Eskiden esnafın, dükkânının
önüne sandalye koyarak kısa süreli ayrıldığını duyardık.
Köylerde kapıların pek
kapatılmadığı da bu coğrafyada söylenirdi.
Peki, öte tarafta İstanbul’un
tarihi surlarını nasıl anlamlandırmalıydık?
Ne olmuştu da dünyanın en uzun
savunma duvarı olan Çin seddi inşa edilmişti?
İşte güvenlik olgusu, açık
bırakılan kapılar ile devasa duvarlar arasındaki maceralı yolculuktur.
Yani iyiler dünyasından kötüler
dünyasına ya da kötüler dünyasından iyiler dünyasına gidip gelme işidir.
Polis ise güvenlik olgusu
içerisinde öne çıkan en önemli aktörlerdendir. İşi, kötüler
dünyasındakilerledir.
Şu kavramlara bir göz atalım: Suç,
yasak, yanlış, günah, haram, kin, nefret…
Hepsi polisin görev alanını
çağrıştırmaktadır.
İyiler dünyası da boş değildir.
Burada masumiyet, iyilik, doğruluk, helal, sevap, sevgi, barış, hoşgörü gibi
güzellikler vardır.
Tarih, en güzel tanıktır. Hem
iyiler dünyasını, hem de kötüler dünyasını yaşamıştır.
1400 yıl öncesinde Arap
dünyasında kabileler arasında ciddi kan davaları vardı. Kız çocukları diri diri
toprağa gömülüyordu. Suçlar diz boyuydu.
İslam’la kısmi barış geldi.
Ardından Müslümanlığı kabul eden Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle mükemmel bir
dönem yaşandı. Coğrafyamız birden sevgiyle, barışla, hoşgörüyle çiçek tarlasına
dönüştü. Çünkü iyiler dünyası söylemleri çığ gibi yayılmıştı: “Ne olursan ol,
yine gel.” “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü.” “İncinsen de incitme.”
Böylesi bir ortamda kötü olmak
ne mümkündü.
Az sayıda varsa da çeşitli merkezlerde
su sesi, çiçekler ve musiki ile tedavi edilmekteydi.
Dolayısıyla topyekûn bir iyiler
dünyası yaratılmıştı.
Meyvesi ise Osmanlı’nın
yükselme devriydi.
…
Aynı dönemlerde Batıda
engizisyon mahkemeleri gündemdedir. Batılı din adamları ücret karşılığı
insanların günahlarını affetme sevdasına düşmüşlerdir. Aksini düşünenlere,
kötüler dünyası metotlarıyla işkence yapmaktadırlar.
Tarih, iyiler dünyası ile
kötüler dünyasındaki tanıklığına devam ediyordu.
Biz tam “Hamdım, piştim,
yandım” olgunluğu içerisindeyken 1517’lerde halifeliği aldık.
Tam da bu sıralarda Batıda
fikir adamları tek adam yönetimine şiddetle karşı çıktılar. Kuvvetler
ayrılığını savundular. Anayasal yönetimi tercih ettiler. Hoşgörüye, temsil
sistemine, parlamentoya ve demokrasiye olan inançlarını deklare ettiler.
Tarih devam etti.
Halifeliğin alınması bize
yaramadı. Duraklama ve gerileme dönemi yaşandı. Ve nihayet Osmanlı, hasta adam
durumuna düştü.
Biz kötüydük de dünya çok mu
iyiydi?
Daha 1900’lerin ilk yarısında üst
üste iki savaş dünyayı sarstı.
Birincisinin beş yıl sonrasında
Mustafa Kemal Atatürk şunları söylemişti: “Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı
karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir.”
İkinci dünya savaşının üç yıl
sonrasında ise bu defa dünya ülkeleri savaşlara son verilmesi kararı aldılar.
Yayımladıkları İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilk maddesine bütün
insanların, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaları gerektiği
hükmünü koydular. Artık insanlığın üzerine Japonya’daki gibi bombalar yağmayacaktı.
Hiç de öyle olmadı.
‘Savaş’ yerine ‘Terör’ belası
hortlatıldı.
Ülkemiz sağ sol terörünü,
bölücü terörü, din odaklı terörü yaşadı. Son olarak fetö terörüyle başkentimizin,
Meclisimizin, özel harekât polisimizin üzerine bombalar yağdırıldı.
Bunun neresi kardeşlik anlayışıydı?
Halifelik ayağıyla bizi dinden
vurmuşlardı.
Şimdi de kardeşlik ayağıyla
resmen zayıflatmaya çalışıyorlar.
Dün esnafın, köylünün kapısı
açıktı. Bugün Suriye sınırımızda olduğu gibi yeniden duvarlar örülmeye
başlandı.
Çözüm olarak insanın aklına kötüler
dünyasındaki nüfus artışına dur demek geliyor.
Çünkü devlet, kendisini
oluşturan bireyleri güven içinde yaşatmak zorundadır.