyince de elim boş döndüm.
Şunu söyledi: “Sizden bilgiyi alıyorlar. Akşam başbakanın
ağzından haber bültenlerinde duyuyoruz.”
İnsanın kendi meslektaşı tarafından anlaşılamaması ne tuhaf!
Kime, nasıl izah edilebilir ki…
Yine bir gün TRT yapımcısı Barış Eren aradı. Kurşun Harfler
belgeseli için konuk olarak çağırıyordu. Gaziantep’teki Atatürk Lisesinde
yaşanan terör olaylarıyla ilgili program yapıyordu. Genel müdürlükten izin
alınması halinde katılabileceğimi söyledim. Gerekli müracaatlar yapıldı.
Yapımcı daha sonra izin verilmediğini söyledi. Şunu da sordu: “Aranızda bir şey
mi geçti?”
Hâlbuki genel müdürlükle aramda geçenler işte bu kitabın
içeriğiydi.
Sanki bir suç işlemişim gibi telefonun öbür ucundaki yapımcıdan
utandım.
Vicdanen rahat olduğum için bu utancı, koltuk peşinde koşan
yöneticilere havale ediyorum.
*
Bir kitapta okumuştum. Selçuklular döneminde fetih için
Anadolu’ya gelen Türk askerlerini karşılayanlar arasında yayık ayranı yapan
köylü kadınlar da vardır. Bu kadınlar taslarla askerlere ayran ikram ederler.
Askerler içtikçe yeniden doldururlar. Kadınlar, taslarını uzatmalarını
istediğinde askerler “Ana, dolu”, “Ana, dolu” diyerek memnuniyetlerini ifade
ederler. Rivayet odur ki ülkemizin adı böylece “Anadolu” olarak anılır.
İşte 40 yıldır birlikte görev yaptığım polisler, o fedakâr
Anadolu analarının torunlarıydı. Gelir düzeyi düşük ailelerden geliyorlardı.
Kibir, büyüklenme bilmezlerdi. “Veren el, alan elden üstündür” felsefesine
inanmışlardı.
Mesleğe başlamalarıyla birlikte doğduğu, büyüdüğü çevreden
kopmuşlar, başka illere tayin edilmişlerdir. Genç yaşlarında hem ailesini ve
çocuklarını geliştirme, hem de kamu düzenini sağlamada sorumluluk
yüklenmişlerdir. Bir kısmı görevleri nedeniyle suça bulaşmışlarsa bunun sorumlusu
devlettir. Devletin oluşturamadığı sistemsizliktir.
Kırk yıldır bu coğrafyada onlarla görev yaptım.
İller arasında dokuz kez ev taşıdım. Japonların hesabına
göre üç kez evim yanmış oldu.
2002 yılında birinci sınıf emniyet müdürlüğüne yükseldikten
bir müddet sonra Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldi. Dinci bir politika
izliyordu. Cemaat ile yakın ilişki içindeydi. ‘Ne ben onları göreyim, ne onlar
beni görsün’ dedim. “Devletin polisi” olmayı tercih ederek kalan 14 yılımı
Ankara’da tamamladım.
Emekliye ayrıldığımda takvimler 1 Şubat 2016’yı gösteriyordu.
KISALTMALAR
AB : Avrupa Birliği
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
AİHM : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
AKP : Adalet ve Kalkınma Partisi
ANAP : Anavatan Partisi
AP : Adalet Partisi
APK : Araştırma Planlama Koordinasyon Dairesi Başkanlığı
ASALA : Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia
(Ermenistan’ın Özgürlüğü için Gizli Ermeni Ordusu)
CHP : Cumhuriyet Halk Partisi
DP : Demokrat Parti
DYP : Doğru Yol Partisi
EGM : Emniyet Genel Müdürlüğü
FTÖ : Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)
GODTÜDER : Gaziantep Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğrenci
Derneği
HDP : Halkların Demokratik Partisi
IPA : International Police Association (Uluslararası Polis
Birliği)
IŞİD : Irak ve Şam İslam Devleti
İKK : İstihbarata Karşı Koyma
LİSE-K : Lise mezunu polis memurlarının, sınavla orta kademe
amir (komiser) sınıfına yükseltilmesi
MC : Milliyetçi Cephe
MGA : Milli Güvenlik Akademisi
MHP : Milliyetçi Hareket Partisi
MSP : Milli Selamet Partisi
ORTA-K : Ortaokul mezunu polis memurlarının, sınavla orta
kademe amir (komiser) sınıfına yükseltilmesi
PKK : Partiya Karkeren Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi)
POLBİR : Polis Birliği
POLDER : Polis Derneği
POLENS : Polis Enstitüsü Mezunları Derneği
POLİENS : Polis Enstitüsü Öğrenci Derneği
POLSAN : Polis Bakım ve Yardım Sandığı (PBYS)
TODAİE : Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü
TÖBDER : Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği
VIP : Very Important Person (Çok Önemli Kişi)
YÖK : Yüksek Öğretim Kurumu
Haram Koltuk adlı kitapta geçen olayların birçoğu, polis teşkilatında görev yapan her meslektaşımızın başından geçmiştir. Ama bunları kaleme almak ve okurları ile paylaşmak bir cesarettir ve maharet ister.
YanıtlaSilKitap, bir roman tadında ve akıcı bir dille yazılsa da konular arasında ani geçişler yapılması zaman zaman kopukluklara yol açmıştır.
Mesleki hatıralar ve yaşanan ibretlik olaylar masalsal anlatımla kaleme alınırken aralara felsefi ve siyasal düşünceler de serpiştirilerek zenginlik kazandırılmaya çalışılmıştır.
Gençler, gelecekleri için hiçbir siyasi şemsiye veya cemaat altına girmeden kendi akılları ve çabaları ile meslekte ve hayatta kendilerini yetiştirmenin ve hayata tutunmanın yollarını bu kitapta bulabilirler. Fikret SARISÖZEN