“Yetmişlik bir şişenin dibinde/ Yetmişlik bir adam/ Neden içiyorsun dediler/ İçmemem için bir sebep/ İçmem için bin sebep var…”
O sık sık belirttiği yaşını şiirine de taşımıştı. 70 yıl önce polis teşkilatının kuruluş yıldönümüne rastlayan 10 Nisan günü doğmuştu. Uzun yıllar emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde çalışmış, meşakkatle geçen meslek yıllarının ardından emekliye ayrılmıştı. Ancak içindeki polis sevgisi emeklilik sonrası bile tükenmemiş, bu defa derneksel faaliyet içerisinde çalışmalarını sürdürmeyi yeğlemiştir.
Yedi yıl önce kendisinin de içinde bulunduğu kurucu heyetle birlikte Türkiye Emekli Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğini kurdular. Hemen sonrasında 1992 yılında yayın hayatına geçen Çağın Polisi dergisini çıkardılar.
Özgüner Polat ismi, derneğin kuruluşundan itibaren Genel Sekreter olarak bütünleşti. Aynı şekilde Çağın Polisi dergisiyle başlayan Genel Yayın Yönetmeni unvanı günümüze kadar devam etti.
Editör imzasıyla yazdığı birçok yazıda teşkilat mensuplarımızın özlük haklarıyla ilgili sıkıntılarını dile getirdi. Çalışma saatlerinin düzensizliğine dikkatleri çekti.
Emekli polislerin depresyonda olduklarını, maaşları itibarıyla alım gücünden mahrum bırakıldıklarını, çoğunlukla gece bekçiliği, taksi şoförlüğü ve pazarcılık yaptıklarını anlattı.
Polis emeklilerinin içinde bulunduğu sıkıntıları içeren bir Kanun Tasarısı Taslağı hazırlayarak TBMM’ne sunulmasında rol oynadı.
Zaman zaman önerilerde bulundu. Hükümetten 'Emekliler Kampı' kurulmasını istedi. “Madem ki geçinecek para vermiyorlar. O halde bizi bir yere toplayıp yememizi içmemizi sağlasınlar” diye dert yandı.
Bir yazısında 181 bin polisin, Başbakan’ın ağzından çıkacak ‘zam’ sözünü beklediğini duyurdu. Başbakan’ın polise verdiği sözü tutmasını beklediklerini yazdı.
Zaman zaman ulusal televizyonlara çağrıldı. Polisin uğradığı haksızlıklara elinden geldiğince cevaplar verdi.
Onun genel yayın yönetmenliğini ve sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Çağın Polisi dergisi bugün yedinci yılını geride bırakmış bulunuyor. Bu yedi yıl içerisinde her ay düzenli olarak, hiç ara verilmeden 84 sayı yayımlandı. O, hastane koridorlarında bile yaralı kalbiyle derginin aralıksız çıkması yönünde çalışma arkadaşlarıyla irtibat kurmaktan geri kalmadı. Etten olan bölümüyle yaşadığı kalp sorunlarını, içindeki “gönül güzelliği” ile aşmasını bildi.
O, derginin ilk sayısında örgütlü toplumun, demokratik toplum olma gereklerinden biri olduğunun önemini dile getirmişti. Avrupa Birliğine girme aşamasındaki Türkiye’de çalışanların örgütlenememiş olduğunu anlatmıştı. Sivil toplum kuruluşu anlayışıyla derneksel faaliyette bulunmanın çalışanlar için “yasak” oluşunun, insanın içini sızlattığına dikkat çekmişti. Bu nedenle üzerlerine düşen sorumlulukların bilincinde olduklarını hatırlatmıştı.
Adına uygun yayın ilkeleri ile donatılı Çağın Polisi dergisinde onun bizzat davet ettiği ünlü kalemler yer aldı. Önceki Anayasa Mahkemesi Başkanlarımızdan Yekta Güngör Özden onlarca makalesinde Atatürk gerçeğini ve Cumhuriyetimizin önemini tekrar tekrar yazdı.
Bugün 164 yıllık polis teşkilatının sorunlarını, emekli emniyet müdürlerinin oluşturduğu bir dernekle yedi yılda çözmek mümkün değildir. Ama bir yerden başlamak gerekir. Teslimiyetçi bir ruhla yaşamak, emeklilerimizi rahatsız etmelidir. “Unumu eledim, eleğimi duvara astım” felsefesi modern çağımızla bağdaşmamaktadır. Nasıl ebeveynin, çocuklara ev, araba gibi miras bırakmaları ya da onların güzel eğitim almalarını temin etmeleri bir borçmuş gibi telakki edilmekte ise yıllarca nafakamızı sağladığımız mesleğimiz için yapacağımız çok şeyler de olmalıdır. Bu yönüyle yetmiş yıllık koca çınar, yüreğini yaralayan mesleki sıkıntılar karşısında yeni emekliler için iyi bir örnek oluşturmaktadır. Teşkilatımızın silkinip kalkınabilmesi için tüm emeklilerimizin dernek çatısı altında toplanarak ileri hamlelerde bulunmaları zorunluluğu vardır. Güzel insanlarımızın; iyi, faydalı, katılımcı işler yaparak yeni kuşak polisimize yol gösterici olmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Bize göre sayın Polat, geçtiğimiz yedi yılda güzel işlere imza atmıştır. Polis Meslek Anıları isimli kitabın yayımlanışındaki katkıları tüm arkadaşlarınca takdirle karşılanmıştır. Bu alanda yaptığı çalışmalarla ilgili olarak çeşitli onur ödüllerinin sahibi olmuştur. Tadımlık dozda yazdığı güzel ve anlamlı şiirleri okuyucuların beğenisine mazhar olmuştur.
Derneğe ve Çağın Polisi dergisine daha çok uzun süre hizmet edeceğine inandığımız genel sekreterimiz ve genel yayın yönetmenimiz sayın Polat’a şükranlarımızla uzun ömürler dileriz.
Geçmişte yazdıklarımın ambarıdır ÇÖTEN... Bazen polisiye bir anı.. Bazen bir köşe yazısı.. Bir makale ya da söyleşi.. Sıradan ya da sıradışı mesleki yaşanmışlıklar.. Kitap bile var bu ambarda.. Tabii ki zamanı olanlar için..
20 Haziran 2011 Pazartesi
ADI YÜCEL SOYADI TUTKUN
Bir de Kâmil’i var.
“Yetkin, erişkin, eksiksiz, ağırbaşlı, mükemmel” anlamında.
Ama bu mükemmelliğe kolay ulaşılmadı. Üsküdar, bir ortaokul öğrencisini polis kolejine uğurlarken aslında gerçek bir polis Tutkun’unu gönderdiğinin farkındaydı. O da Üsküdar’daki hocalarını utandırmadı. Polis Kolejinde Yücel’di. Polis Akademisinde daha da Yücel’di ve mezuniyette okul birincisi oldu. Şimdi kemale erip emekli olduğunda gönüllerimizin birincisi olduğu gibi.
O gün Emekli Sandığının açıklamasını bize iletti. Yıpranmayla birlikte 50 yıl bir ay polislik.
Bugün tam 60 yaşında. Öylesine bir Tutkun’luk ki 60 yıllık ömrünün 50 yıl bir ayını bu çileli mesleğimize adamış. Kendisi için yaşadığı süre ise -yanlış hesaplamadıysam- çocukluğundaki 9 yıl 11 ay.
Biz yine klasik hesap yapalım. 1966 yılında başlayan memuriyet hayatı 1969 yılında polis amirliği formatında devam edip günümüze kadar fiilen 42 koca yıl geçiyor.
Okulu birincilikle bitirmenin ödülü olarak kendisine tanınan tercih hakkını Kriminal Polis Laboratuarını seçerek kullanıyor. İşte bunun için “İşin laboratuarından Yücel’di” diyebiliyoruz.
İlk uzmanlık sıfatıyla bu birimde tanıştı. 1976 yılı, onun “Kriminalistik Uzmanı” olduğu yıldı.
Sonra Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsünün iki yıl süreli Kamu Yönetimi Yüksek Lisans Uzmanlık Programını bitirerek Kamu Yönetimi Uzmanı unvanını elde etti.
Gerçi daha sonra Araştırma Planlama Koordinasyon Dairesinde de APK Uzmanı olarak görev yaptı. Ama “Al Paranı Karışma” felsefesinden ziyade herkes gibi üretkenliğiyle adından söz ettirdi.
Eğitim ya da eğitimli olmak onun olmazsa olmazıydı. 1976 yılında Devlet Lisan Okulunu bitirdi.
2002 yılında Milli Güvenlik Akademisinden mezun oldu.
O aldıklarını toplumla paylaşmasını bilen biriydi. 1981 yılında Samsun’da kurduğu Bölge Kriminal Laboratuarında görev yaparken 19 Mayıs Polis Meslek Yüksek Okulunda üç yıl süreyle kriminalistik dersi verdi.
12 yıl süreyle Polis Akademisinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı. Uygulamalı Dersler Ana Bilim Dalı Başkanlığına seçildi.
Nevşehir İl Emniyet Müdürlüğü, Kriminal Polis Laboratuarları Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulundu.
Polis Başmüfettişliği görevinin yanında müfettişliğin matkap olmadığı yönünde yönlendirici ve aydınlatıcı bilgileri meslektaşlarıyla paylaştı.
Uluslararası bir polis kuruluşu olan IPA üyesi olup Polis Sandığı ve Polis Vakfının denetleme kurulu üyeliği görevlerine seçildi.
Kriminal alandaki deneyimlerini “Silah Kültürü ve Atış Becerisi” adlı eserinde topladı. Mesleki konulardaki mizah ağırlıklı yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı.
O, Kâmil Yücel Tutkun’du.
O bizleri yuceltutkun@yahoo.com da yazılı, 0505-250 77 83 de sözlü aydınlatmaya devam edecektir.
Giderken bize fizik mühendisi bir komiser ile avukat bir hukukçu bıraktı.
Onu emekliliğe uğurladığımız bu bahar ayında ona bahar tadında nice uzun yıllar diliyoruz.
“Yetkin, erişkin, eksiksiz, ağırbaşlı, mükemmel” anlamında.
Ama bu mükemmelliğe kolay ulaşılmadı. Üsküdar, bir ortaokul öğrencisini polis kolejine uğurlarken aslında gerçek bir polis Tutkun’unu gönderdiğinin farkındaydı. O da Üsküdar’daki hocalarını utandırmadı. Polis Kolejinde Yücel’di. Polis Akademisinde daha da Yücel’di ve mezuniyette okul birincisi oldu. Şimdi kemale erip emekli olduğunda gönüllerimizin birincisi olduğu gibi.
O gün Emekli Sandığının açıklamasını bize iletti. Yıpranmayla birlikte 50 yıl bir ay polislik.
Bugün tam 60 yaşında. Öylesine bir Tutkun’luk ki 60 yıllık ömrünün 50 yıl bir ayını bu çileli mesleğimize adamış. Kendisi için yaşadığı süre ise -yanlış hesaplamadıysam- çocukluğundaki 9 yıl 11 ay.
Biz yine klasik hesap yapalım. 1966 yılında başlayan memuriyet hayatı 1969 yılında polis amirliği formatında devam edip günümüze kadar fiilen 42 koca yıl geçiyor.
Okulu birincilikle bitirmenin ödülü olarak kendisine tanınan tercih hakkını Kriminal Polis Laboratuarını seçerek kullanıyor. İşte bunun için “İşin laboratuarından Yücel’di” diyebiliyoruz.
İlk uzmanlık sıfatıyla bu birimde tanıştı. 1976 yılı, onun “Kriminalistik Uzmanı” olduğu yıldı.
Sonra Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsünün iki yıl süreli Kamu Yönetimi Yüksek Lisans Uzmanlık Programını bitirerek Kamu Yönetimi Uzmanı unvanını elde etti.
Gerçi daha sonra Araştırma Planlama Koordinasyon Dairesinde de APK Uzmanı olarak görev yaptı. Ama “Al Paranı Karışma” felsefesinden ziyade herkes gibi üretkenliğiyle adından söz ettirdi.
Eğitim ya da eğitimli olmak onun olmazsa olmazıydı. 1976 yılında Devlet Lisan Okulunu bitirdi.
2002 yılında Milli Güvenlik Akademisinden mezun oldu.
O aldıklarını toplumla paylaşmasını bilen biriydi. 1981 yılında Samsun’da kurduğu Bölge Kriminal Laboratuarında görev yaparken 19 Mayıs Polis Meslek Yüksek Okulunda üç yıl süreyle kriminalistik dersi verdi.
12 yıl süreyle Polis Akademisinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı. Uygulamalı Dersler Ana Bilim Dalı Başkanlığına seçildi.
Nevşehir İl Emniyet Müdürlüğü, Kriminal Polis Laboratuarları Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulundu.
Polis Başmüfettişliği görevinin yanında müfettişliğin matkap olmadığı yönünde yönlendirici ve aydınlatıcı bilgileri meslektaşlarıyla paylaştı.
Uluslararası bir polis kuruluşu olan IPA üyesi olup Polis Sandığı ve Polis Vakfının denetleme kurulu üyeliği görevlerine seçildi.
Kriminal alandaki deneyimlerini “Silah Kültürü ve Atış Becerisi” adlı eserinde topladı. Mesleki konulardaki mizah ağırlıklı yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı.
O, Kâmil Yücel Tutkun’du.
O bizleri yuceltutkun@yahoo.com da yazılı, 0505-250 77 83 de sözlü aydınlatmaya devam edecektir.
Giderken bize fizik mühendisi bir komiser ile avukat bir hukukçu bıraktı.
Onu emekliliğe uğurladığımız bu bahar ayında ona bahar tadında nice uzun yıllar diliyoruz.
MUSTAFA YİĞİT İLE SÖYLEŞİ
GÜVENLİK SORUNUMUZUN KAYNAĞI JEOPOLİTİĞİMİZDİR
Emniyet teşkilatımızın duayenlerinden Mustafa Yiğit, 1927 yılında Adapazarı’nda doğdu. Babası Cumhuriyet döneminin ilk polislerinden İhsan Yiğit’dir.
İhsan Yiğit, Başkomiser olarak polis enstitüsünde eğitim görmüş ve 1942 yılında mezun olmuştur. Emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde görev yapmış, 1956 yılında Emniyet Amiri olarak yaş sınırından emekliye ayrılmıştır.
Mustafa Yiğit, 1944 yılında Ankara polis kolejine girmiş, 1947 yılında mezun olarak Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosuna polis memuru olarak atanmış, o ders yılı Ankara polis enstitüsü (Orta LS) bölümüne sevk edilmiş, 1948 yılında (Yüksek LS) bölümüne devam edip 1949 yılında Ankara polis enstitüsünden mezun olmuştur. (Polis enstitüsü o yıllarda emniyet teşkilatının tek eğitim merkezidir. Lise mezunu polis memurlarının bir yıl süreyle devam ettikleri bölüme Orta LS adı verilmektedir. Orta LS bölümünü bitirenler komiser yardımcısı olarak kadroya atanır ve en çok başkomiserliğe kadar yükselirlerdi. Polis kolejini bitirenler ile liseden gelenler Orta LS bölümünü bitirdikten sonra bir yıl süreyle Yüksek LS adı verilen bölüme devam ederlerdi. Bu bölümü bitirenler de komiser yardımcısı olarak kadroya atanırlar ve emniyet amirliğine kadar yükselirlerdi. O yıllarda kadroda görevli başkomiserler için de bir yıl süreli eğitim söz konusuydu ve buna Yüksek K denilmekteydi. Yüksek K bölümünü bitirenler de emniyet amiri olarak mezun oluyorlardı. Emniyet müdürü rütbesine yükselebilmek için Hukuk ya da Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olmak gerekiyordu. (Her yıl Polis Koleji mezunlarından seçilen bir grup öğrenci, teşkilat adına Hukuk ya da Siyasal Bilgiler Fakültesine gönderilmekteydi.) Polis enstitüsü mezunu Emniyet Amirleri, ihtiyaç olduğu takdirde Uzmanlık Kursunu bitirmeleri halinde Emniyet Müdürü rütbesine yükselebiliyorlardı. 1961 yılında çıkan bir yasayla Polis Enstitüsünde öğrenim süresi üç yıla çıkarılmış ve mezunlarına Emniyet Müdürü olabilme imkânı tanınmıştır. (EÖ)
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü kadrosuna Komiser Muavini olarak atanan Mustafa Yiğit 1951 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere yedek subay okuluna sevk edilmiş, 1952 yılında topçu teğmen olarak terhisinden sonra, Ankara Emniyet Müdürlüğü emrine atanmıştır.
1957 yılında komiserliğe yükseltilerek İzmir İl Emniyet Müdürlüğünde görev yapmıştır.
1958 yılında Ankara polis enstitüsünde Amerika Birleşik Devletleri işbirliği ile düzenlenen “Yeraltı Yıkıcı Faaliyetle Mücadele Kursu’na katılmış ve bunun sonucu Türkiye’de ilk defa polis bünyesinde istihbarata yönelik bir tarz çalışma KÜÇÜK GRUPLAR adıyla başlatılmıştır. Belirli illerde oluşturulan bu kuruluşun İzmir’de yönetimi ile de Mustafa Yiğit görevlendirilmiştir.
21 Nisan 1960 günü, İzmir Küçük Gruplar Amiri Mustafa Yiğit Ankara Küçük Gruplar amirliğine atanmış, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra 1961 yılında başkomiserliğe yükselttirilmiştir.
1962’de Amerika Birleşik Devletleri ile devletimiz arasında imzalanan uluslararası teknik yardımlaşma programı çerçevesinde Amerika Birleşik Devletlerine gönderilmiştir.
Orada Amerikan Ordu İstihbarat Okulunda eğitim gömüş ve TWA Vadisi otoritesi ile o zamanki adı Kapkenavırıl, bugünkü Kapkenedi feza üssünde askeri polis okulu ile özel polis okullarında federal narkotik büro ve federal gümrük örgütünde 8 ay süre incelemelerde bulunmuştur.
Yurda döndükten sonra 1965 yılında başkomiser olarak Gümüşhane iline atanmış, emniyet amirliğine yükseltilmesi üzerine 1966 yılında yeniden Ankara’ya atanmıştır.
1971 yılında Gaziantep İl Emniyet Müdürlüğüne, 1976’da Genel Müdürlük İstihbarat Başkanlığına, 1977’de Merkez Emniyet Müdürlüğüne, 1978 yılında ise asayişten sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcılığına atanmıştır.
1978’de Panama’da yapılan İnterpol’ün genel kurulunda, İnterpol Avrupa İcra Kurulu üyeliğine seçilmiş, bu görevi 1979 yılında Kenya Nairobi’de yapılan genel kurulda Avusturya’ya devretmiştir.
1979’da tekrar merkez müdürlüğüne atanan Mustafa Yiğit, 1981’de Mersin il emniyet müdürlüğüne, 1983’de İstanbul il emniyet müdürlüğüne, 1984 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığına getirilmiş, 25 Aralık 1987 günü de yaş sınırından emekli olmuştur.
EROL ÖZDEMİR: Sayın Müdürüm, meslek yaşamınız polislik ve istihbarat konuları ile özdeşleşerek sonuçlanmış, ben de söyleşimizi bu iki temel konuya oturtmak istiyorum. Sizce “polis” ve “istihbarat” kavramları nedir?
Öncelikle şunu belirtelim ki Anayasamızın ikinci maddesi, dayandırdığı temel ilkeleri saydıktan sonra, Cumhuriyetimizin niteliklerini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak saptamıştır. Bu maddenin değiştirilebilme olasılığı bir yana değiştirilmesinin önerilebilmesi olasılığı dahi Anayasamızın dördüncü maddesi ile yasaklanmıştır. Konumuzla ilgisinden dolayı özet olarak hukuk sözcüğü üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Çünkü hukuku yaşama geçirecek ve ona yaşam gücü verecek olan sözcüklerdir. Bazı görüş sahipleri bu konuda tanımlamanın tanımını yapmışlardır. Onlara göre;
“Tarif; ayarına mani, efradına cami olmalıdır.”
Türkçeleştirirsek;
“Tanım; benzeri olanları dışta tutmalı, kendinden olanları kapsamalıdır.”
Olaya bu çerçeveden bakarsak akademisyenlerin hukukun tanımlanmasında görüş birliği sağlayabildiklerini savunmak olası değildir. Bir görüşe göre hukuk;
“Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımı ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünüdür.”
Bir başka görüş;
“Kişilerin birbirleri ile veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünüdür.”
Diğer bir görüş ise;
“İnsanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük, evrensel ilkeler matematiğidir.”
Özetlersek hukuk, kapsadığı konulara göre değişik isimler altında, değişik tanımlarla ifade edilmiştir.
Örneğin objektif hukuk, “Bir toplumda kamu yararını güven altına almak için konulan ve birtakım yaptırımlarla uyulması mecburi kılınan davranış kuralı” olarak tanımlanmıştır.
Sübjektif hukuk ise, “Toplum üyelerinin herhangi bir işi yapmak, herhangi bir şeyden yararlanmak, başka kişilerden veya topluluktan herhangi bir şeyin yapılmasını istemek hakkı”dır.
Hukuk bilgisi hakkında çok özet olarak verdiğimiz bu çerçeve bilgiden sonra, polis örgütü ilişkisine yine çok özet olarak şöylece temas etmemiz olasıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi devlet olursa olsun, hangi rejimle yönetilirse yönetilsin polis daima tutucu bir güç manzarası sergiler. Çünkü polis, var olan düzeni korur, yürürlükte olan yasaları uygular. Onun içindir ki, polisin uygulama alanı hukuk değil yasalardır.
Yasama erki, hukuka uygun yasa çıkaracak ve polis yasayı uygulayacaktır.
Yasanın hukuka uygun olup olmadığı konusu, demokratik ülkelerde bağımsız yargı erkinin denetimi ile sağlanır.
Polis, genel zabıta olarak devlet adına zor kullanma yetkisi ile donatılmış silahlı bir güçtür.
Uluslararası platformda asker “kuvvet”, polis ise “güç” olarak tanımlanır.
Polislik memuriyet değil, meslektir.
Şimdi de yine çok özet olarak istihbarat konusunda açıklama yapmak gerekirse, öncelikle her konuda olduğu gibi istihbarat konusunda da bir kavram kargaşası vardır. İstihbarat, teknik bir konudur. Kamuoyumuzda ise bu sözcük, yetkili ve etkili kişi veya kuruluşlarca gelişigüzel kullanılmaktadır. Biraz açıklama yapmak gerekirse şöyle söyleyebilmek olasıdır. Haberalma, istihbarat, espiyonaj, gizli faaliyetler apayrı şeylerdir.
Haber; “Herhangi bir konudaki yeni bilgi veya bir kimse veyahut bir yerdeki olaylar hakkındaki bilgi” olarak tanımlandığı gibi “Yeni olmuş bir olayın ilk duyurusu” olarak da ifade edilir. Ayrıca geçmişte meydana gelmiş veya gelecekte gerçekleşebilmesinin doğru veya yanlış olduğu kesin olarak bilinmeyen sözcüktür. Bunun bir yere iletilmesi “haber nakli”dir.
İstihbarat ise özet olarak, haberlerin işlenmesidir.
İstihbarat, altılı bir çarktır:
1. Haberlerin açık veya kapalı kaynaklardan toplanması.
2. Bu haberlerin konularına göre sınıflandırılması.
3. Teyidi. Haberin geldiği kaynaktan başka kaynaklarda, bu konuda görüş var mı?
4. Haberin kıymeti.
5. Değerlendirilmesi.
6. Dağıtımı. Önlem almak için gerekli yerlere iletilmesidir.
İstihbaratta “BENİM GÖRÜŞÜME GÖRE” ifadesinin yeri yoktur. Haber, bilgi vermektir. İstihbarat, haberi işlemektir. Kesinlik taşır. Bu istihbaratın üretimidir. İlgilisine ulaştıktan sonra onun ne şekilde kullanılacağı ilgilisinin yetkisindedir. Yani istihbaratın tüketimi, diğer bir tanımlama ile kullanılması istihbaratçının görevi dışındadır.
Espiyonaj; bir örgütün ihtiyaç duyduğu tek oluşuma ulaşabilmek için uluslararası hukukun etkisi dışında kalan yasal veya yasa dışı eylemlerin tümüdür. Diğer bir anlatımla; örgütün tek bir konuyu hedeflemesi, onun dışında bir oluşumun hedef dışı kalmasıdır.
Bu tip olayların önlenebilmesi, hedef olan ülkenin, operasyonu yürütülen ülkeyi kesin olarak saptayıp gücü varsa aynı koşullarda o ülkede operasyon uygulamasıdır. Sözgelimi bir ülkenin en zayıf noktası olan Zenci-Yahudi kavgası veya Alevi-Sünni çatışması başlatması gibi.
Şayet gücü yoksa kendi çevresinde gerçekleştireceği etkili eylemlerle operasyonlarını bildiğini sezdirmesidir.
Bu eylemlerde görev alacak personelin normal yaşamda insanların ihtiyaç duymadıkları konularda özel eğitim almaları işin doğasıdır.
Örneğin ilk aşamada;
Şifreli mesaj alıp verme, titreşim kanalları, elektrik aletleri kullanma, iletişime yasadışı giriş, internet üzeriden sürekli değişen kanallarla veri transferi sağlama, gizli fotoğraf ve görüntü aktarma, psikolojik eğitim gibi temel bilgiler öğretilir.
Özet olarak gizli faaliyetler, gizli servislerin mücadele ve çatışmasıdır.
Gizli Faaliyetler, devletlerin stratejik hedeflerine varabilmek için uyguladıkları değişik oluşumları kapsayan operasyonun tümüdür. Kendine özgü usul ve metotlarıyla gerçekleştirilir. Bu usul ve metotlar yaşanan hukuk kanallarına uyum sağlamasa dahi geçerlidir. Özetlersek, devletlerin gizli eylemleri insan hakları veya hukukun üstünlüğü gibi kuralları ne kadar geçerli ise devletlerin gizli faaliyetleri de o kadar geçerlidir.
EÖ: Bizdeki haberalma hizmeti ile ülke çapındaki istihbarat hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstihbarat örgütlerinin kuruluşları başlıca üç şema ile resimlendirilmiştir:
Birincisi; hükümet başkanı ve onun yönetimindeki Bakanlıklar. Her Bakanlıkta bir istihbarat ünitesi.. Örneğin, uygulamada Başbakan, Dışişleri Bakanlığına gelir. Filistin örgütleri ile İsrail’in ne durumda olduğunu sorar. Bilgi varsa verilir. Yoksa konu espiyonaja dönüştürülür. Gerekli bilgiler toplanır ve Başbakana sunulur. Hükümet de bu konudaki politikasını saptar. Yani burada istek soru, üst kademeden gelir.
İkincisi; Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan sistem. Merkezi Haberalma Örgütü (CIA). Burada Başkan ve alt kademede de sekreterlikler, yani bakanlıklar vardır.
Merkezi Haberalma Örgütü (CIA), Bakanlıklar ile Başkan arasında özerk bir örgüt konumundadır. Bu sistemde soru, alt kademeden üst kademeye sorulur.
Örneğin; Ticaret Bakanı, önümüzdeki yıl otomobil fiyatlarının dünya piyasasında ne olacağını Başkandan sorar. Başkan soruyu CIA’ya aktarır. Orası saptamayı yapıp Başkana sunar. O da Ticaret Bakanlığına bildirir. Bakanlık da, bu konuda politikasını öylece saptar.
Üçüncüsü ise; Rus sistemi denilen bir oluşumdur. Yukarıda belirttiğimiz iki sistemin birleşmesidir. Yani her Bakanlıkta bir istihbarat ünitesi, ilaveten Bakanlıkların üstünde Başkana bağlı özel bir kuruluş olarak devlet güvenliği “KGB” vardır.
Ülkemizdeki duruma gelince; Milli İstihbarat Teşkilatımızın (MİT) tarihini, Osmanlı İmparatorluğu döneminden (1914 yılından) Teşkilatı Mahsusa adıyla kurulan bir örgütle başlatmak yanlış olmaz.
Birinci Dünya Savaşı ve onu devam ettiren Kurtuluş Savaşımızın yaşandığı zor günlerde, istihbarat gibi bir konunun, huzur içinde görev yapabilmesini düşünebilmek olanaksızdır. Bunun sonucu olarak değişik isimler altında değişik örgütler ortaya çıkmıştır.
Örneğin 1919 yılında Karakol Örgütü, onu takiben Ankara hükümetinin ilk istihbarat örgütü Hamza Grubu.
Bilahare (MİM MİM) grubu M.M. Tüm bu kuruluşlar kendilerince vatanın kurtuluşu için çalışmışlardır. Hizmetleri de olmuştur. Fakat günümüzün istihbarat kavramı ile ilişkilerini saptayabilmek olanaksızdır.
1920 yılında askeri polis teşkilatı kurulmuş, 1921 yılında gizli servis askere emanet edilmiştir. 1927 yılına kadar istihbarat hizmeti Genelkurmay İstihbarat Dairesince yürütülmüştür.
1927 yılında İçişleri Bakanlığı, illere gönderdiği bildirimle MİLLİ AMALE HİZMETİ (MAH) adıyla bir örgüt kurulduğunu bildirdi.
Askerlerin çekirdeğini oluşturduğu bu örgütte görevli asker kişilerin askerlikle ilişkileri aynen devam edecek, sivil kişiler ise Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunda gösterilecektir.
Nitekim 3201 sayıl Emniyet Teşkilatı Kanununun meslek derecelerini gösteren 13 ncü maddesinin 3870 sayılı yasa ile değiştirilmeden önceki metninde geçen (Emniyet Başmüfettişleri, Emniyet Müfettişleri, Emniyet Müfettiş Muavinleri ve dedektifler) o zaman ki adıyla MAH personeliydi.
Yine 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanununun merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatını gösteren 16 ncı maddesinde 3518/1 sayılı yasa ile yapılan değişiklikten önce üç bürolu Önemli İşler Müdürlüğü diye bir kuruluş varken değişiklikten sonra bu kaldırılmıştır.
Bu müdürlük, MAH örgütü ile ilişkileri düzenleyen protokolün uygulaması ile görevliydi. Bu düzen, 1965 yılında Milli İstihbarat Teşkilat Kanununun çıkarılmasına kadar devam etmiştir. 1965 yılında MAH, MİT’e dönüşmüştür. Bu yasa 1983 yılında ömrünü tamamlamış ve yeni Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu yürürlüğe girmiştir.
644 sayılı yasanın 9 uncu maddesinde “Genel zabıtaya tanınmış olan hak ve yetkilerin, bu kanunda yazılı görevlerin yerine getirilmesi sırasında MİT mensuplarından kimlere tanınacağı MİT’çe hazırlanıp Başbakan tarafından onaylanacak talimatla belirtilir” denilmektedir. Halen yürürlükte olan 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6’ncı maddesi son fıkrası da “Bu kanunda yazılı görevlerin yerine getirilmesi sırasında genel zabıtaya tanınmış olan hak ve yetkilerin MİT mensuplarından kimlere tanınacağı yönetmelikte belirtilir” denilmektedir. MİT Kanununda da yer alan bu hüküm kuşkusuz hukuka tamamen aykırıdır. Bilindiği gibi ülkemizde genel zabıta polis ve jandarmadır. Bu güçlerin önde gelen özelliği de devlet adına zor kullanma yetkisine sahip olmalarıdır. Böyle bir yetkiyi, o sıfatı yasal olarak almamış kimselere Başbakan onayı ile vermenin hukuk kuralları ile açıklanabilmesi olanaksızdır. İstihbaratçıya genel zabıta hak ve yetkileri verilmesinin istihbarat tekniği bakımından da açıklanabilmesi düşünülmez.
Genel zabıta olarak istihbarat konusunu irdelersek öncelikle şunu belirtelim ki, Emniyet Teşkilatı Kanununa göre “Memleketin umumi emniyet asayiş işlerinden dâhiliye vekili mesuldür.”
Dikkat edilecek husus, memleketin umumi emniyet ve asayişinden İçişleri Bakanlığı değil, doğrudan Bakanın sorumlu olmasıdır. Oysaki bugün, Bakanla emniyet genel müdürlüğü arasına müsteşar, müsteşar yardımcısı gibi bazı kademeler girmektedir. İlaveten Bakanın, emniyet ve asayiş işlerini “Kendi kanunları dairesinde hareket eden Emniyet Umum Müdürlüğü ile Umum Jandarma Komutanlığı” vasıtasıyla yürüteceği yasa hükmüdür. Oysa ki uygulamada emniyet genel müdürlüğü, İçişleri Bakanlığının bir genel müdürlüğü görünümündedir.
Kendi teşkilat kanunu, kendi vazife ve salahiyet kanunu ve dahi kendi bütçe kanunu olan bir genel müdürlük, kuşkusuz İçişleri Bakanlığının genel müdürlüğü olarak düşünülemez.
İstihbarat açısından konuya bakarsak hemen söyleyelim ki; 3201 sayılı Emniyet Teşkilat Kanununda istihbarat sözcüğüne rastlamak olanaksızdır. O zamanın şartlarına göre Emniyet Teşkilat Kanunu hazırlanırken tek istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet ile polisin ilişkisi, emniyet genel müdürlüğü merkez teşkilatında kurulan Önemli İşler Müdürlüğü aracılığı ile düzenlenmiştir. Bu müdürlüğü profesyonel anlamda bir istihbarat örgütü olarak kabullenebilmek olanaksızdır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası o zamanlar İl Emniyet Müdürlükleri kuruluşunda, birinci şube adı ile isimlendirilmiş siyasi şubelerde, istihbarat eylemi sayılabilecek bazı olaylar gözlenebilmiştir. 1965 yılında günün şartlamaları sonucu Önemli İşler Müdürlüğünde istihbarat hizmeti vermeye doğru bir gayret görülmüştür. O zaman bu bölümün başında bulunan şimdi rahmetli Turhan ŞENEL’in gayretleri çok önemlidir.
Nihayet 1985 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanununa 3233 sayılı yasa ile eklenen 7 nci madde ile belirli konularda ve ülke seviyesinde olmak üzere istihbarat faaliyetinde bulunma yetkisi verilmiştir.
Yukarı bölümlerde nasıl ki istihbaratçıya genel zabıtanın hak ve yetkilerinin verilmesinin doğru olmadığını belirttiysek, burada da genel zabıtaya istihbarat görevi verilmesinin doğru olmadığını ve hatta çok yanlış olduğunu işaret etmek zorunluluğu vardır. Konuyu biraz açıklamak gerekirse, muhbir ile ajan arasındaki fark bilinmelidir. Zabıta, muhbir ile ilgilidir. İstihbarat hizmetlerinde ise ajan, vazgeçilmesi olanaksız bir öğedir.
Ajan, bir servisin denetimi altında olan kişidir. Şayet ajan, iki ayrı servisin denetimine girmiş ise duble ajandır.
İstihbarat hizmetlerinde ajan yönlendirme ve yönetimi ayrı bir uzmanlık konusudur. Polis, zor kullanmakla yetkili bir güçtür. Gözaltına alır, arama yapar, sorguya çeker. Yani yasalardan aldığı yetkileri vardır. Eğer polise ajan kullanma yetkisi verirseniz polis, o yetkilerle ajanı mertebe mertebe yükseltir. İşte o zaman o ajan, provokatör ajan olur.
Ayrıca zabıta bir bakıma, idari görevi bakımından İdare ile, adli görevi bakımından Cumhuriyet Savcılıkları ile temas halindedir. Buna ilaveten jandarmanın asker kişiliğinden askeri makamlarla ilgisi vardır. İstihbarat hizmeti, bu kadar çok başlılığı kaldırmaz. Bugün tek yasal ve profesyonel istihbarat örgütü olan MİT ile İçişleri Bakanının istihbarat örgütü olarak kabul etmemiz gereken Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı arasında denge bozukluğu da vardır. MİT, Başbakana bağlı bir Başbakanlık Müsteşarlığıdır. MİT Müsteşarı, doğrudan Başbakanla görüşür.
Emniyet Genel Müdürlüğünde ise istihbarat hizmetleri bir Daire Başkanlığı statüsündedir. Daire başkanı, aldığı bir konuyu önce emniyet genel müdür yardımcısına, sonra genel müdüre, oradan müsteşar yardımcısına ve müsteşara sunacaktır. Bütün bunlardan sonra konu Bakana iletilmiş olacaktır. Bu hiyerarşik kademeleşme sonrası bir de aksaklık olursa daire başkanı görevden alınacaktır.
O istihbarat notunun, eline geçmesi gereken kişinin eline geçinceye kadar, daire başkanlığının üst kademeleri o notu tasvip etmeden mi göndermişlerdir? Nitekim bir banka ihalesi ile ilgili notun, bir müddet önce istihbarat başkanının görevden alınması ile sonuçlandığını kamuoyu basından öğrenmiştir.
Yasaların boşluklarından veya yönetim hatalarından dolayı, kişileri suçlamak hukuk ilkeleriyle bağdaşmaz. İstihbarat hizmeti veren MİT mensupları da, polis olarak istihbarat görevi yapanlar da aynı sorumluluk duygusunu taşımaktadırlar.
Polis kadrosunda istihbarat görevi üstlenmiş emniyet mensuplarının, çalıştıkları il merkezinde veya ilçede görevlerini yerine getirirken görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı, haklarında cezai takibat yapılması Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanuna göre, ilde vali, ilçede kaymakam iznine bağlıdır.
MİT mensupları hakkında ise aynı kanuna göre, ilaveten MİT Kanununun 26’ncı maddesine dayanılarak takibat yapılabilmesi, Başbakanın iznine bağlıdır.
Sonuç olarak, ülkemizde bir istihbarat karmaşası vardır. Ülkelerde, bir tek istihbarat kuruluşu da sakıncalıdır. Çünkü yönetim sadece o kuruluşa inanmak zorundadır. Onun için birbirinden ayrı iki istihbarat kuruluşu kullanılır. Bugün için ülkemizde bir iç istihbarat kuruluşu yoktur. Nitekim MİT Müsteşarı iken istifa eden Sayın ATASAGUN’un görevde bulunduğu dönemde, bu hususa işaret ettiği basında görülmüştür.
Bugün için çıkarılacak bir kanunla doğrudan İçişleri Bakanına veya bir devlet bakanına bağlı, Müsteşar seviyesinde bir İç İstihbarat Başkanlığı kurulmasında zorunluluk vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı bu kuruluşun çekirdeğini oluşturabilir.
EÖ: Sayın Müdürüm, polis olarak bize, emniyet ve asayişin sağlanması yönünde görüşlerinizi açıklar mısınız?
Ülkemizin emniyet ve asayiş sorununun kaynağını, jeopolitiğimiz oluşturur. Bilindiği gibi jeopolitik; bir devletin, devletler grubunun veya bölgedeki devletlerin mevcut coğrafi platform üzerinde güç değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç merkezlerini inceleyen, değerlendiren, hedefleri ve bu hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştıran, ortaya koyan bir ilimdir, diye tanımlanmaktadır.
Bu çerçeve içerisinde olaya bakarsak, bölgemizin sosyo-ekonomik ve demografik yapısındaki karmaşanın ülkemizin yakın çevresinde HASSAS bir durum yarattığını görürüz.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin dağılmasından sonra bu hassasiyet daha da artmıştır. Yakın geçmişte sadece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile komşuluk söz konusu iken bugün onun yerini Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan almıştır. Mevcut olan komşularımız İran İslam Cumhuriyeti, Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ile sınır komşumuz on devlet olmuştur.
Bu ülkelerde etnik bakımdan farklı 6 ırk (Türk, Ermeni, Helen, Slav, Acem ve Arap) yaşar ve en az sekiz farklı lisan konuşulmaktadır. (Türkçe, Rusça, Ermenice, Farsça, Arapça, Yunanca, Bulgarca ve Romence)
Farklı dini inançlara ve geleneklere sahip olan bu toplumlar zaman zaman birbirleri ile çatışan ideoloji ve ihtiraslara sahip siyasi rejimlerden kaynaklanan TEHDİT olarak yansımaktadır.
Ülkemiz aynen bir deprem kuşağı gibi bir tehdit kuşağı üzerindedir.
Nitekim Ruslarla çatışan Çeçenler davalarını dünya kamuoyuna duyurabilmek için Trabzon’dan Rusya’ya yolcu taşıyan feribotu kaçırmışlardır. Başka bir zamanda ise, İstanbul’da otel basıp otel personeli ile otelin müşterilerini rehin almışlardır.
Bir tarihte de Filistin Kurtuluş Örgütleri, İstanbul Yeşilköy’de havaalanını basıp, İsrail’e gitmek üzere yolcu salonunda bekleyen Yahudilere karşı silahlı eylem gerçekleştirmiş, cinayet işlemişlerdir.
Yine Filistin örgütleri Ankara’da Mısır Büyükelçiliğini basarak, Mısırlı diplomatları rehin almışlardır. Bu olayda sefareti korumakla görevli bir polis memurumuzla bir bekçimiz şehit olmuş, sefaretten kaçmak için pencereden atlayan bir Mısır’lı diplomat öldürülmüştür.
İran’da Şah rejimi bir ihtilalle devrilirken İran’dan Türkiye’ye kaçıp, uluslararası kurallara uygun olarak mülteci kişiliği ile yurdumuzda oturan İranlılara, İran’da iktidarda olan, İran İslam Cumhuriyeti kişilerince öldürme ve kaçırma eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Bu tip örnekleri daha da çoğaltabilmek olasıdır.
Örnek olarak gösterdiğimiz bu olayda açıkça görülüyor ki etki altına alınması istenen ülke Türkiye değildir. Etkilendirilmesi istenen ülkeye karşı operasyon Türkiye’de gerçekleştirilmiştir.
Doğrudan Türkiye’yi hedefleyen terörist örgütlerin başında, Ermenilerin oluşturduğu örgütler gelmektedir.
Ermeni terörist örgütlerin Türkleri hedefleyen eylemlerini 1890 yılından başlatabilmek olasıdır. Ermenilerin bu eylemleri Osmanlı İmparatorluk yönetimince denetim altına alınmıştır.
1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı sonunda bu terörist Ermeni örgütler, Osmanlı yönetiminde sorumluluk taşımış bazı Türk siyasetçilerini öldürmekle varlıklarını sürdürdüklerini ortaya koymuşlardır.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 27 Ocak 1973 günü Amerika Birleşik Devletlerinde, Kaliforniya eyaletinin Santa Barbara kentinde Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile yardımcısı Bahadır DEMİR, Mıgırdıç Yanıkyan adlı Ermeni asıllı bir Amerikalı tarafından şehit edilmişlerdir.
Bunu takiben;
22 Ekim 1975 tarihinde Viyana Büyükelçimiz Daniş TUNALIGİL,
24 Ekim 1975 tarihinde Paris Büyükelçimiz İsmail EREZ ve şoförü Talip YENER,
16 Şubat 1976 tarihinde Beyrut’ta Maslahatgüzarımız Oktar CİRİT,
9 Haziran 1977’de Roma’da Vatikan Büyükelçimiz Taha CARIM,
2 Haziran 1978 tarihinde Madrid’de Büyükelçimiz Zeki KUNARALP’in eşi Necla KUNARALP ile ağabeyi emekli büyükelçilerimizden Beşir BALCIOĞLU ve sefaretin resmi şoförü İspanyol vatandaşı Antunio TERRES,
12 Ekim 1979 tarihinde de La Haye Büyükelçimiz Özdemir BENLER’in 27 yaşındaki oğlu üniversite öğrencisi Ahmet BENLER şehit edilmişlerdir.
Bu altı olayın ön incelemelerini yapmak ve o ülkelerin emniyet örgütleri ile temas kurmak üzere o ülkelere ben gönderildim.
Devam eden sürelerde, Ermeniler kendilerini o kadar güçlü gördüler ki, Türkiye’de de silahlı eylemler gerçekleştirebileceklerini zannettiler ve 7 Ağustos 1982 günü iki Ermeni terörist Ankara’da Esenboğa Havaalanını bastı. Bu baskında üç güvenlik görevlisi ve altı vatandaşımız şehit olurken üç yabancı öldü. 82 kişi de yaralandı. Olay sırasında teröristlerden biri öldürüldü. Diğeri de yakalanıp yargılandıktan sonra idam edildi.
16 Haziran 1983 günü de İstanbul Kapalıçarşı’da otomatik silahla halkın üzerine ateş açan ve el bombaları atan bir Ermeni terörist, iki kişinin ölümüne, 21 kişinin yaralanmasına sebep olduktan sonra olay yerinde öldürüldü.
Ermeni ASALA Örgütü, ülkemiz dışındaki diplomatlarımıza karşı, insanlık dışı alçakça saldırılarını 1985 yılına kadar sürdürmüştür.
Ermeni terörist örgütlerinin eylemlerini sürdürdükleri süreçte, Kürt terörist örgütleri ve Kıbrıs’la ilgili Rum terörist örgütleriyle olan ilişkilerini de gözden uzak tutmamak gerektir. Ermeni terörist örgütler dünyanın tüm yarım küresindeki ülkelerde, Türk diplomatlarına karşı silahlı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Arkasında devlet desteği olmayan hiçbir terörist örgütün bu kadar geniş bir alanda bu tip silahlı eylemler gerçekleştirebilmesi olanaksızdır.
Bazı ülkeler, parlamentolarından geçirdikleri kararlarla, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Birinci Dünya Savaşında, savaşın gerçeği olarak gerçekleştirilen tehcir (zorunlu göç) olayını, soykırım olarak kabul ederek ‘soykırım değildir’ demeyi, milli yasaları ile suç kabul edip hapis cezası ile cezalandırmışlardır.
Ülkemizde ise, soykırım olduğu hiçbir surette kanıtlanmamış olayın ‘soykırımdır’ diye isimlendirilmesi bir yana, savunulması dahi suç değildir.
Unutulmamalıdır ki, ülkelerde neyin suç olduğuna, neyin suç olmadığına karar vermek egemenlik hakkıdır.
Birinci Dünya Savaşına Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında girmiştir. Her iki devletin silahlı kuvvetleri ortak bir merkezi yönetimle yönlendirilmekteydi. Savaşan Osmanlı birliklerinde Alman subaylar vardı. Hatta bazı Osmanlı birliklerinin komuta kademesini Alman generaller üstlenmiştir.
Ermeni olayına en iyi tanık olması gereken kaynak Alman arşivleri olması gerekirken bu husus hiç göz önüne alınmadan Alman Federal Parlamentosunun Ermeni soykırımını bir kararla kabullenmesi anlaşılır gibi değildir.
Jeopolitiğimizden kaynaklanan ülkemizin milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bir tehdit de; Güneydoğu Anadolu’da yaşanan karmaşadan gelmektedir.
“Kürt sorunu” olarak isimlendirilmek istenen bu karmaşanın değişik açılardan değerlendirilmesi zorunludur.
Öncelikle belirtelim ki;
Kürt, Kürtçü ve Partiya Karkeran Kürdiya (PKK) birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Konuya “Kürt sorunu” olarak yaklaşacak olursak, bunun ülkemizin bir iç işi olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Bugün Kürt diye tanımladığımız toplum Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de dağınık durumda yerleşik bir topluluktur.
Bu toplulukta egemenlik fikrinin ilk defa Yavuz Sultan Selim’in ÇALDIRAN zaferinden sonra doğduğuna tanık olunmaktadır.
O zamanlar Şiilik, İran’dan Osmanlı İmparatorluğu nüfuz sahalarına doğru sızma ve gelişme göstermekteydi.
Bu durumun İmparatorluk otoritesini zedeleyeceğini kestiren Yavuz Sultan Selim bu ayırıcı cereyanın ileride idaresi daha güç istenmeyen durumlar yaratmasını önlemek ve İmparatorluğun doğu sınırlarını güven altına almak amacıyla Çaldıran seferine çıkmıştır.
Bir diğer anlatımla Çaldıran seferinin ana esprisi, fütuhattan ziyade politik amaçlıdır, diyebilmek yanlış olmaz.
Zaferin kazanılmasından sonra ordusunun İstanbul’a çekilmesi karşısında, doğuyu güvenlikten yoksun bırakmak istemeyen Yavuz Sultan Selim, hem güvenlik için, hem de Şiiliğin söndürülmesi için, doğuda nüfuz ve otorite sahibi olan aşiret reislerine bazı ayrıcalıklar tanıdı.
Böylece bu aşiretler İran’a karşı tampon güçler olarak kullanılmıştır.
İran’ın nüfuzu altında iken kendi başına buyruk bir yaşama alışmış olan aşiretler, doğunun Osmanlı yönetimine girmesinden sonra İran idaresindeki hoşgörüyü bulamamışlar, fakat Yavuz Sultan Selim’in güçlü otoritesi ve devletin kudreti karşısında zararsız şekilde yaşamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunun zayıflama ve çökme devrinin başlaması ile bugün “dış güçler” dediğimiz bazı kuvvetlerin de işe karışması sonucu, devlete itaatsizlik ve isyanlar başlamıştır.
Kürt isyanlarını; Cumhuriyet öncesi Osmanlı İmparatorluğu devrindeki isyanlar (ki bunun içerisinde Meşrutiyet dönemindeki isyanlarda dahildir.) ve Cumhuriyet devrindeki isyanlar olarak iki ayrı bölüme ayırmak olasıdır. Kurtuluş Savaşının kazanılması ile Türklerin uluslaşması (millet olması) tamamlanmış ve Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşması olmuştur. Lozan Antlaşmasında EKALLİYETLER (AZINLIKLAR) konusunda hükümler bulunmasına karşın azınlıklar arasında Kürtlerden söz edilmemektedir.
Türk devletine yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ve Türk devleti milli bir devlettir. Bu çerçeve içerisinde kim olursa olsun herkes Türk vatandaşıdır.
Kürtçülük konusuna gelince; Türkiye Cumhuriyeti devleti dışında ayrı bir Kürt siyasi otoritesi düşünenler ki bu husus Türkiye’nin bir iç işi değildir.
Yukarıda kısaca izah ettiğimiz gibi Kürtler, toprak bakımından; Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye ile ilgilidir. Konu, yeni bir devlet kurulması ise, Birleşmiş Milletlerle ilgilidir. Böyle çapraşık bir konuyu, Türkiye’nin iç işi olarak kabul etmek olayın önemi ile dengeli değildir. Bir devlet kurulması fikri, çoğunluğu Arap olan bölge devletlerinin hoşgörüyle karşılayabilecekleri bir konu değildir. Zira kurulması düşünülen bir Kürt devleti bu bölgedeki devletlerden toprak isteğinde bulunacaktır. O zaman olayı bölgede Araplara düşman bir devletin hangi devlet veya devletlerin faydalanmasına uygun düşeceği açısından değerlendirmek, bölgede cereyan eden olayların aydınlanmasına yardımcı olacaktır. Bugün Irak’ta cereyan eden olaylar dikkatle izlenmelidir.
Türkiye’de Cumhuriyet devrindeki Kürt isyanlarının son bulmasından sonra Kürtçülük, ekonomik değişimler ve psikolojik etkenler göz önünde bulundurularak ‘Doğu sorunu’ olarak siyasi platforma getirilmiş ve kısa bir süre sonra, sorunun yalnızca ekonomik bir sorun olmayıp aynı zamanda bir ‘Halklar sorunu’ olarak takdimine başlanmıştır.
Hakikatte HALKLAR sözcüğü MİLLİYETLER sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Bilindiği gibi kamu hukukunda Milliyetler Kuramı; “Bir millet teşkil edecek derecede tekâmül etmiş her kavmin, bir siyasi toplum halinde yaşamak hakkını meşru olarak isteyebilmesi” diye tanımlanmıştır.
Milliyet; dil, ruhsal şekillenme ve toprak birliğinden oluşur. Bu üç öğeye İktisadi Yaşantı Birliği eklenirse ancak o zaman “Millet” tanımı ortaya çıkar. Halk sözü, millet (ulus) anlamına gelmez. Bütün bu kısa izahtan sonra Kürt halkının, Kürt milleti anlamına gelmediğini söylemek doğrudur. (Anayasa Mahkememizin görüşüdür.)
Ayrı bir devlet kurulması konusunda teorik olarak isyan edecek bir kavmin toplanması yani bir araya gelmesi lazımdır. Türkiye’de ise durum tam aksidir.
Türkiye’de ekonomik şartların zorladığı doğudan batıya bir göç vardır. Bugün İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Ankara, Konya gibi illerimizde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız, doğuda yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızdan nüfus bakımından daha az değildir.
Misakı Milli sınırlarımız içinde ayrı bir milliyet söz konusu değildir. Türkiye’de yaşayan Türkler ve Kürtler vatandaşlar olarak aynı anayasal haklara sahiptirler.
Kürtçü olanlar, Kürtleri Türkiye bünyesinde “Millileştirme” (Ulusallaştırma) mücadelesi vermektedirler. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Türk Milletine tanıdığı anayasal haklardan başka bazı ‘demokratik özlem ve istekler’ ileri sürerek bir azınlık yaratma gayretiyle hareket etmektedirler.
Bu çalışmalar zaman içerisinde Kürdistan Demokrat Partisi (Partiye Demokrata Kürdistana Tırkıya) diye bir parti faaliyetine dönüşmüş ve bu parti 27 Ocak 1968 tarihinde açığa çıkarılarak kapatılmıştır.
Bundan sonra Kürtçü grup Devrimci Doğu Kültür Ocakları adıyla bir kuruluş gerçekleştirmiş ve bu kuruluş Türkiye İşçi Partisi tarafından da desteklenip işbirliğine gidilmesi üzerine, Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkememizce 20 Temmuz 1971 günü Kürtçülük faaliyetinden dolayı temelli kapatılmıştır.
Bundan sonra Kürtçü grup Halkın Emek Partisi (HEP) ve Demokratik Halk Partisi (DEHAP) gibi isimlerle Türk siyasi hayatında siyasi bir parti olarak yer alma gayreti içine girmiştir.
Türkiye’de yapılan bu çalışmalara paralel olarak konuyu, uluslararası platforma takdim edebilme çabaları da Kürtçü grubun bir diğer eylem alanını oluşturmuştur.
Bunun için de değişik ülkelerde, demokratik sivil örgütler benzeri birçok kuruluşlar kurmuşlardır.
Örneğin;
1. Federal Almanya Kürdistan İşçi Dernekleri Federasyonu (KOMKAR)
2. Kürdistan Ulusal Kurtuluşları (KUK)
3. Almanya Kürdistan Yurtsever İşçi Kültür Birlikleri Federasyonu (FEYKA)
4. Fransa Kürdistan Yurtsever İşçiler Derneği
5. İsveç Demokrat Kürt Dernekleri Federasyonu
6. Irak Kürdistan Demokrat Partisi
7. İran Kürdistan Demokrat Partisi
Fevkalade az bir bölümünün sadece isimlerini yazdığımız bu kadar dağınık ve karmaşık örgütlenmenin sebebi, Kürt kavminin millet teşkil edecek derecede olgunlaşmamasındandır.
Kürt kavminde lisan birliği yoktur.
1897 yılında Rusya Petersburg Akademisi tarafından yayımlanan Kürtçe-Rusça-Almanca sözlükte Kürtçe; Türkçeden, Farsçadan, Arapçadan, Çerkezceden, Gürcüceden ve Keldaniceden oluşan 8307 kelime olarak gösterilmiştir.
Bununla birlikte Kurmanci, Kelhuri ve Goran diye birbirinden farklı üç lehçesi vardır.
İlaveten Kürtlerin belirli bir alfabeleri de yoktur.
Türkiye’de yaşayanlar Türk; Azerbaycan ve Ermenistan’da yaşayanlar Rus; İran, Irak ve Suriye’de yaşayanlar ise Arap alfabesini kullanmaktadır.
Kürt kavmi dini bakımdan da Mavi Kürtler, Sünni Kürtler ve Yezidi Kürtler diye üç büyük cemaate bölünmüşlerdir.
Tüm bu olumsuzluklara karşın istedikleri bir şekilde oluşumun gerçekleştirilebilmesinin olanaksızlığını anlayan bir grup Kürtçü, bu defa terörizm yolu ile amaçlarını gerçekleştirebilecekleri hayaline kapılmışlardır.
Bu amaçla 1978 yılında ülkemizdeki bir kısım Kürtçüler MARKSİST ideolojiyi temel olarak kabul eden Partiya Karkeran Kürdiya (Kürdistan İşçi Partisi) kısaca (PKK) adında bir örgüt kurmuşlardır.
Ülkemizde kurulan bu örgütün yönetici kadrosu bir süre sonra Suriye’ye geçmiştir.
Yurt dışında İran, Irak, Suriye özellikle Lübnan’ın toprağı olup o tarihte Suriye’nin denetimindeki Bekaa Vadisinde kamplar kurup silahlı militanlar, bir bakıma teröristler yetiştirmişlerdir.
Örgüt, 1978 yılından başlayarak ülkemizde özellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ateşli silahlar değil de kaleşnikof, mayın, roketatar gibi hafif harp silahları kullanarak bir terör dönemi başlatmıştır. Bu dönemi bugün de eylemleriyle sürdürmektedirler.
Bilindiği gibi “terör” sözcüğü ilk defa 1789 Fransız İhtilali sırasında Jacobenlerin sultası döneminde siyasi idamlarla dolu geçen zamana verilen isimdir.
The American College Dictionary terörü; yoğun, keskin, üstün korku olarak tanımlar. Bir grubun üstünlük sürdürmek veya üstünlüğe kavuşmak için kullandığı dönemdir.
Webster Sözlüğü ise; yoğun korku, yoğun korkuya sebep olan bir kişi veya şey olarak tanımlar. Bir ihtilal sırasında siyasi idamlarla nitelenen dönemdir.
Yani terör sözcüğü bir zaman sürecini tanımlar.
Terörizm ise, çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Çünkü terörizm hangi açıdan bakılırsa bakılsın sonunda suçtur. Suçun ise millilik öğesi vardır. Bir diğer anlatımla ülkede neyin suç olduğuna veya neyin suç olmadığına karar vermek, o devletin egemenlik hakkıdır.
Onun içindir ki terörizmin tanımı konusunda, uluslararası bir uyum sağlanamamıştır.
Fransız ihtilalinde, Jacobenlerin sultası döneminde siyasal baskı ve sosyal kontrol aleti olarak kullanılan devlet eylemi ile eş anlamda kullanılmıştır.
Terörizm, konuyla ilgili uzmanlarca çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bir tanımlamaya göre terörizm; “Savaş ve diplomasi ile elde edilemeyen sonuçlar elde etmek için yapılan şiddete dayalı eylem veya eylemlerdir.”
Bazı uzmanlara göre ise; “Bir azınlığın iradesini, dehşet yolu ile milli iradeye kabul ettirmeye çalışmasıdır. Totaliter bir silah, bir strateji olup, milli hâkimiyetin tecelli ettiği demokrasileri yıkmak isteyerek milli egemenliğin düşmanlığını temsil eder.”
Bir diğer tanımlamaya göre terörizm; “Bir siyasi silah veya politika olarak korkutmak veya itaat ettirmek için terör döneminde dehşetin kullanılmasıdır.”
Bir başka tanımlamaya göre ise; “Bir örgütün kabul ettiği politikasının mevcut hükümetçe yürütülmesini sağlamak için yasadışı şiddet kullanılmasıdır.”
Bu tanımlamaları daha da çoğaltmak olasıdır.
Terörizm, konunun uzmanları tarafından çok değişik şekillerde tanımlanırken 1973 tarihli Kuzey İrlanda, Olağanüstü Durum Hükümleri Kanunu (Emergency Provısıon Act) terörizmi hukuki olarak, “Halka veya halkın herhangi bir sektörüne korku salmak için şiddet kullanmak” diye saptamıştır.
Aynı şekilde, Amerika Birleşik Devletleri Karışıklıklar ve Terörizm Hakkında Görev Kuvveti Yasasında terörizm; “Bir taktik veya tekniktir ki, bunun vasıtasıyla bir şiddet eylemi veya şiddet tehdidi zorlayıcı amaçlar için ezici korku yaratmak asıl maksadı için kullanılır” diye anlatılmıştır.
PKK, hangi tanıma göre değerlendirilirse değerlendirilsin, tamamen terörist bir örgüttür.
Tüm güvenlik güçlerimiz yasalardan aldıkları yetki ile hayatları karşılığı görevlerinin gereğini yapmaktadırlar. Bu durum halen devam etmektedir.
Fakat olayların başından beri örgütün kökü ülkemizin dışında olduğundan işi sonuçlandırmak mümkün olmamıştır.
O zaman bu ülkelerin hukuki durumlarını gözden geçirmekte zorunluluk vardır.
3 Temmuz 1933 günü Londra’da Türkiye, Estonya, Letonya, Lehistan, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, İran, Afganistan Devletleri arasında,
4 Temmuz 1933 günü ise yine Londra’da Türkiye, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çekoslovakya, Yugoslavya arasında imzalanan mukavelede tecavüzün tarifi ikinci maddenin beşinci fıkrasında, “Arazisinde teşekkül ederek diğer bir devletin arazisini istila eden müsellah çetelerin himaye edilmesi veya istila edilen devlet tarafından, vaki talebe rağmen bu çeteleri muavenet veya himayeden mahrum bırakmak için kendi arazisinde iktidarı dahilinde olan bütün tedbirlerin ittihazından imtina olunması” denilmek suretiyle saldırının tanımı yapılmıştır.
Bu anlaşmalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 23 Aralık 1933 günü 2357 ve 2358 sayılı yasalarla onaylanmıştır.
Bundan sonra, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun uluslararası hukuki komisyonu 1950 yılında, saldırının tanımının yapılması konusunu ele almış ve Genel Kurulda 14 Aralık 1974 günü yapılan toplantıda komisyonun yapmış olduğu tanımda görüş birliği sağlanmıştır.
Genel Kurulda kabul edilen metnin üçüncü maddesinde saldırı sayılacak eylem ve tutumlar sağlanmıştır.
Metnin (G) fıkrasında da saldırı; “Bir devletçe ya da bu devlet adına bir başka devlete karşı çeteler ya da paralı askerler gönderilmesi ya da böyle bir harekete önemli bir biçimde karışılması” olarak tanımlanmıştır.
Bu uluslararası anlaşmalar ve hukuki belgeler karşısında, İran, Suriye ve Irak’taki işgal kuvvetleri komutanlığı, Türkiye bakımından saldırgandır. Çünkü PKK onların egemen olduğu ülkelerde yaşamaktadır.
Bir bakıma, saldığı terörizmi kullanıyor diyebilmek olasıdır.
Bu çerçeve içerisinde, PKK’nın başı Abdullah Öcalan, Amerika Birleşik Devletleri güçlerince yakalanıp, Türk güvenlik güçlerine bazı şartlarla teslim edilmiş ve Türkiye’ye getirilip Türk yargısı tarafından yargılanarak Türk yasaları gereğince cezalandırılmıştır. Dönemin Başbakanının basında “Amerikalıların Abdullah Öcalan’ı bize niye teslim ettiklerini anlayabilmiş değilim” şeklinde beyanı yer almıştır. Bu beyan olmamış olsaydı dahi Abdullah Öcalan’ın Amerikalılar tarafından Türk yetkililere tesliminin değişik cepheleriyle irdelenmesinde zorunluluk vardır.
EÖ: Sayın Müdürüm, ülkemizin çevresinden kaynaklanan tehditlerin bir bölümüne işaret ettiniz. Jeopolitiğin tanımını yaparken söz konusu edilen güç merkezlerinin oluşturdukları tehditlerden de özet olarak bahseder misiniz?
Jeopolitik uzmanları stratejik hedeflerine varmak için dönemlerinin genel yapı ve şartlarına uygun tehditleri, etkili bir biçimde üretip uygulayabilme olanak ve yeteneğine sahip devletleri güç merkezleri olarak tanımlarlar.
Bu devletler ürettikleri tehdidin kaynağını saptırarak görünen olaylara dayandırırlar. Aynen geçmiş zamanlarda din ve etnik yapıya dayandıkları gibi. (Örneğin Haçlı seferleri veya Panislavizm akımı)
Zaman içerisinde güç merkezlerinin bu uygulamalarında değişiklik görülmüş, bu kere sosyo-ekonomik ve siyasi etkenlerle bütünleşen ideolojiler uygulamaya konulmuştur. (Komünizm, faşizm ve teokrasi gibi akımlar)
Günümüzde ise terörizm kullanılmaktadır.
EÖ: Bu anlattıklarınıza göre bir genel değerlendirme yapar mısınız?
Jeopolitik uzmanlarının her zaman tanımladıkları gibi, ülkemizin jeopolitiğini hem değeri ve hem de kaderi oluşturur. Bu sebepten Türkiye öyle bir ağaçtır ki büyüdükçe budanacak, kurudukça sulanacaktır.
Bu çerçevede ülkemiz, tarih sahnesinde devlet olarak yerini aldığı günden beri değişik kaynakların terörist eylemlerine hedef olmuştur. Terörist eylemler ülkemizde daimilik ve süreklilik sergilemektedir.
Ülkemiz terör süreci yaşamaktadır.
Bu süreç dün vardı, bugün de var, yarın da olacaktır.
Ülkemizde terörizmi uygulayan odakları;
1. Aşırı sol, komünist
2. Aşırı sağ
a. Irkçı
b. Dinci şeriat tarafları
3. Bölücü Kürtçü
4. Yurt dışında örgütlenip ülkemizi doğrudan hedefleyen ASALA gibi örgütler
5. Yurt dışında örgütlenip doğrudan ülkemize karşı değil de bazı ülkelere karşı, Türkiye’de eylem koyan EL-FETİH ve EL-KAİDE gibi örgütleri sayabiliriz.
EÖ: Sayın Müdürüm, açıkladığınız bu çerçeve karşısında güvenlik güçlerimizin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın ÖZDEMİR, ülkemizin güvenlik durumu anlattıklarımız kadar kısa ve basit değildir. Ben sadece zamanın el verdiğince çok basit olarak bazı noktalara temas ettim. Fakat yıllardan beri, terör süreci yaşanan ülkemizde güvenlik güçlerimiz Atatürk ilkelerine bağlı, halkın hizmetinde, yasalarla sınırlı olarak hükümet emrinde, ülkenin güvenliğini sağlamak için tüm güçleriyle çalışmaktadırlar.
Genel zabıta olarak güvenlik güçlerimizin temelini oluşturan jandarmamız ve polis gücümüz, özellikle küreselleşen dünya koşulları ve teknolojinin doğa yasalarını denetimi altına alabilecek gelişmesiyle görevlerini yapabilmekte büsbütün zorlanmaktadırlar.
Seksen üç yaşını kutlamakta olan Cumhuriyetimiz, bu yaşam süresince ülkenin değişik yörelerinde ve değişik sürelerde ilan edilmiş, on dört sıkıyönetim, yirmi yılı aşkın süreyle iç güvenlik sorunundan kaynaklanan olağanüstü hâl ile yönetilmiştir.
Yine iç güvenlik sorunlarından kaynaklanan dört askeri müdahale yaşanmıştır. Özetlersek seksen üç yıllık Cumhuriyetimizin her beş gününün iki günü olağan olmayan yönetimlerle yönetilmiştir.
Ülkemizde iç güvenlik sistemimizin düzenlenme zorunluluğu her günden fazla kendini göstermektedir. Hatta geç kalınmıştır denebilir. Özellikle polis örgütümüz mutlak en kısa zamanda düzenlenmelidir.
Fakat geniş kapsamlı ve yaşamsal önem taşıyan bu konu ayrı bir yazım konusu olmalıdır.
EÖ: Sayın Müdürüm, bu anlattıklarınızla bizi oldukça aydınlattınız. Size teşekkür eder, esenlikler dilerim.
Sayın Erol Özdemir, size ve aracılığınızla tüm güvenlikçilere başarı, sağlık ve mutluluklar dilerim.
Emniyet teşkilatımızın duayenlerinden Mustafa Yiğit, 1927 yılında Adapazarı’nda doğdu. Babası Cumhuriyet döneminin ilk polislerinden İhsan Yiğit’dir.
İhsan Yiğit, Başkomiser olarak polis enstitüsünde eğitim görmüş ve 1942 yılında mezun olmuştur. Emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde görev yapmış, 1956 yılında Emniyet Amiri olarak yaş sınırından emekliye ayrılmıştır.
Mustafa Yiğit, 1944 yılında Ankara polis kolejine girmiş, 1947 yılında mezun olarak Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosuna polis memuru olarak atanmış, o ders yılı Ankara polis enstitüsü (Orta LS) bölümüne sevk edilmiş, 1948 yılında (Yüksek LS) bölümüne devam edip 1949 yılında Ankara polis enstitüsünden mezun olmuştur. (Polis enstitüsü o yıllarda emniyet teşkilatının tek eğitim merkezidir. Lise mezunu polis memurlarının bir yıl süreyle devam ettikleri bölüme Orta LS adı verilmektedir. Orta LS bölümünü bitirenler komiser yardımcısı olarak kadroya atanır ve en çok başkomiserliğe kadar yükselirlerdi. Polis kolejini bitirenler ile liseden gelenler Orta LS bölümünü bitirdikten sonra bir yıl süreyle Yüksek LS adı verilen bölüme devam ederlerdi. Bu bölümü bitirenler de komiser yardımcısı olarak kadroya atanırlar ve emniyet amirliğine kadar yükselirlerdi. O yıllarda kadroda görevli başkomiserler için de bir yıl süreli eğitim söz konusuydu ve buna Yüksek K denilmekteydi. Yüksek K bölümünü bitirenler de emniyet amiri olarak mezun oluyorlardı. Emniyet müdürü rütbesine yükselebilmek için Hukuk ya da Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olmak gerekiyordu. (Her yıl Polis Koleji mezunlarından seçilen bir grup öğrenci, teşkilat adına Hukuk ya da Siyasal Bilgiler Fakültesine gönderilmekteydi.) Polis enstitüsü mezunu Emniyet Amirleri, ihtiyaç olduğu takdirde Uzmanlık Kursunu bitirmeleri halinde Emniyet Müdürü rütbesine yükselebiliyorlardı. 1961 yılında çıkan bir yasayla Polis Enstitüsünde öğrenim süresi üç yıla çıkarılmış ve mezunlarına Emniyet Müdürü olabilme imkânı tanınmıştır. (EÖ)
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü kadrosuna Komiser Muavini olarak atanan Mustafa Yiğit 1951 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere yedek subay okuluna sevk edilmiş, 1952 yılında topçu teğmen olarak terhisinden sonra, Ankara Emniyet Müdürlüğü emrine atanmıştır.
1957 yılında komiserliğe yükseltilerek İzmir İl Emniyet Müdürlüğünde görev yapmıştır.
1958 yılında Ankara polis enstitüsünde Amerika Birleşik Devletleri işbirliği ile düzenlenen “Yeraltı Yıkıcı Faaliyetle Mücadele Kursu’na katılmış ve bunun sonucu Türkiye’de ilk defa polis bünyesinde istihbarata yönelik bir tarz çalışma KÜÇÜK GRUPLAR adıyla başlatılmıştır. Belirli illerde oluşturulan bu kuruluşun İzmir’de yönetimi ile de Mustafa Yiğit görevlendirilmiştir.
21 Nisan 1960 günü, İzmir Küçük Gruplar Amiri Mustafa Yiğit Ankara Küçük Gruplar amirliğine atanmış, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra 1961 yılında başkomiserliğe yükselttirilmiştir.
1962’de Amerika Birleşik Devletleri ile devletimiz arasında imzalanan uluslararası teknik yardımlaşma programı çerçevesinde Amerika Birleşik Devletlerine gönderilmiştir.
Orada Amerikan Ordu İstihbarat Okulunda eğitim gömüş ve TWA Vadisi otoritesi ile o zamanki adı Kapkenavırıl, bugünkü Kapkenedi feza üssünde askeri polis okulu ile özel polis okullarında federal narkotik büro ve federal gümrük örgütünde 8 ay süre incelemelerde bulunmuştur.
Yurda döndükten sonra 1965 yılında başkomiser olarak Gümüşhane iline atanmış, emniyet amirliğine yükseltilmesi üzerine 1966 yılında yeniden Ankara’ya atanmıştır.
1971 yılında Gaziantep İl Emniyet Müdürlüğüne, 1976’da Genel Müdürlük İstihbarat Başkanlığına, 1977’de Merkez Emniyet Müdürlüğüne, 1978 yılında ise asayişten sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcılığına atanmıştır.
1978’de Panama’da yapılan İnterpol’ün genel kurulunda, İnterpol Avrupa İcra Kurulu üyeliğine seçilmiş, bu görevi 1979 yılında Kenya Nairobi’de yapılan genel kurulda Avusturya’ya devretmiştir.
1979’da tekrar merkez müdürlüğüne atanan Mustafa Yiğit, 1981’de Mersin il emniyet müdürlüğüne, 1983’de İstanbul il emniyet müdürlüğüne, 1984 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığına getirilmiş, 25 Aralık 1987 günü de yaş sınırından emekli olmuştur.
EROL ÖZDEMİR: Sayın Müdürüm, meslek yaşamınız polislik ve istihbarat konuları ile özdeşleşerek sonuçlanmış, ben de söyleşimizi bu iki temel konuya oturtmak istiyorum. Sizce “polis” ve “istihbarat” kavramları nedir?
Öncelikle şunu belirtelim ki Anayasamızın ikinci maddesi, dayandırdığı temel ilkeleri saydıktan sonra, Cumhuriyetimizin niteliklerini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak saptamıştır. Bu maddenin değiştirilebilme olasılığı bir yana değiştirilmesinin önerilebilmesi olasılığı dahi Anayasamızın dördüncü maddesi ile yasaklanmıştır. Konumuzla ilgisinden dolayı özet olarak hukuk sözcüğü üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Çünkü hukuku yaşama geçirecek ve ona yaşam gücü verecek olan sözcüklerdir. Bazı görüş sahipleri bu konuda tanımlamanın tanımını yapmışlardır. Onlara göre;
“Tarif; ayarına mani, efradına cami olmalıdır.”
Türkçeleştirirsek;
“Tanım; benzeri olanları dışta tutmalı, kendinden olanları kapsamalıdır.”
Olaya bu çerçeveden bakarsak akademisyenlerin hukukun tanımlanmasında görüş birliği sağlayabildiklerini savunmak olası değildir. Bir görüşe göre hukuk;
“Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımı ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünüdür.”
Bir başka görüş;
“Kişilerin birbirleri ile veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünüdür.”
Diğer bir görüş ise;
“İnsanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük, evrensel ilkeler matematiğidir.”
Özetlersek hukuk, kapsadığı konulara göre değişik isimler altında, değişik tanımlarla ifade edilmiştir.
Örneğin objektif hukuk, “Bir toplumda kamu yararını güven altına almak için konulan ve birtakım yaptırımlarla uyulması mecburi kılınan davranış kuralı” olarak tanımlanmıştır.
Sübjektif hukuk ise, “Toplum üyelerinin herhangi bir işi yapmak, herhangi bir şeyden yararlanmak, başka kişilerden veya topluluktan herhangi bir şeyin yapılmasını istemek hakkı”dır.
Hukuk bilgisi hakkında çok özet olarak verdiğimiz bu çerçeve bilgiden sonra, polis örgütü ilişkisine yine çok özet olarak şöylece temas etmemiz olasıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi devlet olursa olsun, hangi rejimle yönetilirse yönetilsin polis daima tutucu bir güç manzarası sergiler. Çünkü polis, var olan düzeni korur, yürürlükte olan yasaları uygular. Onun içindir ki, polisin uygulama alanı hukuk değil yasalardır.
Yasama erki, hukuka uygun yasa çıkaracak ve polis yasayı uygulayacaktır.
Yasanın hukuka uygun olup olmadığı konusu, demokratik ülkelerde bağımsız yargı erkinin denetimi ile sağlanır.
Polis, genel zabıta olarak devlet adına zor kullanma yetkisi ile donatılmış silahlı bir güçtür.
Uluslararası platformda asker “kuvvet”, polis ise “güç” olarak tanımlanır.
Polislik memuriyet değil, meslektir.
Şimdi de yine çok özet olarak istihbarat konusunda açıklama yapmak gerekirse, öncelikle her konuda olduğu gibi istihbarat konusunda da bir kavram kargaşası vardır. İstihbarat, teknik bir konudur. Kamuoyumuzda ise bu sözcük, yetkili ve etkili kişi veya kuruluşlarca gelişigüzel kullanılmaktadır. Biraz açıklama yapmak gerekirse şöyle söyleyebilmek olasıdır. Haberalma, istihbarat, espiyonaj, gizli faaliyetler apayrı şeylerdir.
Haber; “Herhangi bir konudaki yeni bilgi veya bir kimse veyahut bir yerdeki olaylar hakkındaki bilgi” olarak tanımlandığı gibi “Yeni olmuş bir olayın ilk duyurusu” olarak da ifade edilir. Ayrıca geçmişte meydana gelmiş veya gelecekte gerçekleşebilmesinin doğru veya yanlış olduğu kesin olarak bilinmeyen sözcüktür. Bunun bir yere iletilmesi “haber nakli”dir.
İstihbarat ise özet olarak, haberlerin işlenmesidir.
İstihbarat, altılı bir çarktır:
1. Haberlerin açık veya kapalı kaynaklardan toplanması.
2. Bu haberlerin konularına göre sınıflandırılması.
3. Teyidi. Haberin geldiği kaynaktan başka kaynaklarda, bu konuda görüş var mı?
4. Haberin kıymeti.
5. Değerlendirilmesi.
6. Dağıtımı. Önlem almak için gerekli yerlere iletilmesidir.
İstihbaratta “BENİM GÖRÜŞÜME GÖRE” ifadesinin yeri yoktur. Haber, bilgi vermektir. İstihbarat, haberi işlemektir. Kesinlik taşır. Bu istihbaratın üretimidir. İlgilisine ulaştıktan sonra onun ne şekilde kullanılacağı ilgilisinin yetkisindedir. Yani istihbaratın tüketimi, diğer bir tanımlama ile kullanılması istihbaratçının görevi dışındadır.
Espiyonaj; bir örgütün ihtiyaç duyduğu tek oluşuma ulaşabilmek için uluslararası hukukun etkisi dışında kalan yasal veya yasa dışı eylemlerin tümüdür. Diğer bir anlatımla; örgütün tek bir konuyu hedeflemesi, onun dışında bir oluşumun hedef dışı kalmasıdır.
Bu tip olayların önlenebilmesi, hedef olan ülkenin, operasyonu yürütülen ülkeyi kesin olarak saptayıp gücü varsa aynı koşullarda o ülkede operasyon uygulamasıdır. Sözgelimi bir ülkenin en zayıf noktası olan Zenci-Yahudi kavgası veya Alevi-Sünni çatışması başlatması gibi.
Şayet gücü yoksa kendi çevresinde gerçekleştireceği etkili eylemlerle operasyonlarını bildiğini sezdirmesidir.
Bu eylemlerde görev alacak personelin normal yaşamda insanların ihtiyaç duymadıkları konularda özel eğitim almaları işin doğasıdır.
Örneğin ilk aşamada;
Şifreli mesaj alıp verme, titreşim kanalları, elektrik aletleri kullanma, iletişime yasadışı giriş, internet üzeriden sürekli değişen kanallarla veri transferi sağlama, gizli fotoğraf ve görüntü aktarma, psikolojik eğitim gibi temel bilgiler öğretilir.
Özet olarak gizli faaliyetler, gizli servislerin mücadele ve çatışmasıdır.
Gizli Faaliyetler, devletlerin stratejik hedeflerine varabilmek için uyguladıkları değişik oluşumları kapsayan operasyonun tümüdür. Kendine özgü usul ve metotlarıyla gerçekleştirilir. Bu usul ve metotlar yaşanan hukuk kanallarına uyum sağlamasa dahi geçerlidir. Özetlersek, devletlerin gizli eylemleri insan hakları veya hukukun üstünlüğü gibi kuralları ne kadar geçerli ise devletlerin gizli faaliyetleri de o kadar geçerlidir.
EÖ: Bizdeki haberalma hizmeti ile ülke çapındaki istihbarat hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstihbarat örgütlerinin kuruluşları başlıca üç şema ile resimlendirilmiştir:
Birincisi; hükümet başkanı ve onun yönetimindeki Bakanlıklar. Her Bakanlıkta bir istihbarat ünitesi.. Örneğin, uygulamada Başbakan, Dışişleri Bakanlığına gelir. Filistin örgütleri ile İsrail’in ne durumda olduğunu sorar. Bilgi varsa verilir. Yoksa konu espiyonaja dönüştürülür. Gerekli bilgiler toplanır ve Başbakana sunulur. Hükümet de bu konudaki politikasını saptar. Yani burada istek soru, üst kademeden gelir.
İkincisi; Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan sistem. Merkezi Haberalma Örgütü (CIA). Burada Başkan ve alt kademede de sekreterlikler, yani bakanlıklar vardır.
Merkezi Haberalma Örgütü (CIA), Bakanlıklar ile Başkan arasında özerk bir örgüt konumundadır. Bu sistemde soru, alt kademeden üst kademeye sorulur.
Örneğin; Ticaret Bakanı, önümüzdeki yıl otomobil fiyatlarının dünya piyasasında ne olacağını Başkandan sorar. Başkan soruyu CIA’ya aktarır. Orası saptamayı yapıp Başkana sunar. O da Ticaret Bakanlığına bildirir. Bakanlık da, bu konuda politikasını öylece saptar.
Üçüncüsü ise; Rus sistemi denilen bir oluşumdur. Yukarıda belirttiğimiz iki sistemin birleşmesidir. Yani her Bakanlıkta bir istihbarat ünitesi, ilaveten Bakanlıkların üstünde Başkana bağlı özel bir kuruluş olarak devlet güvenliği “KGB” vardır.
Ülkemizdeki duruma gelince; Milli İstihbarat Teşkilatımızın (MİT) tarihini, Osmanlı İmparatorluğu döneminden (1914 yılından) Teşkilatı Mahsusa adıyla kurulan bir örgütle başlatmak yanlış olmaz.
Birinci Dünya Savaşı ve onu devam ettiren Kurtuluş Savaşımızın yaşandığı zor günlerde, istihbarat gibi bir konunun, huzur içinde görev yapabilmesini düşünebilmek olanaksızdır. Bunun sonucu olarak değişik isimler altında değişik örgütler ortaya çıkmıştır.
Örneğin 1919 yılında Karakol Örgütü, onu takiben Ankara hükümetinin ilk istihbarat örgütü Hamza Grubu.
Bilahare (MİM MİM) grubu M.M. Tüm bu kuruluşlar kendilerince vatanın kurtuluşu için çalışmışlardır. Hizmetleri de olmuştur. Fakat günümüzün istihbarat kavramı ile ilişkilerini saptayabilmek olanaksızdır.
1920 yılında askeri polis teşkilatı kurulmuş, 1921 yılında gizli servis askere emanet edilmiştir. 1927 yılına kadar istihbarat hizmeti Genelkurmay İstihbarat Dairesince yürütülmüştür.
1927 yılında İçişleri Bakanlığı, illere gönderdiği bildirimle MİLLİ AMALE HİZMETİ (MAH) adıyla bir örgüt kurulduğunu bildirdi.
Askerlerin çekirdeğini oluşturduğu bu örgütte görevli asker kişilerin askerlikle ilişkileri aynen devam edecek, sivil kişiler ise Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunda gösterilecektir.
Nitekim 3201 sayıl Emniyet Teşkilatı Kanununun meslek derecelerini gösteren 13 ncü maddesinin 3870 sayılı yasa ile değiştirilmeden önceki metninde geçen (Emniyet Başmüfettişleri, Emniyet Müfettişleri, Emniyet Müfettiş Muavinleri ve dedektifler) o zaman ki adıyla MAH personeliydi.
Yine 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanununun merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatını gösteren 16 ncı maddesinde 3518/1 sayılı yasa ile yapılan değişiklikten önce üç bürolu Önemli İşler Müdürlüğü diye bir kuruluş varken değişiklikten sonra bu kaldırılmıştır.
Bu müdürlük, MAH örgütü ile ilişkileri düzenleyen protokolün uygulaması ile görevliydi. Bu düzen, 1965 yılında Milli İstihbarat Teşkilat Kanununun çıkarılmasına kadar devam etmiştir. 1965 yılında MAH, MİT’e dönüşmüştür. Bu yasa 1983 yılında ömrünü tamamlamış ve yeni Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu yürürlüğe girmiştir.
644 sayılı yasanın 9 uncu maddesinde “Genel zabıtaya tanınmış olan hak ve yetkilerin, bu kanunda yazılı görevlerin yerine getirilmesi sırasında MİT mensuplarından kimlere tanınacağı MİT’çe hazırlanıp Başbakan tarafından onaylanacak talimatla belirtilir” denilmektedir. Halen yürürlükte olan 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6’ncı maddesi son fıkrası da “Bu kanunda yazılı görevlerin yerine getirilmesi sırasında genel zabıtaya tanınmış olan hak ve yetkilerin MİT mensuplarından kimlere tanınacağı yönetmelikte belirtilir” denilmektedir. MİT Kanununda da yer alan bu hüküm kuşkusuz hukuka tamamen aykırıdır. Bilindiği gibi ülkemizde genel zabıta polis ve jandarmadır. Bu güçlerin önde gelen özelliği de devlet adına zor kullanma yetkisine sahip olmalarıdır. Böyle bir yetkiyi, o sıfatı yasal olarak almamış kimselere Başbakan onayı ile vermenin hukuk kuralları ile açıklanabilmesi olanaksızdır. İstihbaratçıya genel zabıta hak ve yetkileri verilmesinin istihbarat tekniği bakımından da açıklanabilmesi düşünülmez.
Genel zabıta olarak istihbarat konusunu irdelersek öncelikle şunu belirtelim ki, Emniyet Teşkilatı Kanununa göre “Memleketin umumi emniyet asayiş işlerinden dâhiliye vekili mesuldür.”
Dikkat edilecek husus, memleketin umumi emniyet ve asayişinden İçişleri Bakanlığı değil, doğrudan Bakanın sorumlu olmasıdır. Oysaki bugün, Bakanla emniyet genel müdürlüğü arasına müsteşar, müsteşar yardımcısı gibi bazı kademeler girmektedir. İlaveten Bakanın, emniyet ve asayiş işlerini “Kendi kanunları dairesinde hareket eden Emniyet Umum Müdürlüğü ile Umum Jandarma Komutanlığı” vasıtasıyla yürüteceği yasa hükmüdür. Oysa ki uygulamada emniyet genel müdürlüğü, İçişleri Bakanlığının bir genel müdürlüğü görünümündedir.
Kendi teşkilat kanunu, kendi vazife ve salahiyet kanunu ve dahi kendi bütçe kanunu olan bir genel müdürlük, kuşkusuz İçişleri Bakanlığının genel müdürlüğü olarak düşünülemez.
İstihbarat açısından konuya bakarsak hemen söyleyelim ki; 3201 sayılı Emniyet Teşkilat Kanununda istihbarat sözcüğüne rastlamak olanaksızdır. O zamanın şartlarına göre Emniyet Teşkilat Kanunu hazırlanırken tek istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet ile polisin ilişkisi, emniyet genel müdürlüğü merkez teşkilatında kurulan Önemli İşler Müdürlüğü aracılığı ile düzenlenmiştir. Bu müdürlüğü profesyonel anlamda bir istihbarat örgütü olarak kabullenebilmek olanaksızdır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası o zamanlar İl Emniyet Müdürlükleri kuruluşunda, birinci şube adı ile isimlendirilmiş siyasi şubelerde, istihbarat eylemi sayılabilecek bazı olaylar gözlenebilmiştir. 1965 yılında günün şartlamaları sonucu Önemli İşler Müdürlüğünde istihbarat hizmeti vermeye doğru bir gayret görülmüştür. O zaman bu bölümün başında bulunan şimdi rahmetli Turhan ŞENEL’in gayretleri çok önemlidir.
Nihayet 1985 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanununa 3233 sayılı yasa ile eklenen 7 nci madde ile belirli konularda ve ülke seviyesinde olmak üzere istihbarat faaliyetinde bulunma yetkisi verilmiştir.
Yukarı bölümlerde nasıl ki istihbaratçıya genel zabıtanın hak ve yetkilerinin verilmesinin doğru olmadığını belirttiysek, burada da genel zabıtaya istihbarat görevi verilmesinin doğru olmadığını ve hatta çok yanlış olduğunu işaret etmek zorunluluğu vardır. Konuyu biraz açıklamak gerekirse, muhbir ile ajan arasındaki fark bilinmelidir. Zabıta, muhbir ile ilgilidir. İstihbarat hizmetlerinde ise ajan, vazgeçilmesi olanaksız bir öğedir.
Ajan, bir servisin denetimi altında olan kişidir. Şayet ajan, iki ayrı servisin denetimine girmiş ise duble ajandır.
İstihbarat hizmetlerinde ajan yönlendirme ve yönetimi ayrı bir uzmanlık konusudur. Polis, zor kullanmakla yetkili bir güçtür. Gözaltına alır, arama yapar, sorguya çeker. Yani yasalardan aldığı yetkileri vardır. Eğer polise ajan kullanma yetkisi verirseniz polis, o yetkilerle ajanı mertebe mertebe yükseltir. İşte o zaman o ajan, provokatör ajan olur.
Ayrıca zabıta bir bakıma, idari görevi bakımından İdare ile, adli görevi bakımından Cumhuriyet Savcılıkları ile temas halindedir. Buna ilaveten jandarmanın asker kişiliğinden askeri makamlarla ilgisi vardır. İstihbarat hizmeti, bu kadar çok başlılığı kaldırmaz. Bugün tek yasal ve profesyonel istihbarat örgütü olan MİT ile İçişleri Bakanının istihbarat örgütü olarak kabul etmemiz gereken Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı arasında denge bozukluğu da vardır. MİT, Başbakana bağlı bir Başbakanlık Müsteşarlığıdır. MİT Müsteşarı, doğrudan Başbakanla görüşür.
Emniyet Genel Müdürlüğünde ise istihbarat hizmetleri bir Daire Başkanlığı statüsündedir. Daire başkanı, aldığı bir konuyu önce emniyet genel müdür yardımcısına, sonra genel müdüre, oradan müsteşar yardımcısına ve müsteşara sunacaktır. Bütün bunlardan sonra konu Bakana iletilmiş olacaktır. Bu hiyerarşik kademeleşme sonrası bir de aksaklık olursa daire başkanı görevden alınacaktır.
O istihbarat notunun, eline geçmesi gereken kişinin eline geçinceye kadar, daire başkanlığının üst kademeleri o notu tasvip etmeden mi göndermişlerdir? Nitekim bir banka ihalesi ile ilgili notun, bir müddet önce istihbarat başkanının görevden alınması ile sonuçlandığını kamuoyu basından öğrenmiştir.
Yasaların boşluklarından veya yönetim hatalarından dolayı, kişileri suçlamak hukuk ilkeleriyle bağdaşmaz. İstihbarat hizmeti veren MİT mensupları da, polis olarak istihbarat görevi yapanlar da aynı sorumluluk duygusunu taşımaktadırlar.
Polis kadrosunda istihbarat görevi üstlenmiş emniyet mensuplarının, çalıştıkları il merkezinde veya ilçede görevlerini yerine getirirken görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı, haklarında cezai takibat yapılması Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanuna göre, ilde vali, ilçede kaymakam iznine bağlıdır.
MİT mensupları hakkında ise aynı kanuna göre, ilaveten MİT Kanununun 26’ncı maddesine dayanılarak takibat yapılabilmesi, Başbakanın iznine bağlıdır.
Sonuç olarak, ülkemizde bir istihbarat karmaşası vardır. Ülkelerde, bir tek istihbarat kuruluşu da sakıncalıdır. Çünkü yönetim sadece o kuruluşa inanmak zorundadır. Onun için birbirinden ayrı iki istihbarat kuruluşu kullanılır. Bugün için ülkemizde bir iç istihbarat kuruluşu yoktur. Nitekim MİT Müsteşarı iken istifa eden Sayın ATASAGUN’un görevde bulunduğu dönemde, bu hususa işaret ettiği basında görülmüştür.
Bugün için çıkarılacak bir kanunla doğrudan İçişleri Bakanına veya bir devlet bakanına bağlı, Müsteşar seviyesinde bir İç İstihbarat Başkanlığı kurulmasında zorunluluk vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı bu kuruluşun çekirdeğini oluşturabilir.
EÖ: Sayın Müdürüm, polis olarak bize, emniyet ve asayişin sağlanması yönünde görüşlerinizi açıklar mısınız?
Ülkemizin emniyet ve asayiş sorununun kaynağını, jeopolitiğimiz oluşturur. Bilindiği gibi jeopolitik; bir devletin, devletler grubunun veya bölgedeki devletlerin mevcut coğrafi platform üzerinde güç değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç merkezlerini inceleyen, değerlendiren, hedefleri ve bu hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştıran, ortaya koyan bir ilimdir, diye tanımlanmaktadır.
Bu çerçeve içerisinde olaya bakarsak, bölgemizin sosyo-ekonomik ve demografik yapısındaki karmaşanın ülkemizin yakın çevresinde HASSAS bir durum yarattığını görürüz.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin dağılmasından sonra bu hassasiyet daha da artmıştır. Yakın geçmişte sadece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile komşuluk söz konusu iken bugün onun yerini Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan almıştır. Mevcut olan komşularımız İran İslam Cumhuriyeti, Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ile sınır komşumuz on devlet olmuştur.
Bu ülkelerde etnik bakımdan farklı 6 ırk (Türk, Ermeni, Helen, Slav, Acem ve Arap) yaşar ve en az sekiz farklı lisan konuşulmaktadır. (Türkçe, Rusça, Ermenice, Farsça, Arapça, Yunanca, Bulgarca ve Romence)
Farklı dini inançlara ve geleneklere sahip olan bu toplumlar zaman zaman birbirleri ile çatışan ideoloji ve ihtiraslara sahip siyasi rejimlerden kaynaklanan TEHDİT olarak yansımaktadır.
Ülkemiz aynen bir deprem kuşağı gibi bir tehdit kuşağı üzerindedir.
Nitekim Ruslarla çatışan Çeçenler davalarını dünya kamuoyuna duyurabilmek için Trabzon’dan Rusya’ya yolcu taşıyan feribotu kaçırmışlardır. Başka bir zamanda ise, İstanbul’da otel basıp otel personeli ile otelin müşterilerini rehin almışlardır.
Bir tarihte de Filistin Kurtuluş Örgütleri, İstanbul Yeşilköy’de havaalanını basıp, İsrail’e gitmek üzere yolcu salonunda bekleyen Yahudilere karşı silahlı eylem gerçekleştirmiş, cinayet işlemişlerdir.
Yine Filistin örgütleri Ankara’da Mısır Büyükelçiliğini basarak, Mısırlı diplomatları rehin almışlardır. Bu olayda sefareti korumakla görevli bir polis memurumuzla bir bekçimiz şehit olmuş, sefaretten kaçmak için pencereden atlayan bir Mısır’lı diplomat öldürülmüştür.
İran’da Şah rejimi bir ihtilalle devrilirken İran’dan Türkiye’ye kaçıp, uluslararası kurallara uygun olarak mülteci kişiliği ile yurdumuzda oturan İranlılara, İran’da iktidarda olan, İran İslam Cumhuriyeti kişilerince öldürme ve kaçırma eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Bu tip örnekleri daha da çoğaltabilmek olasıdır.
Örnek olarak gösterdiğimiz bu olayda açıkça görülüyor ki etki altına alınması istenen ülke Türkiye değildir. Etkilendirilmesi istenen ülkeye karşı operasyon Türkiye’de gerçekleştirilmiştir.
Doğrudan Türkiye’yi hedefleyen terörist örgütlerin başında, Ermenilerin oluşturduğu örgütler gelmektedir.
Ermeni terörist örgütlerin Türkleri hedefleyen eylemlerini 1890 yılından başlatabilmek olasıdır. Ermenilerin bu eylemleri Osmanlı İmparatorluk yönetimince denetim altına alınmıştır.
1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı sonunda bu terörist Ermeni örgütler, Osmanlı yönetiminde sorumluluk taşımış bazı Türk siyasetçilerini öldürmekle varlıklarını sürdürdüklerini ortaya koymuşlardır.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 27 Ocak 1973 günü Amerika Birleşik Devletlerinde, Kaliforniya eyaletinin Santa Barbara kentinde Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile yardımcısı Bahadır DEMİR, Mıgırdıç Yanıkyan adlı Ermeni asıllı bir Amerikalı tarafından şehit edilmişlerdir.
Bunu takiben;
22 Ekim 1975 tarihinde Viyana Büyükelçimiz Daniş TUNALIGİL,
24 Ekim 1975 tarihinde Paris Büyükelçimiz İsmail EREZ ve şoförü Talip YENER,
16 Şubat 1976 tarihinde Beyrut’ta Maslahatgüzarımız Oktar CİRİT,
9 Haziran 1977’de Roma’da Vatikan Büyükelçimiz Taha CARIM,
2 Haziran 1978 tarihinde Madrid’de Büyükelçimiz Zeki KUNARALP’in eşi Necla KUNARALP ile ağabeyi emekli büyükelçilerimizden Beşir BALCIOĞLU ve sefaretin resmi şoförü İspanyol vatandaşı Antunio TERRES,
12 Ekim 1979 tarihinde de La Haye Büyükelçimiz Özdemir BENLER’in 27 yaşındaki oğlu üniversite öğrencisi Ahmet BENLER şehit edilmişlerdir.
Bu altı olayın ön incelemelerini yapmak ve o ülkelerin emniyet örgütleri ile temas kurmak üzere o ülkelere ben gönderildim.
Devam eden sürelerde, Ermeniler kendilerini o kadar güçlü gördüler ki, Türkiye’de de silahlı eylemler gerçekleştirebileceklerini zannettiler ve 7 Ağustos 1982 günü iki Ermeni terörist Ankara’da Esenboğa Havaalanını bastı. Bu baskında üç güvenlik görevlisi ve altı vatandaşımız şehit olurken üç yabancı öldü. 82 kişi de yaralandı. Olay sırasında teröristlerden biri öldürüldü. Diğeri de yakalanıp yargılandıktan sonra idam edildi.
16 Haziran 1983 günü de İstanbul Kapalıçarşı’da otomatik silahla halkın üzerine ateş açan ve el bombaları atan bir Ermeni terörist, iki kişinin ölümüne, 21 kişinin yaralanmasına sebep olduktan sonra olay yerinde öldürüldü.
Ermeni ASALA Örgütü, ülkemiz dışındaki diplomatlarımıza karşı, insanlık dışı alçakça saldırılarını 1985 yılına kadar sürdürmüştür.
Ermeni terörist örgütlerinin eylemlerini sürdürdükleri süreçte, Kürt terörist örgütleri ve Kıbrıs’la ilgili Rum terörist örgütleriyle olan ilişkilerini de gözden uzak tutmamak gerektir. Ermeni terörist örgütler dünyanın tüm yarım küresindeki ülkelerde, Türk diplomatlarına karşı silahlı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Arkasında devlet desteği olmayan hiçbir terörist örgütün bu kadar geniş bir alanda bu tip silahlı eylemler gerçekleştirebilmesi olanaksızdır.
Bazı ülkeler, parlamentolarından geçirdikleri kararlarla, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Birinci Dünya Savaşında, savaşın gerçeği olarak gerçekleştirilen tehcir (zorunlu göç) olayını, soykırım olarak kabul ederek ‘soykırım değildir’ demeyi, milli yasaları ile suç kabul edip hapis cezası ile cezalandırmışlardır.
Ülkemizde ise, soykırım olduğu hiçbir surette kanıtlanmamış olayın ‘soykırımdır’ diye isimlendirilmesi bir yana, savunulması dahi suç değildir.
Unutulmamalıdır ki, ülkelerde neyin suç olduğuna, neyin suç olmadığına karar vermek egemenlik hakkıdır.
Birinci Dünya Savaşına Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında girmiştir. Her iki devletin silahlı kuvvetleri ortak bir merkezi yönetimle yönlendirilmekteydi. Savaşan Osmanlı birliklerinde Alman subaylar vardı. Hatta bazı Osmanlı birliklerinin komuta kademesini Alman generaller üstlenmiştir.
Ermeni olayına en iyi tanık olması gereken kaynak Alman arşivleri olması gerekirken bu husus hiç göz önüne alınmadan Alman Federal Parlamentosunun Ermeni soykırımını bir kararla kabullenmesi anlaşılır gibi değildir.
Jeopolitiğimizden kaynaklanan ülkemizin milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bir tehdit de; Güneydoğu Anadolu’da yaşanan karmaşadan gelmektedir.
“Kürt sorunu” olarak isimlendirilmek istenen bu karmaşanın değişik açılardan değerlendirilmesi zorunludur.
Öncelikle belirtelim ki;
Kürt, Kürtçü ve Partiya Karkeran Kürdiya (PKK) birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Konuya “Kürt sorunu” olarak yaklaşacak olursak, bunun ülkemizin bir iç işi olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Bugün Kürt diye tanımladığımız toplum Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de dağınık durumda yerleşik bir topluluktur.
Bu toplulukta egemenlik fikrinin ilk defa Yavuz Sultan Selim’in ÇALDIRAN zaferinden sonra doğduğuna tanık olunmaktadır.
O zamanlar Şiilik, İran’dan Osmanlı İmparatorluğu nüfuz sahalarına doğru sızma ve gelişme göstermekteydi.
Bu durumun İmparatorluk otoritesini zedeleyeceğini kestiren Yavuz Sultan Selim bu ayırıcı cereyanın ileride idaresi daha güç istenmeyen durumlar yaratmasını önlemek ve İmparatorluğun doğu sınırlarını güven altına almak amacıyla Çaldıran seferine çıkmıştır.
Bir diğer anlatımla Çaldıran seferinin ana esprisi, fütuhattan ziyade politik amaçlıdır, diyebilmek yanlış olmaz.
Zaferin kazanılmasından sonra ordusunun İstanbul’a çekilmesi karşısında, doğuyu güvenlikten yoksun bırakmak istemeyen Yavuz Sultan Selim, hem güvenlik için, hem de Şiiliğin söndürülmesi için, doğuda nüfuz ve otorite sahibi olan aşiret reislerine bazı ayrıcalıklar tanıdı.
Böylece bu aşiretler İran’a karşı tampon güçler olarak kullanılmıştır.
İran’ın nüfuzu altında iken kendi başına buyruk bir yaşama alışmış olan aşiretler, doğunun Osmanlı yönetimine girmesinden sonra İran idaresindeki hoşgörüyü bulamamışlar, fakat Yavuz Sultan Selim’in güçlü otoritesi ve devletin kudreti karşısında zararsız şekilde yaşamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunun zayıflama ve çökme devrinin başlaması ile bugün “dış güçler” dediğimiz bazı kuvvetlerin de işe karışması sonucu, devlete itaatsizlik ve isyanlar başlamıştır.
Kürt isyanlarını; Cumhuriyet öncesi Osmanlı İmparatorluğu devrindeki isyanlar (ki bunun içerisinde Meşrutiyet dönemindeki isyanlarda dahildir.) ve Cumhuriyet devrindeki isyanlar olarak iki ayrı bölüme ayırmak olasıdır. Kurtuluş Savaşının kazanılması ile Türklerin uluslaşması (millet olması) tamamlanmış ve Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşması olmuştur. Lozan Antlaşmasında EKALLİYETLER (AZINLIKLAR) konusunda hükümler bulunmasına karşın azınlıklar arasında Kürtlerden söz edilmemektedir.
Türk devletine yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ve Türk devleti milli bir devlettir. Bu çerçeve içerisinde kim olursa olsun herkes Türk vatandaşıdır.
Kürtçülük konusuna gelince; Türkiye Cumhuriyeti devleti dışında ayrı bir Kürt siyasi otoritesi düşünenler ki bu husus Türkiye’nin bir iç işi değildir.
Yukarıda kısaca izah ettiğimiz gibi Kürtler, toprak bakımından; Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye ile ilgilidir. Konu, yeni bir devlet kurulması ise, Birleşmiş Milletlerle ilgilidir. Böyle çapraşık bir konuyu, Türkiye’nin iç işi olarak kabul etmek olayın önemi ile dengeli değildir. Bir devlet kurulması fikri, çoğunluğu Arap olan bölge devletlerinin hoşgörüyle karşılayabilecekleri bir konu değildir. Zira kurulması düşünülen bir Kürt devleti bu bölgedeki devletlerden toprak isteğinde bulunacaktır. O zaman olayı bölgede Araplara düşman bir devletin hangi devlet veya devletlerin faydalanmasına uygun düşeceği açısından değerlendirmek, bölgede cereyan eden olayların aydınlanmasına yardımcı olacaktır. Bugün Irak’ta cereyan eden olaylar dikkatle izlenmelidir.
Türkiye’de Cumhuriyet devrindeki Kürt isyanlarının son bulmasından sonra Kürtçülük, ekonomik değişimler ve psikolojik etkenler göz önünde bulundurularak ‘Doğu sorunu’ olarak siyasi platforma getirilmiş ve kısa bir süre sonra, sorunun yalnızca ekonomik bir sorun olmayıp aynı zamanda bir ‘Halklar sorunu’ olarak takdimine başlanmıştır.
Hakikatte HALKLAR sözcüğü MİLLİYETLER sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Bilindiği gibi kamu hukukunda Milliyetler Kuramı; “Bir millet teşkil edecek derecede tekâmül etmiş her kavmin, bir siyasi toplum halinde yaşamak hakkını meşru olarak isteyebilmesi” diye tanımlanmıştır.
Milliyet; dil, ruhsal şekillenme ve toprak birliğinden oluşur. Bu üç öğeye İktisadi Yaşantı Birliği eklenirse ancak o zaman “Millet” tanımı ortaya çıkar. Halk sözü, millet (ulus) anlamına gelmez. Bütün bu kısa izahtan sonra Kürt halkının, Kürt milleti anlamına gelmediğini söylemek doğrudur. (Anayasa Mahkememizin görüşüdür.)
Ayrı bir devlet kurulması konusunda teorik olarak isyan edecek bir kavmin toplanması yani bir araya gelmesi lazımdır. Türkiye’de ise durum tam aksidir.
Türkiye’de ekonomik şartların zorladığı doğudan batıya bir göç vardır. Bugün İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Ankara, Konya gibi illerimizde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız, doğuda yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızdan nüfus bakımından daha az değildir.
Misakı Milli sınırlarımız içinde ayrı bir milliyet söz konusu değildir. Türkiye’de yaşayan Türkler ve Kürtler vatandaşlar olarak aynı anayasal haklara sahiptirler.
Kürtçü olanlar, Kürtleri Türkiye bünyesinde “Millileştirme” (Ulusallaştırma) mücadelesi vermektedirler. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Türk Milletine tanıdığı anayasal haklardan başka bazı ‘demokratik özlem ve istekler’ ileri sürerek bir azınlık yaratma gayretiyle hareket etmektedirler.
Bu çalışmalar zaman içerisinde Kürdistan Demokrat Partisi (Partiye Demokrata Kürdistana Tırkıya) diye bir parti faaliyetine dönüşmüş ve bu parti 27 Ocak 1968 tarihinde açığa çıkarılarak kapatılmıştır.
Bundan sonra Kürtçü grup Devrimci Doğu Kültür Ocakları adıyla bir kuruluş gerçekleştirmiş ve bu kuruluş Türkiye İşçi Partisi tarafından da desteklenip işbirliğine gidilmesi üzerine, Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkememizce 20 Temmuz 1971 günü Kürtçülük faaliyetinden dolayı temelli kapatılmıştır.
Bundan sonra Kürtçü grup Halkın Emek Partisi (HEP) ve Demokratik Halk Partisi (DEHAP) gibi isimlerle Türk siyasi hayatında siyasi bir parti olarak yer alma gayreti içine girmiştir.
Türkiye’de yapılan bu çalışmalara paralel olarak konuyu, uluslararası platforma takdim edebilme çabaları da Kürtçü grubun bir diğer eylem alanını oluşturmuştur.
Bunun için de değişik ülkelerde, demokratik sivil örgütler benzeri birçok kuruluşlar kurmuşlardır.
Örneğin;
1. Federal Almanya Kürdistan İşçi Dernekleri Federasyonu (KOMKAR)
2. Kürdistan Ulusal Kurtuluşları (KUK)
3. Almanya Kürdistan Yurtsever İşçi Kültür Birlikleri Federasyonu (FEYKA)
4. Fransa Kürdistan Yurtsever İşçiler Derneği
5. İsveç Demokrat Kürt Dernekleri Federasyonu
6. Irak Kürdistan Demokrat Partisi
7. İran Kürdistan Demokrat Partisi
Fevkalade az bir bölümünün sadece isimlerini yazdığımız bu kadar dağınık ve karmaşık örgütlenmenin sebebi, Kürt kavminin millet teşkil edecek derecede olgunlaşmamasındandır.
Kürt kavminde lisan birliği yoktur.
1897 yılında Rusya Petersburg Akademisi tarafından yayımlanan Kürtçe-Rusça-Almanca sözlükte Kürtçe; Türkçeden, Farsçadan, Arapçadan, Çerkezceden, Gürcüceden ve Keldaniceden oluşan 8307 kelime olarak gösterilmiştir.
Bununla birlikte Kurmanci, Kelhuri ve Goran diye birbirinden farklı üç lehçesi vardır.
İlaveten Kürtlerin belirli bir alfabeleri de yoktur.
Türkiye’de yaşayanlar Türk; Azerbaycan ve Ermenistan’da yaşayanlar Rus; İran, Irak ve Suriye’de yaşayanlar ise Arap alfabesini kullanmaktadır.
Kürt kavmi dini bakımdan da Mavi Kürtler, Sünni Kürtler ve Yezidi Kürtler diye üç büyük cemaate bölünmüşlerdir.
Tüm bu olumsuzluklara karşın istedikleri bir şekilde oluşumun gerçekleştirilebilmesinin olanaksızlığını anlayan bir grup Kürtçü, bu defa terörizm yolu ile amaçlarını gerçekleştirebilecekleri hayaline kapılmışlardır.
Bu amaçla 1978 yılında ülkemizdeki bir kısım Kürtçüler MARKSİST ideolojiyi temel olarak kabul eden Partiya Karkeran Kürdiya (Kürdistan İşçi Partisi) kısaca (PKK) adında bir örgüt kurmuşlardır.
Ülkemizde kurulan bu örgütün yönetici kadrosu bir süre sonra Suriye’ye geçmiştir.
Yurt dışında İran, Irak, Suriye özellikle Lübnan’ın toprağı olup o tarihte Suriye’nin denetimindeki Bekaa Vadisinde kamplar kurup silahlı militanlar, bir bakıma teröristler yetiştirmişlerdir.
Örgüt, 1978 yılından başlayarak ülkemizde özellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ateşli silahlar değil de kaleşnikof, mayın, roketatar gibi hafif harp silahları kullanarak bir terör dönemi başlatmıştır. Bu dönemi bugün de eylemleriyle sürdürmektedirler.
Bilindiği gibi “terör” sözcüğü ilk defa 1789 Fransız İhtilali sırasında Jacobenlerin sultası döneminde siyasi idamlarla dolu geçen zamana verilen isimdir.
The American College Dictionary terörü; yoğun, keskin, üstün korku olarak tanımlar. Bir grubun üstünlük sürdürmek veya üstünlüğe kavuşmak için kullandığı dönemdir.
Webster Sözlüğü ise; yoğun korku, yoğun korkuya sebep olan bir kişi veya şey olarak tanımlar. Bir ihtilal sırasında siyasi idamlarla nitelenen dönemdir.
Yani terör sözcüğü bir zaman sürecini tanımlar.
Terörizm ise, çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Çünkü terörizm hangi açıdan bakılırsa bakılsın sonunda suçtur. Suçun ise millilik öğesi vardır. Bir diğer anlatımla ülkede neyin suç olduğuna veya neyin suç olmadığına karar vermek, o devletin egemenlik hakkıdır.
Onun içindir ki terörizmin tanımı konusunda, uluslararası bir uyum sağlanamamıştır.
Fransız ihtilalinde, Jacobenlerin sultası döneminde siyasal baskı ve sosyal kontrol aleti olarak kullanılan devlet eylemi ile eş anlamda kullanılmıştır.
Terörizm, konuyla ilgili uzmanlarca çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bir tanımlamaya göre terörizm; “Savaş ve diplomasi ile elde edilemeyen sonuçlar elde etmek için yapılan şiddete dayalı eylem veya eylemlerdir.”
Bazı uzmanlara göre ise; “Bir azınlığın iradesini, dehşet yolu ile milli iradeye kabul ettirmeye çalışmasıdır. Totaliter bir silah, bir strateji olup, milli hâkimiyetin tecelli ettiği demokrasileri yıkmak isteyerek milli egemenliğin düşmanlığını temsil eder.”
Bir diğer tanımlamaya göre terörizm; “Bir siyasi silah veya politika olarak korkutmak veya itaat ettirmek için terör döneminde dehşetin kullanılmasıdır.”
Bir başka tanımlamaya göre ise; “Bir örgütün kabul ettiği politikasının mevcut hükümetçe yürütülmesini sağlamak için yasadışı şiddet kullanılmasıdır.”
Bu tanımlamaları daha da çoğaltmak olasıdır.
Terörizm, konunun uzmanları tarafından çok değişik şekillerde tanımlanırken 1973 tarihli Kuzey İrlanda, Olağanüstü Durum Hükümleri Kanunu (Emergency Provısıon Act) terörizmi hukuki olarak, “Halka veya halkın herhangi bir sektörüne korku salmak için şiddet kullanmak” diye saptamıştır.
Aynı şekilde, Amerika Birleşik Devletleri Karışıklıklar ve Terörizm Hakkında Görev Kuvveti Yasasında terörizm; “Bir taktik veya tekniktir ki, bunun vasıtasıyla bir şiddet eylemi veya şiddet tehdidi zorlayıcı amaçlar için ezici korku yaratmak asıl maksadı için kullanılır” diye anlatılmıştır.
PKK, hangi tanıma göre değerlendirilirse değerlendirilsin, tamamen terörist bir örgüttür.
Tüm güvenlik güçlerimiz yasalardan aldıkları yetki ile hayatları karşılığı görevlerinin gereğini yapmaktadırlar. Bu durum halen devam etmektedir.
Fakat olayların başından beri örgütün kökü ülkemizin dışında olduğundan işi sonuçlandırmak mümkün olmamıştır.
O zaman bu ülkelerin hukuki durumlarını gözden geçirmekte zorunluluk vardır.
3 Temmuz 1933 günü Londra’da Türkiye, Estonya, Letonya, Lehistan, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, İran, Afganistan Devletleri arasında,
4 Temmuz 1933 günü ise yine Londra’da Türkiye, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çekoslovakya, Yugoslavya arasında imzalanan mukavelede tecavüzün tarifi ikinci maddenin beşinci fıkrasında, “Arazisinde teşekkül ederek diğer bir devletin arazisini istila eden müsellah çetelerin himaye edilmesi veya istila edilen devlet tarafından, vaki talebe rağmen bu çeteleri muavenet veya himayeden mahrum bırakmak için kendi arazisinde iktidarı dahilinde olan bütün tedbirlerin ittihazından imtina olunması” denilmek suretiyle saldırının tanımı yapılmıştır.
Bu anlaşmalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 23 Aralık 1933 günü 2357 ve 2358 sayılı yasalarla onaylanmıştır.
Bundan sonra, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun uluslararası hukuki komisyonu 1950 yılında, saldırının tanımının yapılması konusunu ele almış ve Genel Kurulda 14 Aralık 1974 günü yapılan toplantıda komisyonun yapmış olduğu tanımda görüş birliği sağlanmıştır.
Genel Kurulda kabul edilen metnin üçüncü maddesinde saldırı sayılacak eylem ve tutumlar sağlanmıştır.
Metnin (G) fıkrasında da saldırı; “Bir devletçe ya da bu devlet adına bir başka devlete karşı çeteler ya da paralı askerler gönderilmesi ya da böyle bir harekete önemli bir biçimde karışılması” olarak tanımlanmıştır.
Bu uluslararası anlaşmalar ve hukuki belgeler karşısında, İran, Suriye ve Irak’taki işgal kuvvetleri komutanlığı, Türkiye bakımından saldırgandır. Çünkü PKK onların egemen olduğu ülkelerde yaşamaktadır.
Bir bakıma, saldığı terörizmi kullanıyor diyebilmek olasıdır.
Bu çerçeve içerisinde, PKK’nın başı Abdullah Öcalan, Amerika Birleşik Devletleri güçlerince yakalanıp, Türk güvenlik güçlerine bazı şartlarla teslim edilmiş ve Türkiye’ye getirilip Türk yargısı tarafından yargılanarak Türk yasaları gereğince cezalandırılmıştır. Dönemin Başbakanının basında “Amerikalıların Abdullah Öcalan’ı bize niye teslim ettiklerini anlayabilmiş değilim” şeklinde beyanı yer almıştır. Bu beyan olmamış olsaydı dahi Abdullah Öcalan’ın Amerikalılar tarafından Türk yetkililere tesliminin değişik cepheleriyle irdelenmesinde zorunluluk vardır.
EÖ: Sayın Müdürüm, ülkemizin çevresinden kaynaklanan tehditlerin bir bölümüne işaret ettiniz. Jeopolitiğin tanımını yaparken söz konusu edilen güç merkezlerinin oluşturdukları tehditlerden de özet olarak bahseder misiniz?
Jeopolitik uzmanları stratejik hedeflerine varmak için dönemlerinin genel yapı ve şartlarına uygun tehditleri, etkili bir biçimde üretip uygulayabilme olanak ve yeteneğine sahip devletleri güç merkezleri olarak tanımlarlar.
Bu devletler ürettikleri tehdidin kaynağını saptırarak görünen olaylara dayandırırlar. Aynen geçmiş zamanlarda din ve etnik yapıya dayandıkları gibi. (Örneğin Haçlı seferleri veya Panislavizm akımı)
Zaman içerisinde güç merkezlerinin bu uygulamalarında değişiklik görülmüş, bu kere sosyo-ekonomik ve siyasi etkenlerle bütünleşen ideolojiler uygulamaya konulmuştur. (Komünizm, faşizm ve teokrasi gibi akımlar)
Günümüzde ise terörizm kullanılmaktadır.
EÖ: Bu anlattıklarınıza göre bir genel değerlendirme yapar mısınız?
Jeopolitik uzmanlarının her zaman tanımladıkları gibi, ülkemizin jeopolitiğini hem değeri ve hem de kaderi oluşturur. Bu sebepten Türkiye öyle bir ağaçtır ki büyüdükçe budanacak, kurudukça sulanacaktır.
Bu çerçevede ülkemiz, tarih sahnesinde devlet olarak yerini aldığı günden beri değişik kaynakların terörist eylemlerine hedef olmuştur. Terörist eylemler ülkemizde daimilik ve süreklilik sergilemektedir.
Ülkemiz terör süreci yaşamaktadır.
Bu süreç dün vardı, bugün de var, yarın da olacaktır.
Ülkemizde terörizmi uygulayan odakları;
1. Aşırı sol, komünist
2. Aşırı sağ
a. Irkçı
b. Dinci şeriat tarafları
3. Bölücü Kürtçü
4. Yurt dışında örgütlenip ülkemizi doğrudan hedefleyen ASALA gibi örgütler
5. Yurt dışında örgütlenip doğrudan ülkemize karşı değil de bazı ülkelere karşı, Türkiye’de eylem koyan EL-FETİH ve EL-KAİDE gibi örgütleri sayabiliriz.
EÖ: Sayın Müdürüm, açıkladığınız bu çerçeve karşısında güvenlik güçlerimizin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın ÖZDEMİR, ülkemizin güvenlik durumu anlattıklarımız kadar kısa ve basit değildir. Ben sadece zamanın el verdiğince çok basit olarak bazı noktalara temas ettim. Fakat yıllardan beri, terör süreci yaşanan ülkemizde güvenlik güçlerimiz Atatürk ilkelerine bağlı, halkın hizmetinde, yasalarla sınırlı olarak hükümet emrinde, ülkenin güvenliğini sağlamak için tüm güçleriyle çalışmaktadırlar.
Genel zabıta olarak güvenlik güçlerimizin temelini oluşturan jandarmamız ve polis gücümüz, özellikle küreselleşen dünya koşulları ve teknolojinin doğa yasalarını denetimi altına alabilecek gelişmesiyle görevlerini yapabilmekte büsbütün zorlanmaktadırlar.
Seksen üç yaşını kutlamakta olan Cumhuriyetimiz, bu yaşam süresince ülkenin değişik yörelerinde ve değişik sürelerde ilan edilmiş, on dört sıkıyönetim, yirmi yılı aşkın süreyle iç güvenlik sorunundan kaynaklanan olağanüstü hâl ile yönetilmiştir.
Yine iç güvenlik sorunlarından kaynaklanan dört askeri müdahale yaşanmıştır. Özetlersek seksen üç yıllık Cumhuriyetimizin her beş gününün iki günü olağan olmayan yönetimlerle yönetilmiştir.
Ülkemizde iç güvenlik sistemimizin düzenlenme zorunluluğu her günden fazla kendini göstermektedir. Hatta geç kalınmıştır denebilir. Özellikle polis örgütümüz mutlak en kısa zamanda düzenlenmelidir.
Fakat geniş kapsamlı ve yaşamsal önem taşıyan bu konu ayrı bir yazım konusu olmalıdır.
EÖ: Sayın Müdürüm, bu anlattıklarınızla bizi oldukça aydınlattınız. Size teşekkür eder, esenlikler dilerim.
Sayın Erol Özdemir, size ve aracılığınızla tüm güvenlikçilere başarı, sağlık ve mutluluklar dilerim.
VAHDET ERDAL İLE SÖYLEŞİ
12 İLDE 21 YIL İL EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ
ve
AYNI ÖZEL SEKTÖRDE 26 YILDIR DEVAM EDEN İŞ HAYATI
Yazımızın başlığı, Sayın Müdürümüz Vahdet Erdal’ı tanıtmak adına, tarafımızdan özellikle kurgulandı. Kütahya, Uşak, Rize, Çanakkale, Kahramanmaraş, Bursa, Eskişehir, Giresun, Muğla, Antalya, Diyarbakır, Kocaeli.
Tam 12 il.
Özel bir araştırma yapmadık. Ama polis koleji ve polis akademisinin açıldığı tarihten beri bu kadar ilde, il emniyet müdürlüğü yapan başka bir meslektaşımızın olabileceğini düşünemiyorum.
Bir yazının başlığı bu kadar uzun olmalı mıydı?
Evet. Kolaycı bir yöntem seçtiğimizin farkındayım.
Ama nasıl birini anlattığımızı, sizlerle, baştan paylaşmalıydık diye düşündüm.
O, gerçek bir istikrar abidesiydi.
80’li yaşlarındaydı. Giyimiyle ve onu tamamlayan papyonuyla, hâlâ bir görev adamı portresi çiziyordu.
Özel sektördeki sürekliliği dikkatimizi çekti.
Sanki “12 ildeki emniyet müdürlüklerim rastlantısal değil” dercesine.
Söylenecek fazlaca bir şey yoktu.
Bu denli saygın bir istikrar abidesini biraz daha yakından tanımak ve 1938’lerden berisinin Türkiye’sini onunla yaşamak bizim için bir şanstı. Hemen sorularımıza geçtik.
Erol ÖZDEMİR: Sayın Müdürüm, bize kendinizi tanıtır mısınız?
Nüfusta 1921 yazılı ama Cumhuriyetin ilan edildiği yıl doğdum. Yani Cumhuriyet’le yaşıtım. İlk ve ortaokulu Gaziantep’te bitirdim. Babam Yakup Nazmi, hukukçuydu. Bir çok ilde hakimlik ve savcılık yaptı. Kardeşlerim ve ben hep ayrı illerde doğduk. Babam, Elazığ’da çalışırken emekli oldu ve Gaziantep’e yerleşti. Gaziantep’te bir süre avukatlık yaptı.
Sülalemiz kadılıktan gelmektedir. Babam gibi ağabeyim de hâkimlik ve savcılık yapmıştır. Ağabeyim, Ümit Erdal’ın babasıdır. Ümit Erdal, 1958 yılında koleje girmiş ve 1964 yılında polis enstitüsünü bitirmiştir. Onun koleje girdiğinde, ben Kütahya il emniyet müdürü idim.
EÖ: Ailenizde hukukçular varken, sizin polislik mesleğini seçtiğinizi görüyoruz.
Gaziantep, kültürel yönden gelişmiş bir kentti. Ortaokulda iken halk eğitim etkinliklerinden yararlanırdık. Sinemaya gider, futbol oynardık. Kütüphaneden kira ile aldığım Cingöz Recai, Arsen Lüpen ve Fantoma gibi polisiye romanlar, polisliği sevmeme ve polis kolejine girmeme yol açmıştır diyebilirim.
Polislik mesleğini seçmemin bir nedeni de Gaziantep il emniyet müdürü Sebati Ataman idi. O, çarşıda yürürken 7-8 metre ardından polisi de yürürdü. Esnaf, Sebati Ataman geçerken ayağa kalkardı. Çok hürmet edilen biriydi. Ona özendiğimi söyleyebilirim.
Polislik şerefli bir meslek olduğu gibi, emniyet müdürlüğü de ulvi bir makamdı. Yıllarca bu görevi yerine getirdim. Yeniden okumam ve meslek tercihi yapmam gerekse polis kolejini ve polis enstitüsünü seçer ve emniyet müdürü olurdum.
EÖ: Polis koleji açılıyor ve siz o yıl koleje başlıyorsunuz. Bize o yıllardan söz eder misiniz?
Ben polis kolejinin ilk dönem öğrencisiyim. İlk açıldığı 1938 yılında başladım ve 1942 yılında mezun oldum. Bizim dönemimizde 50 kişi alınıyordu. Bu sayı sonraki yıllarda ihtiyaca göre bazen azaldı, bazen de çoğaldı.
O dönemde emniyet genel müdürü Şükrü Sökmensüer idi. Hatay’ın alınmasıyla Hatay valiliği görevine getirildi. Daha sonra da içişleri bakanı oldu. Sökmensüer, asker kökenliydi.
Okulun müdürü Doktor Salih Adil Başer idi. İki lisan biliyordu. Çağdaş polisliğin ülkemize yaygınlaştırılması için çok gayret gösteriyordu. Ama ne var ki çantadan yetişme ve çarıklı takımı diye anılan eski kafalıların karalamaları da hiç bitmiyordu. Nitekim mektepte Nazi propagandası yapıyor, denildi. Daha sonra da Bombay Ataşeliğine gönderildi.
Polis koleji popüler ve örnek bir okuldu. Yabancı bir heyet geldiğinde bizim okulumuz gezdirilirdi.
Okul müdürü Doktor Salih Adil Başer, bizim için bir baba gibiydi. Ben bir hakim çocuğu olmama rağmen evimde yemediğimi giymediğimi polis kolejinde yedim, giydim.
Tatile giderken doktor kontrolünden geçerdik ve tartılırdık. Dönüşte yeniden tartılır, eğer kilo vermişsek revirde aynı kiloya gelinceye kadar kontrol altında tutulurduk. Bize çok değer verilirdi.
Hocalarımız seçme idi. Fizik hocamız Turgut Bey bizden çıkar, köşkte İsmet İnönü’nün çocuklarına ders verirdi. Bombacı Vedat Akman matematik hocamızdı. Ercüment Talu, edebiyat hocamızdı. Vasfi Raşit Sevük hocamız Atatürk’ten bahsedildikçe ağlar, bizi de ağlatırdı.
Ata’mızı koleje geldiğimiz ilk yıl kaybetmiştik. Onun yeni açtırdığı koleji şimdi biz onsuz okuyorduk. Eğer hasta olmayıp o yıl ki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılabilseydi görme şansımız olacaktı. Onu kaybedince hüngür hüngür ağladığımızı biliyorum. Hocalarımız bizi teskin etmek istiyorlardı. Ama onlar da ağlıyorlardı.
Biz polis kolejini okurken, polis enstitüsü de eğitim faaliyetinde bulunuyordu. Bu dönemde kadrodaki başarılı polisler eğitime tabi tutularak komiser yardımcısı oluyorlardı.
Ayrıca başarılı başkomiserler de polis enstitüsüne çağrılıp bir yıl okutularak emniyet amiri olarak mezun oluyorlardı. Çünkü o yıllarda polis enstitüsü mezunları sadece emniyet amirliğine kadar yükselebiliyorlardı.
Daha sonra koleji bitirince polis enstitüsüne devam ettim.
İki yıl eğitim gördüğüm polis enstitüsünü 1944 yılında bitirdim. Polis enstitüsü öğrenciliği sırasında polis memuru maaşı aldık. Öğleden sonraları onar kişilik gruplar halinde biri Avrupa lisanı, diğeri ekalliyet olmak üzere iki lisan öğreniyorduk. Ben İtalyanca ve Ermenice grubundaydım. Her şey, ideal yetişmek içindi.
EÖ: Mezuniyet sonrası ilk görev yeriniz neresiydi?
Polis enstitüsünü bitirince komiser yardımcısı olarak Ankara emniyet müdürlüğünde göreve başladım.
İlk görev yerim şimdiki asayiş şube olarak anılan ikinci şube müdürlüğü idi. Polis enstitüsünde okurken sivil gruba seçilmiştim. O yıllarda öğrenciler; sivil ve üniformalı polis diye ikiye ayrılıyor ve mezuniyette ayrıldığı branşta görev yapıyordu. Bu nedenle ben hep sivil görev yaptım. Hatırladığım kadarıyla öğrencilik yıllarında gri ve lacivert dahili ve harici elbiselerimiz vardı.
Komiser yardımcılığı rütbesinde 7 yıl görev yaptım. Kadro olmadığı için terfi edemiyorduk. Personel şube müdürü Orhan Erdem’di. Kolejlilerin terfi etmesini istemezdi.
Komiser yardımcılığı ve komiserlik rütbelerimde ikinci şube hizmetleriyle birlikte, şimdi istihbarat hizmetleri olarak anılan “Önemli İşler’de çalıştım. Bu dönemde Pakistan devlet başkanı ve İran şahının yakın korumalarında bulundum. 1953 yılında ABD devlet başkanı Eisenhower’in ülkemizi ziyaretlerinde de aynı görevi yerine getirdim.
1955 yılında 6-7 Eylül olayları oldu. Bu dönemde çok sayıda başkomiserin ihraç edilmesi üzerine kadro açıldı ve aynı yıl başkomiserliğe yükseldim. (6 Eylül 1955 tarihinde bir gazetenin akşam nüshasında, Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konduğu şeklinde bir haber yayımlandı. Bomba konulması olayına Türkiye’de ciddi tepkiler geldi. Gençlik, Babıali’ye yürüdü. Daha sonra İstiklal caddesine çıktılar ve Rumca yazılı tabelaları indirdiler. Büyük tahribat yaptılar. Olaylar, Ankara ve İzmir’e de sirayet etti. EÖ)
EÖ: Daha sonra emniyet amirliği ve ilk emniyet müdürlüğünüz…
Önemli işlerde çalışırken, 1957 yılında emniyet amirliğine terfi ettim. Bu terfiimle birlikte Kütahya il emniyet müdürlüğüne vekaleten atamam yapıldı.
O dönemde polis enstitüsü mezunları ancak emniyet amirliğine kadar yükselebiliyorlardı. Emniyet müdürleri, sadece hukuk ve mülkiye mezunlarından oluyordu. Daha sonra dil tarih ve coğrafya fakültesi mezunlarından da emniyet müdürü atamaları yapıldı.
Ben polis enstitüsü mezunlarının emniyet müdürü olması için ilk mücadele edenlerden biriyim. Yani öncülerdenim. Danıştay’a ilk davayı biz açmıştık. Okuldan hocamız Bülent Nuri Esen, avukatımızdı.
Nitekim 1957 yılında bu kapıyı ben açtım. Polis enstitüsü mezunu ilk emniyet müdür vekili oldum.
Daha sonra 1958 yılında alınan bir kararla, üçer aylık kurslara tabi tutulmak suretiyle emniyet müdürü rütbesine yükselmemiz uygun görüldü. Çoğu İstanbul’dan gelen 15 emniyet amiri olarak kurs sonucu asaleten emniyet müdürü rütbesine yükseldik.
1961 yılında kabul edilen bir yasayla polis enstitüsünde öğretim süresi üç yıla çıkarıldı. Biz, 1967 yılında fark imtihanlarına girerek üç yıllık mezun sayıldık. Böylece bütün mezunlar “emniyet müdürü” rütbesine yükselmeye hak kazanmış oldular.
EÖ: Sayın Müdürüm, 34 yaşında başladığınız Kütahya emniyet müdürlüğü görevinizle ilgili hatırladığınız ve bize aktaracağınız hususlar var mıdır?
Kütahya emniyet müdürü iken 3 gün süreyle Uşak emniyet müdürlüğü görevim oldu. İsmet Paşa’nın taşlanması olayı üzerine Uşak emniyet müdürü Adnan Çakmak’ı görevden aldılar. Uşak’ta hava gergindi. CHP’lilerle DP’liler arasında olay çıkması muhtemel olduğu için beni hemen oraya atadılar. Kütahya emniyet müdürlüğüne bir başkomiser vekalet etti. Bir otobüs dolusu polisle apar topar Uşak’a ulaştım ve asayişi temin ettim. Üç gün sonra yine Kütahya’ya döndüm.
27 Mayıs ihtilâlini de Kütahya’da yaşadım. Uçakla Ankara’ya getirildim ve dört buçuk gün harp okulunda tutuklu kaldım. Arkadaşlardan birçoğu Yassıada’ya gönderildiler ve uzun süre kaldılar. Ben Kütahyalıların çok özel girişimleri ve ilgileriyle 5 gün sonra harp okulundan ayrıldım.
Daha sonra Ankara’da mecburi ikamete tabi tutuldum. 15 gün süreyle “Bir yere ayrılmayın” dediler.
Bu durum, sonraki yıllarda, arkadaşlar arasında bazı esprilere de konu oldu:
“Ben polis paşasıyım. Dört buçuk gün harp okulunda okudum.”
Bu espri, zaman zaman gazetelere de yansıdı.
İlginç olayların, ilginç dedikoduların dilden dile dolaştığı yıllardı.
Üniversite talebeleri yakalanıp Konya’da kıyma makinelerine konuluyormuş…
Başbakan merkez bankasını soymuş ve 12 bavul para ile kaçmış, gibi…
EÖ: Sonra Rize emniyet müdürlüğü…
Bu süreçten sonra Rize il emniyet müdürlüğüne atandım. Bu, bir nevi sürgündü. 1961 seçimleri yapıldığında Rize’deydim. Ardından askeri yönetim tarafından Çanakkale il emniyet müdürlüğüne tayinim yapıldı.
EÖ: Çanakkale emniyet müdürlüğünüzün de hareketli geçtiğini biliyoruz.
Çanakkale’de görev yaptığım dönemde, 22 Şubat 1962’de Talât Aydemir olayı yaşandı. Kara harp okulu komutanı Aydemir ve arkadaşları hükümet darbesi girişiminde bulundular. Darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Talat Aydemir affedilirken, diğer katılanlar emekli edildi.
Talat Aydemir ikinci defa darbe teşebbüsünde bulundu. Bu defa 21 Mayıs 1963 tarihinde idama mahkûm oldu.
Çanakkale’de 3 yıl görev yaptım.
EÖ: Çanakkale il emniyet müdürüyken Ankara’ya tayin olarak ikinci şube müdürlüğü görevinde bulundunuz…
1964 yılıydı. Yetişmiş olduğum Ankara ikinci şubeye terfian şube müdürü olarak atandım.
1965 yılında genel seçimler yapıldı. Seçimlerin ardından yapılan atamalarda Kahramanmaraş emniyet müdürlüğüne atandım. Ancak bu arada, bir yanlışlık oldu, dediler. İyi ki Ankara’dayım dedim. Yanlışlık varsa burada iken düzeltilir ve doğru olan yere giderim diye düşündüm. Ancak Kahramanmaraş’a gittim ve altı ay çalıştım.
EÖ: Sonraki müdürlüklerinizden de söz eder misiniz?
Ardından Bursa’ya tayinim çıktı. Bursa’da görevli iken iki terfiyi birden aldım.
Bu defa politik nedenlerle Eskişehir emniyet müdürlüğüne atandım. 12 Mart muhtırasını Eskişehir’de yaşadım.
12 Mart muhtırasından 8 ay sonra Giresun emniyet müdürü oldum. Emniyet müdürlüğü hizmetleri özel idare binasında yerine getiriliyordu ve bina çok kötüydü. Limanda bulunan ve Ata’mızın muhafız alayı komutanı Topal Osman’ın torunu Ali Efendioğlu’na ait binayı restore edip emniyet müdürlüğü yaptık.
Giresun’da görev yaparken vilayetlerin derecelendirilmesiyle ilgili yasal bir düzenleme yapıldı. Buna göre Giresun dördüncü sınıf il idi. Ben, maaş ve rütbem itibarıyla en az üçüncü sınıf ilde çalışabilirdim. Bu nedenle Giresun’da ancak bir yıl kalabildim ve Muğla emniyet müdürlüğüne tayin edildim.
Bu atamalarda Tekirdağ emniyet müdürü Hüseyin Talu ile ben, maaşlarımıza ve rütbelerimize göre daha küçük illere atanan emniyet müdürleri olduk.
Muğla’da bir yıl kaldıktan sonra 1972’de Antalya il emniyet müdürlüğüne atandım. Antalya’da 4 yıl çalıştım.
O dönemde Metin Dirimtekin emniyet genel müdürü idi. Bursa emniyet müdürlüğüm sırasında kendileri Bilecik valisiydiler. Oradan tanışıklığımız vardır. Beni aradı ve “Diyarbakır’da devlet otoritesi kalmamış. Benim elimde fazlaca bir şey yok. Hükümet seni ismen seçti” dedi.
Ben, Diyarbakır’ın, durumuma uygun olmadığını söyledim.
“Birinci sınıf yapıyoruz” dedi.
Görevden kaçamazdım. Gittim ve düzeni temin ettim.
Başbakan, ben Diyarbakır müdürü iken kente geldi ve yüzüme söyledi.
“Seni buraya bilgi ve becerine güvendiğim için ben gönderdim” dedi.
İtimat ve teveccühleri için şükranlarımı bildirdim.
Bu sıralar hafif yollu valilik görevine atanacağım yönünde laflar edildi. Ancak gerçekleşmedi.
Sonraki yıllarda içişleri bakanlığı yapan İrfan Özaydınlı Paşa, ben Eskişehir emniyet müdürü iken orada sıkıyönetim komutanıydı. Onunla görüşmelerimiz hep devam etmiştir. Kocaeli emniyet müdürüyken telefonla aradı ve “Seni merkez valisi yapacağım” dedi. Emniyet genel müdürü Gürbüz Atabek’e de aynısını söylemiş. Ancak Atabek bana, “Sen vali olamazsın” dedi. Anladım ki, ben mülkiyeli olmadığım için böyle diyordu.
EÖ: Ve emeklilik düşünceniz…?
1977 yılında yapılan genel seçimlerin ardından Diyarbakır’dan Kocaeli emniyet müdürlüğüne tayinim çıktı. Artık kafaya koymuştum. Bu işe bir nokta koymalıydım. 2 yıl çalıştıktan sonra Kocaeli’nde emekli oldum.
Bursa’da kiralık bir ev tutmuştum. Oraya yerleştim.
Ticaretle uğraşan bir arkadaşım vardı. Oto sanayide çalışıyordu. Onun yanında müşavir olarak çalışmaya karar verdim. Maaşlı olarak halen aynı sektörde çalışıyorum. 26 yıl oldu.
EÖ: 21 yılda 12 il emniyet müdürlüğü nasıl bir duygu idi?
Polis kolejini bitirince sicil numaram 3053 idi. Bu, teşkilat yasasının yürürlüğe girdiği 1937’den itibaren toplam 3053 polis olduğunu gösteriyordu. Tabii ki, önceki dönemden başka sicil numaralarıyla çalışan mensuplarımız da vardı. Ben sicil numarası alarak memur olduğum 1942 yılından, emekli olduğum 1979 yılına kadar 37 yıl çalıştım. Bu sürenin 21 yılında fiilen il emniyet müdürlüğü yaptım. Polis koleji ve polis enstitüsü mezunları arasında bu kadar uzun süre bu görevi yapan ilk emniyet müdürü olduğumu düşünüyorum.
EÖ: Tabii ki birçok anınız vardır?
İl emniyet müdürlüklerim sırasında unutamadığım iki anıyı Kütahya ve Bursa’da yaşadım.
Kütahya’da iken 27 Mayıs ihtilâli sonrasında harp okulunda gözetim altına alınmıştım. Bu durumda Kütahyalıların gösterdiği gayreti ve ilgiyi unutamam. Harp okulundan Yassıada’ya gönderilseydim daha uzun süre gözetim altında kalabilirdim. Benim durumumu İsmail Rüştü Aksal’a, hatta İsmet Paşa’ya kadar aksettirdiler. Kütahyalıların bana gösterdiği ilgi karşısında Tekin Arıburun Paşa bile duygulanmıştı.
Bursa’da ise halk, iktidarın en önemli ismine bile göstermediği uğurlamayı bana yaptı. Bir defasında belediye başkanlığını bağımsız aday kazanmıştı. İktidar, faturayı bana yüklemek istedi. Bunu anlayan halk büyük bir uğurlama ile üzüntümün hafiflemesi için benim yanımda yer aldı.
EÖ: Halkla ilişkileri, nasıl böylesine sıcak tutabiliyordunuz?
Her gün onların içinde olmak, onların sorunlarıyla ilgilenmek, dertlerini paylaşmak, sevinçlerinde beraber olmak bu bütünlüğü sağlıyordu.
Emniyet genel müdürlüğünde çalışsam halkla iç içe olamayacağım için, emniyet müdürlüğünde alacağım hazzı yaşamam mümkün olamayacaktı. Çünkü emniyet müdürlüğünde tüm il ve ilçelerde yaşayan halkla iç içe olmak vardır. Valilik ise çoğu kere protokoldür.
Bir keresinde Bursa’da, vali ve jandarma komutanıyla birlikte Kestel’e gitmiştik. Nisan ayıydı. Herkes beni tanıdığı için öncelikle bana geldi. Benimle konuşmak istedi. Aynı durum Karacabey ziyaretinde de olunca vali bey, şakayla “Müdür bey, kusura bakma, ama ben seni daha yanıma almam” demiş ve gülmüştük.
EÖ: Sosyal ilişkilerde adınız hep ön planda anılmaktadır. Bunun için takip ettiğiniz yöntemi, genç meslektaşlarımızla paylaşır mısınız?
Babam hukukçu olduğu için adliye teşkilatıyla ahengim iyi olmuştur. Ankara’da asayiş şubede komiser yardımcısı olarak çalışırken ağır ceza reisleriyle, savcılarla Atatürk Orman Çiftliğinde ve Çubuk’ta iki ayda bir yemekli toplantılar düzenlerdik. Bu toplantılarda görüş alışverişinde bulunur, mesleki tecrübelerimizi geliştirirdik. Meslektaşlarımızın başlarının ağrımayacağı ortam sağlardık.
Emniyet müdürlüğü yaptığım illerde de adliye teşkilatıyla olsun, öteki dairelerle olsun, ilişkilerim hep iyi olmuştur. Memurlarımızın eşlerinin tayini konusunda, ilgililerle değerlendirme yapar, aile birliğinin korunması yönünde azami hassasiyeti gösterirdim.
Yine hibe ya da bağış yoluyla edindiğimiz kırtasiye malzemelerini, adliye teşkilatıyla birlikte kullandığımız olurdu.
Bu nedenle Merkezde görev almak istemiyordum. Öte yandan, İstanbul’da çalışmak mizacıma uygun değildi. Muğla emniyet müdürlüğüm sırasında ikinci şube müdürü ve emniyet müdür yardımcısı olarak iki defa İstanbul’a tayinim yapılmak istendi. Ben kabul etmedim. Lojman yoktu. İstanbul’da geçinemeyeceğimi bildirdim. “Sen gel, kirasını düşünme” dedilerse de gitmedim.
Aynı şekilde personelimle de iç içeydim. 1966’larda Mudanya henüz hareketlilik kazanmamışken, ben bir liraya Kızılay’dan çadır kiralar ve personelimin kamp yapmasını sağlardım. Kampta, gazinolardaki sanatkârlara konser verdirirdim. Personel; bara pavyona gitmesin, diye. Eş ve çocuklarıyla birlikte eğlensin, diye…
Hiçbir memuruma kimsenin olduğu yerde ağır bir laf etmedim. Yanlış bir şey yapmışsa ve bu yanlış hareket yüz kızartıcı türden değilse onu yeniden kazanmayı yeğledim.
Giresun il emniyet müdürlüğüm sırasında personelin, dairede kırık sandalyelerde oturduklarını gördüm. Emniyet müdürlüğünün hizmet verdiği yer hiç iç açıcı değildi. Fabrika yetkililerini karakola davet edip onların tefriş konusunda yardımcı olmalarını sağladım.
EÖ: O yıllarda hizmet binası ve lojman durumu nasıldı?
İlk emniyet müdürlüğü yaptığım Kütahya’da kirada oturdum. Onun dışında ben lojmanda oturabilmiştim. Ama personelimiz için lojman olduğunu söyleyememem. Ancak 70’li yılların ortalarında Antalya’da 12 daireli lojmanın ve il emniyet müdürlüğü hizmet binasının yapımına ön olmuştum.
Çanakkale ve bazı ilçelerinde polis hizmet binaları yapılmasını sağladım.
Çanakkale emniyet müdürüyken dönemin emniyet genel müdürü hava tümgeneral İhsan Aras Paşa lojmanı gezmiş ve buzdolabı gibi bazı eşyaların olmadığını görünce “Hemen alınsın” demişti. Ancak onun görevden ayrılışıyla bu mümkün olamamıştı.
EÖ: Bir ara hukuk fakültesine kaydınızı yaptırdığınızı duyduk. Neden davam etmediniz? Üstelik o yıllarda sadece hukuk ve siyasal bilgiler fakültesi mezunları müdür olabiliyorlardı.
Babam hukukçu olmasına rağmen ben polis kolejine isteyerek gelmiştim. Polisliği çok seviyordum. Komiser yardımcısı olunca önemli işlerde çalışırken hukuk fakültesine de kaydımı yaptırdım. Birkaç kere gittim. Ama iş çoktu. Sevdiğim için meslekte çalışmayı uygun gördüm. Belki fırsat yaratabilir ve fakülteyi de bitirebilirdim. Ama bu defa da emniyet müdürlüğünde başarılı olabileceğim tecrübeyi yakalayamazdım. Görevde iken fakülteye devam edenler vazifeye çok zaman ayıramıyorlardı.
Öte yandan aynı fakültenin hocaları polis enstitüsünde bizim derslerimize de geldiği için aynı nosyonu aldığımıza inanıyordum.
EÖ: Emekliliğiniz sırasında meslektaşlarımızla ilişkileriniz nasıl bir seyir izlemektedir?
Emekli olup Bursa’ya yerleştikten sonra gerek çalışan meslektaşlarımla, gerekse emekli arkadaşlarımla diyaloğumu koparmadım. Bazen haftada bir onlarla toplanır birlikte yemek yeriz. Genellikle Acemler’deki polisevi bahçesi bizim buluşma yerimizdir. Bazen şirketten ben araba gönderir, emekli arkadaşları aldırırım. Bazen emniyet müdürlüğü yetkililerimiz bu konuda yardımcı olurlar.
Ayrıca emekli polislere ait bir derneğimiz var. Başkanlığını, emekli bir başkomiser yapıyor. Benim emniyet müdürlüğüm döneminde Ünlü caddede satın alınmıştı.
Bursa’da benim gibi önceki yıllarda teşkilatımızda çalışmış ve buraya yerleşmiş meslektaşlarımız var. İsmail Hakkı Demirel, Osman Atmaca ve Hayri Ceylan gibi. Hayri Ceylan benimle Bursa’da çalıştığı gibi Kars ve Kırşehir emniyet müdürlükleri de yapmıştır. Osman Atmaca aynı zamanda hukukçu olup avukatlık da yapanlardandır. Van ve Bilecik emniyet müdürlükleri yapmıştır. İsmail Hakkı Demirel, başta Ankara olmak üzere, Bursa dâhil, birçok ilde emniyet müdürlüğü yapmış, ayrıca polis enstitüsü müdürü olmuştur. Emekli olduktan sonra da danışma meclisi üyeliği yapmıştır.
EÖ: Emekliliğinizde siyaset yapmayı düşünmediğinizi görüyoruz. Bunun özel bir nedeni var mıdır?
Emekli olduktan sonra milletvekili olmam zor değildi. Ancak herkes tarafından sevildiğimi biliyordum. Eğer bir taraftan seçilseydim öteki tarafın antipatisini toplayacaktım. Buna lüzum görmedim. Üstelik Atatürk ve İnönü’den başka devlet adamının gelmemesi beni siyaset sahnesinden uzak tuttu.
EÖ: Sayın müdürüm, zaman ayırarak, polis koleji ve polis akademisinin açıldığı tarihten günümüze kadar birçok konuda bizleri aydınlattınız. Sizi dinledikten sonra, geçmişle günümüz arasında karşılaştırma yapma şansına sahip olduk. Bu nedenle şükranlarımızı sunuyor ve sağlıklı günler diliyoruz.
ve
AYNI ÖZEL SEKTÖRDE 26 YILDIR DEVAM EDEN İŞ HAYATI
Yazımızın başlığı, Sayın Müdürümüz Vahdet Erdal’ı tanıtmak adına, tarafımızdan özellikle kurgulandı. Kütahya, Uşak, Rize, Çanakkale, Kahramanmaraş, Bursa, Eskişehir, Giresun, Muğla, Antalya, Diyarbakır, Kocaeli.
Tam 12 il.
Özel bir araştırma yapmadık. Ama polis koleji ve polis akademisinin açıldığı tarihten beri bu kadar ilde, il emniyet müdürlüğü yapan başka bir meslektaşımızın olabileceğini düşünemiyorum.
Bir yazının başlığı bu kadar uzun olmalı mıydı?
Evet. Kolaycı bir yöntem seçtiğimizin farkındayım.
Ama nasıl birini anlattığımızı, sizlerle, baştan paylaşmalıydık diye düşündüm.
O, gerçek bir istikrar abidesiydi.
80’li yaşlarındaydı. Giyimiyle ve onu tamamlayan papyonuyla, hâlâ bir görev adamı portresi çiziyordu.
Özel sektördeki sürekliliği dikkatimizi çekti.
Sanki “12 ildeki emniyet müdürlüklerim rastlantısal değil” dercesine.
Söylenecek fazlaca bir şey yoktu.
Bu denli saygın bir istikrar abidesini biraz daha yakından tanımak ve 1938’lerden berisinin Türkiye’sini onunla yaşamak bizim için bir şanstı. Hemen sorularımıza geçtik.
Erol ÖZDEMİR: Sayın Müdürüm, bize kendinizi tanıtır mısınız?
Nüfusta 1921 yazılı ama Cumhuriyetin ilan edildiği yıl doğdum. Yani Cumhuriyet’le yaşıtım. İlk ve ortaokulu Gaziantep’te bitirdim. Babam Yakup Nazmi, hukukçuydu. Bir çok ilde hakimlik ve savcılık yaptı. Kardeşlerim ve ben hep ayrı illerde doğduk. Babam, Elazığ’da çalışırken emekli oldu ve Gaziantep’e yerleşti. Gaziantep’te bir süre avukatlık yaptı.
Sülalemiz kadılıktan gelmektedir. Babam gibi ağabeyim de hâkimlik ve savcılık yapmıştır. Ağabeyim, Ümit Erdal’ın babasıdır. Ümit Erdal, 1958 yılında koleje girmiş ve 1964 yılında polis enstitüsünü bitirmiştir. Onun koleje girdiğinde, ben Kütahya il emniyet müdürü idim.
EÖ: Ailenizde hukukçular varken, sizin polislik mesleğini seçtiğinizi görüyoruz.
Gaziantep, kültürel yönden gelişmiş bir kentti. Ortaokulda iken halk eğitim etkinliklerinden yararlanırdık. Sinemaya gider, futbol oynardık. Kütüphaneden kira ile aldığım Cingöz Recai, Arsen Lüpen ve Fantoma gibi polisiye romanlar, polisliği sevmeme ve polis kolejine girmeme yol açmıştır diyebilirim.
Polislik mesleğini seçmemin bir nedeni de Gaziantep il emniyet müdürü Sebati Ataman idi. O, çarşıda yürürken 7-8 metre ardından polisi de yürürdü. Esnaf, Sebati Ataman geçerken ayağa kalkardı. Çok hürmet edilen biriydi. Ona özendiğimi söyleyebilirim.
Polislik şerefli bir meslek olduğu gibi, emniyet müdürlüğü de ulvi bir makamdı. Yıllarca bu görevi yerine getirdim. Yeniden okumam ve meslek tercihi yapmam gerekse polis kolejini ve polis enstitüsünü seçer ve emniyet müdürü olurdum.
EÖ: Polis koleji açılıyor ve siz o yıl koleje başlıyorsunuz. Bize o yıllardan söz eder misiniz?
Ben polis kolejinin ilk dönem öğrencisiyim. İlk açıldığı 1938 yılında başladım ve 1942 yılında mezun oldum. Bizim dönemimizde 50 kişi alınıyordu. Bu sayı sonraki yıllarda ihtiyaca göre bazen azaldı, bazen de çoğaldı.
O dönemde emniyet genel müdürü Şükrü Sökmensüer idi. Hatay’ın alınmasıyla Hatay valiliği görevine getirildi. Daha sonra da içişleri bakanı oldu. Sökmensüer, asker kökenliydi.
Okulun müdürü Doktor Salih Adil Başer idi. İki lisan biliyordu. Çağdaş polisliğin ülkemize yaygınlaştırılması için çok gayret gösteriyordu. Ama ne var ki çantadan yetişme ve çarıklı takımı diye anılan eski kafalıların karalamaları da hiç bitmiyordu. Nitekim mektepte Nazi propagandası yapıyor, denildi. Daha sonra da Bombay Ataşeliğine gönderildi.
Polis koleji popüler ve örnek bir okuldu. Yabancı bir heyet geldiğinde bizim okulumuz gezdirilirdi.
Okul müdürü Doktor Salih Adil Başer, bizim için bir baba gibiydi. Ben bir hakim çocuğu olmama rağmen evimde yemediğimi giymediğimi polis kolejinde yedim, giydim.
Tatile giderken doktor kontrolünden geçerdik ve tartılırdık. Dönüşte yeniden tartılır, eğer kilo vermişsek revirde aynı kiloya gelinceye kadar kontrol altında tutulurduk. Bize çok değer verilirdi.
Hocalarımız seçme idi. Fizik hocamız Turgut Bey bizden çıkar, köşkte İsmet İnönü’nün çocuklarına ders verirdi. Bombacı Vedat Akman matematik hocamızdı. Ercüment Talu, edebiyat hocamızdı. Vasfi Raşit Sevük hocamız Atatürk’ten bahsedildikçe ağlar, bizi de ağlatırdı.
Ata’mızı koleje geldiğimiz ilk yıl kaybetmiştik. Onun yeni açtırdığı koleji şimdi biz onsuz okuyorduk. Eğer hasta olmayıp o yıl ki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılabilseydi görme şansımız olacaktı. Onu kaybedince hüngür hüngür ağladığımızı biliyorum. Hocalarımız bizi teskin etmek istiyorlardı. Ama onlar da ağlıyorlardı.
Biz polis kolejini okurken, polis enstitüsü de eğitim faaliyetinde bulunuyordu. Bu dönemde kadrodaki başarılı polisler eğitime tabi tutularak komiser yardımcısı oluyorlardı.
Ayrıca başarılı başkomiserler de polis enstitüsüne çağrılıp bir yıl okutularak emniyet amiri olarak mezun oluyorlardı. Çünkü o yıllarda polis enstitüsü mezunları sadece emniyet amirliğine kadar yükselebiliyorlardı.
Daha sonra koleji bitirince polis enstitüsüne devam ettim.
İki yıl eğitim gördüğüm polis enstitüsünü 1944 yılında bitirdim. Polis enstitüsü öğrenciliği sırasında polis memuru maaşı aldık. Öğleden sonraları onar kişilik gruplar halinde biri Avrupa lisanı, diğeri ekalliyet olmak üzere iki lisan öğreniyorduk. Ben İtalyanca ve Ermenice grubundaydım. Her şey, ideal yetişmek içindi.
EÖ: Mezuniyet sonrası ilk görev yeriniz neresiydi?
Polis enstitüsünü bitirince komiser yardımcısı olarak Ankara emniyet müdürlüğünde göreve başladım.
İlk görev yerim şimdiki asayiş şube olarak anılan ikinci şube müdürlüğü idi. Polis enstitüsünde okurken sivil gruba seçilmiştim. O yıllarda öğrenciler; sivil ve üniformalı polis diye ikiye ayrılıyor ve mezuniyette ayrıldığı branşta görev yapıyordu. Bu nedenle ben hep sivil görev yaptım. Hatırladığım kadarıyla öğrencilik yıllarında gri ve lacivert dahili ve harici elbiselerimiz vardı.
Komiser yardımcılığı rütbesinde 7 yıl görev yaptım. Kadro olmadığı için terfi edemiyorduk. Personel şube müdürü Orhan Erdem’di. Kolejlilerin terfi etmesini istemezdi.
Komiser yardımcılığı ve komiserlik rütbelerimde ikinci şube hizmetleriyle birlikte, şimdi istihbarat hizmetleri olarak anılan “Önemli İşler’de çalıştım. Bu dönemde Pakistan devlet başkanı ve İran şahının yakın korumalarında bulundum. 1953 yılında ABD devlet başkanı Eisenhower’in ülkemizi ziyaretlerinde de aynı görevi yerine getirdim.
1955 yılında 6-7 Eylül olayları oldu. Bu dönemde çok sayıda başkomiserin ihraç edilmesi üzerine kadro açıldı ve aynı yıl başkomiserliğe yükseldim. (6 Eylül 1955 tarihinde bir gazetenin akşam nüshasında, Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konduğu şeklinde bir haber yayımlandı. Bomba konulması olayına Türkiye’de ciddi tepkiler geldi. Gençlik, Babıali’ye yürüdü. Daha sonra İstiklal caddesine çıktılar ve Rumca yazılı tabelaları indirdiler. Büyük tahribat yaptılar. Olaylar, Ankara ve İzmir’e de sirayet etti. EÖ)
EÖ: Daha sonra emniyet amirliği ve ilk emniyet müdürlüğünüz…
Önemli işlerde çalışırken, 1957 yılında emniyet amirliğine terfi ettim. Bu terfiimle birlikte Kütahya il emniyet müdürlüğüne vekaleten atamam yapıldı.
O dönemde polis enstitüsü mezunları ancak emniyet amirliğine kadar yükselebiliyorlardı. Emniyet müdürleri, sadece hukuk ve mülkiye mezunlarından oluyordu. Daha sonra dil tarih ve coğrafya fakültesi mezunlarından da emniyet müdürü atamaları yapıldı.
Ben polis enstitüsü mezunlarının emniyet müdürü olması için ilk mücadele edenlerden biriyim. Yani öncülerdenim. Danıştay’a ilk davayı biz açmıştık. Okuldan hocamız Bülent Nuri Esen, avukatımızdı.
Nitekim 1957 yılında bu kapıyı ben açtım. Polis enstitüsü mezunu ilk emniyet müdür vekili oldum.
Daha sonra 1958 yılında alınan bir kararla, üçer aylık kurslara tabi tutulmak suretiyle emniyet müdürü rütbesine yükselmemiz uygun görüldü. Çoğu İstanbul’dan gelen 15 emniyet amiri olarak kurs sonucu asaleten emniyet müdürü rütbesine yükseldik.
1961 yılında kabul edilen bir yasayla polis enstitüsünde öğretim süresi üç yıla çıkarıldı. Biz, 1967 yılında fark imtihanlarına girerek üç yıllık mezun sayıldık. Böylece bütün mezunlar “emniyet müdürü” rütbesine yükselmeye hak kazanmış oldular.
EÖ: Sayın Müdürüm, 34 yaşında başladığınız Kütahya emniyet müdürlüğü görevinizle ilgili hatırladığınız ve bize aktaracağınız hususlar var mıdır?
Kütahya emniyet müdürü iken 3 gün süreyle Uşak emniyet müdürlüğü görevim oldu. İsmet Paşa’nın taşlanması olayı üzerine Uşak emniyet müdürü Adnan Çakmak’ı görevden aldılar. Uşak’ta hava gergindi. CHP’lilerle DP’liler arasında olay çıkması muhtemel olduğu için beni hemen oraya atadılar. Kütahya emniyet müdürlüğüne bir başkomiser vekalet etti. Bir otobüs dolusu polisle apar topar Uşak’a ulaştım ve asayişi temin ettim. Üç gün sonra yine Kütahya’ya döndüm.
27 Mayıs ihtilâlini de Kütahya’da yaşadım. Uçakla Ankara’ya getirildim ve dört buçuk gün harp okulunda tutuklu kaldım. Arkadaşlardan birçoğu Yassıada’ya gönderildiler ve uzun süre kaldılar. Ben Kütahyalıların çok özel girişimleri ve ilgileriyle 5 gün sonra harp okulundan ayrıldım.
Daha sonra Ankara’da mecburi ikamete tabi tutuldum. 15 gün süreyle “Bir yere ayrılmayın” dediler.
Bu durum, sonraki yıllarda, arkadaşlar arasında bazı esprilere de konu oldu:
“Ben polis paşasıyım. Dört buçuk gün harp okulunda okudum.”
Bu espri, zaman zaman gazetelere de yansıdı.
İlginç olayların, ilginç dedikoduların dilden dile dolaştığı yıllardı.
Üniversite talebeleri yakalanıp Konya’da kıyma makinelerine konuluyormuş…
Başbakan merkez bankasını soymuş ve 12 bavul para ile kaçmış, gibi…
EÖ: Sonra Rize emniyet müdürlüğü…
Bu süreçten sonra Rize il emniyet müdürlüğüne atandım. Bu, bir nevi sürgündü. 1961 seçimleri yapıldığında Rize’deydim. Ardından askeri yönetim tarafından Çanakkale il emniyet müdürlüğüne tayinim yapıldı.
EÖ: Çanakkale emniyet müdürlüğünüzün de hareketli geçtiğini biliyoruz.
Çanakkale’de görev yaptığım dönemde, 22 Şubat 1962’de Talât Aydemir olayı yaşandı. Kara harp okulu komutanı Aydemir ve arkadaşları hükümet darbesi girişiminde bulundular. Darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Talat Aydemir affedilirken, diğer katılanlar emekli edildi.
Talat Aydemir ikinci defa darbe teşebbüsünde bulundu. Bu defa 21 Mayıs 1963 tarihinde idama mahkûm oldu.
Çanakkale’de 3 yıl görev yaptım.
EÖ: Çanakkale il emniyet müdürüyken Ankara’ya tayin olarak ikinci şube müdürlüğü görevinde bulundunuz…
1964 yılıydı. Yetişmiş olduğum Ankara ikinci şubeye terfian şube müdürü olarak atandım.
1965 yılında genel seçimler yapıldı. Seçimlerin ardından yapılan atamalarda Kahramanmaraş emniyet müdürlüğüne atandım. Ancak bu arada, bir yanlışlık oldu, dediler. İyi ki Ankara’dayım dedim. Yanlışlık varsa burada iken düzeltilir ve doğru olan yere giderim diye düşündüm. Ancak Kahramanmaraş’a gittim ve altı ay çalıştım.
EÖ: Sonraki müdürlüklerinizden de söz eder misiniz?
Ardından Bursa’ya tayinim çıktı. Bursa’da görevli iken iki terfiyi birden aldım.
Bu defa politik nedenlerle Eskişehir emniyet müdürlüğüne atandım. 12 Mart muhtırasını Eskişehir’de yaşadım.
12 Mart muhtırasından 8 ay sonra Giresun emniyet müdürü oldum. Emniyet müdürlüğü hizmetleri özel idare binasında yerine getiriliyordu ve bina çok kötüydü. Limanda bulunan ve Ata’mızın muhafız alayı komutanı Topal Osman’ın torunu Ali Efendioğlu’na ait binayı restore edip emniyet müdürlüğü yaptık.
Giresun’da görev yaparken vilayetlerin derecelendirilmesiyle ilgili yasal bir düzenleme yapıldı. Buna göre Giresun dördüncü sınıf il idi. Ben, maaş ve rütbem itibarıyla en az üçüncü sınıf ilde çalışabilirdim. Bu nedenle Giresun’da ancak bir yıl kalabildim ve Muğla emniyet müdürlüğüne tayin edildim.
Bu atamalarda Tekirdağ emniyet müdürü Hüseyin Talu ile ben, maaşlarımıza ve rütbelerimize göre daha küçük illere atanan emniyet müdürleri olduk.
Muğla’da bir yıl kaldıktan sonra 1972’de Antalya il emniyet müdürlüğüne atandım. Antalya’da 4 yıl çalıştım.
O dönemde Metin Dirimtekin emniyet genel müdürü idi. Bursa emniyet müdürlüğüm sırasında kendileri Bilecik valisiydiler. Oradan tanışıklığımız vardır. Beni aradı ve “Diyarbakır’da devlet otoritesi kalmamış. Benim elimde fazlaca bir şey yok. Hükümet seni ismen seçti” dedi.
Ben, Diyarbakır’ın, durumuma uygun olmadığını söyledim.
“Birinci sınıf yapıyoruz” dedi.
Görevden kaçamazdım. Gittim ve düzeni temin ettim.
Başbakan, ben Diyarbakır müdürü iken kente geldi ve yüzüme söyledi.
“Seni buraya bilgi ve becerine güvendiğim için ben gönderdim” dedi.
İtimat ve teveccühleri için şükranlarımı bildirdim.
Bu sıralar hafif yollu valilik görevine atanacağım yönünde laflar edildi. Ancak gerçekleşmedi.
Sonraki yıllarda içişleri bakanlığı yapan İrfan Özaydınlı Paşa, ben Eskişehir emniyet müdürü iken orada sıkıyönetim komutanıydı. Onunla görüşmelerimiz hep devam etmiştir. Kocaeli emniyet müdürüyken telefonla aradı ve “Seni merkez valisi yapacağım” dedi. Emniyet genel müdürü Gürbüz Atabek’e de aynısını söylemiş. Ancak Atabek bana, “Sen vali olamazsın” dedi. Anladım ki, ben mülkiyeli olmadığım için böyle diyordu.
EÖ: Ve emeklilik düşünceniz…?
1977 yılında yapılan genel seçimlerin ardından Diyarbakır’dan Kocaeli emniyet müdürlüğüne tayinim çıktı. Artık kafaya koymuştum. Bu işe bir nokta koymalıydım. 2 yıl çalıştıktan sonra Kocaeli’nde emekli oldum.
Bursa’da kiralık bir ev tutmuştum. Oraya yerleştim.
Ticaretle uğraşan bir arkadaşım vardı. Oto sanayide çalışıyordu. Onun yanında müşavir olarak çalışmaya karar verdim. Maaşlı olarak halen aynı sektörde çalışıyorum. 26 yıl oldu.
EÖ: 21 yılda 12 il emniyet müdürlüğü nasıl bir duygu idi?
Polis kolejini bitirince sicil numaram 3053 idi. Bu, teşkilat yasasının yürürlüğe girdiği 1937’den itibaren toplam 3053 polis olduğunu gösteriyordu. Tabii ki, önceki dönemden başka sicil numaralarıyla çalışan mensuplarımız da vardı. Ben sicil numarası alarak memur olduğum 1942 yılından, emekli olduğum 1979 yılına kadar 37 yıl çalıştım. Bu sürenin 21 yılında fiilen il emniyet müdürlüğü yaptım. Polis koleji ve polis enstitüsü mezunları arasında bu kadar uzun süre bu görevi yapan ilk emniyet müdürü olduğumu düşünüyorum.
EÖ: Tabii ki birçok anınız vardır?
İl emniyet müdürlüklerim sırasında unutamadığım iki anıyı Kütahya ve Bursa’da yaşadım.
Kütahya’da iken 27 Mayıs ihtilâli sonrasında harp okulunda gözetim altına alınmıştım. Bu durumda Kütahyalıların gösterdiği gayreti ve ilgiyi unutamam. Harp okulundan Yassıada’ya gönderilseydim daha uzun süre gözetim altında kalabilirdim. Benim durumumu İsmail Rüştü Aksal’a, hatta İsmet Paşa’ya kadar aksettirdiler. Kütahyalıların bana gösterdiği ilgi karşısında Tekin Arıburun Paşa bile duygulanmıştı.
Bursa’da ise halk, iktidarın en önemli ismine bile göstermediği uğurlamayı bana yaptı. Bir defasında belediye başkanlığını bağımsız aday kazanmıştı. İktidar, faturayı bana yüklemek istedi. Bunu anlayan halk büyük bir uğurlama ile üzüntümün hafiflemesi için benim yanımda yer aldı.
EÖ: Halkla ilişkileri, nasıl böylesine sıcak tutabiliyordunuz?
Her gün onların içinde olmak, onların sorunlarıyla ilgilenmek, dertlerini paylaşmak, sevinçlerinde beraber olmak bu bütünlüğü sağlıyordu.
Emniyet genel müdürlüğünde çalışsam halkla iç içe olamayacağım için, emniyet müdürlüğünde alacağım hazzı yaşamam mümkün olamayacaktı. Çünkü emniyet müdürlüğünde tüm il ve ilçelerde yaşayan halkla iç içe olmak vardır. Valilik ise çoğu kere protokoldür.
Bir keresinde Bursa’da, vali ve jandarma komutanıyla birlikte Kestel’e gitmiştik. Nisan ayıydı. Herkes beni tanıdığı için öncelikle bana geldi. Benimle konuşmak istedi. Aynı durum Karacabey ziyaretinde de olunca vali bey, şakayla “Müdür bey, kusura bakma, ama ben seni daha yanıma almam” demiş ve gülmüştük.
EÖ: Sosyal ilişkilerde adınız hep ön planda anılmaktadır. Bunun için takip ettiğiniz yöntemi, genç meslektaşlarımızla paylaşır mısınız?
Babam hukukçu olduğu için adliye teşkilatıyla ahengim iyi olmuştur. Ankara’da asayiş şubede komiser yardımcısı olarak çalışırken ağır ceza reisleriyle, savcılarla Atatürk Orman Çiftliğinde ve Çubuk’ta iki ayda bir yemekli toplantılar düzenlerdik. Bu toplantılarda görüş alışverişinde bulunur, mesleki tecrübelerimizi geliştirirdik. Meslektaşlarımızın başlarının ağrımayacağı ortam sağlardık.
Emniyet müdürlüğü yaptığım illerde de adliye teşkilatıyla olsun, öteki dairelerle olsun, ilişkilerim hep iyi olmuştur. Memurlarımızın eşlerinin tayini konusunda, ilgililerle değerlendirme yapar, aile birliğinin korunması yönünde azami hassasiyeti gösterirdim.
Yine hibe ya da bağış yoluyla edindiğimiz kırtasiye malzemelerini, adliye teşkilatıyla birlikte kullandığımız olurdu.
Bu nedenle Merkezde görev almak istemiyordum. Öte yandan, İstanbul’da çalışmak mizacıma uygun değildi. Muğla emniyet müdürlüğüm sırasında ikinci şube müdürü ve emniyet müdür yardımcısı olarak iki defa İstanbul’a tayinim yapılmak istendi. Ben kabul etmedim. Lojman yoktu. İstanbul’da geçinemeyeceğimi bildirdim. “Sen gel, kirasını düşünme” dedilerse de gitmedim.
Aynı şekilde personelimle de iç içeydim. 1966’larda Mudanya henüz hareketlilik kazanmamışken, ben bir liraya Kızılay’dan çadır kiralar ve personelimin kamp yapmasını sağlardım. Kampta, gazinolardaki sanatkârlara konser verdirirdim. Personel; bara pavyona gitmesin, diye. Eş ve çocuklarıyla birlikte eğlensin, diye…
Hiçbir memuruma kimsenin olduğu yerde ağır bir laf etmedim. Yanlış bir şey yapmışsa ve bu yanlış hareket yüz kızartıcı türden değilse onu yeniden kazanmayı yeğledim.
Giresun il emniyet müdürlüğüm sırasında personelin, dairede kırık sandalyelerde oturduklarını gördüm. Emniyet müdürlüğünün hizmet verdiği yer hiç iç açıcı değildi. Fabrika yetkililerini karakola davet edip onların tefriş konusunda yardımcı olmalarını sağladım.
EÖ: O yıllarda hizmet binası ve lojman durumu nasıldı?
İlk emniyet müdürlüğü yaptığım Kütahya’da kirada oturdum. Onun dışında ben lojmanda oturabilmiştim. Ama personelimiz için lojman olduğunu söyleyememem. Ancak 70’li yılların ortalarında Antalya’da 12 daireli lojmanın ve il emniyet müdürlüğü hizmet binasının yapımına ön olmuştum.
Çanakkale ve bazı ilçelerinde polis hizmet binaları yapılmasını sağladım.
Çanakkale emniyet müdürüyken dönemin emniyet genel müdürü hava tümgeneral İhsan Aras Paşa lojmanı gezmiş ve buzdolabı gibi bazı eşyaların olmadığını görünce “Hemen alınsın” demişti. Ancak onun görevden ayrılışıyla bu mümkün olamamıştı.
EÖ: Bir ara hukuk fakültesine kaydınızı yaptırdığınızı duyduk. Neden davam etmediniz? Üstelik o yıllarda sadece hukuk ve siyasal bilgiler fakültesi mezunları müdür olabiliyorlardı.
Babam hukukçu olmasına rağmen ben polis kolejine isteyerek gelmiştim. Polisliği çok seviyordum. Komiser yardımcısı olunca önemli işlerde çalışırken hukuk fakültesine de kaydımı yaptırdım. Birkaç kere gittim. Ama iş çoktu. Sevdiğim için meslekte çalışmayı uygun gördüm. Belki fırsat yaratabilir ve fakülteyi de bitirebilirdim. Ama bu defa da emniyet müdürlüğünde başarılı olabileceğim tecrübeyi yakalayamazdım. Görevde iken fakülteye devam edenler vazifeye çok zaman ayıramıyorlardı.
Öte yandan aynı fakültenin hocaları polis enstitüsünde bizim derslerimize de geldiği için aynı nosyonu aldığımıza inanıyordum.
EÖ: Emekliliğiniz sırasında meslektaşlarımızla ilişkileriniz nasıl bir seyir izlemektedir?
Emekli olup Bursa’ya yerleştikten sonra gerek çalışan meslektaşlarımla, gerekse emekli arkadaşlarımla diyaloğumu koparmadım. Bazen haftada bir onlarla toplanır birlikte yemek yeriz. Genellikle Acemler’deki polisevi bahçesi bizim buluşma yerimizdir. Bazen şirketten ben araba gönderir, emekli arkadaşları aldırırım. Bazen emniyet müdürlüğü yetkililerimiz bu konuda yardımcı olurlar.
Ayrıca emekli polislere ait bir derneğimiz var. Başkanlığını, emekli bir başkomiser yapıyor. Benim emniyet müdürlüğüm döneminde Ünlü caddede satın alınmıştı.
Bursa’da benim gibi önceki yıllarda teşkilatımızda çalışmış ve buraya yerleşmiş meslektaşlarımız var. İsmail Hakkı Demirel, Osman Atmaca ve Hayri Ceylan gibi. Hayri Ceylan benimle Bursa’da çalıştığı gibi Kars ve Kırşehir emniyet müdürlükleri de yapmıştır. Osman Atmaca aynı zamanda hukukçu olup avukatlık da yapanlardandır. Van ve Bilecik emniyet müdürlükleri yapmıştır. İsmail Hakkı Demirel, başta Ankara olmak üzere, Bursa dâhil, birçok ilde emniyet müdürlüğü yapmış, ayrıca polis enstitüsü müdürü olmuştur. Emekli olduktan sonra da danışma meclisi üyeliği yapmıştır.
EÖ: Emekliliğinizde siyaset yapmayı düşünmediğinizi görüyoruz. Bunun özel bir nedeni var mıdır?
Emekli olduktan sonra milletvekili olmam zor değildi. Ancak herkes tarafından sevildiğimi biliyordum. Eğer bir taraftan seçilseydim öteki tarafın antipatisini toplayacaktım. Buna lüzum görmedim. Üstelik Atatürk ve İnönü’den başka devlet adamının gelmemesi beni siyaset sahnesinden uzak tuttu.
EÖ: Sayın müdürüm, zaman ayırarak, polis koleji ve polis akademisinin açıldığı tarihten günümüze kadar birçok konuda bizleri aydınlattınız. Sizi dinledikten sonra, geçmişle günümüz arasında karşılaştırma yapma şansına sahip olduk. Bu nedenle şükranlarımızı sunuyor ve sağlıklı günler diliyoruz.
İSMAİL HAKKI DEMİREL İLE SÖYLEŞİ
12/24 SİSTEMİNİN İLK UYGULAYICISI
Çağın Polisi dergisi, Türkiye Emekli Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğinin yayın organıdır. Dergiye kan ve can veren emekli büyüklerimizi, yine kendilerine ait Derginin sayfalarında tanımak, tanıtmak bütün mensupların hakkı olsa gerektir.
Bu gerçekten hareketle, bugün önemli bir büyüğümüzü sayfalarımıza taşımayı uygun bulduk. Daha doğrusu bir borç bildik.
Konuğumuz İsmail Hakkı Demirel idi. O, polis kolejinin dördüncü devresindeki 32 öğrenciden biriydi.
Polis enstitüsüne başladığında, hukuk fakültesine seçildi.
İl emniyet müdürlüğüne henüz 28 yaşında vekil olarak Çankırı’da başladı.
Başta başkent Ankara olmak üzere birçok ilde emniyet müdürlüğü yaptı.
Polis enstitüsü müdürlüğü ve Ankara il emniyet müdürlüğü görevlerinde boykot olayları yaşadı.
Bursa’da görevli iken iki kez İstanbul il emniyet müdürlüğüne gönderilmek istendi. Kendisi için İstanbul ya da Bursa hiç fark etmiyordu. İkisinde de gitmedi.
Mesleğimizde ilk kez 12/24 çalışma sistemini uygulamakla “marka” oldu. Birçok il, onun uygulamalarından örnekler aldı.
27 Mayıs ihtilâlinde ve 12 Mart muhtırasında görevi başında oldu.
Polis kolejine girdiği 1941 yılından, emekli olduğu 1978 yılına kadar geçen 37 yılı hizmet aşkıyla yaşadı.
Sonra avukatlık yapmak istedi. Hatta staja bile başladı.
Bu defa kendisine Danışma Meclisi üyeliği teklif edildi. Bu yüce görevi kabul etti ve başarıyla tamamladı.
O, bizim teşkilatımızın duayenlerindendi. Bu söyleşi ile bizi 1950 öncelerine götürdü. Dün gibi hatırladığı olaylar karşısında hayretimizi ve hayranlığımızı saklayamadık. Karşımızda 81 yaşında dev bir çınar vardı. Koleje başladığı 1941 yılından beri 64 koca yıl geçmişti. Kendisinden, birçoğumuza nostaljik anılar yaşatacak anlamlı mesajlar aldık. Geçmişle günümüz arasında karşılaştırma yapma imkânı bulduk.
O ve onun gibi kaç duayenimiz kalmıştı ki?
Oysa onlar çeşitli illerimizde ve aramızda mütevazı yaşamlarını sürdürüyorlar.
Onları aradığımızda kolayca bulabiliyoruz.
Hepsi kendilerini kanıtlamış ve çok şeyleri aşmış insanlar.
Bağlılıklarımızı bildirdiğimizde mutluluklarının daha da artacağı bir gerçektir.
Eli kalem tutan her meslektaşımızın, irtibat kurabildiği dev çınarlarımızı ziyaret ederek gelecek kuşaklara tanıtması bir görev olarak telakki edilmelidir. Onların yaşadıklarını kâğıt üzerine dökmek, onlara saygının bir ifadesidir. Hem de gelecekte sentez yapılabilmesi için kaynak birikimidir.
Sayın İsmail Hakkı Demirel, telefonla talep ettiğimiz randevuya olumlu yanıt verdiler. Ankara’dan hareketle Bursa polisevinde kendilerini dinleme şansı bulduk. Bundan sonraki aktardıklarımız, onun muhteşem hafızasının ürünleriydi. Şimdiden şükranlarımızı sunuyor ve uzun ömürler diliyoruz.
Erol ÖZDEMİR: Sayın müdürüm, İsmail Hakkı Demirel kimdir? Nerelidir?
1924 yılında Gümüşhane’de doğdum.
Babam Ali Demirel polisti. 27 yaşında iken 1927 yılında Trabzon’da 6 ay polis eğitimi gördü. Okul sonrası Trabzon’da polisliğe başladı. Bir yıl sonra memleketimiz olan Gümüşhane’ye tayin oldu ve orada da bir yıl çalıştı. O zaman ilçe olan Bayburt’ta 4 yıl çalıştı. Namlı ve cesur bir polisti. Rüştiye mezunu idi. Polis memuru iken komiserliğe bile vekalet etti. Sınavlara girdi. 9 yıllıkken komiser yardımcısı oldu. 1936’da Kars’a tayin oldu. Şimdi Ardahan iline bağlı Çıldır ilçesinde emniyet komiserliği yaptı. Ben o zaman ilkokul beşinci sınıfa gidiyordum.
Dedelerimiz, Oğuz Türklerinin Çepni boyundan gelmedir. Karadeniz bölgesine gelen Çepnilerin, en çok Giresun, Trabzon ve Gümüşhane illerine geldiği bilinmektedir.
En büyük dedemiz Çepni Salih’in 150 yıl kadar önce Vakfıkebir’den Gümüşhane’ye geldiği bilinmektedir. Onun oğlu ve benim büyük dedem olan İsmail, Gümüşhane’de doğmuştur. Babamın babasının adı İbrahim, babamın adı ise Ali’dir.
Babam, İstiklâl Savaşı gazisidir. Doğu cephesinde muharebelere katılmıştır. Erzurum, Kars ve Kafkaslarda, Kazım Karabekir kumandasında savaşmıştır. Sakarya muhaberesine katılmış ve Balıkesir cephesinden denize inmiştir. 1922 yılında İstiklâl Savaşının sona ermesiyle İstanbul’da terhis olmuştur.
Şimdi büyük oğul olduğum için istiklâl madalyasını ben taşımaktayım. Cumhuriyet bayramlarında gururla, şerefle göğsüme takıyorum.
Babam emniyet teşkilatından 1950 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Emekli olurken komiser rütbesindeydi. 1979 yılında da rahmetli oldu. Başarılı ve dürüst bir emniyetçiydi. Görevde kaldığı 23 yıl içerisinde sırasıyla Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Çıldır, Kars, Sivas, Mersin, Anamur, Tarsus, Adana, Kayseri ve son olarak yine Trabzon’da çalıştı. Böylece göreve başladığı ilde emekli olarak göreve son vermiş oldu. Askerlik hizmeti ve yıpranma ile birlikte 33 yıl üzerinden kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Babam Kars’a tayin olduğunda Aşkale’den Erzurum’a kadar trenle gitmiştik. Vagonun içinde soba kurulduğunu hatırlıyorum. Hatta boru yerinden çıkmış ve çıkan boru, şimdi rahmetli olan kız kardeşim Neriman’ın alnında yara yapmıştı.
Bir kızım var. İş bankasında çalıştı. Şimdi emeklidir. Ailede en yakın polis olarak halamın oğlu Şinasi Şener bulunmaktadır. Kendisi Nevşehir il emniyet müdürlüğü yapmıştır.
EÖ: Babanız polis olduğuna göre ilk ve ortaokulu değişik illerde okudunuz…
İlkokulu Çıldır’da, ortaokulu ise Gümüşhane’de bitirdim. 1940 yılında babam Anamur’da komiserdi. O yıllarda Anamur’da ve Mersin’de lise yoktu. Mersin’in nüfusu 30 bin idi. Pansiyoner öğrenci olarak, Adana, Kayseri veya Trabzon’a gidecektim. Babamın maddi durumu buna imkân vermedi. “Ankara’da polis koleji var, oraya göndereceğim” dedi.
1941 yılında girdiğim polis kolejinden 1944 yılında mezun oldum. Biz kolejin dördüncü dönemiydik. İlk dönemlerde 50’şer öğrenci alınmıştı. Bize tahsis edilen sınıfta 16 sıra vardı ve ikişerli oturabildiğimiz için o yıl ancak 32 öğrenci alınabilmişti.
Koleji bitirir bitirmez 3 ay staj yaptık. Babam Tarsus’ta olduğu için staj için Mersin’i seçtim. Mersin emniyet müdürü Tacettin Ortaç idi. Her gün trenle Tarsus’tan Mersin’e gidip geliyordum.
EÖ: Artık öğrenci polis memuruydunuz. Bir sicil numaranız vardı. Ve sonra polis enstitüsünde öğrenime başladınız…
Kolej sonrası aldığım sicil numaram 4656 idi. Bu, Emniyet Teşkilatı Kanununun 1937 yılında yürürlüğe girmesinden itibaren teşkilata, 4656 polis alındığı anlamına geliyordu.
Staj sonrası okullar açılınca polis enstitüsünde eğitime başladım. Okurken üniforma giydiğimi ve maaş aldığımı hatırlıyorum. O zaman iki tür polis oluyordu: Sivil polis ve üniformalı polis. 5-6 arkadaş olarak bizi sivil gruba ayırdılar. Mezun olunca sivil alanda görev yapacaktık.
Ben bu arada olgunluk sınavına girmiştim. Öğretmenler kurulunda, bu sınavda dereceye girenler arasından seçildik ve hukuk fakültesine gönderildik. Sermet Senan, Kenan Aktekin, Şadan Ferit Kansu, Hüseyin Kemiksiz, Nihat Rüştü Kırcalı, Kemal Koç ve benimle birlikte 7 kişiydik.
Hukuk fakültesine geçiş yapınca polis enstitüsünden aldığımız maaşımız kesildi. Hukuk fakültesini, emniyet genel müdürlüğü adına burslu öğrenci olarak okuduk. İlk yıl 45 lira burs verildi. Bu paradan enstitüde yattığımız için her ay üç lira yatak parası, ayrıca yemek parası olarak da aylık Ankara’da çıkan bedele göre yemek parası kesiliyordu. Elimize 10-15 lira para kalıyordu. Daha sonra kurs ücreti 75 lira olmuştu.
EÖ: Polis enstitüsü diye başladınız, ama hukuk fakültesini bitirdiniz. Bu durumda ne zaman komiser yardımcısı oldunuz?
Polis kolejinden devre arkadaşlarım 2 yıl okuyup polis enstitüsünü bitirdikten sonra 1946 yılında komiser yardımcısı olarak göreve başladılar. Ben hukuk fakültesine devam ettiğim için, ancak 1948 yılı Ekim ayında komiser yardımcısı olabildim. Hukuk fakültesini bitirenler için herhangi bir kurs şartı yoktu. Aynı yıl doğrudan göreve başladım. Enstitüyü bitirenler geç terfi ettikleri halde ben hukuk fakültesi mezunu olarak 6 ay sonra komiser, 2 yıl sonra da başkomiser oldum.
EÖ: O yıllarda polis kolejinde üst sınıf öğrencileri ile alt sınıf öğrencilerinin ilişkileri nasıldı?
Alt sınıf öğrencileri üst sınıf öğrencilerine “ağabey” derlerdi. Onlara karşı saygılı olurlardı. Üst sınıfta bulunanlar da alt sınıftakileri korur, şefkat gösterirlerdi.
EÖ: Sonra polis kolejinin kapatıldığını görüyoruz.
Evet, polis koleji 1950 yılında kapatıldı. Kolejden mezun olanlar daha bilinçli, daha bilgili, daha şuurlu oluyordu. Dünya görüşleri değişikti. Yanlarına gittiği öteki amirler ise ilkokul mezunuydular. Bu nedenle rahatsızlıklar ve şikâyetler başladı. Polis koleji mezunları için “serkeş” ifadeleri kullanıldı. Bu kötülemeler yukarıya da aksettirildi ve kolej kapatıldı. O dönemde Demokrat Parti iktidara başlamıştı.
İlerleyen yıllarda polis kolejinin eksikliği ve önemi yeniden fark edildi. 1958 yılında eğitime yeniden açıldı.
1958 yılında yeni bir gelişme daha oldu. O ana kadar iki yıllık eğitimin sürdüğü polis enstitüsünden mezun olanlar en fazla emniyet amiri olabiliyorlardı. İstisnai olarak emniyet müdürlüğüne vekâlet edebiliyorlardı. 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanununa göre emniyet müdürü olmak için hukuk veya siyasal bilgiler fakültesi mezunu olmak gerekirdi. Daha sonra dil tarih coğrafya fakülteliler de bu haktan yararlandırıldılar.
1958 yılında polis enstitüsü mezunlarının emniyet müdürü rütbesine yükselebileceğine karar verildi. İki yıllık mezunlar, üçer aylık kurslara tabi tutuldular ve ondan sonra asaleten emniyet müdürü rütbesine yükselmiş oldular.
Daha sonra 1962 yılında yapılan yasal bir düzenleme ile polis enstitüsünde öğrenim süresi üç yıla çıkarıldı. Artık bütün mezunlar emniyet müdürü rütbesine yükselebileceklerdi. 1962 yılından önce mezun olanlar, 1967 ve 1968 yıllarında fark sınavlarına girerek üç yıllık mezun sayıldılar.
EÖ: Komiser yardımcısı olduktan sonra nerede göreve başladınız?
Ankara emniyet müdürlüğünde göreve başladım. Personel şube müdürü hukuk fakültesi mezunu Şükrü Akyor idi. Sicil şefi beni müdüre takdim etti. Müdür bana “Hoş geldin, tebrik ederim” deyip meslek hakkında takınacağım tavır hakkında telkin ve tavsiyede bulunacak yerde ilk sözü “Resmi elbise giyeceksin” oldu. Ben de “Kumaş verildiğinde diktirip giyeceğim” dedim. Şube müdürünün mesleğe yeni giren mensubuna karşı ne kadar bilgisiz ve duyarsız olduğunu gördüm ve üzüldüm. Bu hatıramı unutamıyorum.
Sicil şefi beni Doğanbey polis merkezine verdiklerini bildirdi. Doğanbey, şimdi Opera Meydanı denilen ve Bitpazarı diye de adlandırılan, Kızılcahamamlı eski elbise alıp satanlarının ve bazı 3. sınıf lokantaların bulunduğu bir semtti. Merkez karakolu üç katlı betonarme yapılı bir binada idi. Karakol binasında “kalem” denilen yazı işlerinin yapıldığı odada soba ile ısınma yapılıyordu. Benim yattığım üçüncü kattaki odada bir lavabo üstünde sarı bir musluk vardı. Contası bozuk olduğundan musluktan sızan su donuyordu. Su, sıfırın altında bir derecede donduğuna göre benim istirahat anında yattığım odanın sıcaklık derecesini tahmin etmek kolay olacaktır. Kimseye şikayet etmedik. Gece gündüz Doğanbey karakolunun yoğun işleri ile haşır neşir olduk. Günlük suç adedi 10-15 civarında. Hazırlık soruşturmalarını ben yazıyordum. Yazdığım fezlekeler yani soruşturma özetleri savcılıkça çok beğenilmiş olacak ki, 8 ay sonra beni siyasi şube diye anılan birinci şubeye atadılar. Üç ay çalıştıktan sonra yedek subay okuluna gittim. Askerlik görevinden sonra genel müdürlüğe müracaat ederek göreve atanmamı istedim. Kocaeli kadrosunda görev yapmam öngörüldü. Polis enstitüsü müdürü emekli albay Şeref Süral’ın, enstitüde sınıf amirleri olarak kültürlü komiserler talep etmesi üzerine, bir yıl çalıştığım Kocaeli’nden polis enstitüsü kadrosuna atandım. Aynı dönemde Nihat Rüştü Kırcalı da Bursa’dan polis enstitüsü kadrosuna atandı.
EÖ: İlk emniyet müdürlüğünüzden söz eder misiniz?
Polis enstitüsünde başkomiser olarak bir yıl çalıştıktan sonra 1952 yılında 4.sınıf emniyet müdür vekili olarak Çankırı il emniyet müdürü oldum. Henüz 28 yaşındaydım. Aynı dönemde Nihat Rüştü Kırcalı da Van emniyet müdür vekili olmuştu. O günkü barem kanununa göre müktesep maaşımız 35 liralık başkomiser kadrosu idi. Ama biz 50 lira kadrolu dördüncü sınıf emniyet müdürü maaşı alıyorduk. Aradaki fark, Bakanlar Kurulu kararıyla tazminat olarak veriliyordu. Daha sonra da asaleten 50’lik kadrolu 4. sınıf emniyet müdürü olduk.
EÖ: Öteki müdürlüklerinizi de anlatır mısınız?
1954 yılı genel seçimleri sonunda 3. sınıf emniyet müdürlüğüne terfi ederek Aydın il emniyet müdürlüğüne atandım.
İl emniyet müdürlüğü yaptığım üçüncü il, Kastamonu idi. Kastamonu’ya 1958 yılında geldim. Daha önce Aydın’da birlikte çalıştığım vali Enver Saatçigil Manisa’ya atanmıştı. 1959 yılında beni Manisa’ya il emniyet müdürü olarak talep etti. 27 Mayıs ihtilâlinde Manisa’da idim.
27 Mayıs’tan sonra en büyük rütbeli subaya valilik görevi veriliyordu. İlimizdeki Paşa tarafından ihtilâlin üçüncü günü askeri emniyet müdürü olarak atanmam uygun görülmüştü. Askeri emniyet müdürü olduğumu hoparlörden öğrendim. Yazı, sonradan geldi. Çünkü ben tarafsızdım ve de hiçbir partiye mensup değildim.
Bir hafta kadar beraber çalıştık. Bir hafta sonra ilimizdeki Paşa beni çağırdı. Cumhuriyet Halk Partililer, İzmir’de yurtiçi bölge komutanı Canip İskilipli’ye, bizim Paşanın valilik görevini, garnizondan idare ettiğini, beni de değiştirmediğini söylemişler. Bunun üzerine bizim Paşa, “Senin yanına bir binbaşı veriyorum. Ama emniyet müdürlüğü görevini sen sürdüreceksin” dedi.
15 gün kadar binbaşıyla birlikte çalıştık. Binbaşı, “Ben bu işleri bilmem. Sen işleri yürüt” dedi. Yanımda oturdu. Ben işleri devam ettirdim.
Bir gün Paşa beni çağırdı. “Nezaret altına alınacak kimler var” diye sordu. O zaman yeraltı faaliyetlerde bulunanlar Milli Birlik Komitesi kararıyla, göz altına alınıyordu. İdari tedbir olarak hapse atılıyorlardı. Kimsenin yanlış hareket yapmayacağına inandığım için kimseyi nezaret altına almadık.
Paşaya, “İl başkanını, ilçe başkanını çağırırız, nasihat ederiz, dedim. “Söyleriz onlara herhangi bir toplantıya falan katılmazlar. Herhangi bir yanlış hareket yapma şansları yoktur zaten.”
Manisa’da kimseyi nezaret altına almadık.
İki ay kadar sonra idari bir tedbir olarak bütün il emniyet müdürlerinin yerlerini değiştirdiler. Beni Manisa’dan Balıkesir’e verdiler.
EÖ: Balıkesir’de de gözaltına alınmalar var mıydı?
Balıkesir’de vali Ahmet Koçak idi. Onu merkeze aldılar. Zahit Kırağlı adında bir amiral atadılar. Bir gün üs kumandanı hava kurmay albay Ahmet Dural telefonla aradı. Ahmet Dural Gemlik’liydi. Sonra korgeneralliğe kadar yükseldi. “Askeri cezaevinde 150 adam var. Bu kişiler hakkında yapılması gereken işlemleri yapalım” dedi.
O sıralarda vilayetlerde tahkikat komisyonları kurulmuştu. Bu komisyonlar; hukuk işleri müdürü, emniyet müdürü, savcı yardımcısı, vali yardımcısı ve yine bir üye olmak üzere 5 kişiden oluşuyordu. Geçmişteki particilerin yasal olmayan davranışlarını inceliyorlardı. Kanun dışı kalmış işleri varsa tahkikat konusu yapılıyordu.
Nezaret altına alınacak insan olup olmadığını Manisa’da Paşa bana sormuştu. Ama ben ihtiyaç duymadığımı söylemiştim. İl başkanı çiftçi Cemal Bey, ilçe başkanı dişçi Fevzi Bey vardı. Hiç birini nezaret altına alma gereği duymadığımı söylemiştim.
Balıkesir’de DP il başkanı Dr. Ahmet İhsan Kırımlı içerdeydi. İlçe başkanı İsmail İlşekerci içerdeydi. Milli Birlik Komitesi üyesi Mucip Ataklı’nın amcası oğlu Celil Ataklı içerdeydi. Toplam 150 civarında kişi gözaltında tutuluyordu.
Siyasi şubeye bakan Artvin’li bir başkomiserimiz vardı. Adı Mustafa Akalın idi. Onu çağırdım ve bu 150 kişiyi sordum.
“Dosyaları bize havale ettiler” dedi.
Oysa dosyaları tahkikat komisyonu neticelendirmeliydi. Neticelendirmemişler. İlçelerin birinde adam berberde traş olurken “Menderes bizim Allahımızdı “ demiş. İhbar üzerine merkeze, oradan da askeri cezaevine alınmış. Diğer dosyalarda da buna benzer ihbar ve şikâyetler var.
Dosyaları istedim. 3-4 tanesini inceledim. Çoğunda şahit yoktu, delil yoktu. Ama ihbarlar vardı.
Ne yapacağımı soracağım kimse de yoktu.
Öte yanda ceza ve usul kanunları geçerli idi. Savcılar, hâkimler görevleri başında idi.
İlk iş olarak ilçelerden alınanları birer yazıyla kaymakamlıklara gönderdim. Dosyaları kaymakamlıklarca incelenecekti.
İl merkezinde alınanların dosyalarını da tahkikat komisyonlarıyla birlikte inceleyip bıraktık.
EÖ: Ard arda yaptığınız il emniyet müdürlükleri görevlerinizden sonra bir süre emniyet genel müdürlüğünde görev aldığınızı biliyoruz.
O dönemde emniyet genel müdürlüğünde personel şube müdürü Mehmet Şahin idi. Beni telefonla aradı. “Balıkesir’e yeni geldin. Ama biz seni emniyet genel müdürlüğü personel şube müdürlüğüne almak istiyoruz” dedi.
O sıralar Yozgat’tan asayiş şube müdürlüğü için Ankara’ya gelen kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı da bu haberi duymuş ve beni aramıştı: “Personel şube müdürü yapacaklarmış. Milli Birlik Komitesi öyle uygun görmüş” dedi.
Bir süre personel şubede çalıştım. Bu şubede hatır gönül işi çok oluyordu. Bir defasında bir personelin ataması konusunda bir binbaşı ile münakaşaya bile girmiştik. O dönemde emniyet genel müdürlüğü görevini yürüten İhsan Aras Paşa, “Benim yanımda münakaşa etmeyin” demişti. Ben hukuksuz iş yapmayacağım konusunda kararlıydım. Hiçbir zaman da bu ilkemden ayrılmadım.
Baktım olacak gibi değil. Hukuk işleri müdürlüğüne geçmek istedim. O zaman hukuk işleri müdürü olan Feriha Sanerk, Bakanlıkta başka bir göreve getirilmişti. Ben onun yerine talip oldum. (Feriha Sanerk, Türkiye’nin ilk bayan emniyet müdürüdür. 1945 yılında istihbarat hizmetlerinde göreve başlamıştır. Bugün 82 yaşında olan Sanerk, 30 yıl görev yaptıktan sonra emekli olmuştur. Modacı Cemil İpekçi’nin yengesi olan Feriha Hanım, yine bir emniyetçi olan Adnan Sanerk ile evlidir. Yalova eski emniyet müdürü Nurdan Canca ve viyolonsel sanatçısı Rezzan Canca’nın annesi olan Feriha Hanım halen resim yaparak zaman geçirmektedir. EÖ)
Paşa, personel şubede bana alıştığını söylese de, hukuk işleri şubesine geçmek için kararlı olduğumu söyledim. “Personel şube için Mehmet Akzambak var” dedim. Çünkü Akzambak bunu çok istiyordu. Hemen bir kararname hazırladım. Kendimi hukuk işlerine, Akzambak’ı personel şubeye, Nevzat Ayaz’ı da pasaport şubesine yazdım. Kararname bu şekilde çıktı. 1961 yılında başladığım hukuk işleri şubesindeki görevimi iki buçuk yıl sürdürdüm.
İhsan Aras Paşa, emekli hava generali idi. İki yıl kadar genel müdürlük yaptıktan sonra valiliğe nakledildi. Ondan sonra emniyet genel müdürlüğüne Ahmet Demir getirildi. Ahmet Demir 60 yaşlarındaydı. Tek parti döneminde İstanbul emniyet müdürlüğü yapmıştı. İnönü’nün tuttuğu biriydi. Adını, öğrencilik yıllarımda duyuyordum. Astığı astık, kestiği kestik türden ve namlı biriydi.
Hukuk işlerinde çalışırken beni çağırdı. İstanbul birinci şube müdürlüğüne vereceğini söyledi. O yıllarda siyasi şubeler, birinci şube diye anılıyordu.
Ben, gidemeyeceğimi, İstanbul’da geçinemeyeceğimi söyledim. Yüzüme hayretle baktı. Herkesin koşarak gitmek istediği yere, ben hayır deyince, yüzündeki hayret ifadesi daha da belirginleşmişti.
Yine İhsan Aras Paşa döneminde Ankara il emniyet müdürü olan Ali Ulvi Sulukioğlu, asayiş şube müdürlüğüne almak istemişti. O zaman genel müdürlük şube müdürlüğü kadrosu 70 iken, Ankara şube müdürlüğü kadrosu 60 idi. Bu yüzden kabul etmemiş ve gitmemiştim.
EÖ: Sonra Ankara emniyet müdür yardımcılığı…
Emniyet genel müdürü Ahmet Demir’in, benim çalışmalarımı ve görev anlayışımı beğendiğini biliyordum. 2-3 ay geçtikten sonra, “Seni Ankara’ya müdür yardımcısı yapacağım” dedi. Ankara müdür yardımcılığı kadrosu 80 idi.
Emniyet genel müdür yardımcısı Ahmet Paftalı bir gün beni arayarak, “Ahmet Demir seni seviyor. Bu senin için büyük payedir. Hiç sesini çıkarmadan kabul et ve göreve başla” dedi.
Göreve başlamıştım. Sarı Semih diye anılan Semih Beşkardeş ile Sabri Meriç Ankara emniyet müdür yardımcıları idi. Benimle birlikte üç kişi olacaktık. Ankara emniyet müdürlüğü İsmetpaşa mahallesindeydi. Zaten 4-5 odadan ibaret bir yerdi. Üçüncü yardımcı olarak gittiğimde emniyet müdürü Ali Ulvi Sulukioğlu kuşkulandı. Vali Enver Kuray idi. Emniyet genel müdürü ile valinin de arası iyi değildi.
1964 yılıydı. Ankara emniyet müdür yardımcılığı görevine başlamak üzere genel müdürlük hukuk işlerinden ayrılıyordum. Ayrılışım sırasında emniyet genel müdürü Ahmet Demir, “Seni göreyim İsmail Hakkı” dedi.
“Ben müdür yardımcılığına gidiyorum, müdür ne görev verirse onu yaparım” dedim.
Biraz bozuldu.
Emniyet müdürü Ulvi Bey bana karşı soğuktu.
Bir gün girdim odasına ve “Zannetme ki ben Ahmet Demir’in adamıyım. Ben vazifemin adamıyım. İlle birinin adamı olmam gerekirse senin adamın olurum. Çünkü biz aynı kuşaktanız” dedim. Malatyalıydı ve de kendisini seviyordum. Neticede anlaştık ve birlikte çalıştık.
Daha sonra Ankara il emniyet müdürlüğüne, o zaman ilçe olan Kırıkkale kaymakamı getirildi. Mülkiyeliydi. Gelir gelmez randevuevlerini basacağını, umuma açık yerleri kapatacağını söyledi. Zannediyordu ki polisin işi sadece umuma açık yerler. Hâlbuki polisin bin türlü işi vardı.
Çok durmadı. 1965 yılı genel seçimler sonrasında Adalet Partisinin iktidara gelmesiyle görevden ayrıldı. Bu defa Ankara emniyet müdürlüğüne Muzaffer Çağlar getirildi. Bir süre bu görevde kalan Çağlar, sonra İstanbul emniyet müdürü olarak atandı.
Ankara emniyet müdürlüğünün boşalmasıyla bu göreve vali yardımcısı Lami Gözen getirildi. Lami Gözen Kilisliydi. Çok muhterem biriydi. Ben ve Ali Akman ona yardımcı olduk. Mesleği pek bilmiyordu. Yol gösterdik. Hulusi kalple yardımcı olduk. Ben mitinglerde, nümayişlerde, operasyonlarda tedbirleri almada hep ön plandaydım. Sonra mülkiyeli İbrahim Ural birinci şubeye, yine mülkiyeli Erdoğan Alıveren toplum zabıtasına müdür oldu. Muharrem Bartın’da, daha sonra birinci şube müdürlüğü yapanlardandır.
Ankara valisi Celalettin Coşkun idi. Emniyet müdürlüğüne vekâlet ettiğim dönemlerde valiye dirençli hareket ediyordum. Vali, bazen yeni kapatılan bir yerin hemen açılmasını istiyor, ben de “Yeni kapattık, hemen niye açalım ki” diyordum.
EÖ: Ve sonra polis enstitüsü müdürlüğü…
Faruk Sükan içişleri bakanıydı. Benim Ankara emniyet müdürü olmamı istemiş. Ama vali Celalettin Coşkun, bakanın bu isteğine sıcak bakmamış. Bunu daha sonra öğrendim.
O günlerde Faruk Sükan, vali Celalettin Coşkun’a, “Onu polis enstitüsü müdürü yapacağım” demiş. Vali bunu bana müjdeledi. Aslında Ankara için il emniyet müdürü olarak onay vermediği için, biraz da telafi etmek istiyordu. Böylece 80’lik kadrodan 100’lük kadroya geçerek Akzambak’tan sonra 1967 yılında Polis Enstitüsü müdürü oldum.
EÖ: Sayın müdürüm, bir fikir vermesi açısından, o günkü Barem Kanununa göre hangi kadroda kimlerin çalıştırıldığını öğrenebilir miyiz?
Komiser yardımcısından emniyet genel müdürüne kadar kadrolar şu şekildeydi:
25 : Komiser yardımcısı
30 : Komiser, maiyet memuru
35 : Başkomiser
40 : Kaymakam
50 : Dördüncü sınıf emniyet müdürü
60 : Üçüncü sınıf emniyet müdürü
70 : İkinci sınıf emniyet müdürü
80 : Birinci sınıf emniyet müdürü
90 : İzmir, Adana, Zonguldak il emniyet müdürleri
100 : Ankara, İstanbul il emniyet müdürleri ve polis akademisi müdürü
125 : Emniyet genel müdürü
EÖ: Sonra polis enstitüsü yılları. Hukuk fakültesine seçildiğiniz için polis enstitüsünde okuyamamıştınız. Ama müdürü oldunuz.
Aslında koleji bitirince polis enstitüsünde eğitime devam ediyordum. Enstitüde öğrenciliği tatmış biriyim. Ama daha önce söylediğim gibi hukuk fakültesine gittim ve orayı bitirdim.
İki buçuk yıl süreyle enstitü müdürlüğü yaptım. Öğretmenlerimizle birlikte, enstitünün dört yıllık akademi olması için çalışmalar hazırladık. Proje olarak Bakanlığa arz ettik. Ama yürümedi. Kadük oldu.
EÖ: Sizin döneminizde bir boykot hadisesi de oldu…
Polis enstitüsünde boykot 1969 yılında yapıldı. O sıralarda genel müdürün, “Mesleğe dışarıdan 40 mülkiyeli daha alacağım” diye bir açıklaması olmuştu. Öğrenci bunu duymuştu. Önünün tıkanmasını istemiyordu. Hiç nöbet tutmadan, gece görevi yapmadan doğrudan şube müdürlüğüne ya da daire başkanlığına tepeden inme alınmalar, öğrenciler arasında huzursuzluklar yaratıyordu.
Ben bu sıkıntıları yıllar öncesinden biliyordum. Hukuk işleri müdürü olduğum dönemde, emniyet genel müdürü Fevzi Arsın’ın, bir konu üzerine, “Ben polis okulu müdürünü değiştiremez miyim” sorusuna, “Değil bir okul müdürünü, bir polis memurunu bile değiştirebilmeniz için, bakanın onayı gerekmektedir. Siz ancak öneride bulunabilirsiniz” cevabını vermiştim. Genel müdür oldukça kızmış ve “Derhal bu kanunu değiştirin” demişti.
Aldığımız talimat üzerine trafik daire başkanı Talât Ergun, Feriha Sanerk, Kasım Buharalı ve ben bir komisyon kurarak çalışmaya başladık. Emniyet müdürü olabilmek için enstitü mezunu olma şartını getirmek istedik. Aksi takdirde birlik olmuyordu. Bir menşeye bağlamak gerektiğine inanıyorduk. Başta komisyon üyesi Talât Ergun alınganlık gösterdi. Kendisi de dışarıdan bizim mesleğimize girmişti. “O zaman bize burada yer yok” dedi.
Bu durumda kanun çalışması yürümedi. Yarım kaldı.
Enstitü müdürlüğü görevim devam ederken İzmit’te emniyet mensuplarının 70 daireli kooperatifinin kongresine davet edildim. Avni Müftüoğlu o yıllarda Kocaeli emniyet müdürüydü. Kooperatif başkanlığını Sinan Aşçıoğlu adında bir başkomiser yapıyordu. Ben enstitü müdürlüğü yaparken aynı zamanda polis bakım yardım sandığının yönetim kurulunda ikinci müdürdüm. Bizden mesken kredisi istemişlerdi. Beni de kooperatife dâhil ettiler. Davet edilince gittim. Kooperatif kongrelerini idare etmek üzere beni başkan seçtiler.
Bu sırada mesleğe dışarıdan 40 kişi alınacağı sözleri öğrenciler üzerinde derin tesir bırakmış ve hocalarına sormuşlar.
“Biz de yürüyüş yapalım” demişler.
Onlar da “Tabii ki yapabilirisiniz” demişler. “Bu sizin hakkınız” demişler. Bir dilekçe yazmışlar.
Ankara emniyet müdürü İbrahim Ural, onları teskin etse, “Ben zaten üniversite öğrencileri ile zor baş ediyorum, bir de siz sorun çıkarmayın, sakin olun” dese belki de sorun çözülecek. Böyle yapmıyor ve hemen içişleri bakanı Haldun Menteşeoğlu’na gidiyor. Öğrencilerin derse girmediğini haber veriyor. Haldun Menteşeoğlu, Muğla milletvekili olarak parlamentoya girmişti. İsmail Dokuzoğlu ise genel müdürü vekiliydi.
Boykot kararı alınınca öğrenciler bahçeye çıkmışlar. Necatibey caddesine boya ile (3201’E HAYIR) diye yazmışlar. Çünkü 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu mülkiyelilerin girişine imkân veriyor. “Kaymakamlar, emniyet müdürü ile muadildir” diyor. “Emniyete 40 kaymakam alınacak” lafı da ortada dolaşınca haklı olarak isyan ediyorlar ve derse girmiyorlar.
Genel müdür vekili gelmiş. Yuhalamışlar. Yardımcıları gelmiş, onları da yuhalamışlar. Benim yardımcılarım da telaş içine düşmüşler.
EÖ: Siz de yoksunuz…
Evet. Olanları duyunca İzmit’ten hareket ederek okula geldim. Talebelere rica ettim. “Yapmayın” dedim. Tabii ki yapılanlar bana karşı değildi. Soruşturma yaptım. Talebe derneğini çağırdım. “Ben bu problemi halledeceğim” dedim. O sırada bir proje hazırlıyorduk. 4 yıllık akademi olsun, diye.
Neticede rapor yazdım. “Talebeler isteklerinde yerden göğe kadar haklıdırlar. Yalnız metotları yanlıştır” dedim.
Ne yaptılar?
Enstitü öğrencilerinin tümünü vilayetlere sürdüler.
Enstitü öğrencilerinin iki vasfı vardı. Bir yandan okul öğrencisi idiler. Üç yıllık eğitim görüyorlardı. Yiyecek-giyecek ihtiyaçları okuldan karşılanıyordu. Öte yandan polis memuruydular. Maaş alıyorlardı.
Hemen emniyet genel müdürlüğüne koştum. “Yapılanlar doğru değil. Öğrencileri illere göndermeyin. Çocuklar derse girecek. Ben bu durumu temin ettim. Ancak suç işleyen talebe cemiyetidir. Cezalandıracaksanız onları cezalandırın” dedim.
Genel müdür yardımcıları bir şey diyemedi. Daire başkanları bir şey diyemedi. Genel müdür vekilinin zaten bir şey yapacağı yok.
Bunun üzerine müsteşar Osman Meriç’e gittim. O da “Vallahi yapacak bir şey yok” dedi.
Şaşırmıştım. O zaman “Bakan’a bari gideyim” dedim. Tesadüf ki, Bakan da soğuk algınlığından evde yatıyormuş. Ona gidemedim.
Dilekçe yazdım. “Polis enstitüsü hakkında Bakanlığın aldığı karara karşıyım. Bu şartlar altında burada müdürlük yapamam. Beni merkeze alın” dedim.
Ve 1969 yazında merkeze alındım.
EÖ: Biraz da Merkez günlerinizden söz eder misiniz?
Bir süre ek görevle polis enstitüsünde emniyet teşkilatı hukuku derslerine girdim. Nihat Rüştü Kırcalı da polis taktiği derslerine giriyordu.
Bir yıl derslere girdim. O sırada 1971 yılında 12 Mart muhtırası olmuştu. Emniyet genel müdürlüğüne emekli general Sedat Kirtetepe getirildi. Kırşehir’de görevli iken tanıdığı Fikret Tim’e, emniyet genel müdür yardımcılarının üstünde bir görev olarak genel sekreterlik görevi verdi. Yine valilik yaptığı Kırşehir’den tanıdığı Kamuran Korkmaz’ı da emniyet genel müdür yardımcılığına getirmek istedi. O ise Bursa’yı talep etti ve Bursa emniyet müdürü oldu.
Bir önceki emniyet genel müdürü Orhan Erbuğ, Emniyet Teşkilatı Kanunu yapalım diye emir vermişti. Benimle birlikte, Ahmet Eren ve Nazmi İyibil’inde onayı alındı ve polis enstitüsünde bir çalışma ortamı hazırlayıp çalışmalara başladık. 30 kadar anket sorusu hazırladım. Bütün kadroya gönderdim. Bir ay geçmeden Sedat Kirtetepe çağırdı ve kanun hazırlığı konusunda bilgi istedi. Çalıştığımızı söyledim. Kanun hazırlamak o kadar kolay değildi. Özellikle teşkilat kanunu çok önemliydi. Henüz anket sorularının cevapları bile gelmemişti. Bunları anlattım.
“Evrakları topla, genel sekretere ver” dedi.
Ben o ana kadar yaptığımız çalışmaları Fikret Tim’e verdim. Tabii ki Fikret Tim’in yapabileceği bir şey yoktu. Çalışmalar yarıda kaldı.
EÖ: Sonra Ankara emniyet müdürü olduğunuzu biliyoruz…
Deniz Gezmiş ve arkadaşı o yıllarda yakalanmıştı.
Bir bekçi kaleşnikoflu iki kişiyi görünce tabancasını çeker ve bu iki kişiyi karakola götürür. Kimlikleri karakolda anlaşılır.
Şahıslar Ankara’ya getirilince içişleri bakanı Haldun Menteşeoğlu, biraz da merakından olacak ki “Getirin şu adamları göreyim” demiş. Makamda Deniz Gezmiş, hakaret içeren davranışlarda bulunmuş.
O dönemde Ankara emniyet müdürü olan Rüştü Ünsal İzmir’e verildi. Kendisi İzmir’i çok seviyordu.
Boşalan Ankara emniyet müdürlüğü için Semih Beşkardeş istekliydi. Bundan da ümitliydi. Zira Ankara valisi Şerif Tüten’in mülkiyeden sınıf arkadaşıydı. Ayrıca teftiş kurulu başkanı Adnan Çakmak da Ankara emniyet müdürlüğüne istekliydi. Üstelik Kirtetepe de Adnan Çakmak’ı tutuyordu. Ancak Bakanlık, Adnan Çakmak’ın Ankara emniyet müdürü olmasını istemiyordu.
Şerif Tüten; sınıf arkadaşı olmasına rağmen, çok geniş ve rahat bir yapıya sahip olması nedeniyle Semih Beşkardeş’i emniyet müdürü olarak düşünmüyordu.
O zaman, “Kim var” diye sormuşlar.
Merkezde olanlar arasında, “Polis enstitüsünde hocalık yapan İsmail Hakkı Demirel var” demişler.
Semih Sancar sıkıyönetim komutanıydı. Recai Paşa da yardımcısıydı. Recai Paşa’yı tanıyordum. Emniyet genel müdür yardımcısı olan kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı ile komşu olarak oturmuşlardı. Nihat Rüştü Kırcalı ile ziyarete gittik. Bir süre sohbet ettikten sonra, ona “Ankara’ya hazır ol” dedi. Nihat Rüştü Kırcalı, “Ben arzu etmiyorum” dedi. O zaman bana döndü. “Sen hazır ol” dedi. Ben de “Pekiyi” dedim. 1971 yılında Ankara emniyet müdürlüğü görevine başladım ve 3.5 yıl bu görevi yaptım.
EÖ: Ankara emniyet müdürlüğü görevinizde operasyonlarda, toplumsal olaylarda, mitinglerde başarılı bir dönem geçirdiniz. Ancak siz müdürken bir boykot olayı da toplum polisinde yaşandı…
1974 yılı ortalarına doğru bir gün, toplum zabıtası müdürü Ferdi Erzaim, bana telefon ederek, toplum polisinin göreve çıkmak istemediğini, boykot yaptıklarını bildirdi. Bu olacak iş değildi. Ben bu bilgiyi alınca, Ferdi Erzaim’e “Derhal birlik mensuplarını toplantı salonuna toplayın, ben oraya geliyorum” dedim.
Birlik kışlasına geldiğimde, 700-800 mevcutlu amir ve memur olması gerekirken, toplantıda 200-250 kadar personelin hazır olduğunu gördüm. Bu, 12 saat gececi, 12 saat gündüzcü çalışma sisteminin sonucuydu.
Hazır bulunanlara hitaben bir konuşma yaptım: “Göreve çıkmama gibi yanlış bir yola girdiğinizi, üzüntü içerisinde öğrendim. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Yaptığınız iş disipline aykırı ve kanunlarımıza göre suçtur. Ankara’da sıkıyönetim var. Merkez komutanlığında 2000 inzibat eri mevcut. Komutan yetkilidir. İsterse hepinizi köyünüze, kasabanıza gönderir, yerinize 2000 inzibat erini konuşlandırır. Ne istiyorsunuz? Bana söyleyin”
Bunun üzerine her kafadan bir ses çıktı. “Bu böyle olmaz, ne istiyorsanız, her arkadaşım ayrı ayrı isteklerini bir dilekçe ile bana bildirsin” dedim.
Bu sözlerim üzerine, boykot kaldırılmış, toplum polisi göreve başlamıştır.
Bu toplantıyı müteakip, toplum müdürü Ferdi Erzaim’e talimat vererek, görev çizelgesini 12 saat çalıştırıp 24 saat dinlendirme yapacak şekilde tanzim etmesini istedim. Bu sisteme göre; toplum polisi, amir ve memur olarak, üç gruba ayrılacaktır.
Buna göre sabah 08 akşam 20, akşam 20 sabah 08 olacak şekilde görev çizelgesi yapılacak, bir grup görevde iken diğer iki grup izinli olacaktır. Bu görev şekli ile, bir amir veya memur 12 saat çalıştıktan sonra, aralıksız bir gündüz ve bir gece yani 24 saat izinli olacaktır. Bu suretle, sosyal yaşantısını eşi ve çocukları ile sürdürecek, göreve geldiği zaman zinde ve huzurlu olacaktır. Eski sistemde amir veya memur 15 gün gündüzcü veya 15 gün gececi olarak görev yapıyor, sosyal yaşantısını huzursuz ve sıkıntılı geçiriyordu. Gececi ve gündüzcü sistemde memur, özel ihtiyaçlarını karşılamak için, gece veya gündüz, görevli olduğu halde izin istiyor, rapor alıyor veya görevini izinsiz terk ediyordu. Böylece görevde bulunması gereken amir veya memur sayısı, arzu edilen seviyede olamıyordu. Özellikle 500 kişilik gececi veya gündüzcü grupta, hafta izinliler ve kaytaranlar çıkarılınca geriye 200-250 görevli kalıyordu.
Toplum müdürü Ferdi Erzaim, talimatı aldıktan sonra, bana sözlü olarak, toplum amir ve memurlarını üç gruba ayırabilmek için mevcuda ilaveten 500 elemana ihtiyaç olduğunu bildirdi. Bu sebeple de üç gruplu sisteme göre görev çizelgesi yapamayacağını belirtti.
Aslında bu düşünceye katılmıyordum. Toplum zabıtasının yakın yöneticisi olan arkadaşımı kırmak istemediğimden, emniyet müdür yardımcım Ahmet Eren’le beraber, toplum polisindeki huzursuzluğu gidermek, sıkıntıları hafifletmek için, üç gruplu sistemi uygulamak amacıyla Bakanlıktan 500 kişilik bir takviye yapılmasını içeren bir rapor hazırlayarak Kişiye Özel şerhli olarak Bakanlığa gönderdim. Ayrıca toplum polisine verilen yan ödemenin de bir kat arttırılmasını istedim.
Aradan bir ay geçti. Bakanlıktan bir cevap alamayınca, ilk yazımızdaki önerilerimizin yerine getirilmesi için Bakanlığa “Kişiye Özel” yeni bir yazı gönderdim. Toplum zabıtasındaki homurtuların ve şikâyetlerin durmadığını hatırlattım.
Emniyet genel müdürlüğünde, personel işlerine bakan değerli arkadaşım, mülkiyeli Dündar Karaşar, beni çağırıp da, “Bu sistem nasıl işleyecek” diye sormadı. Ayrıca personel verip veremeyeceği hakkında beni aydınlatan bir düşünceye girmedi. Gönderdiğim iki rapor sümen altında kaldı.
1974 yılının sonlarına geliniyordu. Kasım veya Aralık ayıydı Biz Bakanlıktan gelecek cevabı beklerken İstanbul’da Tura Turizmden Sabahattin Akalp adında arkadaşım aradı. Doğu Akdenizde vapurla bir tur olduğunu ve davetiye göndereceğini söyledi. Tur; Beyrut, Kahire, İskenderiye güzergâhında yapılacaktı.
Ben, kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı’nında gitmesini istiyordum. O da, ben de gezi amaçlı yurt dışına gitmiş insanlar değildik.
Sonunda pasaportlarımızı hazırladık. Bakanlığa müracaat ettik. Yurt dışı izin onaylarımızı aldık.
İstanbul’a hareket etmeden önce nezaketen valimiz Şerif Tüten beyi ziyaret ettim. “Allahaısmarladık” dedim.
Aynı şekilde sıkıyönetim komutanını ziyaret ettim.
Mutat olmadığı halde emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi'ye gittim. Yurt dışından bir isteklerinin olup olmadığını sordum.
Yine müsteşar Hayrettin Ersöz’e uğradım. Sivas’tan sınıf arkadaşımdı. “Gitmek var, dönmek yok” dedim.
Bakanımızla ülfetim olmadığı için ona gitmedim.
Nihat Rüştü Kırcalı ile birlikte İstanbul’a hareket ettik. Baltalimanı polisevine yerleştik. Ertesi gün için biletlerimizi hazır ettik.
Akşam yemeği için Boğaza gittik. İstanbul kadrosunda görevli Orhan Erdem ve Salih Bora da bizimleydi.
Ertesi sabah ilginç bir durumla karşılaştık. Kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı’nın midesi kanamıştı. Önceden de mide kanaması geçirmişti. Bu durumda geziye katılması mümkün değildi.
İkinci bir sürpriz daha vardı. O da çok önemliydi. Ankara’da karışıklıklar vardı ve toplum polisi boykota başlamıştı.
İçişleri bakanı Mukadder Öztekin’di. Öztekin, Niğde’liydi. Önceleri Adana valiliği yapmış, daha sonra da CHP’den senatör olmuştu.
Toplum polisindeki boykotu duyar duymaz, “Emniyet müdürü nerde” diye sormuş. Herkes kem küm etmiş. Oysa ben izne çıktığımı hepsine bildirmiştim. “Emniyet müdürü izne gitti, haberimiz yok demesinler” diye.
Vali demiyor ki, “Emniyet müdürü 15 gün izin aldı. Emniyet müdür vekili olarak Nazmi İyibil var. Onunla gerekli tedbirleri alırız.”
Oysa Nazmi İyibil’i daha sonra vali yaptılar.
Ondan önce, TODAİE’nin delaletiyle Almanya’nın Berlin kentinde yapılan bir seminere katılmak için ayrıldığımda başka bir emniyet müdür yardımcısını vekaleten bırakmıştım. Bu arkadaşımız; trafik şube müdürü ve şoförler derneği başkanıyla kumpas kurmuşlar. Bir sürü kötü işler çevirmişler. Konuyla ilgili bir yığın ihbar var.
Yardımcımın alınması konusunda yazı yazdım. Almadılar. Boykottan altı ay önce toplum polis müdürü ile yardımcısını alın, diye yazdım. Onları da almadılar. Sadece trafik şube müdürünü aldılar.
Çalışma sistemini değiştirelim, dedim. Yapmadılar.
Ben ne yapabilirdim ki…
EÖ: Sonuçta geziye katılamadınız…
Tabii ki geziye katılamadık. Nihat Rüştü Kırcalı ile birlikte uçağa atlayıp Ankara’ya döndük.
Konuyla ilgili 2 müfettiş görevlendirilmişti. Boykot olayını soruşturuyorlardı. “Ben bu olayı bekliyordum” dedim. “İşte tekliflerim, işte raporum” dedim.
Toplum müdürünü ve yardımcısını değiştirin, dedim. Değiştirmediler. Görev sistemini şu şekilde uygulayalım, dedim. Uygulamadılar. İlginçtir, bundan beş yıl önce müfettişlerden birini Erdek’te gördüm. “Seni o olayda suçlu bulmadık. Sana niye izin verdi diye valiyi kusurlu gördük” dedi.
Aslında valinin de suçu yoktu. Öncelikle izni, sıkıyönetim onaylıyordu.
Ankara emniyet müdürü olduğum dönemde polise hiç laf getirmedim. Nice operasyonlara ve çok sayıda bombalı olaylara müdahale ettik. 3.5 yıl süresince basında olumsuz olarak hiç adımız geçmedi. Çünkü öylesine dikkatli ve mesafeli çalışıyordum.
Sonuçta Bakan, emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi'yi aramış ve “Değiştirin bu müdürü” demiş. Bunu, Tüfekçi beni çağırdığında anlamıştım. Emniyet genel müdür yardımcısı Nevzat Ayaz ve polis enstitüsü müdürü Nihat Rüştü Kırcalı’nın da bulunduğu bir sırada Tüfekçi ellerini ovuşturuyordu. Beni sevdiğini de biliyordum. Bana yapılanın haksızlık olduğunu biliyordu. Ama Bakan’a direnemiyordu.
“Bakan beni değiştirmek mi istiyor?” dedim.
Cevap vermedi.
“Tamam, anlaşıldı” dedim. Zaten yorulmuştum. “Artık bağlasanız da durmam. Beni merkez valisi yapın” dedim. Zaten hakkımdı. Daha önce de valilik teklifi yapılmıştı. Namık Kemal Ersun Paşa bırakmamıştı.
Bu arada emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi, bana iki mülkiye müfettişinin yaptığı bir raporu gösterdi. Müfettişler; Ankara, İstanbul, Bursa ve Trabzon illeri emniyet müdürlüklerini incelemişler.
Ankara’da hırsızların başı falandır, yardımcıları falandır şeklinde ifadelerde bulunmuşlar. Ama benim için, “Emniyet müdürü dürüst adam. Ama bu adamların hırsızlığını nasıl duymamış” demişler. İhbar ve şikâyetler üzerine şaibeli olanları Bakanlığa arz etmiş ve Ankara’dan uzaklaştırmıştım. Müfettişler bu icraattan habersiz rapor yazmışlar.
Bursa’da emniyet müdürü olarak Kamuran Korkmaz vardı.
Trabzon emniyet müdürü ise Kemal Serhatlı idi.
“Faydalı değiller, şaibelidirler, alınmaları gerekir” diye öneride bulunmuşlar.
Mübarek adamlar…
Mademki benim dürüst olduğumu öğrendiniz. O zaman bana soramaz mıydınız? “Madem dürüst adamsın. Gel bakalım, şu adamın hırsızlığını duymadın mı, niye bunlara göz yumdun diye.”
Oysa ben raporumda hepsini yazmıştım. Trafikten şube müdürünü ve 5-6 komiseri atmıştım. Ama emniyet müdür yardımcısını almadılar. Çünkü o, bir üst düzey yetkilinin yakınıydı.
EÖ: Ve son durak Bursa…
Emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi’ye, “Beni vali yapmazsanız, Bursa’yı birinci derece yapın ve oraya emniyet müdürü olarak verin” dedim.
1975 yılıydı. Bursa’daki Kamuran Korkmaz’ı Kayseri’ye aldılar. Ben de Bursa’ya geldim.
EÖ: Yeni çalışma sisteminizi Bursa’da da uyguladınız mı?
Ankara’da ağzım yandığı için Bursa’da ilk işim, toplum polisinin çalışma sistemini 12/24 esasına geçirmek oldu. Mevcudu 150 kişiydi. Başlarında bir emniyet amiri vardı. Bu konuda çalışma yapmasını istedim.
“Olmuyor” dedi.
Belli ki hiç kafa yormamış, uğraşmamıştı. Emir verince sadece “Siz bilirsiniz” demek olmaz. Personel, fikrini de açıkça söyleyebilmelidir.
Emniyet amirini, faydalı olamayacağını anlayınca bir yazıyla il dışına gönderdim. 12/24 düzenlemesini bizzat kendim yaptım. Memurları, komiserleri üç gruba paylaştırdım. Böylece her grupta 50 kişi olacaktı. Oysa 12/12 düzeninde 7’de biri hafta izinlisi oluyordu. Bu arada çok yoruldukları için gereksiz yere istirahat alanlar ve de kaytaranlar oluyordu.
EÖ: Bu durumda 12/24 sistemini ilk siz başlattınız…
Evet. Hizmetten ben sorumluydum. Uygulama ve yönetme konusunda karar verebilmem gerektiğini de biliyordum. İyi ki uygulamışım. Çok da iyi oldu. İzmit’ten, Balıkesir’den sordular. Nasıl olduğunu onlara da anlattım. Böylece ülke düzeyinde yayıldı.
EÖ: Bursa’da görevli iken İstanbul emniyet müdürlüğü görevine atanmanız teklif edilmiş.
Hem de iki kez.
Bursa’da; Emniyet Teşkilatı Kanunu ile Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun yenileştirilmesi hakkında 25 ilin valisi, emniyet müdürü ve jandarma komutanlarının katıldığı bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya Ankara’dan İçişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk, müsteşar Hayrettin Ersöz, emniyet genel müdürü Metin Dirimtekin ile çok sayıda üst düzey yetkili ve üst düzey komutanlar da katılmıştı.
Biz ev sahibiydik. Ben bir nevi sözcüydüm. Toplantıya katılanlara, dilimin döndüğünce Emniyet Teşkilatı Kanunu ile Polis Vazife ve Selahiyet Kanununu anlattım. Özetle polis teşkilatının kuruluş amacının da, polisin görevinin de suçu önlemek olduğunu, suç olduktan sonraki görevinin ise tali olduğunu anlattım. Zira adli görev, polisin ek görevidir.
O sırada Gaziantep’te olaylar olmuştu. Düztepe’de iki polisimiz şehit edilmişti. Emniyet genel müdürü Dirimtekin bir gün önce ayrıldı. Çelik Palasta onu uğurladım. Giderken “İsmail Hakkı, seni tanıyordum. Ama şimdi daha iyi tanıdım” dedi.
Bu bir teveccüh idi. “Teveccühlerinize teşekkür ederim” dedim.
O sıralarda emekliye ayrılacak olan İstanbul emniyet müdürü Mehmet Akzambak da Bursa’daki toplantıdaydı. Dirimtekin beni seviyordu. “Korkarım İstanbul’a atayacak” dedim.
Korktuğum başıma geldi.
Şimdi Bursa’da mesleğin sonuna gelmiştim. Bir daire almış, borcumu ödüyordum. Ayrıca emekli ikramiyemi de borç ödemesinde kullanacaktım.
Tekrar başka bir yere gitmeyi düşünmüyorum. “Artık yeter” dedim. İstanbul bana ne verecek? Maaşım artmayacak, rütbem artmayacak, makam arabam değişmeyecek, lojman değişmeyecek. İstanbul’un iyi bir kadrosu olmadığını da biliyorum. Orada başarılı olmak mümkün değil. Kaldı ki, başbakan Süleyman Demirel, içişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk’ün götürdüğü kararnameleri imzalamıyor. Koalisyon hükümetinde bir birlik yok. İstanbul gibi dağdağalı bir yerde emniyet müdürünü kim koruyacak. Başarılı olmanın şartları var. Beni hükümetin desteklemesi lazım.
Bir gün öğle yemeği için evde bulunduğum sırada PTT’deki görevli bayan aradı. O yıllarda otomatik telefon yoktu. Bağlantıları PTT görevlileri yapıyordu.
“Sizi Bakan arıyor” dedi.
İçişleri bakanının aradığını sandım. Oysa arayan adalet bakanı İsmail Müftüoğlu idi. Kendisi birkaç ay önce Bursa’ya gelmişti. Basın yayında çalışan bir arkadaşımın delaletiyle Kapalıçarşıyı gezmiştik. Kendisi Adapazarlı ve MSP milletvekiliydi. Bu geziden dolayı bir merhabamız vardı.
“Hayırlı olsun. İstanbul’a tayininiz takarrür etti” dedi. Bu, İstanbul’a tayinime karar kılındığı anlamına geliyordu.
“Yandık” dedim içimden.
“Ben istemiyorum beyefendi” dedim.
Öyle deyince şaşırdı ve telefonu kapattı.
Eski valilerden Mustafa Karaer Bursa’da oturuyordu. Sönmez Holding genel müdürü idi. Holding sahibi Ali Osman Sönmez ise Çiller hükümeti döneminde milletvekili idi. Ben onu ‘Bursa’nın Koç’u’ diye anarım. Karaer, bir yemek sırasında bana, emekli olduğumda iş teklifi yapmıştı. Emekli olursam bana hangi görevi verebileceklerini sorduğumda da benim yardımcım olacaksın, demişti.
İstanbul emniyet müdürlüğüne tayinimin çıktığını öğrendiğimde kendisine gittim. “İstanbul’a gitmek istemiyorum” dedim.
Karaer, “Ben durdururum” dedi. Emniyet genel müdürü Dirimtekin’in vali oluşunda katkıları olmuş. Hatta Karaer vali iken Dirimtekin aynı ilde kaymakamlık yapmış. Belli ki araları iyiydi. Aradı. Ama bulamadı.
Bu arada ben kendi valimiz Mehmet Karasarlıoğlu’nu aradım. Erdek’te tatildeydi. “Kuvvetli bir yerden öğrendim. İstanbul’a tayinim çıktı” dedim. Bakanın adını vermedim.
“Haberim yok” dedi.
“İstanbul olursa emekliye ayrılacağım” dedim.
O da “Ben Ankara ile görüşürüm” dedi.
Ertesi gün genel müdürü aramış. Benim İstanbul’a gitmek istemediğimi söylemiş.
Genel müdür, “Onun için terfidir” demiş.
Oysa İstanbul benim için terfi değildi. Bana sorulsaydı, gitmeyeceğimi bildirirdim. İstanbul’un kadrosu hiç de iç açıcı değildi.
Ardından Karaer de telefon açmış. Genel müdür ona, Karasarlıoğlu’nun da bu konuyla ilgili telefon açtığını ve canını sıktığını söylemiş.
Karaer, “Canını hiç sıkma, İsmail Hakkı’yı bize bırak. Biz kendisinden memnunuz” demiş.
Dirimtekin, “Ben onu Bakana zorla kabul ettirdim. Başka adayım yok” demiş. Bakanın beni kerhen kabul ettiğini de iletmiş.
Sonra da “Bırakırım ama” demiş. “Bakana yüzüm olup ta başka kimseyi İstanbul emniyet müdürlüğüne teklif edemem.”
EÖ: Bu, İstanbul’a tayininizin durduğu anlamına mı geliyordu?
Evet, böylece tayinim durdurulmuştu. İstanbul emniyet müdür yardımcısı Nihat Kaner idi. Ona telefon açtım. Gazeteler tayinimden söz etmişti. Gelmeyeceğimi bildirdim. “Çalış, asaleten kalacaksın” dedim. 8 ay kadar vekâleten İstanbul emniyet müdürlüğünü yürüttü. Daha sonra Bursa’ya da geldi ve emniyet müdürlüğü yaptı.
EÖ: İkinci kez nasıl durdurmuştunuz?
Daha sonra emniyet genel müdürlüğüne İbrahim Önen geldi. Mülkiye müfettişiydi. Balıkesir valiliği yapmıştı. 15 gün kadar emniyet genel müdürlüğü yapmıştı. Kendisi içişleri bakanlığı özel kalem müdürü olarak çalışırken, ben de orada şube müdürü idim. Çok iyi bir dostluğumuz vardı. Şimdi beni İstanbul emniyet müdürlüğüne düşünür, dedim. İstanbul’a gitmek istemiyorum. Boşuna kararname yazmasınlar, dedim. Kendilerine tebrik amacıyla mektup gönderdim. Ayrıca yorulduğumu ve emekli olacağımı belirttim. Yeni ev aldığımı, borcumu ödeyeceğimi, bu nedenle başka bir yere vermemelerini yazdım. Başka yere gitmeyeceğim, dedim.
Bu sefer 1977 yılında Ecevit hükümeti kuruldu. Emniyet genel müdürlüğüne Gürbüz Atabek getirildi. Kendisi Ecevit’in gözdesiydi. Mülkiyeliydi. Sol tandanslı bir havası vardı. İzmir emniyet müdürlüğü ve polis okulu müdürlükleri yapmıştı. O da beni İstanbul emniyet müdürlüğüne düşünür, diye aklımdan geçirdim. Bu arada İzmir’de bulunan Nazım Gürtekin’i aradım. Gürtekin, Artvin’liydi. İyi arkadaşımdı. Tebrik mi yazayım, telefon mu edeyim, dedim. “Aç bir telefon” dedi. Ben tebrik için açtım. Ama o “Yahu sen emekliliği falan bırak, kalk gel buraya” dedi.
Selam verdik, borçlu çıktık.
Meğer önceki emniyet genel müdürü İbrahim Önen için gönderdiğim tebrik yazısı sicile verilmiş, bir şekilde Gürbüz Atabek’in bundan haberi olmuş.
Ankara’ya gittim.
“Gel sen, şu İstanbul’u kabul et. Hiç değilse 6 ay otur masaya” dedi.
“Beyefendi” dedim. “Ben Demirel hükümeti döneminde reddettim. Şimdi CHP geldi. Gidersem olmaz. Hem ben yorgunum, emekli olacağım. Başarılı olamam. Gittiğim yerde iş yapmak isterim. Laf olsun diye niye gideyim?”
“Pekiyi, sen bilirsin” dedi.
Böylece İstanbul’a gitmemiş oldum.
Aradan bir ay geçti. Bursa’ya vali olarak atanan Ziya Çoker, bir gün Ankara’ya gittiğinde CHP’liler, kendilerine, benim için “O, Adalet Partilidir” demişler.
Bana soğuk davranmaya başladı. Hâlbuki hiç ilgisi yoktu. Ben hiç taraf tutmam.
Bir gün kendisine çıktım. “Bana soğuk davranıyorsunuz, ama ben yakında emekli olacağım. Ben sizi takdir ediyor ve beğeniyorum. Eli kalem tutan birkaç valimizden birisiniz” dedim.
Neticede işi düzelttik.
EÖ: Valilik için adınızın geçtiğini duyduk…
Gümüşhaneli hemşerilerim ve beni sevenler, benim vali olmam için uğraşmışlar. CHP’liler, özgeçmişimle ilgili bilgi istediler. Yazıp gönderdim. Sancar Paşa döneminde Ankara emniyet müdürlüğü yaptığım ve gençleri ezdiğim yönünde şerh düşmüşler. Yekta Güngör Özden, çok iyi dostumdur. Beni çok sever, ben de onu severim. Benim vali olmam için onun da girişimleri olduğunu bilirim.
1978 yılında emniyet genel müdürlüğünde solun ağırlığı hissedilmeye başlandı. Bir şube müdürü bile doğrudan Bakanla görüşebiliyordu. Emniyet genel müdürü Haydar Özkın kontripiyede kalıyordu. Onu da değiştirmek ve Bursa’ya vali yapmak istiyorlardı. Olmadı.
EÖ: Sonra emekliliğiniz gündeme geldi…
Valimiz Ziya Çoker Ankara’ya gidince, “Emniyet müdürü ne zaman emekli olacak” diye sormuşlar. İzne ayrılmamı istemişler.
Önceki yıllarda benim yardımcılığımı da yapan ve o an emniyet genel müdür yardımcısı olan Ahmet Eren telefon etti. “Ne zaman emekli olacak diye soruyorlar” dedi.
“Zamanı gelince emekli olacağım. Dava etmem, korkmayın” dedim.
Bir ay sonra Ahmet Eren’den yine telefon geldi. 1978 yılının Eylül aylarıydı.
“Dilekçe istiyorsanız dilekçe göndereyim. Aralık ayında emekli olacağım” dedim.
5 Aralıkta emekli olmam kaydıyla bir dilekçe yazıp Ahmet Bülbül adındaki güvendiğim bir memurla gönderdim. Arşive ve personel şubeye kaydını yaptırmasını söyledim. 5 Aralık’ta emekli etmezlerse kendimin ayrılacağını bildirdim. Zira 5 Aralık’ta emekli olursam Ocak maaşına hak kazanıyordum.
4 Aralık akşamı emekli onayım gelmişti. Bu benim için bayramdı. Ertesi gün, yardımcımı müdür vekili yaparak ayrıldım.
EÖ: 1941 yılında polis kolejine başlamıştınız. 37 yıl sonra emekliliğe adım atarken neler hissettiniz? Neler yaptınız?
Emekli olduktan sonra Bursa’da oturmaya devam ettim. Bir süre, ev satın aldığım müteahhit İbrahim Yazıcı ile çalıştım. Emekli maaşı olarak 3000 lira alamıyorken, orada 10 bin lira aylık alıyordum. Onunla çalışırken evimin borcu da bitmişti.
Uludağ’da bir otel yaptırıyordu. Otel bitince de genel müdür olarak çalışacaktım. 20 ay geçti. Otel hâlâ bitmedi. Ben de ayrıldım.
EÖ: O zaman ne yaptınız?
Avukatlık yapmaya karar verdim ve staja başladım. Staj devam ederken 1981 yılında Danışma Meclisi Kanunu çıktı. Eşraftan beni seven partili partisiz Bursalılar, “Sen müracaat et” dediler.
Oradan parlamenter emekli maaşı alabilecektim. Kabul ettim.
Valilik makamına 100 kadar müracaat yapıldı. O anda Zekai Gümüşdiş Bursa valisi idi. Önceki valilerden Mustafa Karaer, Mehmet Karasarlıoğlu’da müracaat edenler arasındaydı. Ayrıca Yakup Yücel, Koç’un damadı Alaattin Yıldız, emekli generaller de müracaat etti. Ben, vali tarafından önerilen 9 kişiden, konsey tarafından belirlenen 3 kişi arasına girmiştim.
O dönemde İçişleri bakanı Selahattin Çetiner idi. Çetiner’in ilginç bir hikayesi vardır. İsmet İnönü’nün Kayseri'ye gitmek için seyahat ettiği tren Himmetdede’de durdurulur. Kayseri’den bu amaçla vali yardımcısı ve jandarma komutanı Himmetdede'ye gönderilmiştir. Önü kesilen ve treni durdurulan İnönü kızar ve yürüyerek gitmek ister. Çetiner, o dönemde yüzbaşıdır. Emrindeki takımla birlikte yolu açar ve tasallutu önler. Ancak Demokrat Partililer Çetiner’i emekliye sevkederler. Çetiner, 1960 ihtilâli sonrasında tekrar askerliğe döner ve korgeneralliğe yükselir. 1981 yılında da içişleri bakanıdır.
Danışma meclisine seçilecek adaylar, başta Sayın Kenan Evren olmak üzere, yetkililerce sıkı bir şekilde inceleniyorlardı. Benim özellikle, Ankara’dan Bursa’ya neden gönderildiğim gündeme gelmiş. Bu amaçla içişleri bakanı Selahattin Çetiner, müsteşar yardımcısını görevlendirmiş. Tesadüf ki, müsteşar yardımcısı, Saraçoğlu mahallesinde kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı’nın oturduğu D blokta oturmaktaydı. Ona sormuş.
“İsmail Hakkı Demirel adında emekli bir emniyet müdürü var” demiş. “Çok güzel bir sicile sahip. Ben böyle sicil görmedim. Kendisini tanıyor musun?”
O da “Eniştem” diye cevap vermiş.
Beni Bursa’ya verirken sıkıyönetim komutanından müsaade istemişler. Komutan da, benim hakkımda iki sayfalık methiye yazmış. Dosyamdaki bu methiye yazısını da görmüşler.
Komutan, bu methiye de, benim için, “Olayların müsebbibi o değil” demiş.
O zamanlar toplum zabıtasının yeniçeri ocağı gibi olduğunu belirtmiş.
Ayrıca, onu alacaksanız, onore ederek alın, diye görüş belirtmiş.
Zaten ben Bursa emniyet müdürlüğü için Ankara’dan ayrılırken içişleri bakanı Mukadder Öztekin’e Allahaısmarladık demeye gitmiştim. Gerçi başkası kızıp gitmezdi. Ama ben veda için gittiğimde, “İsmail Hakkı senden özür dilerim. Seni ilk fırsatta onore edeceğim demişti.”
EÖ: Sayın Müdürüm, şimdiki günleriniz nasıl geçiyor?
Bursa’da bazen polis emeklileri derneği lokaline, bazen de Parlamenterler Birliğinin Bursa şubesindeki lokaline gidiyorum. Eski meslektaşlarımla buluşarak günlük olayları izliyor, mesleki sohbetler yapıyoruz. Emekli valiler, emekli belediye başkanları ve eski yeni parlamenterlerle güzel vakit geçiriyoruz. Ailevi durumum iç açıcı değil. 55 yıllık eşim alzheimer hastasıdır. 3 yıldır evde bir bakıcı hanımla beraberdir. Alzheimer, tedavisi olmayan, tıbbın aciz kaldığı bir hastalık!
EÖ: Bugünkü polis teşkilatının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim zamanımıza göre teknik bakımdan yani araç gereç yönünden durum çok iyi. Ancak eğitimi yeterli göremiyorum. Polis okullarının 2 yıllık yüksek okul statüsüne çıkarılması çok yerinde olmuştur. Üniversite mezunlarının, iyi seçilerek 6 aylık kurstan sonra polis memuru olarak atanmalarını da yerinde buluyorum.
Polisin silah kullanması konusunda söyleyeceklerim var. Askerler hem savunmada, hem de taarruzda silah kullanır. Polis de silahlı kuvvettir. Ancak askerde olduğu gibi silah kullanmaz. Askerin karşısında düşman vardır. Polisin karşısında vatandaş vardır. Kardeş vardır. Arkadaş vardır. Çocuk vardır. Kadın vardır. Genç, ihtiyar vardır. Bu sebeple silah kullanmak, çok incelik isteyen bir husustur.
Polise silah, savunmada kullanması için verilmiştir. Taarruz amaçlı silah kullanma yetkisi verilmemiştir. Polisin, önünden kaçan sanıklara, çok istisnai haller dışında, silah kullanması suç teşkil eder.
Toplantı veya yürüyüşlerde kaçmakta olan kişilere, copla arkadan vurulması caiz değildir. Sanıkların saldırısını defetmek için cop kullanılması normaldir. Ancak copun, kişilerin başına, boyunlarından yukarı kısma vurulması yanlıştır. Birçok vakada ölüme sebebiyet verilmiş, bazı meslektaşlarımız bu yanlış hareketlerinden ötürü mahkûm olmuşlardır.
EÖ: Bugün emniyet teşkilatının en üst yetkilisi olsaydınız öncelikle hangi konuları ele alırdınız?
Her amir ve memura lojman verilmesini sağlardım. Bu mümkün olmadığı takdirde, her ilde kooperatifler kurdurarak, bankalardan uzun vadeli taksitli krediler sağlar, her memurun ev sahibi olmasını isterdim.
Her şeyden önce eğitime öncelik verir, öğretmen kadrosunu ihtiyaca göre yetiştirerek mesleğin icaplarına göre öğretim ve eğitim sağlanmasını isterdim. Polis meslek yüksek okullarında öğretmenlik yapan elemanların daha iyi seviyeye çıkarılmaları için çalışırdım.
EÖ: Bize çok önemli açıklamalarda bulundunuz. O günlerin koşullarıyla günümüzün farkını görme şansı verdiniz. Size müteşekkiriz. Şükranlarımızı sunuyor ve sağlıklı ömürler diliyoruz.
Çağın Polisi dergisi, Türkiye Emekli Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğinin yayın organıdır. Dergiye kan ve can veren emekli büyüklerimizi, yine kendilerine ait Derginin sayfalarında tanımak, tanıtmak bütün mensupların hakkı olsa gerektir.
Bu gerçekten hareketle, bugün önemli bir büyüğümüzü sayfalarımıza taşımayı uygun bulduk. Daha doğrusu bir borç bildik.
Konuğumuz İsmail Hakkı Demirel idi. O, polis kolejinin dördüncü devresindeki 32 öğrenciden biriydi.
Polis enstitüsüne başladığında, hukuk fakültesine seçildi.
İl emniyet müdürlüğüne henüz 28 yaşında vekil olarak Çankırı’da başladı.
Başta başkent Ankara olmak üzere birçok ilde emniyet müdürlüğü yaptı.
Polis enstitüsü müdürlüğü ve Ankara il emniyet müdürlüğü görevlerinde boykot olayları yaşadı.
Bursa’da görevli iken iki kez İstanbul il emniyet müdürlüğüne gönderilmek istendi. Kendisi için İstanbul ya da Bursa hiç fark etmiyordu. İkisinde de gitmedi.
Mesleğimizde ilk kez 12/24 çalışma sistemini uygulamakla “marka” oldu. Birçok il, onun uygulamalarından örnekler aldı.
27 Mayıs ihtilâlinde ve 12 Mart muhtırasında görevi başında oldu.
Polis kolejine girdiği 1941 yılından, emekli olduğu 1978 yılına kadar geçen 37 yılı hizmet aşkıyla yaşadı.
Sonra avukatlık yapmak istedi. Hatta staja bile başladı.
Bu defa kendisine Danışma Meclisi üyeliği teklif edildi. Bu yüce görevi kabul etti ve başarıyla tamamladı.
O, bizim teşkilatımızın duayenlerindendi. Bu söyleşi ile bizi 1950 öncelerine götürdü. Dün gibi hatırladığı olaylar karşısında hayretimizi ve hayranlığımızı saklayamadık. Karşımızda 81 yaşında dev bir çınar vardı. Koleje başladığı 1941 yılından beri 64 koca yıl geçmişti. Kendisinden, birçoğumuza nostaljik anılar yaşatacak anlamlı mesajlar aldık. Geçmişle günümüz arasında karşılaştırma yapma imkânı bulduk.
O ve onun gibi kaç duayenimiz kalmıştı ki?
Oysa onlar çeşitli illerimizde ve aramızda mütevazı yaşamlarını sürdürüyorlar.
Onları aradığımızda kolayca bulabiliyoruz.
Hepsi kendilerini kanıtlamış ve çok şeyleri aşmış insanlar.
Bağlılıklarımızı bildirdiğimizde mutluluklarının daha da artacağı bir gerçektir.
Eli kalem tutan her meslektaşımızın, irtibat kurabildiği dev çınarlarımızı ziyaret ederek gelecek kuşaklara tanıtması bir görev olarak telakki edilmelidir. Onların yaşadıklarını kâğıt üzerine dökmek, onlara saygının bir ifadesidir. Hem de gelecekte sentez yapılabilmesi için kaynak birikimidir.
Sayın İsmail Hakkı Demirel, telefonla talep ettiğimiz randevuya olumlu yanıt verdiler. Ankara’dan hareketle Bursa polisevinde kendilerini dinleme şansı bulduk. Bundan sonraki aktardıklarımız, onun muhteşem hafızasının ürünleriydi. Şimdiden şükranlarımızı sunuyor ve uzun ömürler diliyoruz.
Erol ÖZDEMİR: Sayın müdürüm, İsmail Hakkı Demirel kimdir? Nerelidir?
1924 yılında Gümüşhane’de doğdum.
Babam Ali Demirel polisti. 27 yaşında iken 1927 yılında Trabzon’da 6 ay polis eğitimi gördü. Okul sonrası Trabzon’da polisliğe başladı. Bir yıl sonra memleketimiz olan Gümüşhane’ye tayin oldu ve orada da bir yıl çalıştı. O zaman ilçe olan Bayburt’ta 4 yıl çalıştı. Namlı ve cesur bir polisti. Rüştiye mezunu idi. Polis memuru iken komiserliğe bile vekalet etti. Sınavlara girdi. 9 yıllıkken komiser yardımcısı oldu. 1936’da Kars’a tayin oldu. Şimdi Ardahan iline bağlı Çıldır ilçesinde emniyet komiserliği yaptı. Ben o zaman ilkokul beşinci sınıfa gidiyordum.
Dedelerimiz, Oğuz Türklerinin Çepni boyundan gelmedir. Karadeniz bölgesine gelen Çepnilerin, en çok Giresun, Trabzon ve Gümüşhane illerine geldiği bilinmektedir.
En büyük dedemiz Çepni Salih’in 150 yıl kadar önce Vakfıkebir’den Gümüşhane’ye geldiği bilinmektedir. Onun oğlu ve benim büyük dedem olan İsmail, Gümüşhane’de doğmuştur. Babamın babasının adı İbrahim, babamın adı ise Ali’dir.
Babam, İstiklâl Savaşı gazisidir. Doğu cephesinde muharebelere katılmıştır. Erzurum, Kars ve Kafkaslarda, Kazım Karabekir kumandasında savaşmıştır. Sakarya muhaberesine katılmış ve Balıkesir cephesinden denize inmiştir. 1922 yılında İstiklâl Savaşının sona ermesiyle İstanbul’da terhis olmuştur.
Şimdi büyük oğul olduğum için istiklâl madalyasını ben taşımaktayım. Cumhuriyet bayramlarında gururla, şerefle göğsüme takıyorum.
Babam emniyet teşkilatından 1950 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Emekli olurken komiser rütbesindeydi. 1979 yılında da rahmetli oldu. Başarılı ve dürüst bir emniyetçiydi. Görevde kaldığı 23 yıl içerisinde sırasıyla Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Çıldır, Kars, Sivas, Mersin, Anamur, Tarsus, Adana, Kayseri ve son olarak yine Trabzon’da çalıştı. Böylece göreve başladığı ilde emekli olarak göreve son vermiş oldu. Askerlik hizmeti ve yıpranma ile birlikte 33 yıl üzerinden kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Babam Kars’a tayin olduğunda Aşkale’den Erzurum’a kadar trenle gitmiştik. Vagonun içinde soba kurulduğunu hatırlıyorum. Hatta boru yerinden çıkmış ve çıkan boru, şimdi rahmetli olan kız kardeşim Neriman’ın alnında yara yapmıştı.
Bir kızım var. İş bankasında çalıştı. Şimdi emeklidir. Ailede en yakın polis olarak halamın oğlu Şinasi Şener bulunmaktadır. Kendisi Nevşehir il emniyet müdürlüğü yapmıştır.
EÖ: Babanız polis olduğuna göre ilk ve ortaokulu değişik illerde okudunuz…
İlkokulu Çıldır’da, ortaokulu ise Gümüşhane’de bitirdim. 1940 yılında babam Anamur’da komiserdi. O yıllarda Anamur’da ve Mersin’de lise yoktu. Mersin’in nüfusu 30 bin idi. Pansiyoner öğrenci olarak, Adana, Kayseri veya Trabzon’a gidecektim. Babamın maddi durumu buna imkân vermedi. “Ankara’da polis koleji var, oraya göndereceğim” dedi.
1941 yılında girdiğim polis kolejinden 1944 yılında mezun oldum. Biz kolejin dördüncü dönemiydik. İlk dönemlerde 50’şer öğrenci alınmıştı. Bize tahsis edilen sınıfta 16 sıra vardı ve ikişerli oturabildiğimiz için o yıl ancak 32 öğrenci alınabilmişti.
Koleji bitirir bitirmez 3 ay staj yaptık. Babam Tarsus’ta olduğu için staj için Mersin’i seçtim. Mersin emniyet müdürü Tacettin Ortaç idi. Her gün trenle Tarsus’tan Mersin’e gidip geliyordum.
EÖ: Artık öğrenci polis memuruydunuz. Bir sicil numaranız vardı. Ve sonra polis enstitüsünde öğrenime başladınız…
Kolej sonrası aldığım sicil numaram 4656 idi. Bu, Emniyet Teşkilatı Kanununun 1937 yılında yürürlüğe girmesinden itibaren teşkilata, 4656 polis alındığı anlamına geliyordu.
Staj sonrası okullar açılınca polis enstitüsünde eğitime başladım. Okurken üniforma giydiğimi ve maaş aldığımı hatırlıyorum. O zaman iki tür polis oluyordu: Sivil polis ve üniformalı polis. 5-6 arkadaş olarak bizi sivil gruba ayırdılar. Mezun olunca sivil alanda görev yapacaktık.
Ben bu arada olgunluk sınavına girmiştim. Öğretmenler kurulunda, bu sınavda dereceye girenler arasından seçildik ve hukuk fakültesine gönderildik. Sermet Senan, Kenan Aktekin, Şadan Ferit Kansu, Hüseyin Kemiksiz, Nihat Rüştü Kırcalı, Kemal Koç ve benimle birlikte 7 kişiydik.
Hukuk fakültesine geçiş yapınca polis enstitüsünden aldığımız maaşımız kesildi. Hukuk fakültesini, emniyet genel müdürlüğü adına burslu öğrenci olarak okuduk. İlk yıl 45 lira burs verildi. Bu paradan enstitüde yattığımız için her ay üç lira yatak parası, ayrıca yemek parası olarak da aylık Ankara’da çıkan bedele göre yemek parası kesiliyordu. Elimize 10-15 lira para kalıyordu. Daha sonra kurs ücreti 75 lira olmuştu.
EÖ: Polis enstitüsü diye başladınız, ama hukuk fakültesini bitirdiniz. Bu durumda ne zaman komiser yardımcısı oldunuz?
Polis kolejinden devre arkadaşlarım 2 yıl okuyup polis enstitüsünü bitirdikten sonra 1946 yılında komiser yardımcısı olarak göreve başladılar. Ben hukuk fakültesine devam ettiğim için, ancak 1948 yılı Ekim ayında komiser yardımcısı olabildim. Hukuk fakültesini bitirenler için herhangi bir kurs şartı yoktu. Aynı yıl doğrudan göreve başladım. Enstitüyü bitirenler geç terfi ettikleri halde ben hukuk fakültesi mezunu olarak 6 ay sonra komiser, 2 yıl sonra da başkomiser oldum.
EÖ: O yıllarda polis kolejinde üst sınıf öğrencileri ile alt sınıf öğrencilerinin ilişkileri nasıldı?
Alt sınıf öğrencileri üst sınıf öğrencilerine “ağabey” derlerdi. Onlara karşı saygılı olurlardı. Üst sınıfta bulunanlar da alt sınıftakileri korur, şefkat gösterirlerdi.
EÖ: Sonra polis kolejinin kapatıldığını görüyoruz.
Evet, polis koleji 1950 yılında kapatıldı. Kolejden mezun olanlar daha bilinçli, daha bilgili, daha şuurlu oluyordu. Dünya görüşleri değişikti. Yanlarına gittiği öteki amirler ise ilkokul mezunuydular. Bu nedenle rahatsızlıklar ve şikâyetler başladı. Polis koleji mezunları için “serkeş” ifadeleri kullanıldı. Bu kötülemeler yukarıya da aksettirildi ve kolej kapatıldı. O dönemde Demokrat Parti iktidara başlamıştı.
İlerleyen yıllarda polis kolejinin eksikliği ve önemi yeniden fark edildi. 1958 yılında eğitime yeniden açıldı.
1958 yılında yeni bir gelişme daha oldu. O ana kadar iki yıllık eğitimin sürdüğü polis enstitüsünden mezun olanlar en fazla emniyet amiri olabiliyorlardı. İstisnai olarak emniyet müdürlüğüne vekâlet edebiliyorlardı. 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanununa göre emniyet müdürü olmak için hukuk veya siyasal bilgiler fakültesi mezunu olmak gerekirdi. Daha sonra dil tarih coğrafya fakülteliler de bu haktan yararlandırıldılar.
1958 yılında polis enstitüsü mezunlarının emniyet müdürü rütbesine yükselebileceğine karar verildi. İki yıllık mezunlar, üçer aylık kurslara tabi tutuldular ve ondan sonra asaleten emniyet müdürü rütbesine yükselmiş oldular.
Daha sonra 1962 yılında yapılan yasal bir düzenleme ile polis enstitüsünde öğrenim süresi üç yıla çıkarıldı. Artık bütün mezunlar emniyet müdürü rütbesine yükselebileceklerdi. 1962 yılından önce mezun olanlar, 1967 ve 1968 yıllarında fark sınavlarına girerek üç yıllık mezun sayıldılar.
EÖ: Komiser yardımcısı olduktan sonra nerede göreve başladınız?
Ankara emniyet müdürlüğünde göreve başladım. Personel şube müdürü hukuk fakültesi mezunu Şükrü Akyor idi. Sicil şefi beni müdüre takdim etti. Müdür bana “Hoş geldin, tebrik ederim” deyip meslek hakkında takınacağım tavır hakkında telkin ve tavsiyede bulunacak yerde ilk sözü “Resmi elbise giyeceksin” oldu. Ben de “Kumaş verildiğinde diktirip giyeceğim” dedim. Şube müdürünün mesleğe yeni giren mensubuna karşı ne kadar bilgisiz ve duyarsız olduğunu gördüm ve üzüldüm. Bu hatıramı unutamıyorum.
Sicil şefi beni Doğanbey polis merkezine verdiklerini bildirdi. Doğanbey, şimdi Opera Meydanı denilen ve Bitpazarı diye de adlandırılan, Kızılcahamamlı eski elbise alıp satanlarının ve bazı 3. sınıf lokantaların bulunduğu bir semtti. Merkez karakolu üç katlı betonarme yapılı bir binada idi. Karakol binasında “kalem” denilen yazı işlerinin yapıldığı odada soba ile ısınma yapılıyordu. Benim yattığım üçüncü kattaki odada bir lavabo üstünde sarı bir musluk vardı. Contası bozuk olduğundan musluktan sızan su donuyordu. Su, sıfırın altında bir derecede donduğuna göre benim istirahat anında yattığım odanın sıcaklık derecesini tahmin etmek kolay olacaktır. Kimseye şikayet etmedik. Gece gündüz Doğanbey karakolunun yoğun işleri ile haşır neşir olduk. Günlük suç adedi 10-15 civarında. Hazırlık soruşturmalarını ben yazıyordum. Yazdığım fezlekeler yani soruşturma özetleri savcılıkça çok beğenilmiş olacak ki, 8 ay sonra beni siyasi şube diye anılan birinci şubeye atadılar. Üç ay çalıştıktan sonra yedek subay okuluna gittim. Askerlik görevinden sonra genel müdürlüğe müracaat ederek göreve atanmamı istedim. Kocaeli kadrosunda görev yapmam öngörüldü. Polis enstitüsü müdürü emekli albay Şeref Süral’ın, enstitüde sınıf amirleri olarak kültürlü komiserler talep etmesi üzerine, bir yıl çalıştığım Kocaeli’nden polis enstitüsü kadrosuna atandım. Aynı dönemde Nihat Rüştü Kırcalı da Bursa’dan polis enstitüsü kadrosuna atandı.
EÖ: İlk emniyet müdürlüğünüzden söz eder misiniz?
Polis enstitüsünde başkomiser olarak bir yıl çalıştıktan sonra 1952 yılında 4.sınıf emniyet müdür vekili olarak Çankırı il emniyet müdürü oldum. Henüz 28 yaşındaydım. Aynı dönemde Nihat Rüştü Kırcalı da Van emniyet müdür vekili olmuştu. O günkü barem kanununa göre müktesep maaşımız 35 liralık başkomiser kadrosu idi. Ama biz 50 lira kadrolu dördüncü sınıf emniyet müdürü maaşı alıyorduk. Aradaki fark, Bakanlar Kurulu kararıyla tazminat olarak veriliyordu. Daha sonra da asaleten 50’lik kadrolu 4. sınıf emniyet müdürü olduk.
EÖ: Öteki müdürlüklerinizi de anlatır mısınız?
1954 yılı genel seçimleri sonunda 3. sınıf emniyet müdürlüğüne terfi ederek Aydın il emniyet müdürlüğüne atandım.
İl emniyet müdürlüğü yaptığım üçüncü il, Kastamonu idi. Kastamonu’ya 1958 yılında geldim. Daha önce Aydın’da birlikte çalıştığım vali Enver Saatçigil Manisa’ya atanmıştı. 1959 yılında beni Manisa’ya il emniyet müdürü olarak talep etti. 27 Mayıs ihtilâlinde Manisa’da idim.
27 Mayıs’tan sonra en büyük rütbeli subaya valilik görevi veriliyordu. İlimizdeki Paşa tarafından ihtilâlin üçüncü günü askeri emniyet müdürü olarak atanmam uygun görülmüştü. Askeri emniyet müdürü olduğumu hoparlörden öğrendim. Yazı, sonradan geldi. Çünkü ben tarafsızdım ve de hiçbir partiye mensup değildim.
Bir hafta kadar beraber çalıştık. Bir hafta sonra ilimizdeki Paşa beni çağırdı. Cumhuriyet Halk Partililer, İzmir’de yurtiçi bölge komutanı Canip İskilipli’ye, bizim Paşanın valilik görevini, garnizondan idare ettiğini, beni de değiştirmediğini söylemişler. Bunun üzerine bizim Paşa, “Senin yanına bir binbaşı veriyorum. Ama emniyet müdürlüğü görevini sen sürdüreceksin” dedi.
15 gün kadar binbaşıyla birlikte çalıştık. Binbaşı, “Ben bu işleri bilmem. Sen işleri yürüt” dedi. Yanımda oturdu. Ben işleri devam ettirdim.
Bir gün Paşa beni çağırdı. “Nezaret altına alınacak kimler var” diye sordu. O zaman yeraltı faaliyetlerde bulunanlar Milli Birlik Komitesi kararıyla, göz altına alınıyordu. İdari tedbir olarak hapse atılıyorlardı. Kimsenin yanlış hareket yapmayacağına inandığım için kimseyi nezaret altına almadık.
Paşaya, “İl başkanını, ilçe başkanını çağırırız, nasihat ederiz, dedim. “Söyleriz onlara herhangi bir toplantıya falan katılmazlar. Herhangi bir yanlış hareket yapma şansları yoktur zaten.”
Manisa’da kimseyi nezaret altına almadık.
İki ay kadar sonra idari bir tedbir olarak bütün il emniyet müdürlerinin yerlerini değiştirdiler. Beni Manisa’dan Balıkesir’e verdiler.
EÖ: Balıkesir’de de gözaltına alınmalar var mıydı?
Balıkesir’de vali Ahmet Koçak idi. Onu merkeze aldılar. Zahit Kırağlı adında bir amiral atadılar. Bir gün üs kumandanı hava kurmay albay Ahmet Dural telefonla aradı. Ahmet Dural Gemlik’liydi. Sonra korgeneralliğe kadar yükseldi. “Askeri cezaevinde 150 adam var. Bu kişiler hakkında yapılması gereken işlemleri yapalım” dedi.
O sıralarda vilayetlerde tahkikat komisyonları kurulmuştu. Bu komisyonlar; hukuk işleri müdürü, emniyet müdürü, savcı yardımcısı, vali yardımcısı ve yine bir üye olmak üzere 5 kişiden oluşuyordu. Geçmişteki particilerin yasal olmayan davranışlarını inceliyorlardı. Kanun dışı kalmış işleri varsa tahkikat konusu yapılıyordu.
Nezaret altına alınacak insan olup olmadığını Manisa’da Paşa bana sormuştu. Ama ben ihtiyaç duymadığımı söylemiştim. İl başkanı çiftçi Cemal Bey, ilçe başkanı dişçi Fevzi Bey vardı. Hiç birini nezaret altına alma gereği duymadığımı söylemiştim.
Balıkesir’de DP il başkanı Dr. Ahmet İhsan Kırımlı içerdeydi. İlçe başkanı İsmail İlşekerci içerdeydi. Milli Birlik Komitesi üyesi Mucip Ataklı’nın amcası oğlu Celil Ataklı içerdeydi. Toplam 150 civarında kişi gözaltında tutuluyordu.
Siyasi şubeye bakan Artvin’li bir başkomiserimiz vardı. Adı Mustafa Akalın idi. Onu çağırdım ve bu 150 kişiyi sordum.
“Dosyaları bize havale ettiler” dedi.
Oysa dosyaları tahkikat komisyonu neticelendirmeliydi. Neticelendirmemişler. İlçelerin birinde adam berberde traş olurken “Menderes bizim Allahımızdı “ demiş. İhbar üzerine merkeze, oradan da askeri cezaevine alınmış. Diğer dosyalarda da buna benzer ihbar ve şikâyetler var.
Dosyaları istedim. 3-4 tanesini inceledim. Çoğunda şahit yoktu, delil yoktu. Ama ihbarlar vardı.
Ne yapacağımı soracağım kimse de yoktu.
Öte yanda ceza ve usul kanunları geçerli idi. Savcılar, hâkimler görevleri başında idi.
İlk iş olarak ilçelerden alınanları birer yazıyla kaymakamlıklara gönderdim. Dosyaları kaymakamlıklarca incelenecekti.
İl merkezinde alınanların dosyalarını da tahkikat komisyonlarıyla birlikte inceleyip bıraktık.
EÖ: Ard arda yaptığınız il emniyet müdürlükleri görevlerinizden sonra bir süre emniyet genel müdürlüğünde görev aldığınızı biliyoruz.
O dönemde emniyet genel müdürlüğünde personel şube müdürü Mehmet Şahin idi. Beni telefonla aradı. “Balıkesir’e yeni geldin. Ama biz seni emniyet genel müdürlüğü personel şube müdürlüğüne almak istiyoruz” dedi.
O sıralar Yozgat’tan asayiş şube müdürlüğü için Ankara’ya gelen kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı da bu haberi duymuş ve beni aramıştı: “Personel şube müdürü yapacaklarmış. Milli Birlik Komitesi öyle uygun görmüş” dedi.
Bir süre personel şubede çalıştım. Bu şubede hatır gönül işi çok oluyordu. Bir defasında bir personelin ataması konusunda bir binbaşı ile münakaşaya bile girmiştik. O dönemde emniyet genel müdürlüğü görevini yürüten İhsan Aras Paşa, “Benim yanımda münakaşa etmeyin” demişti. Ben hukuksuz iş yapmayacağım konusunda kararlıydım. Hiçbir zaman da bu ilkemden ayrılmadım.
Baktım olacak gibi değil. Hukuk işleri müdürlüğüne geçmek istedim. O zaman hukuk işleri müdürü olan Feriha Sanerk, Bakanlıkta başka bir göreve getirilmişti. Ben onun yerine talip oldum. (Feriha Sanerk, Türkiye’nin ilk bayan emniyet müdürüdür. 1945 yılında istihbarat hizmetlerinde göreve başlamıştır. Bugün 82 yaşında olan Sanerk, 30 yıl görev yaptıktan sonra emekli olmuştur. Modacı Cemil İpekçi’nin yengesi olan Feriha Hanım, yine bir emniyetçi olan Adnan Sanerk ile evlidir. Yalova eski emniyet müdürü Nurdan Canca ve viyolonsel sanatçısı Rezzan Canca’nın annesi olan Feriha Hanım halen resim yaparak zaman geçirmektedir. EÖ)
Paşa, personel şubede bana alıştığını söylese de, hukuk işleri şubesine geçmek için kararlı olduğumu söyledim. “Personel şube için Mehmet Akzambak var” dedim. Çünkü Akzambak bunu çok istiyordu. Hemen bir kararname hazırladım. Kendimi hukuk işlerine, Akzambak’ı personel şubeye, Nevzat Ayaz’ı da pasaport şubesine yazdım. Kararname bu şekilde çıktı. 1961 yılında başladığım hukuk işleri şubesindeki görevimi iki buçuk yıl sürdürdüm.
İhsan Aras Paşa, emekli hava generali idi. İki yıl kadar genel müdürlük yaptıktan sonra valiliğe nakledildi. Ondan sonra emniyet genel müdürlüğüne Ahmet Demir getirildi. Ahmet Demir 60 yaşlarındaydı. Tek parti döneminde İstanbul emniyet müdürlüğü yapmıştı. İnönü’nün tuttuğu biriydi. Adını, öğrencilik yıllarımda duyuyordum. Astığı astık, kestiği kestik türden ve namlı biriydi.
Hukuk işlerinde çalışırken beni çağırdı. İstanbul birinci şube müdürlüğüne vereceğini söyledi. O yıllarda siyasi şubeler, birinci şube diye anılıyordu.
Ben, gidemeyeceğimi, İstanbul’da geçinemeyeceğimi söyledim. Yüzüme hayretle baktı. Herkesin koşarak gitmek istediği yere, ben hayır deyince, yüzündeki hayret ifadesi daha da belirginleşmişti.
Yine İhsan Aras Paşa döneminde Ankara il emniyet müdürü olan Ali Ulvi Sulukioğlu, asayiş şube müdürlüğüne almak istemişti. O zaman genel müdürlük şube müdürlüğü kadrosu 70 iken, Ankara şube müdürlüğü kadrosu 60 idi. Bu yüzden kabul etmemiş ve gitmemiştim.
EÖ: Sonra Ankara emniyet müdür yardımcılığı…
Emniyet genel müdürü Ahmet Demir’in, benim çalışmalarımı ve görev anlayışımı beğendiğini biliyordum. 2-3 ay geçtikten sonra, “Seni Ankara’ya müdür yardımcısı yapacağım” dedi. Ankara müdür yardımcılığı kadrosu 80 idi.
Emniyet genel müdür yardımcısı Ahmet Paftalı bir gün beni arayarak, “Ahmet Demir seni seviyor. Bu senin için büyük payedir. Hiç sesini çıkarmadan kabul et ve göreve başla” dedi.
Göreve başlamıştım. Sarı Semih diye anılan Semih Beşkardeş ile Sabri Meriç Ankara emniyet müdür yardımcıları idi. Benimle birlikte üç kişi olacaktık. Ankara emniyet müdürlüğü İsmetpaşa mahallesindeydi. Zaten 4-5 odadan ibaret bir yerdi. Üçüncü yardımcı olarak gittiğimde emniyet müdürü Ali Ulvi Sulukioğlu kuşkulandı. Vali Enver Kuray idi. Emniyet genel müdürü ile valinin de arası iyi değildi.
1964 yılıydı. Ankara emniyet müdür yardımcılığı görevine başlamak üzere genel müdürlük hukuk işlerinden ayrılıyordum. Ayrılışım sırasında emniyet genel müdürü Ahmet Demir, “Seni göreyim İsmail Hakkı” dedi.
“Ben müdür yardımcılığına gidiyorum, müdür ne görev verirse onu yaparım” dedim.
Biraz bozuldu.
Emniyet müdürü Ulvi Bey bana karşı soğuktu.
Bir gün girdim odasına ve “Zannetme ki ben Ahmet Demir’in adamıyım. Ben vazifemin adamıyım. İlle birinin adamı olmam gerekirse senin adamın olurum. Çünkü biz aynı kuşaktanız” dedim. Malatyalıydı ve de kendisini seviyordum. Neticede anlaştık ve birlikte çalıştık.
Daha sonra Ankara il emniyet müdürlüğüne, o zaman ilçe olan Kırıkkale kaymakamı getirildi. Mülkiyeliydi. Gelir gelmez randevuevlerini basacağını, umuma açık yerleri kapatacağını söyledi. Zannediyordu ki polisin işi sadece umuma açık yerler. Hâlbuki polisin bin türlü işi vardı.
Çok durmadı. 1965 yılı genel seçimler sonrasında Adalet Partisinin iktidara gelmesiyle görevden ayrıldı. Bu defa Ankara emniyet müdürlüğüne Muzaffer Çağlar getirildi. Bir süre bu görevde kalan Çağlar, sonra İstanbul emniyet müdürü olarak atandı.
Ankara emniyet müdürlüğünün boşalmasıyla bu göreve vali yardımcısı Lami Gözen getirildi. Lami Gözen Kilisliydi. Çok muhterem biriydi. Ben ve Ali Akman ona yardımcı olduk. Mesleği pek bilmiyordu. Yol gösterdik. Hulusi kalple yardımcı olduk. Ben mitinglerde, nümayişlerde, operasyonlarda tedbirleri almada hep ön plandaydım. Sonra mülkiyeli İbrahim Ural birinci şubeye, yine mülkiyeli Erdoğan Alıveren toplum zabıtasına müdür oldu. Muharrem Bartın’da, daha sonra birinci şube müdürlüğü yapanlardandır.
Ankara valisi Celalettin Coşkun idi. Emniyet müdürlüğüne vekâlet ettiğim dönemlerde valiye dirençli hareket ediyordum. Vali, bazen yeni kapatılan bir yerin hemen açılmasını istiyor, ben de “Yeni kapattık, hemen niye açalım ki” diyordum.
EÖ: Ve sonra polis enstitüsü müdürlüğü…
Faruk Sükan içişleri bakanıydı. Benim Ankara emniyet müdürü olmamı istemiş. Ama vali Celalettin Coşkun, bakanın bu isteğine sıcak bakmamış. Bunu daha sonra öğrendim.
O günlerde Faruk Sükan, vali Celalettin Coşkun’a, “Onu polis enstitüsü müdürü yapacağım” demiş. Vali bunu bana müjdeledi. Aslında Ankara için il emniyet müdürü olarak onay vermediği için, biraz da telafi etmek istiyordu. Böylece 80’lik kadrodan 100’lük kadroya geçerek Akzambak’tan sonra 1967 yılında Polis Enstitüsü müdürü oldum.
EÖ: Sayın müdürüm, bir fikir vermesi açısından, o günkü Barem Kanununa göre hangi kadroda kimlerin çalıştırıldığını öğrenebilir miyiz?
Komiser yardımcısından emniyet genel müdürüne kadar kadrolar şu şekildeydi:
25 : Komiser yardımcısı
30 : Komiser, maiyet memuru
35 : Başkomiser
40 : Kaymakam
50 : Dördüncü sınıf emniyet müdürü
60 : Üçüncü sınıf emniyet müdürü
70 : İkinci sınıf emniyet müdürü
80 : Birinci sınıf emniyet müdürü
90 : İzmir, Adana, Zonguldak il emniyet müdürleri
100 : Ankara, İstanbul il emniyet müdürleri ve polis akademisi müdürü
125 : Emniyet genel müdürü
EÖ: Sonra polis enstitüsü yılları. Hukuk fakültesine seçildiğiniz için polis enstitüsünde okuyamamıştınız. Ama müdürü oldunuz.
Aslında koleji bitirince polis enstitüsünde eğitime devam ediyordum. Enstitüde öğrenciliği tatmış biriyim. Ama daha önce söylediğim gibi hukuk fakültesine gittim ve orayı bitirdim.
İki buçuk yıl süreyle enstitü müdürlüğü yaptım. Öğretmenlerimizle birlikte, enstitünün dört yıllık akademi olması için çalışmalar hazırladık. Proje olarak Bakanlığa arz ettik. Ama yürümedi. Kadük oldu.
EÖ: Sizin döneminizde bir boykot hadisesi de oldu…
Polis enstitüsünde boykot 1969 yılında yapıldı. O sıralarda genel müdürün, “Mesleğe dışarıdan 40 mülkiyeli daha alacağım” diye bir açıklaması olmuştu. Öğrenci bunu duymuştu. Önünün tıkanmasını istemiyordu. Hiç nöbet tutmadan, gece görevi yapmadan doğrudan şube müdürlüğüne ya da daire başkanlığına tepeden inme alınmalar, öğrenciler arasında huzursuzluklar yaratıyordu.
Ben bu sıkıntıları yıllar öncesinden biliyordum. Hukuk işleri müdürü olduğum dönemde, emniyet genel müdürü Fevzi Arsın’ın, bir konu üzerine, “Ben polis okulu müdürünü değiştiremez miyim” sorusuna, “Değil bir okul müdürünü, bir polis memurunu bile değiştirebilmeniz için, bakanın onayı gerekmektedir. Siz ancak öneride bulunabilirsiniz” cevabını vermiştim. Genel müdür oldukça kızmış ve “Derhal bu kanunu değiştirin” demişti.
Aldığımız talimat üzerine trafik daire başkanı Talât Ergun, Feriha Sanerk, Kasım Buharalı ve ben bir komisyon kurarak çalışmaya başladık. Emniyet müdürü olabilmek için enstitü mezunu olma şartını getirmek istedik. Aksi takdirde birlik olmuyordu. Bir menşeye bağlamak gerektiğine inanıyorduk. Başta komisyon üyesi Talât Ergun alınganlık gösterdi. Kendisi de dışarıdan bizim mesleğimize girmişti. “O zaman bize burada yer yok” dedi.
Bu durumda kanun çalışması yürümedi. Yarım kaldı.
Enstitü müdürlüğü görevim devam ederken İzmit’te emniyet mensuplarının 70 daireli kooperatifinin kongresine davet edildim. Avni Müftüoğlu o yıllarda Kocaeli emniyet müdürüydü. Kooperatif başkanlığını Sinan Aşçıoğlu adında bir başkomiser yapıyordu. Ben enstitü müdürlüğü yaparken aynı zamanda polis bakım yardım sandığının yönetim kurulunda ikinci müdürdüm. Bizden mesken kredisi istemişlerdi. Beni de kooperatife dâhil ettiler. Davet edilince gittim. Kooperatif kongrelerini idare etmek üzere beni başkan seçtiler.
Bu sırada mesleğe dışarıdan 40 kişi alınacağı sözleri öğrenciler üzerinde derin tesir bırakmış ve hocalarına sormuşlar.
“Biz de yürüyüş yapalım” demişler.
Onlar da “Tabii ki yapabilirisiniz” demişler. “Bu sizin hakkınız” demişler. Bir dilekçe yazmışlar.
Ankara emniyet müdürü İbrahim Ural, onları teskin etse, “Ben zaten üniversite öğrencileri ile zor baş ediyorum, bir de siz sorun çıkarmayın, sakin olun” dese belki de sorun çözülecek. Böyle yapmıyor ve hemen içişleri bakanı Haldun Menteşeoğlu’na gidiyor. Öğrencilerin derse girmediğini haber veriyor. Haldun Menteşeoğlu, Muğla milletvekili olarak parlamentoya girmişti. İsmail Dokuzoğlu ise genel müdürü vekiliydi.
Boykot kararı alınınca öğrenciler bahçeye çıkmışlar. Necatibey caddesine boya ile (3201’E HAYIR) diye yazmışlar. Çünkü 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunu mülkiyelilerin girişine imkân veriyor. “Kaymakamlar, emniyet müdürü ile muadildir” diyor. “Emniyete 40 kaymakam alınacak” lafı da ortada dolaşınca haklı olarak isyan ediyorlar ve derse girmiyorlar.
Genel müdür vekili gelmiş. Yuhalamışlar. Yardımcıları gelmiş, onları da yuhalamışlar. Benim yardımcılarım da telaş içine düşmüşler.
EÖ: Siz de yoksunuz…
Evet. Olanları duyunca İzmit’ten hareket ederek okula geldim. Talebelere rica ettim. “Yapmayın” dedim. Tabii ki yapılanlar bana karşı değildi. Soruşturma yaptım. Talebe derneğini çağırdım. “Ben bu problemi halledeceğim” dedim. O sırada bir proje hazırlıyorduk. 4 yıllık akademi olsun, diye.
Neticede rapor yazdım. “Talebeler isteklerinde yerden göğe kadar haklıdırlar. Yalnız metotları yanlıştır” dedim.
Ne yaptılar?
Enstitü öğrencilerinin tümünü vilayetlere sürdüler.
Enstitü öğrencilerinin iki vasfı vardı. Bir yandan okul öğrencisi idiler. Üç yıllık eğitim görüyorlardı. Yiyecek-giyecek ihtiyaçları okuldan karşılanıyordu. Öte yandan polis memuruydular. Maaş alıyorlardı.
Hemen emniyet genel müdürlüğüne koştum. “Yapılanlar doğru değil. Öğrencileri illere göndermeyin. Çocuklar derse girecek. Ben bu durumu temin ettim. Ancak suç işleyen talebe cemiyetidir. Cezalandıracaksanız onları cezalandırın” dedim.
Genel müdür yardımcıları bir şey diyemedi. Daire başkanları bir şey diyemedi. Genel müdür vekilinin zaten bir şey yapacağı yok.
Bunun üzerine müsteşar Osman Meriç’e gittim. O da “Vallahi yapacak bir şey yok” dedi.
Şaşırmıştım. O zaman “Bakan’a bari gideyim” dedim. Tesadüf ki, Bakan da soğuk algınlığından evde yatıyormuş. Ona gidemedim.
Dilekçe yazdım. “Polis enstitüsü hakkında Bakanlığın aldığı karara karşıyım. Bu şartlar altında burada müdürlük yapamam. Beni merkeze alın” dedim.
Ve 1969 yazında merkeze alındım.
EÖ: Biraz da Merkez günlerinizden söz eder misiniz?
Bir süre ek görevle polis enstitüsünde emniyet teşkilatı hukuku derslerine girdim. Nihat Rüştü Kırcalı da polis taktiği derslerine giriyordu.
Bir yıl derslere girdim. O sırada 1971 yılında 12 Mart muhtırası olmuştu. Emniyet genel müdürlüğüne emekli general Sedat Kirtetepe getirildi. Kırşehir’de görevli iken tanıdığı Fikret Tim’e, emniyet genel müdür yardımcılarının üstünde bir görev olarak genel sekreterlik görevi verdi. Yine valilik yaptığı Kırşehir’den tanıdığı Kamuran Korkmaz’ı da emniyet genel müdür yardımcılığına getirmek istedi. O ise Bursa’yı talep etti ve Bursa emniyet müdürü oldu.
Bir önceki emniyet genel müdürü Orhan Erbuğ, Emniyet Teşkilatı Kanunu yapalım diye emir vermişti. Benimle birlikte, Ahmet Eren ve Nazmi İyibil’inde onayı alındı ve polis enstitüsünde bir çalışma ortamı hazırlayıp çalışmalara başladık. 30 kadar anket sorusu hazırladım. Bütün kadroya gönderdim. Bir ay geçmeden Sedat Kirtetepe çağırdı ve kanun hazırlığı konusunda bilgi istedi. Çalıştığımızı söyledim. Kanun hazırlamak o kadar kolay değildi. Özellikle teşkilat kanunu çok önemliydi. Henüz anket sorularının cevapları bile gelmemişti. Bunları anlattım.
“Evrakları topla, genel sekretere ver” dedi.
Ben o ana kadar yaptığımız çalışmaları Fikret Tim’e verdim. Tabii ki Fikret Tim’in yapabileceği bir şey yoktu. Çalışmalar yarıda kaldı.
EÖ: Sonra Ankara emniyet müdürü olduğunuzu biliyoruz…
Deniz Gezmiş ve arkadaşı o yıllarda yakalanmıştı.
Bir bekçi kaleşnikoflu iki kişiyi görünce tabancasını çeker ve bu iki kişiyi karakola götürür. Kimlikleri karakolda anlaşılır.
Şahıslar Ankara’ya getirilince içişleri bakanı Haldun Menteşeoğlu, biraz da merakından olacak ki “Getirin şu adamları göreyim” demiş. Makamda Deniz Gezmiş, hakaret içeren davranışlarda bulunmuş.
O dönemde Ankara emniyet müdürü olan Rüştü Ünsal İzmir’e verildi. Kendisi İzmir’i çok seviyordu.
Boşalan Ankara emniyet müdürlüğü için Semih Beşkardeş istekliydi. Bundan da ümitliydi. Zira Ankara valisi Şerif Tüten’in mülkiyeden sınıf arkadaşıydı. Ayrıca teftiş kurulu başkanı Adnan Çakmak da Ankara emniyet müdürlüğüne istekliydi. Üstelik Kirtetepe de Adnan Çakmak’ı tutuyordu. Ancak Bakanlık, Adnan Çakmak’ın Ankara emniyet müdürü olmasını istemiyordu.
Şerif Tüten; sınıf arkadaşı olmasına rağmen, çok geniş ve rahat bir yapıya sahip olması nedeniyle Semih Beşkardeş’i emniyet müdürü olarak düşünmüyordu.
O zaman, “Kim var” diye sormuşlar.
Merkezde olanlar arasında, “Polis enstitüsünde hocalık yapan İsmail Hakkı Demirel var” demişler.
Semih Sancar sıkıyönetim komutanıydı. Recai Paşa da yardımcısıydı. Recai Paşa’yı tanıyordum. Emniyet genel müdür yardımcısı olan kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı ile komşu olarak oturmuşlardı. Nihat Rüştü Kırcalı ile ziyarete gittik. Bir süre sohbet ettikten sonra, ona “Ankara’ya hazır ol” dedi. Nihat Rüştü Kırcalı, “Ben arzu etmiyorum” dedi. O zaman bana döndü. “Sen hazır ol” dedi. Ben de “Pekiyi” dedim. 1971 yılında Ankara emniyet müdürlüğü görevine başladım ve 3.5 yıl bu görevi yaptım.
EÖ: Ankara emniyet müdürlüğü görevinizde operasyonlarda, toplumsal olaylarda, mitinglerde başarılı bir dönem geçirdiniz. Ancak siz müdürken bir boykot olayı da toplum polisinde yaşandı…
1974 yılı ortalarına doğru bir gün, toplum zabıtası müdürü Ferdi Erzaim, bana telefon ederek, toplum polisinin göreve çıkmak istemediğini, boykot yaptıklarını bildirdi. Bu olacak iş değildi. Ben bu bilgiyi alınca, Ferdi Erzaim’e “Derhal birlik mensuplarını toplantı salonuna toplayın, ben oraya geliyorum” dedim.
Birlik kışlasına geldiğimde, 700-800 mevcutlu amir ve memur olması gerekirken, toplantıda 200-250 kadar personelin hazır olduğunu gördüm. Bu, 12 saat gececi, 12 saat gündüzcü çalışma sisteminin sonucuydu.
Hazır bulunanlara hitaben bir konuşma yaptım: “Göreve çıkmama gibi yanlış bir yola girdiğinizi, üzüntü içerisinde öğrendim. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Yaptığınız iş disipline aykırı ve kanunlarımıza göre suçtur. Ankara’da sıkıyönetim var. Merkez komutanlığında 2000 inzibat eri mevcut. Komutan yetkilidir. İsterse hepinizi köyünüze, kasabanıza gönderir, yerinize 2000 inzibat erini konuşlandırır. Ne istiyorsunuz? Bana söyleyin”
Bunun üzerine her kafadan bir ses çıktı. “Bu böyle olmaz, ne istiyorsanız, her arkadaşım ayrı ayrı isteklerini bir dilekçe ile bana bildirsin” dedim.
Bu sözlerim üzerine, boykot kaldırılmış, toplum polisi göreve başlamıştır.
Bu toplantıyı müteakip, toplum müdürü Ferdi Erzaim’e talimat vererek, görev çizelgesini 12 saat çalıştırıp 24 saat dinlendirme yapacak şekilde tanzim etmesini istedim. Bu sisteme göre; toplum polisi, amir ve memur olarak, üç gruba ayrılacaktır.
Buna göre sabah 08 akşam 20, akşam 20 sabah 08 olacak şekilde görev çizelgesi yapılacak, bir grup görevde iken diğer iki grup izinli olacaktır. Bu görev şekli ile, bir amir veya memur 12 saat çalıştıktan sonra, aralıksız bir gündüz ve bir gece yani 24 saat izinli olacaktır. Bu suretle, sosyal yaşantısını eşi ve çocukları ile sürdürecek, göreve geldiği zaman zinde ve huzurlu olacaktır. Eski sistemde amir veya memur 15 gün gündüzcü veya 15 gün gececi olarak görev yapıyor, sosyal yaşantısını huzursuz ve sıkıntılı geçiriyordu. Gececi ve gündüzcü sistemde memur, özel ihtiyaçlarını karşılamak için, gece veya gündüz, görevli olduğu halde izin istiyor, rapor alıyor veya görevini izinsiz terk ediyordu. Böylece görevde bulunması gereken amir veya memur sayısı, arzu edilen seviyede olamıyordu. Özellikle 500 kişilik gececi veya gündüzcü grupta, hafta izinliler ve kaytaranlar çıkarılınca geriye 200-250 görevli kalıyordu.
Toplum müdürü Ferdi Erzaim, talimatı aldıktan sonra, bana sözlü olarak, toplum amir ve memurlarını üç gruba ayırabilmek için mevcuda ilaveten 500 elemana ihtiyaç olduğunu bildirdi. Bu sebeple de üç gruplu sisteme göre görev çizelgesi yapamayacağını belirtti.
Aslında bu düşünceye katılmıyordum. Toplum zabıtasının yakın yöneticisi olan arkadaşımı kırmak istemediğimden, emniyet müdür yardımcım Ahmet Eren’le beraber, toplum polisindeki huzursuzluğu gidermek, sıkıntıları hafifletmek için, üç gruplu sistemi uygulamak amacıyla Bakanlıktan 500 kişilik bir takviye yapılmasını içeren bir rapor hazırlayarak Kişiye Özel şerhli olarak Bakanlığa gönderdim. Ayrıca toplum polisine verilen yan ödemenin de bir kat arttırılmasını istedim.
Aradan bir ay geçti. Bakanlıktan bir cevap alamayınca, ilk yazımızdaki önerilerimizin yerine getirilmesi için Bakanlığa “Kişiye Özel” yeni bir yazı gönderdim. Toplum zabıtasındaki homurtuların ve şikâyetlerin durmadığını hatırlattım.
Emniyet genel müdürlüğünde, personel işlerine bakan değerli arkadaşım, mülkiyeli Dündar Karaşar, beni çağırıp da, “Bu sistem nasıl işleyecek” diye sormadı. Ayrıca personel verip veremeyeceği hakkında beni aydınlatan bir düşünceye girmedi. Gönderdiğim iki rapor sümen altında kaldı.
1974 yılının sonlarına geliniyordu. Kasım veya Aralık ayıydı Biz Bakanlıktan gelecek cevabı beklerken İstanbul’da Tura Turizmden Sabahattin Akalp adında arkadaşım aradı. Doğu Akdenizde vapurla bir tur olduğunu ve davetiye göndereceğini söyledi. Tur; Beyrut, Kahire, İskenderiye güzergâhında yapılacaktı.
Ben, kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı’nında gitmesini istiyordum. O da, ben de gezi amaçlı yurt dışına gitmiş insanlar değildik.
Sonunda pasaportlarımızı hazırladık. Bakanlığa müracaat ettik. Yurt dışı izin onaylarımızı aldık.
İstanbul’a hareket etmeden önce nezaketen valimiz Şerif Tüten beyi ziyaret ettim. “Allahaısmarladık” dedim.
Aynı şekilde sıkıyönetim komutanını ziyaret ettim.
Mutat olmadığı halde emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi'ye gittim. Yurt dışından bir isteklerinin olup olmadığını sordum.
Yine müsteşar Hayrettin Ersöz’e uğradım. Sivas’tan sınıf arkadaşımdı. “Gitmek var, dönmek yok” dedim.
Bakanımızla ülfetim olmadığı için ona gitmedim.
Nihat Rüştü Kırcalı ile birlikte İstanbul’a hareket ettik. Baltalimanı polisevine yerleştik. Ertesi gün için biletlerimizi hazır ettik.
Akşam yemeği için Boğaza gittik. İstanbul kadrosunda görevli Orhan Erdem ve Salih Bora da bizimleydi.
Ertesi sabah ilginç bir durumla karşılaştık. Kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı’nın midesi kanamıştı. Önceden de mide kanaması geçirmişti. Bu durumda geziye katılması mümkün değildi.
İkinci bir sürpriz daha vardı. O da çok önemliydi. Ankara’da karışıklıklar vardı ve toplum polisi boykota başlamıştı.
İçişleri bakanı Mukadder Öztekin’di. Öztekin, Niğde’liydi. Önceleri Adana valiliği yapmış, daha sonra da CHP’den senatör olmuştu.
Toplum polisindeki boykotu duyar duymaz, “Emniyet müdürü nerde” diye sormuş. Herkes kem küm etmiş. Oysa ben izne çıktığımı hepsine bildirmiştim. “Emniyet müdürü izne gitti, haberimiz yok demesinler” diye.
Vali demiyor ki, “Emniyet müdürü 15 gün izin aldı. Emniyet müdür vekili olarak Nazmi İyibil var. Onunla gerekli tedbirleri alırız.”
Oysa Nazmi İyibil’i daha sonra vali yaptılar.
Ondan önce, TODAİE’nin delaletiyle Almanya’nın Berlin kentinde yapılan bir seminere katılmak için ayrıldığımda başka bir emniyet müdür yardımcısını vekaleten bırakmıştım. Bu arkadaşımız; trafik şube müdürü ve şoförler derneği başkanıyla kumpas kurmuşlar. Bir sürü kötü işler çevirmişler. Konuyla ilgili bir yığın ihbar var.
Yardımcımın alınması konusunda yazı yazdım. Almadılar. Boykottan altı ay önce toplum polis müdürü ile yardımcısını alın, diye yazdım. Onları da almadılar. Sadece trafik şube müdürünü aldılar.
Çalışma sistemini değiştirelim, dedim. Yapmadılar.
Ben ne yapabilirdim ki…
EÖ: Sonuçta geziye katılamadınız…
Tabii ki geziye katılamadık. Nihat Rüştü Kırcalı ile birlikte uçağa atlayıp Ankara’ya döndük.
Konuyla ilgili 2 müfettiş görevlendirilmişti. Boykot olayını soruşturuyorlardı. “Ben bu olayı bekliyordum” dedim. “İşte tekliflerim, işte raporum” dedim.
Toplum müdürünü ve yardımcısını değiştirin, dedim. Değiştirmediler. Görev sistemini şu şekilde uygulayalım, dedim. Uygulamadılar. İlginçtir, bundan beş yıl önce müfettişlerden birini Erdek’te gördüm. “Seni o olayda suçlu bulmadık. Sana niye izin verdi diye valiyi kusurlu gördük” dedi.
Aslında valinin de suçu yoktu. Öncelikle izni, sıkıyönetim onaylıyordu.
Ankara emniyet müdürü olduğum dönemde polise hiç laf getirmedim. Nice operasyonlara ve çok sayıda bombalı olaylara müdahale ettik. 3.5 yıl süresince basında olumsuz olarak hiç adımız geçmedi. Çünkü öylesine dikkatli ve mesafeli çalışıyordum.
Sonuçta Bakan, emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi'yi aramış ve “Değiştirin bu müdürü” demiş. Bunu, Tüfekçi beni çağırdığında anlamıştım. Emniyet genel müdür yardımcısı Nevzat Ayaz ve polis enstitüsü müdürü Nihat Rüştü Kırcalı’nın da bulunduğu bir sırada Tüfekçi ellerini ovuşturuyordu. Beni sevdiğini de biliyordum. Bana yapılanın haksızlık olduğunu biliyordu. Ama Bakan’a direnemiyordu.
“Bakan beni değiştirmek mi istiyor?” dedim.
Cevap vermedi.
“Tamam, anlaşıldı” dedim. Zaten yorulmuştum. “Artık bağlasanız da durmam. Beni merkez valisi yapın” dedim. Zaten hakkımdı. Daha önce de valilik teklifi yapılmıştı. Namık Kemal Ersun Paşa bırakmamıştı.
Bu arada emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi, bana iki mülkiye müfettişinin yaptığı bir raporu gösterdi. Müfettişler; Ankara, İstanbul, Bursa ve Trabzon illeri emniyet müdürlüklerini incelemişler.
Ankara’da hırsızların başı falandır, yardımcıları falandır şeklinde ifadelerde bulunmuşlar. Ama benim için, “Emniyet müdürü dürüst adam. Ama bu adamların hırsızlığını nasıl duymamış” demişler. İhbar ve şikâyetler üzerine şaibeli olanları Bakanlığa arz etmiş ve Ankara’dan uzaklaştırmıştım. Müfettişler bu icraattan habersiz rapor yazmışlar.
Bursa’da emniyet müdürü olarak Kamuran Korkmaz vardı.
Trabzon emniyet müdürü ise Kemal Serhatlı idi.
“Faydalı değiller, şaibelidirler, alınmaları gerekir” diye öneride bulunmuşlar.
Mübarek adamlar…
Mademki benim dürüst olduğumu öğrendiniz. O zaman bana soramaz mıydınız? “Madem dürüst adamsın. Gel bakalım, şu adamın hırsızlığını duymadın mı, niye bunlara göz yumdun diye.”
Oysa ben raporumda hepsini yazmıştım. Trafikten şube müdürünü ve 5-6 komiseri atmıştım. Ama emniyet müdür yardımcısını almadılar. Çünkü o, bir üst düzey yetkilinin yakınıydı.
EÖ: Ve son durak Bursa…
Emniyet genel müdürü Celalettin Tüfekçi’ye, “Beni vali yapmazsanız, Bursa’yı birinci derece yapın ve oraya emniyet müdürü olarak verin” dedim.
1975 yılıydı. Bursa’daki Kamuran Korkmaz’ı Kayseri’ye aldılar. Ben de Bursa’ya geldim.
EÖ: Yeni çalışma sisteminizi Bursa’da da uyguladınız mı?
Ankara’da ağzım yandığı için Bursa’da ilk işim, toplum polisinin çalışma sistemini 12/24 esasına geçirmek oldu. Mevcudu 150 kişiydi. Başlarında bir emniyet amiri vardı. Bu konuda çalışma yapmasını istedim.
“Olmuyor” dedi.
Belli ki hiç kafa yormamış, uğraşmamıştı. Emir verince sadece “Siz bilirsiniz” demek olmaz. Personel, fikrini de açıkça söyleyebilmelidir.
Emniyet amirini, faydalı olamayacağını anlayınca bir yazıyla il dışına gönderdim. 12/24 düzenlemesini bizzat kendim yaptım. Memurları, komiserleri üç gruba paylaştırdım. Böylece her grupta 50 kişi olacaktı. Oysa 12/12 düzeninde 7’de biri hafta izinlisi oluyordu. Bu arada çok yoruldukları için gereksiz yere istirahat alanlar ve de kaytaranlar oluyordu.
EÖ: Bu durumda 12/24 sistemini ilk siz başlattınız…
Evet. Hizmetten ben sorumluydum. Uygulama ve yönetme konusunda karar verebilmem gerektiğini de biliyordum. İyi ki uygulamışım. Çok da iyi oldu. İzmit’ten, Balıkesir’den sordular. Nasıl olduğunu onlara da anlattım. Böylece ülke düzeyinde yayıldı.
EÖ: Bursa’da görevli iken İstanbul emniyet müdürlüğü görevine atanmanız teklif edilmiş.
Hem de iki kez.
Bursa’da; Emniyet Teşkilatı Kanunu ile Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun yenileştirilmesi hakkında 25 ilin valisi, emniyet müdürü ve jandarma komutanlarının katıldığı bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya Ankara’dan İçişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk, müsteşar Hayrettin Ersöz, emniyet genel müdürü Metin Dirimtekin ile çok sayıda üst düzey yetkili ve üst düzey komutanlar da katılmıştı.
Biz ev sahibiydik. Ben bir nevi sözcüydüm. Toplantıya katılanlara, dilimin döndüğünce Emniyet Teşkilatı Kanunu ile Polis Vazife ve Selahiyet Kanununu anlattım. Özetle polis teşkilatının kuruluş amacının da, polisin görevinin de suçu önlemek olduğunu, suç olduktan sonraki görevinin ise tali olduğunu anlattım. Zira adli görev, polisin ek görevidir.
O sırada Gaziantep’te olaylar olmuştu. Düztepe’de iki polisimiz şehit edilmişti. Emniyet genel müdürü Dirimtekin bir gün önce ayrıldı. Çelik Palasta onu uğurladım. Giderken “İsmail Hakkı, seni tanıyordum. Ama şimdi daha iyi tanıdım” dedi.
Bu bir teveccüh idi. “Teveccühlerinize teşekkür ederim” dedim.
O sıralarda emekliye ayrılacak olan İstanbul emniyet müdürü Mehmet Akzambak da Bursa’daki toplantıdaydı. Dirimtekin beni seviyordu. “Korkarım İstanbul’a atayacak” dedim.
Korktuğum başıma geldi.
Şimdi Bursa’da mesleğin sonuna gelmiştim. Bir daire almış, borcumu ödüyordum. Ayrıca emekli ikramiyemi de borç ödemesinde kullanacaktım.
Tekrar başka bir yere gitmeyi düşünmüyorum. “Artık yeter” dedim. İstanbul bana ne verecek? Maaşım artmayacak, rütbem artmayacak, makam arabam değişmeyecek, lojman değişmeyecek. İstanbul’un iyi bir kadrosu olmadığını da biliyorum. Orada başarılı olmak mümkün değil. Kaldı ki, başbakan Süleyman Demirel, içişleri bakanı Oğuzhan Asiltürk’ün götürdüğü kararnameleri imzalamıyor. Koalisyon hükümetinde bir birlik yok. İstanbul gibi dağdağalı bir yerde emniyet müdürünü kim koruyacak. Başarılı olmanın şartları var. Beni hükümetin desteklemesi lazım.
Bir gün öğle yemeği için evde bulunduğum sırada PTT’deki görevli bayan aradı. O yıllarda otomatik telefon yoktu. Bağlantıları PTT görevlileri yapıyordu.
“Sizi Bakan arıyor” dedi.
İçişleri bakanının aradığını sandım. Oysa arayan adalet bakanı İsmail Müftüoğlu idi. Kendisi birkaç ay önce Bursa’ya gelmişti. Basın yayında çalışan bir arkadaşımın delaletiyle Kapalıçarşıyı gezmiştik. Kendisi Adapazarlı ve MSP milletvekiliydi. Bu geziden dolayı bir merhabamız vardı.
“Hayırlı olsun. İstanbul’a tayininiz takarrür etti” dedi. Bu, İstanbul’a tayinime karar kılındığı anlamına geliyordu.
“Yandık” dedim içimden.
“Ben istemiyorum beyefendi” dedim.
Öyle deyince şaşırdı ve telefonu kapattı.
Eski valilerden Mustafa Karaer Bursa’da oturuyordu. Sönmez Holding genel müdürü idi. Holding sahibi Ali Osman Sönmez ise Çiller hükümeti döneminde milletvekili idi. Ben onu ‘Bursa’nın Koç’u’ diye anarım. Karaer, bir yemek sırasında bana, emekli olduğumda iş teklifi yapmıştı. Emekli olursam bana hangi görevi verebileceklerini sorduğumda da benim yardımcım olacaksın, demişti.
İstanbul emniyet müdürlüğüne tayinimin çıktığını öğrendiğimde kendisine gittim. “İstanbul’a gitmek istemiyorum” dedim.
Karaer, “Ben durdururum” dedi. Emniyet genel müdürü Dirimtekin’in vali oluşunda katkıları olmuş. Hatta Karaer vali iken Dirimtekin aynı ilde kaymakamlık yapmış. Belli ki araları iyiydi. Aradı. Ama bulamadı.
Bu arada ben kendi valimiz Mehmet Karasarlıoğlu’nu aradım. Erdek’te tatildeydi. “Kuvvetli bir yerden öğrendim. İstanbul’a tayinim çıktı” dedim. Bakanın adını vermedim.
“Haberim yok” dedi.
“İstanbul olursa emekliye ayrılacağım” dedim.
O da “Ben Ankara ile görüşürüm” dedi.
Ertesi gün genel müdürü aramış. Benim İstanbul’a gitmek istemediğimi söylemiş.
Genel müdür, “Onun için terfidir” demiş.
Oysa İstanbul benim için terfi değildi. Bana sorulsaydı, gitmeyeceğimi bildirirdim. İstanbul’un kadrosu hiç de iç açıcı değildi.
Ardından Karaer de telefon açmış. Genel müdür ona, Karasarlıoğlu’nun da bu konuyla ilgili telefon açtığını ve canını sıktığını söylemiş.
Karaer, “Canını hiç sıkma, İsmail Hakkı’yı bize bırak. Biz kendisinden memnunuz” demiş.
Dirimtekin, “Ben onu Bakana zorla kabul ettirdim. Başka adayım yok” demiş. Bakanın beni kerhen kabul ettiğini de iletmiş.
Sonra da “Bırakırım ama” demiş. “Bakana yüzüm olup ta başka kimseyi İstanbul emniyet müdürlüğüne teklif edemem.”
EÖ: Bu, İstanbul’a tayininizin durduğu anlamına mı geliyordu?
Evet, böylece tayinim durdurulmuştu. İstanbul emniyet müdür yardımcısı Nihat Kaner idi. Ona telefon açtım. Gazeteler tayinimden söz etmişti. Gelmeyeceğimi bildirdim. “Çalış, asaleten kalacaksın” dedim. 8 ay kadar vekâleten İstanbul emniyet müdürlüğünü yürüttü. Daha sonra Bursa’ya da geldi ve emniyet müdürlüğü yaptı.
EÖ: İkinci kez nasıl durdurmuştunuz?
Daha sonra emniyet genel müdürlüğüne İbrahim Önen geldi. Mülkiye müfettişiydi. Balıkesir valiliği yapmıştı. 15 gün kadar emniyet genel müdürlüğü yapmıştı. Kendisi içişleri bakanlığı özel kalem müdürü olarak çalışırken, ben de orada şube müdürü idim. Çok iyi bir dostluğumuz vardı. Şimdi beni İstanbul emniyet müdürlüğüne düşünür, dedim. İstanbul’a gitmek istemiyorum. Boşuna kararname yazmasınlar, dedim. Kendilerine tebrik amacıyla mektup gönderdim. Ayrıca yorulduğumu ve emekli olacağımı belirttim. Yeni ev aldığımı, borcumu ödeyeceğimi, bu nedenle başka bir yere vermemelerini yazdım. Başka yere gitmeyeceğim, dedim.
Bu sefer 1977 yılında Ecevit hükümeti kuruldu. Emniyet genel müdürlüğüne Gürbüz Atabek getirildi. Kendisi Ecevit’in gözdesiydi. Mülkiyeliydi. Sol tandanslı bir havası vardı. İzmir emniyet müdürlüğü ve polis okulu müdürlükleri yapmıştı. O da beni İstanbul emniyet müdürlüğüne düşünür, diye aklımdan geçirdim. Bu arada İzmir’de bulunan Nazım Gürtekin’i aradım. Gürtekin, Artvin’liydi. İyi arkadaşımdı. Tebrik mi yazayım, telefon mu edeyim, dedim. “Aç bir telefon” dedi. Ben tebrik için açtım. Ama o “Yahu sen emekliliği falan bırak, kalk gel buraya” dedi.
Selam verdik, borçlu çıktık.
Meğer önceki emniyet genel müdürü İbrahim Önen için gönderdiğim tebrik yazısı sicile verilmiş, bir şekilde Gürbüz Atabek’in bundan haberi olmuş.
Ankara’ya gittim.
“Gel sen, şu İstanbul’u kabul et. Hiç değilse 6 ay otur masaya” dedi.
“Beyefendi” dedim. “Ben Demirel hükümeti döneminde reddettim. Şimdi CHP geldi. Gidersem olmaz. Hem ben yorgunum, emekli olacağım. Başarılı olamam. Gittiğim yerde iş yapmak isterim. Laf olsun diye niye gideyim?”
“Pekiyi, sen bilirsin” dedi.
Böylece İstanbul’a gitmemiş oldum.
Aradan bir ay geçti. Bursa’ya vali olarak atanan Ziya Çoker, bir gün Ankara’ya gittiğinde CHP’liler, kendilerine, benim için “O, Adalet Partilidir” demişler.
Bana soğuk davranmaya başladı. Hâlbuki hiç ilgisi yoktu. Ben hiç taraf tutmam.
Bir gün kendisine çıktım. “Bana soğuk davranıyorsunuz, ama ben yakında emekli olacağım. Ben sizi takdir ediyor ve beğeniyorum. Eli kalem tutan birkaç valimizden birisiniz” dedim.
Neticede işi düzelttik.
EÖ: Valilik için adınızın geçtiğini duyduk…
Gümüşhaneli hemşerilerim ve beni sevenler, benim vali olmam için uğraşmışlar. CHP’liler, özgeçmişimle ilgili bilgi istediler. Yazıp gönderdim. Sancar Paşa döneminde Ankara emniyet müdürlüğü yaptığım ve gençleri ezdiğim yönünde şerh düşmüşler. Yekta Güngör Özden, çok iyi dostumdur. Beni çok sever, ben de onu severim. Benim vali olmam için onun da girişimleri olduğunu bilirim.
1978 yılında emniyet genel müdürlüğünde solun ağırlığı hissedilmeye başlandı. Bir şube müdürü bile doğrudan Bakanla görüşebiliyordu. Emniyet genel müdürü Haydar Özkın kontripiyede kalıyordu. Onu da değiştirmek ve Bursa’ya vali yapmak istiyorlardı. Olmadı.
EÖ: Sonra emekliliğiniz gündeme geldi…
Valimiz Ziya Çoker Ankara’ya gidince, “Emniyet müdürü ne zaman emekli olacak” diye sormuşlar. İzne ayrılmamı istemişler.
Önceki yıllarda benim yardımcılığımı da yapan ve o an emniyet genel müdür yardımcısı olan Ahmet Eren telefon etti. “Ne zaman emekli olacak diye soruyorlar” dedi.
“Zamanı gelince emekli olacağım. Dava etmem, korkmayın” dedim.
Bir ay sonra Ahmet Eren’den yine telefon geldi. 1978 yılının Eylül aylarıydı.
“Dilekçe istiyorsanız dilekçe göndereyim. Aralık ayında emekli olacağım” dedim.
5 Aralıkta emekli olmam kaydıyla bir dilekçe yazıp Ahmet Bülbül adındaki güvendiğim bir memurla gönderdim. Arşive ve personel şubeye kaydını yaptırmasını söyledim. 5 Aralık’ta emekli etmezlerse kendimin ayrılacağını bildirdim. Zira 5 Aralık’ta emekli olursam Ocak maaşına hak kazanıyordum.
4 Aralık akşamı emekli onayım gelmişti. Bu benim için bayramdı. Ertesi gün, yardımcımı müdür vekili yaparak ayrıldım.
EÖ: 1941 yılında polis kolejine başlamıştınız. 37 yıl sonra emekliliğe adım atarken neler hissettiniz? Neler yaptınız?
Emekli olduktan sonra Bursa’da oturmaya devam ettim. Bir süre, ev satın aldığım müteahhit İbrahim Yazıcı ile çalıştım. Emekli maaşı olarak 3000 lira alamıyorken, orada 10 bin lira aylık alıyordum. Onunla çalışırken evimin borcu da bitmişti.
Uludağ’da bir otel yaptırıyordu. Otel bitince de genel müdür olarak çalışacaktım. 20 ay geçti. Otel hâlâ bitmedi. Ben de ayrıldım.
EÖ: O zaman ne yaptınız?
Avukatlık yapmaya karar verdim ve staja başladım. Staj devam ederken 1981 yılında Danışma Meclisi Kanunu çıktı. Eşraftan beni seven partili partisiz Bursalılar, “Sen müracaat et” dediler.
Oradan parlamenter emekli maaşı alabilecektim. Kabul ettim.
Valilik makamına 100 kadar müracaat yapıldı. O anda Zekai Gümüşdiş Bursa valisi idi. Önceki valilerden Mustafa Karaer, Mehmet Karasarlıoğlu’da müracaat edenler arasındaydı. Ayrıca Yakup Yücel, Koç’un damadı Alaattin Yıldız, emekli generaller de müracaat etti. Ben, vali tarafından önerilen 9 kişiden, konsey tarafından belirlenen 3 kişi arasına girmiştim.
O dönemde İçişleri bakanı Selahattin Çetiner idi. Çetiner’in ilginç bir hikayesi vardır. İsmet İnönü’nün Kayseri'ye gitmek için seyahat ettiği tren Himmetdede’de durdurulur. Kayseri’den bu amaçla vali yardımcısı ve jandarma komutanı Himmetdede'ye gönderilmiştir. Önü kesilen ve treni durdurulan İnönü kızar ve yürüyerek gitmek ister. Çetiner, o dönemde yüzbaşıdır. Emrindeki takımla birlikte yolu açar ve tasallutu önler. Ancak Demokrat Partililer Çetiner’i emekliye sevkederler. Çetiner, 1960 ihtilâli sonrasında tekrar askerliğe döner ve korgeneralliğe yükselir. 1981 yılında da içişleri bakanıdır.
Danışma meclisine seçilecek adaylar, başta Sayın Kenan Evren olmak üzere, yetkililerce sıkı bir şekilde inceleniyorlardı. Benim özellikle, Ankara’dan Bursa’ya neden gönderildiğim gündeme gelmiş. Bu amaçla içişleri bakanı Selahattin Çetiner, müsteşar yardımcısını görevlendirmiş. Tesadüf ki, müsteşar yardımcısı, Saraçoğlu mahallesinde kayınbiraderim Nihat Rüştü Kırcalı’nın oturduğu D blokta oturmaktaydı. Ona sormuş.
“İsmail Hakkı Demirel adında emekli bir emniyet müdürü var” demiş. “Çok güzel bir sicile sahip. Ben böyle sicil görmedim. Kendisini tanıyor musun?”
O da “Eniştem” diye cevap vermiş.
Beni Bursa’ya verirken sıkıyönetim komutanından müsaade istemişler. Komutan da, benim hakkımda iki sayfalık methiye yazmış. Dosyamdaki bu methiye yazısını da görmüşler.
Komutan, bu methiye de, benim için, “Olayların müsebbibi o değil” demiş.
O zamanlar toplum zabıtasının yeniçeri ocağı gibi olduğunu belirtmiş.
Ayrıca, onu alacaksanız, onore ederek alın, diye görüş belirtmiş.
Zaten ben Bursa emniyet müdürlüğü için Ankara’dan ayrılırken içişleri bakanı Mukadder Öztekin’e Allahaısmarladık demeye gitmiştim. Gerçi başkası kızıp gitmezdi. Ama ben veda için gittiğimde, “İsmail Hakkı senden özür dilerim. Seni ilk fırsatta onore edeceğim demişti.”
EÖ: Sayın Müdürüm, şimdiki günleriniz nasıl geçiyor?
Bursa’da bazen polis emeklileri derneği lokaline, bazen de Parlamenterler Birliğinin Bursa şubesindeki lokaline gidiyorum. Eski meslektaşlarımla buluşarak günlük olayları izliyor, mesleki sohbetler yapıyoruz. Emekli valiler, emekli belediye başkanları ve eski yeni parlamenterlerle güzel vakit geçiriyoruz. Ailevi durumum iç açıcı değil. 55 yıllık eşim alzheimer hastasıdır. 3 yıldır evde bir bakıcı hanımla beraberdir. Alzheimer, tedavisi olmayan, tıbbın aciz kaldığı bir hastalık!
EÖ: Bugünkü polis teşkilatının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim zamanımıza göre teknik bakımdan yani araç gereç yönünden durum çok iyi. Ancak eğitimi yeterli göremiyorum. Polis okullarının 2 yıllık yüksek okul statüsüne çıkarılması çok yerinde olmuştur. Üniversite mezunlarının, iyi seçilerek 6 aylık kurstan sonra polis memuru olarak atanmalarını da yerinde buluyorum.
Polisin silah kullanması konusunda söyleyeceklerim var. Askerler hem savunmada, hem de taarruzda silah kullanır. Polis de silahlı kuvvettir. Ancak askerde olduğu gibi silah kullanmaz. Askerin karşısında düşman vardır. Polisin karşısında vatandaş vardır. Kardeş vardır. Arkadaş vardır. Çocuk vardır. Kadın vardır. Genç, ihtiyar vardır. Bu sebeple silah kullanmak, çok incelik isteyen bir husustur.
Polise silah, savunmada kullanması için verilmiştir. Taarruz amaçlı silah kullanma yetkisi verilmemiştir. Polisin, önünden kaçan sanıklara, çok istisnai haller dışında, silah kullanması suç teşkil eder.
Toplantı veya yürüyüşlerde kaçmakta olan kişilere, copla arkadan vurulması caiz değildir. Sanıkların saldırısını defetmek için cop kullanılması normaldir. Ancak copun, kişilerin başına, boyunlarından yukarı kısma vurulması yanlıştır. Birçok vakada ölüme sebebiyet verilmiş, bazı meslektaşlarımız bu yanlış hareketlerinden ötürü mahkûm olmuşlardır.
EÖ: Bugün emniyet teşkilatının en üst yetkilisi olsaydınız öncelikle hangi konuları ele alırdınız?
Her amir ve memura lojman verilmesini sağlardım. Bu mümkün olmadığı takdirde, her ilde kooperatifler kurdurarak, bankalardan uzun vadeli taksitli krediler sağlar, her memurun ev sahibi olmasını isterdim.
Her şeyden önce eğitime öncelik verir, öğretmen kadrosunu ihtiyaca göre yetiştirerek mesleğin icaplarına göre öğretim ve eğitim sağlanmasını isterdim. Polis meslek yüksek okullarında öğretmenlik yapan elemanların daha iyi seviyeye çıkarılmaları için çalışırdım.
EÖ: Bize çok önemli açıklamalarda bulundunuz. O günlerin koşullarıyla günümüzün farkını görme şansı verdiniz. Size müteşekkiriz. Şükranlarımızı sunuyor ve sağlıklı ömürler diliyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)