1071 yılında Anadolu’ya
Müslümanlaşmış olarak gelen Türkler, 1299’da Söğüt'te Osmanlı devletini
kurdular.
Fetihler yaptılar. Büyüdüler.
Savaştılar. Yükseldiler.
Sonra yoruldular. Durakladılar.
Can sıkan, öldüren, zalim savaşlar
devam etti. Gerilediler.
İmparatorluk zayıfladı. Hasta Adam
oldu.
Savaşlar durmadı.
Birinci Dünya Savaşı başladı.
Çanakkale’de, Batı cephesinde sıcak
savaşlar devam etti.
Hasta Adam Serv’de yoğun bakıma
girdi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde
gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan’daki antibiyotik, yeniden
dirilişi getirdi.
Dünya savaşa doymuyordu. Bu defa
İkinci Dünya Savaşı başladı.
Savaşlar dünyasındaki kırılma
noktası 1945 yılında yaşandı. Japonya’ya atılan atom bombaları yürekleri
sızlattı.
Üç yıl kadar kısa sürede Birleşmiş
Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi imzalandı. Ardından
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi...
Artık insan hakları kavramı
literatürde sıkça konuşuluyordu.
Savaşta ateş vardı, barut vardı.
Savaş, ölüm kusuyordu. Olmamalıydı.
Ama insanlaşamamış insanlar her
zaman vardı.
Savaş biter gibi oldu, bu defa
terör başladı.
Terörde de yıldırma, korkutma
vardı. Ölüm, biraz daha kalleşçe gerçekleştiriliyordu.
Geçmişte savaşlarda şehit
kanlarıyla sulanmış Anadolu toprağı bu defa terörden nasibini alıyordu.
Yetmişli yıllarda terör suçlarını
aydınlatmak için görevliler yanlı davrandılar. Yandaşlarını korurken
diğerlerine işkence ve kötü muameleler yaptılar. Ne var ki polisçe yapılan bu kötü muameleler
idari ve adli mekanizmalarda tepki ile karşılanmadı. Sıradan yapılan bir işmiş
gibi değerlendirildi.
O yıllarda kuran kursu talebesinin
hocasından, öğrencinin öğretmeninden,
vatandaşın polisten, askerin komutanından dayak yemesi normal
sayılıyordu. Hatta babalar çocuklarını, "eti senin, kemiği benim"
diye bu kişilere teslim ediyordu. Hepsi devletin adamlarıydı. Dolayısıyla kötü
muameleyi devlet yapmış oluyordu.
Eğitim düzeyinin ve televizyon
yayınlarının artmasıyla, ayrıca sivil toplum kuruluşlarının baskısıyla işkence
ve kötü muamele gittikçe azaldı.
Ama suç azalmıyordu. Terör,
bulaşıcı bir hastalık gibi toplumu kemiriyordu.
Polis artık işkence ve kötü muamele
yaparak değil, delilden suçluya giderek suçların önüne geçebilecekti. Çünkü işkence
ve kötü muamele yaptığında ceza görüyordu.
Hastalığı bulmak için hekimlerin
laboratuar çalışmalarına önem verdiği gibi poliste de suçluların belirlenmesi
için kriminal laboratuarlar kuruldu. Ama bu iğne ile kuyu kazmak gibi bir
şeydi. Polisin işine gelmedi! Daha kolayı vardı. Telefon dinlemeleri yapılarak
birçok suçlu yakalanabilirdi. Nasıl olsa her türlü yakalama idari ve adli
mekanizmanın hoşuna gidiyordu. Polis yakalasın da nasıl yakalarsa yakalasın
deniliyordu. Tıpkı başlangıçta işkence ve kötü muameleye hayır denilmediği
gibi..
Hâlbuki bize polis okullarında ilk
olarak suçu önleme görevi öğretilmişti. İkinci görevimiz ise suçluyu
yakalamaktı. Biz tersini yaptık. Çünkü birincisi yani önleme görevi basitti.
Bekçiler de devriye gezerek bu görevi yapabilirdi. Bu görevde kalanlar
karizmalarının çizildiğini düşünürlerdi. Bunun için makbul olan suçlu
yakalamaktı. Bu da o kadar kolay değildi. Adamı ikiseksen uzatacaksın! Bülbül
gibi konuşturacaksın! Ancak o zaman makbul polis olurdun.
Fakat işkence dönemi bitti.
Yapamıyoruz. Nasıl "makbul" olacağız?
Kolayı var.
Dinleyerek ya da görüntü alarak..
Ama izinsiz dinleme ve izleme,
tıpkı işkence ve kötü muamele yapmak gibi suç kabul ediliyor. Cezası var.
Olsun! Geçmişte işkence ve kötü
muamele de suçtu. Ama idarece abes karşılanmadığı için yapılıyordu. Bugün de
idarece tavır konulmazsa "makbul" adam olma hevesi içindekiler
dinleme ve izleme suçunu da işleyeceklerdir.
Bir kişiyi döverek vücut
bütünlüğünü bozmak ne kadar haksız bir davranışsa kişinin özelini dinleyerek ya
da izleyerek mahremiyetini zedelemekte o kadar çirkindir. Bu işte görev alan
her karakteri zayıf polisin, ileride sorumluluktan kurtulmak için kendisini bu
işe yönlendirenlerin de sesini ve görüntüsünü alabileceği unutulmamalıdır.
Şunu söylemek istiyoruz: İşkence ve
kötü muamelede eziyet vardır. Suçlu olduğu sanılanları bülbül gibi konuşturmak
(!) için yapılmıştır. Ancak çağın gelişmesiyle vazgeçilmek zorunda kalınmıştır.
Zira anayasamız tıbbi zorunluluklar dışında kişinin vücut bütünlüğüne
dokunulamayacağını belirtmiştir.
Kişilerin özel hayatına ilişkin dinleme
ve görüntü almada da mahremiyet vardır. Suçlu olduğu sanılanları itiraz
edemeyecekleri duruma düşürerek konuşturmak için yapılmaktadır. Anayasamızda özel
hayatın gizliliğine dokunulamaz hükmü vardır. Ceza yasamızda da dinleme ve
görüntü alma işi, belli bir mesleğin sağladığı kolaylıktan yararlanmak
suretiyle yapıldığında ceza artırılmaktadır.
Suçu soruşturmak savcının işidir.
Polis, onun bunun adına hukuk dışı işlere girişerek makbul adam olma
sevdasından vazgeçmelidir. Makbul adam olacaksa hukuk içinde kalarak bunu
sağlamalıdır. Enerjisini suç olmaması için harcamalıdır. Önleme hizmetlerine
yoğunlaşmalıdır. Geçmişte işkence ve kötü muamelede yaptığı hataları bir daha
yapmamalıdır. Bu suçlardan dolayı çok fazla sayıda meslektaşının cezalar
aldığını, meslekten çıkarıldıklarını unutmamalıdır. Şimdi de kanunsuz dinleme
ve görüntü almayla aynı hataya düşmemelidir. Birilerinin el ulağı olmamalıdır.
Zaten Yüce Kuran, insanlığı 1400
yıl öncesinden uyarmış. "Önceleri biz göğün bazı yerlerinde oturup dinleme
merkezleri edinirdik. Ama şimdi kim dinlemeye kalkışırsa, derhal kendini
izleyen bir alevle karşılaşır." (Cin suresi/9)
Yüce Tanrı, insanlaşamamış
insanlarımızı da ıslah etsin.