Yazımızın başlığı
için "Güvenlik ve Barış" da deseydik aynı anlamı ifade etmiş
olacaktık. Çünkü İslam, barış demektir. Barış ise savaşın karşılığıdır ve daha
sevimli bir kavramdır.
Üstelik barış ortamı
varsa güvenlik var demektir.
Sözü edilen
güvenlik ise bilim adamı Abraham Maslow tarafından ihtiyaçlar
hiyerarşisi içinde en başlarda sayılmıştır.
Maslow'un
sıralaması şu şekildedir:
Fizyolojik
ihtiyaçlar,
Güvenlik
ihtiyacı,
Ait olma, sevgi,
sevecenlik ihtiyacı,
Saygınlık ihtiyacı,
Kendini
gerçekleştirme ihtiyacı.
Sıralamaya baktığımızda
yeme içme ve cinsellik gibi fizyolojik ihtiyaçların, güvenlik ihtiyacına göre
bir adım önde olduğunu görüyoruz.
Çünkü şu gerçeği
biliyoruz: Yeme içme olmadan insan yaşayamaz. Ve yine cinsellik olmadan üreme
olmayacağı için insanlık son bulur.
Yani bu ihtiyaçlar,
olmazsa olmazlardandır.
Bu durumda konumuz olan
güvenlik ihtiyacı bir bakıma ilk sıraya çıkmaktadır. Şöyle ki; yiyebilen,
içebilen, çoğalabilen insanlar olduğu sürece bu insanlara lazım gelen birinci
ihtiyaç "güvenlik"tir.
Tabii ki burada esas
olan kişinin can güvenliğidir. Zaten modern anayasalar kişinin vücut
bütünlüğüne dokunulamayacağı hükmünü güvence altına almışlardır. Ayrıca aile
güvenliği, sağlıklı olma güvenliği, iş güvenliği, mülkiyet güvenliği de önem
arz etmektedir.
Eğer kişi güven içinde
değilse Maslow'un belirttiği üçüncü, dördüncü ve beşinci sırada yer alan
ihtiyaçlar sınıfındaki arkadaşlık, sıcak ilişki, başarı, kendine saygı, başkalarına
saygı, diğerlerinin saygısı, erdemlilik, yaratıcılık, doğallık, problem çözme,
önyargısız olma gibi hususların hiçbir önemi kalmaz.
Güvende olmama
durumunun önemini en yalın anlamıyla şöyle anlayabiliriz: Yirmidört saatlik bir
süre içinde hiç hukuk, polis, mahkeme, cezaevi olmadığı düşünüldüğünde olabilecek
suçları tasavvur edelim. Bugün hepsi olduğu halde bile cezaevleri dolup taşmaktadır.
Hukuk ortamının olmaması düşünüldüğünde her şey güçlünün elinde olacak, diğer
insanlar yaşama şansı bulamayacaklardır. Hatta güçlünün de güçlüsü olmak
isteyenler çıkacak ve yaşam kâbusa dönüşecektir.
Bu yönüyle bakıldığında
İslam öncesinde çöl Araplarının yaşadığı cahiliye döneminde de iç karatıcı
birçok suçun işlendiği görülmektedir.
Sadece cana yönelik
olanlardan bir kaçını sayalım:
Fakirlik korkusuyla
çocukların öldürülmesi,
Kız doğduğunda ondan utanılması
ve toprağa gömülmesi,
Haksız yere Yüce Allah'ın
yasakladığı cana kıyılması.
Ve o dönemlerde "Vücut
bütünlüğüne dokunulamaz" gibi yasal güvenceler de yoktur.
Cahiliye döneminde
işlenen diğer suçların onlarcasını da Yüce Kur'an saymaktadır: Yetimin malına el
uzatılması, ölçü ve tartıda hilecilik, erkeğin ümit edeceği şekilde kadınların
açılıp saçılması, fuhuş, zina, eşcinsellik, intihar, sahtekârlık, iftira
gibi...
Şimdi bize okurken bile
korkunç gelen bu suç âleminin içinde çaresizce yaşanıyor olmasının yaratacağı
hezeyanın boyutunu tahmin etmek hiç de zor olmasa gerekir.
Milattan sonra
altıyüzlü yıllarda insanlık, tarım toplumu dönemini yaşamaktadır. Arap
yarımadasında da bu böyledir. Toprağın ekilmesi ve hayvanlar fizyolojik
ihtiyaçlara yetebilmektedir.
Ancak güvenlik
konusunda çok ciddi sıkıntılar vardır. Mekke ve civarında suçlar diz boyundadır.
Polis, mahkeme, cezaevi gibi kavramlar olmadığı için kabileler arasında güçlü
olanların hükmü geçerli olmakta, güçlü olma yarışına girildiği için de sürekli
bir çatışma ortamı yaşanmaktadır.
İşte bu çatışmaların ve
suç ortamının önüne geçmek için bir "barış" ilan edilmesi gerekli
görülmüştür. Her şeye gücü yeten Yüce Allah tarafından, suç işleyen insanların öldükten
sonra dirilecekleri öteki dünyalarında cezalandırılacaklarına, iyilik yapanların
ise ödüllendirileceklerine ilişkin Yüce Peygamber Muhammed'e vahyedilen uyarı
ve öğütlerle yeni bir dinin oluşumu sonucunda istenilen barış ortamının
sağlanabileceği vaat edilmiştir. Böylece, "Barış" amaçlı olarak "İslam"
dini ortaya çıkmıştır.
Öncelikle cahiliye
dönemi Arapları arasında iç güvenliğin sağlanması önemli görülmüş, işlenen
suçlar ve bu suçlara karşı verilecek cezalar çeşitli vesilelerle Yüce Kur'an'da
sayılıp açıklanmıştır. Ardından da evrenselleştirilerek bütün insanlığın dini
olduğu belirtilmiştir.
Türkler de yüzlerce yıl
süren Orta Asya'dan göçleri sırasında, yolları Araplarla kesiştiği için yeni
dinin etkisinde kalarak Müslüman olmuşlardır.
Bunun sonucu olarak İslam
dini, bugün dünya nüfusunun beşte biri tarafından kabul görmüş ve dünyanın
ikinci büyük dini durumuna gelmiştir.
Ancak günümüzde yüzde
doksandokuzu Müslüman olan Türkiye, son kırk yıldır yaşanan terör belası ile "güvenlik"
konusunda 1400 yıl öncesinin gerisinde kalmıştır. Adında "barış" olan
bir dine mensup olanların böylesi bir savaş(!) ortamında yaşaması insanı gerçekten
utandırmaktadır. Hele de polis olunca bu utanç daha da artmaktadır.
Sadece Türkiye mi?
Irak, Mısır, Libya,
Suriye...
İran, Pakistan,
Afganistan...
Tanrının lütfu petrole
rağmen.
Bir İslam ülkesi ki terör
örgütünü bilerek bağrında barındırsın.
Ya da uluslararası
uyuşturucu trafiğinde kaynak ülke rolü oynasın.
Ve de bu ülkelerin insanları,
"barış" dinine mensup olsunlar.
Pakistanlı yazar Faruk Saleem'in,
Müslümanların neden bu kadar güçsüz ve güvensiz kaldığını belirten
araştırmasından birkaç rakam verelim:
"Elliyedi İslam
ülkesinde beşyüz üniversite varken sadece ABD'de 5.758 üniversite vardır. Hıristiyan
dünyasındaki okuryazarların yüzde 98'i ilkokulu bitirmişken, Müslüman
dünyasında bu oran yüzde 50'dir. Hıristiyan dünyadaki okuryazarların yüzde 40'ı
üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında yüzde 2'yi geçememektedir."
Ve acı bir gerçektir ki
bu insanlara gelen ilk emir "Oku" olmuştur.
Bugün İslam dünyasında
yaşananlara bakıldığında Müslümanlar daha ilk derste sınıfta kalmışlardır.
İlk ders hazmedilerek
öğrenilememişse yeterli altyapı oluşmadığı için diğer derslerde de başarı
gelmeyecektir.
Tıpkı "güvenlik"
olmayınca arkadaşlık, sıcak ilişki, başarı, kendine saygı, başkalarına saygı, diğerlerinin
saygısı, erdemlilik, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma gibi
hususların bir anlam ifade etmeyeceği gibi...
İlk dersler önemlidir.
"Oku" emri
daha da önemlidir. 2013