ÖNSÖZ
Dedem Tahsin Özdemir bir Osmanlı
Kadısı torunuydu. Osmanlıca biliyordu. Cumhuriyet sonrasında Osmanlıca
yazıların Türkçeye çevrilmesi konusunda bilirkişilik yapmıştı. Yaşamının uzunca
bir bölümü muhtarlıkla geçmişti.
Bu
çalışmada paylaştıklarım, onunla geçmişte yaptığımız dinsel sohbetlerimizin
özüdür.
Ona göre
Kuran “anlaşılır” şekilde tercüme edilmeliydi.
Din hizmetlerinde
“ücret” olmamalıydı.
Rahmetle,
şükranla, sevgiyle anıyorum. Ruhu şad olsun.
DİN
Hukuksal metinlerde din, dil,
ırk, mezhep, renk, milliyet, cinsiyet gibi kavramların birlikte anıldığı
görülmektedir. Bunun açık örnekleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde
(Madde 2), Anayasada (Madde 10) ve Türk
Ceza Kanununda (Madde 3) mevcuttur.
Her biri insan yaşamı için çok
önemli değerlerdir. İstisnalar dışında doğuştan insana geçerler. Ücretle satın
alınmazlar.
Bizim ele alacağımız “din”
böylesine önemli değerlerden biridir.
Dil, insanların birbirleriyle
konuşup anlaşmasını sağlıyorsa din de inançlı insanların tanrıyla iletişim
kurmasını sağlamaktadır.
Dilsiz biri söyleyeceklerini
ifade etmede güçlük çekiyorsa ve anlatamadığı için sıkıntıya girip sinirleri
bozuluyorsa, herhangi bir dini olmayan da manevi dünyasında benzer eksikliğin
sıkıntılarını duyacaktır. Çünkü din, manevi tatmin aracıdır. Dinin değeri,
tıpkı hava gibidir, olmadığında anlaşılır.
Uzun süre konuşmadığı anlaşılan
kimseler için “Dili şişmiş” denilir.
Uzun süre konuşmadıktan sonra
konuşma fırsatı bulana “Dilinin bağı çözüldü” denilir.
Yani dil böylesine önemli ve
vazgeçilmez bir değerdir.
Din de böyle midir?
Neme lazım denilebilir mi?
Belki bu satırların okunduğu
sırada fiilen din ile irtibatlı değilizdir. Fakat insan yaşamında din’in
olmaması mümkün değildir.
Zira din, doğum öncesi başlar.
Anne ve baba hangi dindense anne
karnında bebeğe geçer.
Kişi, hayat boyunca din ile
yaşar.
Bebekken nazar değmesin diye
okunmuştur.
Çocukken sünnet olmuştur.
Evlenirken imam nikâhı
kıyılmıştır.
Oruç tutmuştur ya da fitre
vermiştir. Bir yakınının cenaze törenine katılmıştır.
Bunlardan hiçbirini yapmazsa
dahi beklenmedik bir olay karşısında “Allah Allah” diyerek hayretini dile
getirmiştir.
Öfkelendiği birine “Allah cezanı
versin ya da Allah iyiliğini versin” diye bedduada veya duada bulunmuştur.
Kişilerin din ile ilişkileri
öldükten sonra da devam eder.
Kapı duası yapılır.
Cenaze namazı kılınır.
Ruhuna Fatiha okunur.
Din öyle bir gerçektir ki uğruna
savaşlar yapılmıştır. Olmazsa olmaz bir öğedir.
“Şu din davasını bir kenara
bırakalım, işimize gücümüze bakalım” diyemeyiz.
İnsan yaşamına doğrudan
girmiştir.
Bu denli öneme sahip din’i Türk
Dil Kurumu sözlüğü “Tanrı'ya inanmayı sistemleştiren toplumsal bir kurumdur”
diye tanımlamaktadır.
Bu tanımı açarsak şunları
görürüz:
Birincisi din, Tanrıya inanmayı
gerektirir.
İkincisi din, toplumsaldır.
Kendisinden başka o dili bilmeyen biri, toplumun öbür bireyleriyle
anlaşamayacağı gibi kendisinden başka mensubu olmayan biri için de o dinin bir
anlamı olmayacaktır. Bu nedenle insanların çoğu tek Allah olan bir dine bağlı
olarak yaşamayı tercih etmektedirler. Bu oran dünyada yüzde 97,3 iken
Türkiye’de de benzer bir oranla yüzde 97,5’tir.
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Ateizm)
Müslümanlıktan önceki
Hıristiyanlık dini bir miladın başlangıcına vesile olmuştur. Sıfır yılı ile
başlamıştır. Bugün dünya nüfusunun yüzde 32’si Hıristiyandır.
Son din olan Müslümanlık ise 600
yıl daha çağdaştır.
Fakat bir çelişki vardır. Buna
göre dinde çağdaş olması gereken toplumlar, gelişmişlik itibarıyla çok
geridedirler.
Burada Müslüman Türkler için iki
istisnayı belirtmemiz gerekir.
Birincisi, 1300-1600 yılları
arasında Osmanlı Devleti dünya ölçeğinde büyük bir çıkış yakalamıştır.
Hıristiyanlar Avrupa’da engizisyon mahkemelerinde insanlarını kilisenin
etkisiyle haksız yargılamalarla işkenceye tabi tutarken Osmanlı Devletinin
önemli şehirlerinde akıl hastalarını bile müzikle, su sesiyle, çiçek
kokularıyla tedavi eden külliyeler kurulmuştur.
İkincisi, yeni Türkiye
Cumhuriyeti Devleti kurulduktan itibaren 1938 yılına kadar 15 yıl süreyle
aydınlanma dönemi yaşanmıştır. Büyük Atatürk’ün önderliğinde birçok devrimle
birlikte eğitim, sanayi, ekonomi, dış siyaset ve sanat konusunda büyük hamleler
yapılmıştır.
Bu iki istisna dışında bütün Müslüman
ülkeler geri kalmışlık düzeyinden kurtulamamışlardır. Örneğin Müslüman
Kuveyt’te fert başına düşen milli gelir, gelişmiş Hıristiyan ülke rakamlarına
ulaşmaktaysa da bunun halka yansıması oldukça alt düzeydedir. Petrol
gelirlerinin çoğu Emir ya da Kral ile onların yakınları tarafından
kullanmaktadır.
Osmanlı Devletinde halifeliğin
kabul edilişiyle dinin yönetime karıştırılması, 1440’larda icat edilen
matbaanın 1728’lere kadar Anadolu’ya sokulmaması, buna karşılık Avrupa’da
rönesans ve reformlarla aydınlanma döneminin başlatılması ve dinin siyaset
dışında bırakılması çarkın ters yönde işlemesine yol açmıştır. Ardından buhar
gücünün, endüstri sektörünü ateşlemesi farkı iyice açmıştır.
Yeni Türkiye Cumhuriyetinde
Büyük Atatürk’ün erken ölümünden sonra onun yakaladığı çıkış sürdürülememiştir.
İkinci dünya savaşının başlaması ülkeyi gergin bekleyiş içine sokmuştur. Çok
partili sisteme geçildiğinde ise iki kutuplu dünyada Sovyet tehdidinde iken
Amerikan yanlısı bir tutum izlenmiştir. Bu arada tarımın kısmen makineleştirilmesiyle
ferahlık yaşanırken diğer hususlarda herhangi bir atılım sağlanamamıştır.
Akdeniz kuşağı insanının tembel yapısı, devlet politikasıyla aktif hale
getirilememiştir. Büyük Atatürk döneminde kapatılan tekke ve zaviyeler
faaliyetlerine yeniden devam ettirilmişlerdir.
Eğitilemeyen,
bilinçlendirilemeyen, dinamik hale getirilemeyen halk bunalıma girmiş ve ülke
her on yılda bir askeri müdahale ile karşı karşıya kalmıştır.
Okul sayısında aynı artış yokken
neredeyse yılda bin kadar cami inşa edilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı 140
bin çalışanıyla sekiz bakanlığın bütçesinden daha büyük paya sahip hale
getirilmiştir.
“Bir ülke, Diyanet’e, bütün
üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bunu son bir yılda ikiye
katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil
cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir
daha düşünmesi gerekmez mi?"
(http://www.milliyet.com.tr/2007/06/21/yazar/dundar.html)
Öte yandan kıdemli
siyasetçilerden Osman Bölükbaşı’nın sözü çok manidardır: “Siyasette kaldığım
çok uzun yıllar boyunca bütün sektörleri tetkik ettim ve getirisi en yüksek
olanın din ticareti ve din sömürüsü olduğunu gördüm!” (Emin Çölaşan, Sözcü, 26
Şubat 2014)
İşte insan yaşamı için olmazsa olmaz
dediğimiz din, asıl işlevinden böyle çıkarılmakta ve bir millet böyle afyon
yutmuş hale getirilmektedir.
Böylesine önemli din olgusu
içerisinde üç önemli unsur vardır: Allah, Peygamber, Kutsal Kitap.
Yahudi toplumunun kabul ettiği
Musevilik dininde tek Allah, Musa Peygamber ve Tevrat vardır. Hıristiyanlık
dininde yine tek Allah, İsa Peygamber ve İncil’i görürüz. Müslümanlık dini için
baktığımızda Allah’ı, Muhammed Mustafa’yı ve Kuran’ı anlarız.
Görüldüğü üzere dinlerde yöntem
ve hedef aynıdır. Her şeyin üstünde bir iktidar, bir güç vardır. Bu güç
yaratıcıdır.
Bu gücün yeryüzünde bir elçisi
vardır. Ya da yol göstericisi de denilebilir. Hatta uygulayıcısı denilse de
yanlış olmaz.
Son olarak uygulayıcının,
yukarıdaki iktidardan aldığı uyarı ve emirlerin yazılı olduğu kutsal bir kitap
vardır.
İSLAM DİNİ
İslam, 610 yılında Suudi
Arabistan’ın Mekke şehrindeki Hıra mağarasında Yüce Muhammed’e, Yüce Allah’tan
vahiy gelmesi üzerine oluşmuş bir dindir.
570 yılında doğan Yüce Muhammed
kırk yaşına kadar ticaretle uğraşmış, özellikle Mekke Şam yolunda sayısız kere
kervanlarla ticaret yapmıştır. Babasının erken ölümü üzerine ilk Şam
yolculuğunu amcasıyla birlikte oniki yaşında gerçekleştirmiştir. Yirmibeş yaşına
geldiğinde, yine kendisi gibi ticaret yapan Hz. Hatice ile evlenmiştir.
Mekke ile Şam arası 2500
kilometredir. O yıllarda gelişmiş medeniyetlerin yerleştiği güzergâhtır.
İnsanların, diğer insanlarla ilişkileri, genç Muhammed’in doğup büyüdüğü
çevreye göre çok daha ileri düzeydedir. Sosyal, ekonomik ve kültürel yönden
yaşam standardının yüksekliği, bu farkı net olarak gösterebilmektedir.
Yüce Muhammed’in yaşadığı Mekke
ve çevresinde güçlülerin hâkimiyeti söz konusudur. Çok sayıda suç
işlenmektedir. Yoksulluk nedeniyle çocukların öldürüldüğü, özellikle kız
çocuklarının diri diri kuma gömüldüğü bir ortam mevcuttur. Suçluların
işledikleri yanlarına kâr kalmakta, bu durum onların daha da azgınlaşmalarına
yol açmaktadır. Bundan cesaret alarak başka kötü niyetliler de ortaya çıkmakta
ve toplum iyice kaos havasına bürünmektedir.
Tam da bu sırada Yüce Allah’tan,
Yüce Muhammed’e vahiy gelmeye başlar. İlk gelen vahiy “oku”dur.
Devam eden vahiylerde de
kişilerin birbirleriyle ilişkilerinde takip edecekleri kurallar verilmeye
başlanmıştır. Gelen bütün vahiyler aslında Allah’ın uyarıları ve öğütleridir.
Muhammed onları “oku”malı ve insanlara duyurmalıdır.
Zira yeni Müslümanlık, dosdoğru
bir dindir ve kişi kendini bu dine adamalıdır. Aksi takdirde inkârcı durumuna
düşer. Bu da aleyhine olur.
Öyle ki Kuran, insanları “Artık
Müslüman oluyor musunuz” diye ısrarlı bir takiple yeni İslam dinine çekme
yönünde çaba sarfetmiştir.
İnsanlar en çok “Atalarımızı
hangi din üzerinde bulduysak biz de onların dinlerine uyarız” diyerek
direnmişlerdir. Sonuçta Muhammed’le birlikte en doğru dinin bulunduğu
açıklanarak son peygamber ve son din tescil edilmiştir. Hâlâ inkâr edenlerin
ise cezalandırıldıkları ifade edilmiştir.
Dikkat edildiğinde gelen
vahiyler bir esenliği, bir barışı çağrıştırmaktadır. İnsanların huzur ve barış
içinde yaşamaları gerektiği öne çıkarılmaktadır. Dolayısıyla yaşanagelen suç
çeşitlerine son verilmesi istenmektedir. Bunun için emir olarak gelen uyarı ve
öğütlere boyun eğip teslim olmak gerekmektedir. İşte buradaki teslimiyetin
karşılığı olarak ortaya çıkan Müslümanlık dini ilk olarak Yüce Muhammed
tarafından kabul edilmiştir. Başka bir ifadeyle Yüce Muhammed, Müslümanların
ilki olmuştur. Sonra sırasıyla ailesi, yakın çevresi, Mekke halkı ve Araplar bu
dini kabul etmişlerdir.
Vahiyler sonrasında Allah,
insanlar için din olarak İslam’ı seçtiğini, beğendiği bu dini ikmal ederek
insanlar üzerindeki nimetini tamamladığını belirtmiştir. (Maide 3) Böylece
İslam dini adeta tescil edilmiştir.
İşte bu tescil İslam dini için
bir zafer günüdür. Çünkü bu zafer gününde insanlar kitleler halinde Allah’ın
dinine girmişlerdir.
Dinin adı barışı
çağrıştırmaktadır. Barış ise, kendisinden önceki savaş dönemini bitiren bir
anlaşmadır. Bu anlaşmanın metni Kuran hükümleridir. Bu nedenle insanlar Kuran’a
mutlaka uymalıdırlar.
Kuran, herkesin yeni bir din
olan İslam’ı kabul etmesini istemiştir. İnsanların bu yeni dini kabullenmeleri
konusunda Yüce Peygamber büyük mücadelelerde bulunmuştur. Sonuçta yeni bir din
doğmuştur. Bir kişinin yeni bir dinin oluşumunu sağlaması büyük bir devrimdir.
O kişinin yüceliğidir.
Dinin adı İslam’dır. Yani
“Barış”tır. Bütün mesele Kuran’la
birlikte ortaya çıkan barış manzumesinin insanlar tarafından en iyi şekilde
anlaşılmasını sağlamaktır.
Orta Asya’dan göç ederek Hazar
gölünün güneyinden geçen Türkler ise 700’lü yılların ikinci yarısından itibaren
İslam dinini kabul etmişler ve Anadolu’ya Müslüman olarak girmişlerdir.
Bugün dünya nüfusunun beşte biri
Müslümandır. Hıristiyanlıktan sonra ikinci büyük dindir.
İslam dini, kendisinden önce
ortaya çıkmış olan Hıristiyanlıktan 600 yıl daha moderndir. Bu gerçeği ünlü
yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy şu sözleriyle ifade etmektedir: "İslâm, en
son ve en büyük dindir. Eski dinlerde ise her şeyden fazla tuhaflıklar, her
çeşit batıl inançlar ve hurafeler vardır."
Belki de Tolstoy, Musa’nın yere
attığı asasının yılana dönüşüp büyücülerin büyülerini yok ettiğini, koynuna
soktuktan sonra elinin bembeyaz olmasını kastediyordu. Ya da İsa’nın henüz
beşikteyken konuştuğunu, çamurdan kuş şeklinde yaptığı şeyin içine üflediğinde
kuş olup uçtuğunu, körü ve cüzzamlıyı iyileştirdiğini anlatıyordu.
Büyük Atatürk ise İslam dini
için şunları söylemiştir: "İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz,
son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen
uymakta ve uygun gelmektedir."
İSLAM’IN KUTSAL KİTABI
610 yılından itibaren gelen
vahiyleri insanlara duyurma görevi verilen Muhammed, Müslümanların ilki olmakla
birlikte İslam dininin peygamberi de olmuştur. Öldüğü 632 yılına kadar gelen
vahiyler kelimesi kelimesine muhafaza edilmiş, Halife Osman döneminde İslam
dininin kutsal kitabı olarak Kuran ortaya çıkmıştır.
Aslında Allah, uyarılmaları için
her topluma peygamberlerini göndermiştir. Bununla birlikte bazı toplumlara da
kitaplar gönderilmiştir. Yüce Kuran, İslam öncesi dinlerin kitapları olan
Zebur, Tevrat ve İncil’i kutsal görmektedir. Bu kitaplar arasından sadece
Kuran’ın, sonsuza değin Allah tarafından korunacağına ve insanlara indirilmiş
olan son kutsal kitap olduğuna inanılmıştır.
ALLAH
İslam dininde; Allah, Tanrı,
İlah, Rahman, Hak, Rab, Yaratan, Yaratıcı aynı anlamda kullanılmaktadır. Tanrı
sözcüğü daha geneli ifade etmekle birlikte Allah, Arap dünyasında
kullanılmaktadır. Müslüman Türkler de daha çok Allah adını kullanmaktadırlar.
Tanrı, insanların çeşitli
zamanlarda, çeşitli varlıklara taptıklarıdır. Bazen putlar, bazen güneş, ay
gibi cisimler tanrı olarak kabul edilmişlerdir. Putlar görülebilen
varlıklardır. Kendilerine zarar veremedikleri gibi yarar da sağlayamazlar.
Birden çok olabilirler. İbrahim peygamberin babası Azer’in de bir put atölyesi olduğu
bilinmektedir.
Allah ise evrenin ve canlıların
yaratıcısı olarak kabul edilen, gözle görülmeyen, mesajlarını peygamber ile
duyuran ve duyuruları kutsal bir kitapta toplanandır.
Biz şu gerçeği biliyoruz: Eğer
dünya, güneşten daha fazla uzakta olsaydı canlılar tümüyle donardı. Daha yakın
olsaydı kavrulurdu. Demek ki dünya, güneşe en doğru mesafede durmaktadır. (https://www.kampusweb.com/makaleler/varmi.html?gclid=CKuAmc798LwCFUoOwwodqhoAfQ)
Dünya ile güneş arasındaki bu
mesafeyi insan düzenlemediğine göre düzenleyene inanmak gerekmektedir.
İşte insanlar bu gerçekte olduğu
gibi açıklayamayacakları durumlar karşısında bir gücün olduğuna inanmışlar ve
inandıkları bu güce Allah adını vermişlerdir.
Kendilerine zarar veremediği
gibi yarar da sağlayamayan putlara bile Tanrı denilirken Allah, Müslümanların
tek tanrı olarak kabul ettiğidir. Allah, bir annenin merhametinden daha fazla
merhamet sahibidir. Mülkte ortağı yoktur. Düşkünlükten dolayı yardımcıya
ihtiyaç duymaz. Çocuk edinmemiştir. Bir biçim, bir şekil değildir. Her şeydir.
Allah, her Müslümanın aklıyla ve
gönül gözüyle gördüğü gibidir.
Bazen de örnek olayda
anlatıldığı gibi insanın ruhunun derinliklerindedir:
“Bir gün çelimsiz, küçük bir kız çocuğu,
sokağın köşesine oturmuş; yiyecek, para ya da alabileceği herhangi bir şey için
dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık giysiler vardı. Yüzü gözü kir içinde,
perişan bir haldeydi.
Kız dilenirken, sokaktan genç,
canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti ama belli etmemek için
dönüp ikinci kez bakmadı. Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat ailesinin yanına
geldiğinde, çok güzel hazırlanmış akşam sofrası onu bekliyordu.
Fakat az sonra düşünceleri
tekrar o fakir kıza takılıverdi. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu. Sonra
kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti: Böyle durumların var
olmasına izin verdiği için…
Ve şöyle bir cümleyle yakındı
içinden: ‘Allah’ım, böyle bir şeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o
küçük kıza yardım için bir şeyler yapmıyorsun?’
Sonra ruhunun derinliklerinden
gelen bir cevap işitti:
‘Yaptım. Seni yarattım!” (Uğur
Koşar, Allah De Gerisini Bırak, s.71)
Allah’a inananlar aslında Allah’ın
her şeye gücü yettiğine inanmaktadırlar. Çünkü Allah demek “Her şeye gücü
yeten” demektir. Bu tanımlamanın içi o kadar doludur ki Allah’ın büyüklüğünü
ifade edecek başka tabir aramaya gerek yoktur. Ancak yine de İslam’ın kutsal
kitabı, Allah’ın yüceliğini çok yerde yinelemiştir.
Günümüzdeki gibi bir devlet
yapılanması oluşmadığı için toplumsal yaşam kurallarına uymayanların suç işleme
alışkanlıklarından uzaklaştırılmaları için Allah’ın güçlü olduğu iması sıkça
kullanılır olmuştur. Buna göre kötülük yapanlar cezalandırılacak, iyilik
yapanlar ise ödüllendirileceklerdir. Ceza için koşulların çok ağır ve zor
olduğu cehennem vardır. Ödül için albenisi yüksek cennet olanakları hazırdır.
Kuran’a göre cezalar ve ödüller
öbür dünyadadır.
Cezanın ve ödülün amacı aynıdır:
İnsanları suç işlemekten caydırmak.
Ya ateşte yanacakları cehennem
ya da krallar gibi yaşayacağı bir cennet…
Suç işlememeli ki cehennemde
yanmasın.
Suç işlememeli ki cennetin
imkânlarından mahrum kalmasın.
Burada Yüce Kuran’ın şu
özelliğine dikkat çekebiliriz: Günümüzde cezalar, ceza kanunlarında sistemli
olarak belirlenmişken ödüllere yönelik kapsamlı iyileştirmeler yoktur. Oysa
Kuran ödüllere, en az cezalar kadar yer vermiştir.
Ayrıca Kuran'da ceza sorumluluğu
şahsîdir. Her kişi kendi günahıyla yani kendi suçuyla mahkûm olur. Hiç kimse
başkasının suçunu ya da günahını yüklenemez.
Kuran, kişinin işlemediği bir şeyle
cezalandırılmayacağı garantisini de getirmiştir.
En önemlisi de bir peygamber
gönderilmemişse ve neyin suç olduğu insanlara duyurulmamışsa ceza verilmeyeceği
teminatı getirilmiştir.
Önceki nesillerin anlattığı gibi
insanlar güneş, ay, put, buzağı heykeli gibi görünen tanrılardan ne ceza, ne de
ödül görmüşlerdir. Özellikle putlar, hayat bulmaz ölülerdir. Bir şey
yaratmadıkları gibi kendileri yaratılmışlardır. Dolayısıyla onların tanrılığı
şüphe götürür olmuştur. Bu nedenle gerçek tanrı; güneşi, ayı, heykeli de
yaratan ve her şeye gücü yeten Allah’tır.
İslam’ın kutsal kitabının, Allah’ın
gücünü sıkça gündeme taşımasının önemli nedenlerinden biri de Muhammed’in
Müslümanların ilki olma süreciyle başlayan Müslümanlaştırma hareketinin
devamlılığını sağlayabilmek içindir. Zira o dönemde sıradan bir insanın yepyeni
bir dine geçmesini sağlamak sanıldığı gibi kolay değildir. Cahiliye dönemi
insanını bir çırpıda geçmiş alışkanlıklarından vaz geçirerek yeni bir yaşam
biçimine döndürmenin zorlukları vardır. İşte bu noktada Allah’ın her şeye gücü
yettiğinin sıkça vurgulanması toplumun kafasında yer ettirilmek istenmiş ve
insanların İslam’a geçmeleri için bu büyük güçten yararlanmak istenmiştir.
Kuran, önce Allah’ın bu çok çok
büyük gücünü insanlara sindire sindire kabul ettirmiş, bu büyük güç pekleştirildikten
sonra bir sistem dâhilinde diğer mucizeleri gerçekleştirmiştir.
Şunu da belirtelim ki Kuran, Allah’ın
gücü konusunda insanları net olarak inandıramasaydı bugün İslam dininden söz
edilemezdi.
Bununla beraber “Ben Müslümanım”
diyen birinin Kuran’da yazılı özelliklere sahip Yüce Allah’a inanması gerekir.
Aksi takdirde Müslüman olma iddiası boşa gider.
Yüce Kuran’a göre İslam dinine
yapılan çağrıyı kabul ettikten sonra Allah hakkında tartışmaya girmenin bir
manası yoktur. Aksi takdirde öbür dünyada ceza vardır.
Allah’ın birçok emri, birçok
defa ve çeşitli ifadelerle Kuran’da yer bulmuştur. Dolayısıyla Yüce Peygamber,
aldığı her emri duyurma ile sorumlu olduğundan birden çok kere insanlara
aktarmıştır. Çoğu kere aynı emirler, farklı cümlelerle ifade edilmiştir. Fakat
meram aynıdır. Böylece hem duyurulan
insanlar, hem de Kuran’dan okuyanlar Allah’ın emirlerini perçinleşmiş olarak
öğrenmişlerdir.
Kuran, Allah’ın gücünü anlatırken
şu ifadeleri kullanmıştır:
Büyük arşın sahibi Allah’tır.
Celle Celaluhu’dur. Şanı yücedir.
Mülk ve yönetim Allah’ın
elindedir.
Gökleri ve yeri Allah
yaratmıştır.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır.
Gökler, O'nun sağ elinde
dürülmüş haldedir.
Yedi göğü, birbiri üzerinde
tabaka tabaka yaratmıştır.
Göğü kandillerle donatmıştır.
Yeryüzü tamamen O'nun
avucundadır.
Yeryüzünü uzatıp döşemiş ve onda
oturaklı dağlar ve nehirler vücuda getirmiştir.
Bir şeyi yaratmak istediğinde
ona sadece "Ol" demesi yeterli olmuştur.
Güneş, dünya, ay, yıldızlar
Allah tarafından yaratılmıştır.
Güneş'i ısı ve ışık kaynağı;
ayı, hesabı ve yılların sayısı bilinsin diye yapan Allah’tır.
Geceyi gündüze sarıp
bürümektedir.
Bulut, rüzgâr, yağmur, şimşek
Allah tarafından yaratılmıştır.
İnsanı Allah yaratmıştır. Yaşam
süresini de Allah belirler.
İnsanlara ulaşan her nimet
Allah'tandır.
İnsanlara sıkıntı dokunduran da,
sıkıntıyı kaldıran da Allah’tır.
Hayvanları Allah yaratmıştır.
Hayvanlardan süt, arılardan bal
elde edilmesini Allah sağlamıştır.
Kanatlarını açıp kapayarak uçan
kuşları gökte tutan Allah’tır.
Bitkileri Allah yaratmıştır.
Allah, gökten indirdiği yağmurla
toprağı yeniden diriltmiştir. Hurma ve üzümlerden sarhoş edici bir içecek elde
edilmesini sağlamıştır.
Yeryüzünde yetişen meyveler ve
sebzeler aynı su ile sulanmalarına rağmen lezzetçe birbirinden farklı
kılınmıştır.
Allah, gizlenen ve açığa vurulan
her şeyi bilir.
Allah’ın sözleri o kadar çoktur
ki denizler mürekkep olsa yetmez.
Allah, yaşayışı şımarıklığa ve
gösterişe yol açmış nice toplumları yok etmiştir.
İnsanları, gerçeğe ve doğru yola
sadece Allah götürür. Ortak koşanlar ve inkârcılar zandan başka bir şeye
uymazlar. Zira zan, ilimden hiçbir şeyin yerini tutmaz.
Allah, inkâr edenlerin
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde indirmiştir.
Kalplerindeki hastalığı daha da artırmıştır.
Allah, korktuğu için dininden
dönenlerin yerine korkmayan bir kavim getirebilir.
Kimin daha güzel davranacağını
sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.
Her canlı ölümü tadacaktır. Canı
alacak ölüm meleği Allah tarafından görevlendirilmiştir.
Allah, öldükten sonra insanları
yeniden diriltecektir. Böylece inkâr edenler ve inananlar, hakkında ayrılığa
düştükleri gerçeği dirildiklerinde anlayacaklardır.
Kıyametin ne zaman
gerçekleşeceği bilgisi sadece Allah’ındır. Kıyamet gününde Allah’ın şiddeti o
denli kuvvetlidir ki her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın
çocuğunu düşürür. Kıyamet geldiği gün hiç kimse, Allah'ın izni olmadan söz
söyleyemez.
İnsanların yeniden dirilip
kötülerin ikinci hayatlarında cehennemde, iyilerin cennette yaşayacağı hususu
sıkça işlenmiştir. Aslında bundan amaç birinci yaşamdaki hal ve hareketlerin
kontrol altına alınmak istenmesidir. “Doğru”, “yanlış”, “iyi” ve “kötü”
kavramları insanlar tarafından kolayca algılanabilmektedir. Bunun sonucu olarak
kötü ve yanlış davranışlar insanları yaşanılası dünyadan bıktırabilmektedir.
İşte birinci hayatta suçtan arınmış bir toplumda ve güven içinde, huzurlu
olarak yaşamak gerekir.
Ama insanlar öyle bir yapıya
sahiptirler ki örneğin gemi ile yolculuk yaparken fırtınalı bir havada alabora
tehlikesiyle karşılaştıklarında buradan kurtulunca doğrucu vatandaş
olacaklarını vaat ederler. Ancak karaya ulaştıklarında denizde yaşadıklarını
unutup kötü davranışlarına devam ederler.
İnsanların yeniden dirileceği ve
ikinci hayat yaşayacakları hususu her ne kadar inkârcılar tarafından yalanlansa
da Müslümanlığı seçen insanlar Allah’tan gelen emirleri okuyup anlamak ve bunun
sonucu olarak inanmak durumundadırlar. Aksi takdirde suçların frenlenmesi
yönünde başarı sağlanamazdı.
Din, inancın eseridir. İnanç
varsa din vardır. Dini kabul eden insanların, o dinin kurallarını yerine
getireceklerine inanılır.
Kuran ayetlerini Allah
göndermiştir. Ayetler, bir şairin ya da bir kâhinin sözleri değildir.
Sadece Allah’a ibadet edilecek
ve sadece Allah’tan yardım istenecektir. Allah’tan başka tapılan şeyler de, Allah’tan
başkasına tapanlar da cehennem odunudurlar. Diğer kötülere çıra olacaklardır.
ALLAH’A ORTAK KOŞMA
Allah'a ortak koşmak suçtur.
Allah’ın alternatifi yoktur.
Kuran, Allah’a ortak koşanları
bir pislik olarak tanımlamaktadır. Mekke ekonomisinin bozulması pahasına,
onların Kâbe’ye gelmelerini yasaklamaktadır.
Ortak koştuklarından dolayı
cehenneme girmeleri kesinleşenler için ne peygamberin, ne de inananların
bağışlanma dilemesinin bir faydası olmayacaktır.
İnsanların, üzerinde ayrılığa
düştüğü konularda gerçeğin ne olduğunu Allah bildirecektir. Yüce Peygamber ise
ayrılığa düşülen konularda Allah’ın indirdiği ile hüküm verecektir. Gerçeği
bırakıp kötülerin arzularına uymayacaktır.
Zira İslam öncesi cahiliye
dönemindeki hükümler çok kötüdür. Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah'tan
daha güzel hüküm veren kimse olamaz. Aksi takdirde Allah’a ortak koşulmuş olur
ki doğrudan cehennemlik bir suçtur.
Ortak koşma, sadece Allah’a
karşı yapılır. Peygamber’e ya da Kuran’a karşı ortak koşma suçu yoktur.
Peygamber’e ortak koşmak demek, ortak koşanın da peygamberliğini ilan etmesi
anlamına gelir ki bu inandırıcı olmaz. Öte yandan Kuran hükümleri de son
noktasına kadar Allah tarafından gönderilmiş ve kitaba dönüştürülmüştür. Zira Allah’tan
başka kimsenin yeni bir ayet getirme gücü bulunmamaktadır.
Hiç kimse Allah'ı aciz bırakacak
davranışta bulunmamalıdır. Allah dışında hiç kimseye dua etmemelidir,
yalvarmamalıdır.
Kuran’a göre veli sadece Allah’tır.
Allah dışındakilerin ne insanlara, ne de kendilerine yardımları dokunur.
Putlar, hiçbir zaman tanrı
edilmemelidir. Kendilerine çağrıldığında duymazlar. Duysalar da cevap
veremezler.
Geçmişte insanlar; Lat, Uzza,
Menat, Ba'l ya da Ved, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr gibi putlara tapmışlar, fakat
rızık vermediklerini, çağrıları cevaplayamadıklarını görünce Allah'a
yönelmişlerdir. Çünkü bu putların elleri ve ayakları yoktur ki tutamazlar,
yürüyemezler. Gözleri ve kulakları yoktur ki göremezler, işitemezler.
PEYGAMBER
Peygamber, Allah’ın yeryüzündeki
elçisidir. Allah’tan aldığı emirleri insanlara ulaştırır. Öyle ki peygamber,
emirleri öncelikle kendisi uygular ve topluma örnek olur. Dolayısıyla her
toplumun bir peygamberi vardır. Peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm
verilir. Hiçbirine zulmedilmez.
Peygamber, Kuran’ı kavrayıp
belletmekle görevlidir. İnsanların yeni din olan İslam’a geçmeleri konusunda
büyük çaba harcamıştır.
610 yılından önce yaşamış
nesillerde de peygamberler olmuştur. Allah, nasıl davranmaları konusunda
sıkıntı çekmemeleri için toplumlara daima peygamberler göndermiştir. Zira
sonradan bu insanlar “Bize ne yapacağımızı bildirmediler de biz yanlışlıkla o
suçları işledik” demesinler.
Geçmişte kendilerine peygamber
gönderildiği halde Allah’ın emirlerine aykırı hareket ettikleri için yok edilen
toplum sayısı oldukça fazladır. Yüce Kuran’da buna dair örnekler yer almıştır.
Dört peygambere Allah tarafından
kitap indirilmiştir. İlki Davut Peygamberdir. Kitabın adı Zebur’dur. Daha sonra
Musa Peygambere Tevrat, İsa Peygambere de İncil kitabı indirilmiştir. Muhammed Peygambere
indirilen kitap ise Kuran’dır. Bu arada önemli bir hususu da belirtelim ki
Kuran son kitaptır, Muhammed de son Peygamberdir.
Muhammed Mustafa 570 yılında
Suudi Arabistan’ın Mekke şehrinde doğmuştur. 632 yılında Medine’de hakka
yürümüştür.
Kırk yaşında iken peygamberlik
katına ulaşmıştır. Allah tarafından gönderilen vahiyleri insanlara duyurmaya
başlamıştır. Bu görevi ölene kadar sürmüştür. Vahiyler tamamlandığında İslam
dininin kutsal kitabı Kuran-ı Kerim ortaya çıkmıştır.
Hz. Muhammed Mustafa Sallallahu
Aleyhi ve Sellem’in, Allah tarafından verilen ikinci büyük görevi de
Müslümanlığı yaymasıdır. Bir yandan elçilik görevini yerine getirirken bir
yandan da ilk üyesi kendisi olan Müslümanlık dininin yayılmasını sağlamıştır. Allah’tan
aldığı emir “Sen durmadan bu dine çağır ve emrolunduğun gibi dosdoğru yürü”
şeklindedir. Yine de henüz yeni dine geçmeyenler vardır: Peygamber onları da
şöyle uyarmıştır: “Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim
işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek
bir konu yoktur. Allah hepimizi mahşerde bir araya toplayacak ve aramızı
bulacaktır."
İslam öncesinde koşulları çok
ağır olan cahiliye dönemi yaşanmıştır. İnsanlar sapıklık içindedirler. Asma,
kesme, kan davası, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, tefecilik,
cinsel suçlar diz boyudur. Hâlihazırda bu coğrafyada yaşayanlar,
inanmayanlardır. Kâfirlerdir. Barışı seçer de İslam’ı kabul ederlerse bu
suçları işlemeyeceklerdir. İşlerlerse cehennem cezası görecekler ya da cennetin
nimetlerinden mahrum kalacaklardır. Böylece İslam diniyle birlikte gerçek bir
aydınlanma çağına girilmiştir. İlk gelen “oku” vahyinin anlamı büyüktür.
Bilimden söz edilmektedir. Zan yerine gerçeğe yönelim vardır. Hak geldi, batıl
gitti söylemi yaygınlaşmıştır. İşte Allah, ayetleri okuyan, kötülüklerden ve
inkârcılıktan arındıran peygamber göndererek insanlara doğruyu öğretmiştir.
İslam’da peygamber, Allah’tan
sonra anılan en yüce değerdir. İslam’ın şartlarından biri olan ve “Eşhedü en la
ilahe…” diye başlayan kelime-i şahadette Allah’la birlikte peygambere de yer
verilmiştir. Müslümanların sıkça
tanıklık ettiğini bildirdiği bu söz şu anlama gelmektedir: “Allah´tan başka
tanrı yoktur ve Muhammed onun Peygamberidir."
Peygamberler için elçi, nebi,
resul, şahit, müjdeci, uyarıcı gibi isimler de kullanılmıştır.
Bir davetçi ve ışık saçan kandil
olarak görülmüşlerdir.
Toplumların ayakta durabilmesi
için doğruyu ve iyiyi gösteren bir önder olarak gönderilmişlerdir.
Peygamberlere itaat edilecektir.
Allah bunu peygamberlere bir hak olarak vermiştir. Öyle ki peygamberin,
günahlarını bağışlamasını istediklerinin Allah tarafından affedilebileceği
yetkisi hem peygamberin gücünü yükseltmekte, hem de bununla peygamberin görevi
kolaylaştırılmaktadır.
İnsanlar, aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda peygamberi hakem yaparlar ve verdikleri hükümlere içlerinde
bir burukluk duymadan inanırlar. Sözlerine itibar ederler.
Peygamberler, görevlerini Allah
güvencesiyle yerine getirirler. Allah’tan başkasından korkmazlar.
İnkârcılıklarından dolayı
cehennemde bulunanlar, üzerlerindeki azabın hafifletilmesi için cehennem
bekçilerinden Allah’a dua etmelerini isterler. Cehennem bekçileri,
peygamberlerinin onlara açıklayıcı bilgiler getirip getirmediğini sorarlar.
Yanıt, getirdikleri yönündedir. Bu durumda cehennem bekçileri inkârcılara
yardımda bulunmazlar. Ancak şu bilinir ki Allah, peygambere hem dünya
hayatında, hem de kıyamet gününde yardım edecektir.
Peygamber, bir yandan Allah’ın
emirlerini duyururken bir yandan da insanların Müslümanlık dinine geçmeleri
yönünde gayret göstermiştir. Bu iki asli görevin yanı sıra Yüce Muhammed, bir
de suçların önlenmesi için yırtınırcasına çaba harcamıştır. Çünkü içinde barış
olan İslam dininde suç olmamalıdır. İşte onun bu gayretini ve yorgunluğunu
gören Allah, peygamberin suç işleyenlerin vekili olmadığını, onların üzerine
bekçi kılınmadığını belirterek Muhammed’e destek vermiştir. Desteğini şu
sözüyle de kuvvetlendirmiştir: “Allah dileseydi, onlar suç işlemezlerdi, ortak
koşmazlardı.”
Peygamberlik zor ve sorumluluk
gerektiren bir görevdir. İnsanların refah içinde yaşamaları amacıyla
gönderilmişlerdir. Buna rağmen toplum içinde hoşnut olmayanlar çıkmış ve kimi
peygamberler öldürülmüşlerdir.
Görevleri sırasında
peygamberlere zorluk çıkaranlar olabilir. Özellikle inkârcıların ve ikiyüzlü
insanların eziyetlerine karşı sabırlı olunmalıdır. Ancak bu kişiler,
peygamberlere karşı haddi aşmaları ve yaptıklarına son vermemeleri durumunda
öldürülebilirler.
Geçmişte varlıklı bazı
kişilerin, peygamberin de kendileri gibi bir insan olduğu, insan gibi yiyip
içtiği yönündeki beyanları karşılığında Allah tarafından yok edildikleri ve
yerlerine yeni nesiller getirildiği Kuran’da ibretlik olaylar olarak yer
bulmuştur.
Peygamber döneminde de kimi
insanlar, Musa Peygamberin asasını yere atınca ejderha olduğu gibi Muhammed’den
de mucize beklemişlerdir. Ama Muhammed’in böyle bir mucizesi yoktur. O, normal
bir insandır. Allah’tan aldığı emirleri iletmiştir. Bu işi ücretsiz yapmıştır.
Eğer mucize aranıyorsa, Peygamberlik görevinin Muhammed’e verilmesinde
aranmalıdır.
Peygamber, insanlara melek
olmadığını, geçmişin ve geleceğin haberlerini bilmediğini, yanında Allah’ın
hazinelerinin olmadığını söylemiştir. Kendisine vahyolunana uyduğunu tekraren
belirtmiştir.
Peygamberin görev ve yetkileri
Kuran’la belirlenmiştir. Özellikle yeni İslam dinini inkâr edenlere baskı
kullanmaması, sadece nasihat vermesi istenmiştir. İnkârcılıkta ısrar etmeleri
durumunda zor kullanma ve sorguya çekilme işi Allah’a aittir.
Yüce Peygambere ağır görevler
yükleyen Allah, aynı zamanda büyük yetkiler de vermiştir. Öyle ki inkârcılara
ve inanmış gibi görünenlere karşı sert davranmasını istemiştir. Zalimlerin
iflah olmayacağını anladığında ellerinden geleni yapmalarını, kendisinin de
onlara kötülük yapacağını belirtmiştir. Dünyanın sonunun inkârcıların aleyhine
olacağını hatırlatmıştır.
Ancak günümüz bürokratlarından
çoğu Yüce Peygamberin adalet anlayışını örnek almak yerine otokratik bir
yaklaşımla insanların bir bölümünü ötekileştirmektedir. Kendileri gibi
düşünmeyenlerin yerine kendilerine yakın olanları getirmektedirler. Emaneti
ehline veriniz kuralını göz ardı etmektedirler. Neden böyle yapıyorsunuz,
günahtır” denildiğinde ise kendilerini Allah yerine koyarcasına yakınını
kollamakta, diğerleri için “kafir” diyerek dışlayabilmektedir. Bu konunun günah
olduğu ve Allah tarafından öteki dünyada cezalandıracağı uyarısına karşılık
ötekileştirdiği için günah kazanmayacağını vurgulayabilmektedir. Hâlbuki
ötekileştirdiği kişi de kendisi gibi Müslümandır. Ama o, benden değil diyerek
ya da ibadetini kendisi kadar sıklıkla yerine getirmediği kanısıyla
dışlayabilmektedir. Peygamber döneminde dışlananlar Müslümanlığı henüz kabul etmemiş
olanlardı. Şimdi ise Müslümanlığı kabul edenler de dışlanabilmekte ve resmen Allah’a
ortak koşma suçu işlenmektedir.
Yüce Peygamber, başarının
yollarından birinin de kararlılık olduğunu göstermiştir. İyi bir planlama ve
hazırlık yapıldıktan sonra cephede başarı elde etmek için düşman birliğini
takip etmede gevşeklik gösterilmemesini istemiştir. Savaş sıkıntısını, karşı
tarafın da en az kendileri kadar hissettiğini vurgulamıştır.
Yüce Peygamber, toplumu
inandırmak için kendisinin, yapmacık hareket edenlerden ve uydurma şeylerle
peygamberlik taslayanlardan olmadığını sırası geldiğinde insanlarla
paylaşmıştır. İnandırıcılığı kuvvetlendirmek için halktan bir ücret
istemediğini sıkça ifade etmiştir.
İnkârcılar, Peygamberi;
kendileri gibi yemek yediğini, çarşılarda dolaştığını belirterek inandırıcı
bulmamışlardır. Onlara göre peygambere gökten bir melek indirilmeli, bir hazine
gönderilmelidir. Peygamberin altın madeninden bir evi, bol ürünlü hurma ve üzüm
bahçeleri olmalıdır. Peygamber yerden pınarlar fışkırtabilmeli, Allah'ı ve
melekleri inkârcıların huzuruna getirebilmeli, inkârcıların üzerine gökten
taşlar yağdırabilmeli ve göğe yükselebilmelidir. Oysa Muhammed, Yüce Allah
tarafından ilim ve iyi ahlaklılık verilmiş bir elçidir. Kendisine güzel
giysilerle, tertemiz duygularla Allah'ın yüceliğini duyurma görevi verilmiştir.
KURAN
İslam’ın Kutsal kitabı Kuran
Azimüşşan’dır.
610 yılından itibaren Yüce Allah
tarafından gönderilen vahiylerin Hz. Muhammed tarafından insanlara
ulaştırılmasıyla başlamış, tamamlandığında Yüce Kuran oluşmuştur.
Yüce Allah, Muhammed’e hitaben Kuran’ı
gönderdiğini, ayrılığa düşülen konularda Allah’ın ayetleri ile hükmetmesini
iletmiştir. Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah'tan daha güzel hüküm
verenin olmayacağını belirtmiştir.
En önemlisi de “Bugün size
dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak
İslam'ı beğendim” diyerek son noktayı koymuştur. (Maide 3)
Kuran’la birlikte Yüce Allah’ın
sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Bu sözleri değiştirmeye
kimsenin gücü yetmez. Kendilerine kitap verilmiş diğer insanlar bile Kuran’ın
gerçekten Allah tarafından indirilmiş olduğunu kabul ederler. Bu konudan kimsenin
şüphesi olmamalıdır.
Bu arada belirtelim ki Kuran,
önceki Kitaplarda yazılanları da tasdik etmektedir.
Kuran bir feyz kaynağıdır. Kuran
ile öncelikle medeniyetlerin anası Mekke ve çevresindekilerin uyarılması
hedeflenmiştir. Kuran’a göre inananların büyük günahlardan ve çirkin işlerden
kaçınmaları gerekir.
Cahiliye döneminde kaos ortamı
yaşanırken Kuran’la birlikte doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. Artık
insanlar, Allah’ın ayetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde derhal itaat
etmelidirler. Büyüklük taslamamalı, haddi aşmamalı ve suç işlememelidirler. Allah’a
inanıyorlarsa doğru yolu bulmuşlar demektir. Kuran bu durumdakileri ‘sağlam
kulpa yapışmışlardır’ diye nitelendirmektedir.
Kuran, bütün gerçekleri içinde
bulunduran bir kitaptır. Kuran’daki gerçekleri inkâr edenler ve yalanlayanlar
perişan olmuşlardır.
Kuran son kitaptır. Son sözü Kuran
söylemiştir.
İnsanlar, iyilik görmeleri için Kuran
okunurken susmalı ve dinlemelidirler.
İNANANLAR/ İNKÂR EDENLER
Vahiyler Yüce Muhammed’e ilk
ulaştırıldığında peygamberlik görevi tescil edilmiş, tam da bu sırada kendisi
Müslümanların ilki olmuştur. Böylece çok ağır iki görevin altına girmiştir. Hem
bütün vahiyleri insanlara duyuracaktır. Hem de insanları Müslümanlığa davet
edecektir. Davet etmekle kalmayıp geçişlerini bizzat sağlayacaktır.
İçinde bulunduğu toplum, suç
yüzdesi yüksek insanlardan oluşmuştur. Hem Peygamber için “O da bizim gibi bir
insan, yiyor içiyor, bir mucizesi mi var” diye inançsızlık gösteriyorlar, hem
de Allah’tan gelen vahiyler için “Eskilerin masallarıdır” diyorlardı.
İşte böyle bir topluluğa bir
yandan vahiyler aktarılacak, bir yandan da bu insanların yeni İslam dinine
geçişleri sağlanacaktı.
Yüce Peygamber önce
yakınlarından başladı. Onların yeni dine katılımları ile birlikte İslam’a
davetler yayılarak sürdürüldü.
Ancak işler sanıldığı gibi kolay
gitmiyordu. Birçok insan inatla yeni din konusunda yumuşama göstermiyordu. Eski
hallerinden memnunlarmış gibi ısrar ediyorlardı. Bu durumda toplum ikiye
bölünmüş oluyordu. İnananlar ve inanmayanlar…
İnananlara; mümin ya da Müslüman
denilirken diğerleri kâfir, inkârcı gibi sıfatlarla anılıyordu.
Bir toplumun bir görüşten
yepyeni başka bir görüşe kanalize edilmesinin güçlüğü bir gerçektir. Verilen
tüm mücadelelere rağmen Kuran’da inkârcı durumlarını sürdüren örneklere
rastlanmıştır. Fakat günümüzde İslam dini büyük bir inananlar ordusuyla
dünyanın ikinci büyük dini haline gelmiştir.
İnananlar ve inkârcılar Yüce Kuran’da
şu şekilde tanımlanmışlardır:
İnkârcılar, Allah'ın ışık vermediği
kişilerdir. Allah'ın azabına engel olacaklarını sanırlar. Allah’a ortak
koşarlar. İkinci hayatlarındaki cezaları cehennem ateşiyle yanmaktır.
İnananlar, Allah’a ve peygambere
itaat edenlerdir. Sadece Allah’a ibadet etmeleri istenir. İnanmaları karşılığı
ödülleri, her türlü konforun hazır bulunduğu cennettir. Kuran’ın tarif ettiği
cennet, hiçbir insanın mahrum kalmak istemeyeceği mükemmel bir mekândır. Böyle
bir mekândan haberdar edilen insanlar kolayca İslam dinine geçiş yapacaklar ve
inananlar tarafını sayıca artıracaklardır.
İnkârcıların işleri, çölde
susayanların onu su sanacağı serapa benzetilmiştir. Yanına ulaştıklarında su
yoktur. Onlar orada sadece Allah’ı bulurlar.
Ve yine inkârcılar engin bir
denizdeki karanlıklara benzetilmiştir. Üstte dalgalar, daha da üstte bulutlar
vardır. İçinde bulunan kimse bu karanlıkta elini çıkarsa neredeyse kendi elini
bile göremez. Çünkü inkârcılar gerçek dışı tutarsız şeylere itibar etmişler,
inananlar ise Allah’tan gelen vahiylere uymuşlardır.
Yüce Kuran inananlarla
inanmayanların eşit olamayacaklarını belirtir.
İnananlar öncelikle Allah’ın
ayetlerine inanırlar. Kendilerine verilen öğütler karşısında secdeye
kapanırlar. Büyüklük taslamazlar. Allah’ı övgüyle yücelterek anarlar. Her gün
saygı ve umutla Allah’a yalvarırlar. İhtiyaç sahiplerine yardımda bulunurlar.
Yaptıkları iyilikler karşılığında cennet konaklarında kalacaklardır.
İnkârcılığın en büyük belirtisi
ise Allah’ın ayetlerine yüz çevirmektir. İnkârcılar; yoldan çıkmış, zalim ve
suçlu olarak adlandırılırlar. Hem bu dünyada, hem de öbür dünyada
cezalandırılacaklardır.
Sonra da daha genel bir ifade
kullanılmıştır. Kendilerine kitap, hükmetme gücü ve peygamberlik verilenleri inkâr
eden insanların yerine inkâr etmeyecek bir topluluğun getirileceği duyurusu
yapılmıştır.
Yüce Kuran’a göre “inandık”
demek yetmez. İnanmakla birlikte kötülük yapmamak gerekir. Gerçekten inanıp da
iyi işler yapanların geçmişteki kötülükleri görmezden gelinir ve
ödüllendirilirler.
Yüce Kuran, insanların
yaptıkları kötülüklerin yanlarına kâr olarak kalmayacağını bilmeleri için sıkı
biçimde uyarılmalarını sağlamaktadır. Bazen sert söylemlerde bulunarak, bazen
ikna yöntemiyle toplum suçtan arındırılmaya çalışılmıştır. 1400 yıl öncesi Arap
toplumuna ait suç istatistiklerine ulaşamayacağımız için bu yöntemlerin ne
ölçüde suçu azalttığını bilimsel verilerle tespit edemeyiz. Ancak cahiliye
döneminden asr-ı saadet dönemine geçiş yapıldığı bilinen bir gerçektir.
VERME ALMA
Cahiliye döneminde suçların çoğu
fakirlik yüzünden işlenmektedir. Başka bir ifadeyle yoksul kişilerin suça
katılım oranı yüksektir. O günün toplumlarında sosyal yardım kuruluşları
oluşmamıştır. Tek seçenek zengin olanların yoksullara yardım yapmasıdır. İşte
bu konuyu Yüce Kuran sıkça işlemiş ve yapılan yardımları Allah yolunda
harcamakla eş anlamlı görmüştür.
Günümüz Türkiye’sinde Fakir
Fukara Fonu ile Yeşil Kart uygulaması, üstünden çeşitli hükümetler geçmesine
rağmen devam etmiştir. Toplumun sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmesi
için bu uygulamanın doğruluğu kesin kabul görmüştür. Bu uygulama ile devlet,
varlıklı kişileri aradan çıkarıp kendini devreye sokmuştur. Böylece sosyal
devlet ilkesi geçerlilik bulmuştur. Bunun en tipik örneği ise gelişmiş
ülkelerde çok az dilencinin bulunması ile gösterilebilir.
Yüce Kuran varlıklı kimselerin;
akrabaya, fakirlere, yetimlere, düşkünlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda
göç edenlere, yolda kalmış yolculara, kalpleri İslam'a yakınlaştırılıp
ısındırılacak olanlara yardım etmesini istemektedir. İnsanlar sadaka ya da
zekât vererek bu yardıma katılmalıdırlar.
Önceki dönemlerde de insanlardan
birçoğu günah işlemede, düşmanlık yapmada, haram yemede birbirleriyle
yarışmışlardır. Kendilerini frenleyecek bir güç olmadıkça kötü davranışlarını
sürdürmüşlerdir. Öyle ki din adamları ve bilim adamları bile bu insanları bu
çılgınlıklarından men edememişlerdir.
Yüce Kuran, insanlar arasında
dengeli bir yaşamın sürdürülebilmesi için çeşitli örnekler vererek yol
göstermiştir. Örneğin Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe
inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanların
onarabileceğini hükmetmiştir. (Tövbe 18) Hemen belirtelim ki inkârcıların ve
ortak koşanların mescitleri onarmasına izin vermemiştir. Buradan vatandaşın
kendi camisini, mescidini yine kendisinin onardığını anlıyoruz. Doğru yolda
yürüyen insanlar Allah yolunda harcamış oluyorlar. Daha da açarsak doğru
insanlar “veren” oluyor, “alan” ise Allah… Çünkü verenler, Allah yolunda
harcayanlardır.
Günümüzde de “veren” insanlara
rastlanmaktadır. Ancak “alan” değişmiştir. Her mahallede türeyen muskacılar,
üfürükçüler, yetkisiz “hoca”lar, sözde veliler, sözde şıhlar okuyup üfleyerek
almaktadırlar.
Nazar duası okudum deyip
alıyorlar.
Cenazede okuyup alıyorlar.
Mezarlıkta okuyup alıyorlar.
Mevlitte okuyup alıyorlar.
Ölü yıkayıp alıyorlar.
Eğer yakında ölen olmamışsa
tabuta tıklayarak “Kurudun, kurudun!” deyip almayı özlediğini hatırlatıyorlar.
Kuran’ın felsefesi, mescitlerin
onarımı örneğinde olduğu gibi “verme” üzerine kurulmuşken, nedense günümüzde
“alma” kültürünün geliştirildiği görülmektedir. İşte bu “alma” kültürünün nasıl
ve ne şekilde hayata girdiğinin sosyolojik nedenlerini tespit etmek gerekir.
Belki de bunların nedenleri bilinmekte, fakat kimsenin işine gelmediği için pas
geçilmektedir.
Öte yandan sıcak iklimin de
etkisiyle zaten tembelliği seven bu insanlar “verme” yerine “alma” yaparak daha
da tembel bir toplum yaratmış oluyorlar. Bakıldığında insanlık ve devlet adına
bir üreticilik yoktur. Tersine tüketiciler toplumuna yeni tüketiciler kazandırılmaktadır.
“Alma” kültürüyle beslenenler,
dincilikleriyle toplumda bir itibar edinirler. Hemen kendilerine bir düşman
yaratırlar. Namaza ve oruca kendileri kadar rağbet göstermediklerini iddia
ettikleri bir grubu “karşı taraf” olarak ötekileştirirler. Onların makbul
olmadıklarını iddia ederler. Oysa onların ötekileştirdikleri, okuyup üfledi
diye kendilerine para verenlerdir. Aslında dinden para almak bir nevi
irtikâptır. İrtikâpta ikna etmek vardır. Yiyicilik vardır. Kişi, din sömürüsü
yapılarak para vermek zorunda bırakılır. Böylece “verme” kültürünün esas
alındığı Kuran’a aykırı hareket edilmiş olur. “Veren el, alan elden üstündür”
ilkesinin dışına çıkılır.
ÜCRET
Din hizmetinin en büyüğünü Yüce
Peygamber yerine getirmiştir. Bu hizmetin verilmesi karşılığında Yüce Allah, Yüce
Peygamber’e ücret alıp almadığını birçok defa sormuştur. Yüce Peygamber her
defasında “Ben peygamberlik görevime karşılık bir ücret istemiyorum” diyerek bu
cevabını insanlara aktarmıştır. Ücretinin, Allah’tan geleceğini ifade etmiştir.
Yüce Kuran, Allah'ın Kitaptan indirdiği şeyi ücret karşılığı satanları, ateş
yemekle özdeşleştirmiştir.
Ücretle ilgili ayetler bir arada
değerlendirildiğinde Yüce Kuran’ın, din hizmetlerinin ücretle yapılmaması için
net tavır ortaya koyduğu anlaşılabilmektedir. Geriye “gönüllülük” esası
kalmaktadır. Ki bu şekilde dinsel hizmetler ücretsiz olarak devam
ettirilmiştir.
Yüce Peygamberin bile ücret
almadığı konuda, ücret almak kimin haddine ki…
Ancak bu kuralı öncelikle devlet
bozmuştur. Din hizmetleri için 140 bin kişiye ücret ödemektedir. Ayrıca din
için sekiz bakanlığın bütçesi kadar pay ayırmaktadır.
Bir de her mahallede mantar gibi
biten ve iyi niyetli vatandaşın kanını ücret alarak emen sahte dincileri de
saydığımızda Türkiye için kara tablo çizilmiş olmaktadır. Din’i geçim kapısı
yapan açıkgözlerin aldatmacası ile devlet bu işe alet edilmektedir.
Hâlbuki ilahiyat
fakültelerimizdeki dini bilgi birikimi, bu ülkeyi aydınlatmak için yetip
artacaktır bile…
Geri kalan hususlar Yüce Kuran’daki
mescit onarımı örneğinde görüldüğü üzere gönüllülük üzerine kurulmuştur. Ayrıca
Yüce Peygamber, bütün yeryüzünü secdegâh ilan etmiştir.
Üstelik Yüce Kuran din konusunda
her şeyi bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Bütün kuralları açık seçik ve net
olarak açıklamıştır. İhtiyaç duyanlar bu kutsal kitaba başvurarak eksiklerini
giderebilirler. Tabii ki anlayabilecekleri bir tercüme ile kendilerine
sunulabilirse…
Böylece her mahallede zuhur eden
sahte dincilerin okuyup üflemelerine de itibar edilmeyecek ve ortadan
kaybolacaklardır.
Fakat insanımızın içinde o kadar
kötü huylu olanlar var ki memurken rüşvet almaktan hızı kesilmeyenlerin emekli
olduktan sonra mahallesindeki cami derneği yönetimine girerek toplanan
bağışlardan nemalanmaları sıkça duyulan davranışlardandır. Yüce dinimizin
mücadelesi bu tür menfaatçiler iken bugün dinimizin bu kişiler tarafından
sömürülmesi daha da iç acıtıcıdır. Kuşkusuz sağduyu sahibi insanların buna
fırsat vermemeleri gerekir. Ancak yeni Türkiye devletinin oluşumuyla birlikte,
ülkede kişilik özgüveni yeterince geliştirilememiştir. Her şey devletten
beklenir olmuştur. İktidarlar da oy kaybına uğrama endişesiyle net tavırlar
sergileyememişlerdir.
Yüce Kuran, insanın tartışmaya
en çok düşkün varlık olduğunu 1400 yıl önce açıklamıştır. (Kehf 54) Daha da
öncesinde yanlışlıklar yapan insanlar yok edilmişler ve yerlerini başkalarına
bırakmak zorunda kalmışlardır. Günümüzde bile İslam toplumları gelişmişlik
konusunda çok gerilerde kalmışsa eğitim eksikliği bariz olarak ortaya
çıkmaktadır. Toplum, daha “oku” diye başlayan birinci ayette sınıfta kalmış,
üst sınıflara geçememiştir.
Yüce Kuran emri, din hizmetine
karşılık ücret alınmayacağı yönündedir. Hiçbir kimse, Yüce Peygamberden daha
fazla din hizmetinde bulunduğunu iddia edemez. Yüce Peygamber, Kuran emrine
uymuş ve ücret almamışsa diğer Müslümanlar da din hizmeti karşılığında ücret
almamalıdırlar.
İBRET
Yüce Kuran’ın en önemli
amaçlarından biri insanların barış içinde yaşamalarını sağlamaktır. Bozgunculuk
yaparak toplumun huzurunu kaçıranlar çoğunluktadır. İşlenen günahlar yüzünden
karada ve denizde felaketler yaygınlaşmıştır.
Yüce Allah tarafından,
insanların yeryüzünde dolaşmaları ve önceki nesillerin sonunun nasıl olduğunu
görmeleri istenmiştir.
Böylece günlük yaşamda
yapılacaklar konusunda insanlar uyarılacaklar ve önceki nesillerin
yaşadıklarından da dersler çıkaracaklardır.
Yüce Kuran, önceki dönemlerde
yaşayan insanların hayatlarından kesitler sunarak neden yok edildiklerinin
hikâyesini insanlara anlatmıştır.
Mesaj şudur:
Sizler de aynı hataları
yaparsanız helak olursunuz, yok edilirsiniz. Sefasını sürdüğünüz nice
makamları, bahçeleri, pınarları başka toplumlara miras bırakmak zorunda
kalırsınız.
Yani bir anlamda “Kızım sana
söylüyorum, gelinim sen anla” denilmek istenmiştir.
Önceki nesillerin başına gelen
bu olaylar, insanların gözlerinin önünden geçmiş, onların düştüğü zor
durumlarla karşılaşmamaları için kötülük yapmaktan çekinmişlerdir.
Yok edilişlerinin en önemli
nedenlerinden biri, peygamberlerinin getirdiği açık kanıtlara ve bilgilere
değer vermeyişleridir. Eski bilgileriyle sevinip övünmüşlerdir.
İkinci bir neden de hem
peygamberleriyle, hem de onların duyurduklarıyla alay etmişlerdir. (Mümin 83) Verdikleri
söze bağlılık göstermemişlerdir. Çoğu yoldan çıkmıştır.
İbretlik hikâyelerin çoğunda
toplumların adı verilerek ve peygamberleri belirtilerek hangi suçu işledikleri
ve karşılığında hangi cezaya çarptırıldıkları anlatılmıştır.
Önceki nesillerin sayıca daha
çok ve kuvvetçe daha zorlu oldukları ifade edilmiştir. Buna rağmen ayakta
kalmaları mümkün olmamıştır.
Yüce Kuran henüz ikinci
suresinde çarpıcı bir ibretlik hikâyeye yer vermiştir. Buna göre tarla
sahipleri sabah çok erkenden ekin biçmeye gitmişler ve ürünlerinin yanmış
olduğunu görmüşlerdir. Geçen yıllardan farklı olarak yanlarına fakirleri
almadıkları ve onlara yardım etmedikleri için başlarına bu felaket
getirilmiştir. Zira o dönemde fakirlere yardım edecek bir kuruluş yoktur. Yaşamları,
zenginlerin yardımlarına bağlıdır. Mesaj şudur: Eğer zenginler, fakirlere
yardım etmezlerse, tarlalarının yandığı gibi felaketlerle karşılaşabilirler.
Bir başka bölümde Medyen
toplumunun ölçü ve tartıda hileli davrandıkları anlatılmıştır. İnsanların
eşyasını değerinden düşük gösterdikleri ifade edilmiştir. Kendilerine uyarıcı
olarak gönderilen Şuayb Peygambere de karşı çıktıkları için korkunç bir
depremle yurtlarında diz üstü çöktürülerek yok edilmişlerdir.
Semud toplumu, Peygamberleri
Salih’in yol göstericiliğine karşın develerle kendilerinin su nöbetine
uymadıkları gibi deveyi de kesmişler ve bunun karşılığı ceza olarak azgın bir
sarsıntı ile yok edilmişlerdir.
Âd toplumu, yakaladıkları başka
toplumlara zorbaca davranmışlar ve kendilerine peygamber olarak gönderilen
Hud'u inkâr etmişlerdir. Ceza olarak yedi gece ve sekiz gün boyunca üzerlerine
salınan sert ve azgın bir kasırga ile içi boş hurma kütükleri gibi yere
serilerek yok edilmişlerdir.
Yüce Muhammed Peygamber
döneminde de ibretlik hikâyelere yer verilmiştir. Örneğin amcası Ebu Lehep,
Yüce Peygamberin insanları İslam’a davet edişine eşiyle birlikte karşı çıkmış
ve alevli bir ateşe girmekle cezalandırılmıştır. Şu mesaj verilmek istenmiştir:
İslam’a davet edilen herkes bu çağrıya uymalıdır ki ceza görmesinler.
Görüldüğü üzere geçmiş
peygamberlerin ve toplumlarının hikâyelerinde akıl sahipleri için pek çok
ibretler vardır. “İbretlik hikâyeler” olarak türlü biçimlerde sayılıp
dökülmüştür.
Bazen de inandırıcılığı
pekiştirmek için kör ve sağırlar örnek verilmiştir. Körle görenin bir
olmayacağı vurgulanmıştır. Yeni dine inananlarla yeni dini inkâr edenlerin
durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimselere benzetilmiştir. Mesaja göre
eskisi karanlık ve kötü, yeni din ise aydınlıktır.
MÜSLÜMAN TÜRK’ÜN KURAN’I
Kuran, 610 yılından itibaren
Arapça olarak Mekke’de vahyedilmeye başlanmıştır. İslam dininin, Arap
dünyasında kabul görmesiyle genişlemiş ve daha sonra bütün dünyaya yayılmıştır.
Hem Arapça oluşu, hem de ikili
manalar içeren ve okunması ahenkli bir kitap olması bakımından Araplar için
büyük bir şans olmuştur.
Türkler ise ancak 700’lü
yılların ikinci yarısından itibaren Müslümanlığı kabul ettikleri için Kuran’la
sonradan tanışmışlardır.
Cumhuriyetin ilanından sonra
Mustafa Kemal Atatürk tarafından Yüce Kuran’ın çevirisi yaptırılmıştır. Bugün
Türk insanı istediği dilde, istediği kadar kutsal kitabına ulaşabilme imkânına
sahip olmuştur. Bilgisayar çağının, bu olanağı sağlamada sınırsız hizmet
sunduğunu peşinen söyleyebiliriz.
Şunu da paylaşmak isteriz ki her
Müslüman, Yüce Kuran’ın ister Arapçasını, ister Türkçe ya da başka bir dilden
çevirisini evinin en güzel köşesinde ya da odasının duvarında nakışlı örtüsü
içinde bulundurabilir. Onu baş tacı edebilir. Dilediği zaman, dilediğini alıp
okuyabilir. Zira Yüce Kuran’ın ilk emri “oku”dur. Zaten okunmazsa Kuran’a
aykırı hareket edilmiş olur ve “Elhamdülillah(Allah’a şükür) Müslümanım” lafına
gölge düşer.
Nasıl kanunu bilmemek mazeret
sayılmazsa, “Elhamdülillah Müslümanım” diyen birinin de Kuran’ı okumaması ve
bilmemesi mazeret sayılmamalıdır.
Bizim bu noktadan sonra
belirteceğimiz konu, Yüce Kuran’ın Türkçe çevirilerinin Türk halkı tarafından
anlaşılamadığıdır.
Bunun nedenlerini şöyle
sıralayabiliriz:
Bir defa Kuran, baştan sona
Allah kelamıdır. Başka bir dile çevrilirken orijinaline sadık kalınması baskısı
vardır.
İkincisi, çeviri yapanlar
mutlaka Kuran’ı iyi bilen ve bilinç düzeyi yüksek kişilerdir. Okuyucu kitlesini
düşünmekten ziyade kendilerine yakışan bir çeviri yapmaya gayret gösterirler.
Üçüncüsü, din eğitimi alan çok
az bir grubun dışında kimsenin -belki de namaz duaları dışında- hiçbir dinsel
bilgiye sahip bulunmamalarıdır.
Bu tespitlere ilaveler
yapılabilir. Katılanlar ya da katılmayanlar da olabilir. Ama Türk halkı Kuran’ı
anlamamaktadır.
Bu varsayım çeşitli anketlerle
sınanabilir.
Yüce Kuran, insanlarımız
tarafından özellikle ramazan aylarında Türkçe ya da Arapça olarak okunmaktadır.
Hatta Arapça bilmeyenlerin dahi Arapçası üzerinden parmak sürerek hatim
ettikleri bilinir. Hatim etmek demek, bitirmek demektir ve şu anlama gelir:
“Ben Allah’ın emirlerini okuyup
bitirdim. Bana emredilen hususlardan haberim oldu. Öğrendiğim bu emirleri şimdi
yerine getireceğim.”
Anlamadığı Arapça üzerinden
parmak sürülerek hatim edilmişse Yüce Allah’ın emirlerinin neler olduğu nasıl
bilinebilir ki…
Mesele Kuran’ın hatmedilmesi
değil, “ham” edilmesidir. Bunun için Kuran’ın içeriği kolay lokma haline
getirilmeli ve okuması için Türklere sevdirilmelidir.
Tüm bu konularda Arap için sorun
yoktur. Hem ikili manalar içermesi, hem de adeta şiir gibi ahenk vermesi Arap
okuyucuya keyif vermektedir. Dolayısıyla Yüce Allah’ın mesajı en net ve en
anlaşılır biçimde birinci elden hedefe ulaşmaktadır.
İşte bu çalışmada da bizim
isteğimiz Türk insanının keyifle okuyacağı bir Kuran’a sahip olmasıdır. Bir
yanlış anlamanın önüne geçmek için yeniden belirtelim ki insanlarımız Yüce Kuran’ın
Arapçasını ya da istediği bir çeviriyi başucunda muhafaza etmeli ve okumalıdır.
Bizim söylediğimiz; okuma yazma
bilen her Türk insanının, kısa ve net ifadelerle mesajı alabileceği bir Kuran
çevirisine kavuşturulmasıdır.
Sosyo kültürel yönden az
gelişmiş bir ilçe halkının, Mozart’ın klasik eserlerini dinleme yerine, yöresinden
derlenmiş bir türküden duyacağı haz elbette daha fazla olacaktır.
İşte Türk halkının Kuran’ı da,
bu hazzı verecek şekilde tercüme edilerek birinci eldenmiş gibi sahibine
sunulmalıdır.
Kelimesi kelimesine bir
çevirinin makbul olmadığı söylenir. Amaç, orijinal metindeki mesajı, kendi
dilinden söylenmiş gibi okuyucuya aktarmaktır. Kantarın topuzu çeviricinin
elindedir. Orijinal metindeki mesajı tam anlamıyla kavramıştır. Artık bu
mesajın orijinal metinde hangi sözcüklerle ifade edildiğinin bir anlamı yoktur.
Mesajın kendisi vardır. Şimdi kafasındaki bu mesajı kendisi Türkçe hangi
sözcüklerle ifade edecekse bu haliyle aktarmalıdır.
Hemen bir örnek verelim.
Yüce Kuran’ın bir ayeti
şöyledir: “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri
sözü sırtlarının arkasına attılar ve karşılığında birkaç para aldılar. Ne kötü
şey satın alıyorlar.”
Muhtemelen Arapçada “Sözü sırtın
arkasına atmak” diye bir deyim vardır. Türkçede ise bunu ifade etmek için
“Kulak ardı etmek” deyimi kullanılmaktadır. Çevirici, ısrarla en iyi iletişimi
kuracağı sözcükleri seçmelidir. Arapça deyim yerine, varsa Türkçe deyim
kullanmalıdır. Amaç, mesajın en etkili, en keyifli biçimde iletilmesidir. Aksi
takdirde okuyucu yorulur, sıkılır ve bir süre sonra da kopar.
Başka bir örneği sözlüklerden
verelim:
Ölen biri için “Rest in peace”
sözü İngilizce’den "Barış içinde dinlen” anlamıyla çevrilebilmektedir.
Oysa Türkçe’de "Huzur içinde yat”
diye söylenir.
Demek ki kelimesi kelimesine
değil, manasına bakmak gerekir.
Arap için iş kolaydır.
Anadilinden okur ve anlar.
Türk için Arapçadan tercüme
edilmiş Kuran’ı okuyup anlamakta zorluklar vardır. Bu zorluklar giderilmelidir.
Bir örnek daha verelim:
Lehep ya da Tebbet, iniş
sırasına göre Yüce Kuran’ın altıncı suresidir. Beş ayetten ibarettir.
Türkçesi şöyledir: “Elleri
kurusun Ebu Leheb'in. Zaten kurudu ya! Ne malı, ne de kazandığı onu Allah'ın
kahrından kurtaramayacaktır. Alevli bir ateşe girecektir o. Odun hamalı olarak
karısı da ateşe girecek. Boynunda hurma lifinden bir ip olacaktır.”
Kendisinden önce ve sonra inen
surelerde benzer bir durum yokken okuyucunun karşısına Lehep adında birisi ve
eşi çıkıyor. Ardından hiddetli bir söylem kullanılıyor.
Kimdir bu Ebu Lehep?
Ne yapmıştır da kendisine bu
hiddetler yöneltilmiştir?
Neden “Elleri kurusun” diye
beddua edilmiştir?
Karısının, yapılanlardaki rolü
nedir?
Öğrendiğimiz kadarıyla Ebu
Lehep, Yüce Peygamberin amcasıdır. Yüzünün kırmızı oluşu nedeniyle kendisine bu
lakapla hitap edilmiştir. Peygamberin, insanları İslam’a davet edişine eşiyle
birlikte karşı çıkmıştır. Eline aldığı taşla Peygambere vurmak istemiştir. Bu
nedenle beddua içeren bu sure vahyedilmiştir.
Cinsellik ve örtünme ile ilgili
örnek verelim:
Cahiliye döneminde cinsellik,
birçok suça kaynaklık ettiği için Yüce Kuran tarafından önemsenmiş ve konuyla
ilgili Yüce Allah’ın emirlerine yer vermiştir. Ancak hem ayrı ayrı surelerde
değerlendirilmiş, hem de farklı yorumlarla tercüme edilmiştir.
Aslında cinsellikle ve
örtünmeyle ilgili hususlar günümüz dünyasıyla paralellik göstermektedir.
Hem o zaman, hem şimdi erkekler
ve kadınlar cinsel organlarının görünmesini istememişlerdir. Kadınlar,
göğüslerini de göstermemişlerdir. Günümüzde kadınların deniz giysisi olarak iki
parçalı bikini giymeleri bundandır.
Cahiliye döneminde sutyen icat
olmadığı için pratik bir çözüm olarak başlarındaki örtünün uçlarıyla, entari ya
da fistanlarının yakalarını kapatmaları istenmiştir. Ki göğüsleri
görülmesin.
Yüce Kuran’da göğüs ya da meme
tabiri kullanılmamış, takı yeri olarak ifade edilmiştir. Günümüzde de “iman
tahtası” olarak nitelendiren anneannelere, babaannelere sıkça
rastlanmaktadır.
Yüce Kuran cinsellikle ilgili
ikinci olarak erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere gözlerini dikip cinsel
arzuyla bakmamalarını istemiştir. Günümüzde bunun yerine “göz zinası” tabiri
kullanılmaktadır. (Nur 30-31)
Üçüncü bir husus olarak Yüce Kuran’da
yeni bir suç türü ortaya konmaktadır. Kadınlar, erkeğin ümit edeceği şekilde
açılıp saçılmayacaklardır. Vücutlarının, erkeği tahrik edebilecek yerlerini
kapatacaklardır. Kırıta kırıta yürümeyeceklerdir. (Nur 31)
Dördüncü bir tedbir olarak
bekârların, hatta köle ve cariyelerin de bir an önce evlendirilerek cinsel
suçların ve onun neden olacağı diğer suçların önüne geçilmek istenmiştir. (Nur
32)
Son olarak evlenme arzuları
kalmamış, adetten ve evlattan kesilmiş kadınların, dış giysilerini
çıkarmalarında sakınca görülmezken (Nur 60) peygamber hanımlarının, peygamber
kızlarının ve inanan kadınların ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman dış
giysilerini üzerlerine almaları önerilmiştir. (Ahzap 59)
Görüldüğü üzere Yüce Kuran’ın
örtünme ve giyinme ile ilgili emirleri günümüz yaşam biçiminden çok da farklı
değildir. Ancak göğüs bölgesinin kapatılması için yararlanılan baştaki örtünün,
saç kıllarının kapatılması için kullanılacağı hususu tartışma konusu
yapılmaktadır.
Çöl sıcağında bağda bahçede
çalışan kadının başında örtü bulundurması, hatta çöl rüzgârlarının savurduğu
kum taneciklerine karşı gözlerini peçe ile korumaları normal sayılamaz mı?
Çöl sıcağına karşı erkeklerin
bile başlarında örtü bulundurduğu göz önüne alındığında Yüce Kuran’ın konuyla
ilgili mesajının net olarak belirlenmesi ve kafalardaki karışıklığın
giderilmesi gerekmektedir.
Kadın; neresini, ne ölçüde,
kimden gizleyeceğini erkekten daha iyi bilir. Erkeğin, haddi olmayan bu konuya
müdahale etmesi, kendisiyle eşit haklara sahip olan kadına saygısızlığın
ifadesidir. Bu nedenle Kuran, erkeğin arzu ettiği gibi değil, Yüce Allah’ın
emrettiği şekilde anlamlandırılmalıdır.
Ayrıca diğer birçok konuda
olduğu gibi giyinme ile ilgili emirler bir yerde toplanmalıdır.
Aslında Arapça deyimler, Lehep
örneği ve giyinme gibi hususlarda önceden bilgi sahip olanlar vardır ve onlar Yüce
Kuran’ı okurlarken herhangi bir zorluk yaşamazlar. Önceden aldıkları din
eğitimi, anlamalarına katkı sağlayabilir. Ancak onların sayısı 76 milyon
nüfusumuzun küsuru kadar bile değildir. Esas mesele 76 milyonun bilmesi ya da
anlamasıdır. Öyle ki kişi “Benim Kuran’ım var” deyip sevinemiyor bile.
Yüce Allah, Yüce Kuran’ı insanın
kafasında yeni sorular oluşsun diye değil, mevcut sorulara yanıt bulsun diye
göndermiştir.
O vahiyler elbette şimdi
değiştirilemez. Her bir ayetle ne denmek istendiği 1400 yıldır
netleştirilmiştir. Biz Arapça inen Kuran’ın Türkçe kelimelerle karşılığı olan
metnini değil, verilen mesajın Türkçe anlatımını istiyoruz. O zaman 76 milyon
içinde okuma yazma bilen herkesin anlayacağına inanıyoruz.
Yüce Kuran hükümleri bazen Allah
tarafından doğrudan emredilmiş, bazen de bu hükümleri “De ki” diyerek Yüce Muhammed’in
iletmesi istenmiştir. Uygulamada birliği sağlama açısından sadece Allah’ın
birinci elden iletmesi yeterli görülmelidir.
Yüce Kuran çevrilirken ahiret
günü için; kıyamet günü, hesap günü, hüküm günü, ceza günü, kâr ve zarar günü,
el hakka, mahşer gibi karşılıklar kullanılmıştır. Bu ifadeleri çeviriciler,
Allah öyle ifade ettiği için yazmışlardır. Ancak günümüz Türk insanı ahiret
günü dışında bir kavram gördüğünde “Acaba başka bir gün mü” diye tereddüde
düşebilmektedir. Orijinal Kuran’da orijinal haliyle kalabilir. Ama kolay
anlaşılabilmesi için tek kavram kullanılması daha faydalı olacaktır.
Örnekler artırılabilir.
Yüce Kuran, insanlar iyice
anlasın ve ikna olsun diye önceki nesillere ait örnekler verirken Peygamber
dönemine gelerek vereceği mesajın etkisini kuvvetlendirmek istemektedir. Bu
arada insanlardan söz ederken sıkça “onlar” tabirini kullanmaktadır.
Derinlemesine bilgi sahibi olmayan Türk okuyucu burada “onlar” ile kastedilenin
önceki nesillerden birileri mi, yoksa sonrakilerden mi olduğu konusunda
tereddütler yaşamaktadır. Bu da konudan kopmalarına yol açmaktadır. Dolayısıyla
“onlar” ile kastedilenin kimler olduğu açıkça yazılmalıdır.
Yüce Kuran, insanın basit bir
sudan yaratıldığını söyler. Bazen de bir spermden ya da bir tek canlıdan
yaratıldığını belirtir. İblis’in ifadesine göre ise insan çamurdan
yaratılmıştır.
Buradaki en önemli mesaj, Yüce Allah’ın
insanı yaratabilme kudretine sahip olduğunu bilmektir.
Bugünkü 76 milyon için nasıl
yaratıldığı değil, yaratma gücünün varlığı önemlidir. Ancak doğum uzmanları ve
diğer bazı ilgililer insanın yaratılışıyla ilgili olarak orijinal metinden
faydalanabilirler.
Yine yerin ve göğün altı günde
yaratıldığı birden çok kere tekrarlanmıştır. Burada da reel anlamda Allah’ın
yaratıcı gücü vurgulanmıştır. Birden fazla tekrarlanmasının nedeni ise Allah’ın
gücünün insanların beyninde yer etmesini sağlamaktır. Oysa günümüz 76 milyonu
için bir kere de ifade etmek yeterli olacaktır.
Aynı şekilde her canlının ölümü
tadacağı birçok defa tekrarlanmıştır. Domuz etinin mecbur kalınmadıkça
yenilmeyeceği dört kez ifade edilmiştir.
Yüce Kuran bir idealin
gerçekleşebilmesi için lüzum duyduğu hususlarda çeşitli konuları çeşitli
vesilelerle üzerine basa basa birçok kez vurgulamıştır. Söz konusu olan bir
çağın kapanması ve yeni bir dönemin başlatılmasıdır. Kuran’dan anlaşılacağı
üzere verilen bu yoğun uğraş sonunda cahiliye dönemi bitmiş, bizim aydınlanma
çağı diye adlandırdığımız asr-ı saadet dönemi başlamıştır.
Bu mücadele için yerine ve zamanına
göre kıyametin kopacağı sıkça tekrarlanmış, insanların yeniden dirileceği,
cehennem hayatının zorlukları, cennetin sunduğu güzellikler sıklıkla dile
getirilmiştir. Ve hepsi Yüce Kuran’da satır satır yer almıştır.
Yüce Kuran’da birçok konunun
ayrı ayrı yerlerde birden fazla ele alınması gibi miras ve savaş konusunda da
benzer uygulamalara gidilmiştir. Günümüz Türk okuyucusunun daha iyi algılaması
için aynı hususların bir yere toplanarak değerlendirilmesi isabetli olacaktır.
Bazen de bir surede ard arda
farklı hususlara yer verilmiştir. Birinci ayette Muhammed’den, ikincide
Musa’dan, üçüncüde Nuh’dan söz edilmiştir. Dördüncüde tekrar Musa dönemindeki
İsrailoğullarına dönülmüştür. (İsra 1-4) Hâlbuki her bir konu, kendi içinde
gruplandırılarak verilirse masum okuyucu çok daha kolay kavrama imkânı
bulacaktır.
Bu ayetler şu şekildedir:
“Bir gece, kendisine
ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed
kulunu Mekke'deki Mescid-i Haram'dan, çevresini kutsal kıldığımız Kudüs'teki
Mescid-i Aksa'ya götüren Allah yücedir. O, gerçekten işitendir, görendir.”
(İsra 1)
“Biz Musa'ya Tevrat Kitabını verdik ve onu İsrailoğullarına "Benden
başka bir Rab tutmayın" diye bir kılavuz yaptık.” (İsra 2)
“Ey Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın çocukları, doğrusu o Nuh,
çok şükreden bir kuldu. Siz de atanız gibi olun.” ‘İsra 3)
“Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Siz o ülkede iki kez bozgunculuk
yapacaksınız yani zorbalık edeceksiniz. Ve de çok böbürleneceksiniz.” (İsra 4)
Günümüz Türk insanının Yüce Kuran’ı
anlamasını kolaylaştırmak için yapılması gerekenlerden biri de ayetlerde
birbirine girmiş konuları birbirinden ayırmaktır. Bir ayet nelerin
yenilmemesini anlatarak başlamakta, arada başka bir konuya yer verdikten sonra
yeniden esas konuya dönmektedir.
Örnek olarak Maide 3’ü
verebiliriz: “Ölmüş hayvan eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına
kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, süsülmüş, henüz canlıyken yetişip
kestikleriniz hariç yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş, dikili adak taşları
yani putlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size
haram kılındı. Bunlar insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir. Bugün inkâr
edenler, sizin dininizi yok edebileceklerinden ümit kesmişlerdir. Artık
onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün
size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din
olarak İslam'ı beğendim. Şu da var ki, her kim ciddi bir açlıkla yüz yüze
gelir de günaha kaçmak maksadı olmaksızın onlardan yemek zorunda kalırsa,
elbette Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
Yüce Kuran okunurken Müslüman
olmak için verilen mücadelede yaşanan zorluklar hissedilebilmektedir. Ama
günümüz insanı için iş çok kolay olmuştur. Müslümanlığı, hiç mücadeleye gerek
olmaksızın anneden babadan kolayca alabilmiştir.
Dolayısıyla günümüz insanına
Kuran daha da sadeleştirilerek sunulmalıdır. Mesajlarda nokta atışına
gidilmelidir. Verilmek istenen mesaj özetlenmelidir.
Yüce Allah insanların Kuran’da
ne söylendiğini anlamaları için büyük gayret sarfetmiştir. Arap’a yabancı
dilden Kuran olmayacağını belirtmiştir. Ayetlerin ayrıntılı şekilde açıklanması
gerektiğini vurgulamıştır. (Fussilet 44)
Yüce Allah Kuran’a inanmayanlar
için şu açıklamayı yapmaktadır:
“Sanki onların kulaklarında bir
ağırlık vardır.”
“Sanki Kuran onlara kapalıdır.”
“Sanki onlara uzak bir yerden
bağırılıyor da Kuran'da ne söylendiğini anlamıyorlar." (Fussilet 44)
Ayetlerden anlaşılacağı üzere Yüce
Allah’ın tek amacı, insanların en iyi ve en kolay şekilde anlayabileceği kutsal
kitaplarına kavuşturulmasıdır.
“Arap’a yabancı dilden Kuran
olur mu” diye uyarısı da bundan dolayıdır.
Musa’ya, Yahudilerin dilleri
olan İbranice kitap gönderildiğini belirtmesi de bundan dolayıdır. (Fussilet
45)
Peki, Türklerin Kuran’ı nasıl
olmalıdır?
Öncelikle şunu belirtelim ki
Yüce Kuran, Allah’ın ayetlerinin başlıklar halinde düzenlenebileceğine cevaz
vermiştir. “Ayetleri bu şekilde, çeşitli başlıklarla veriyoruz ki, ‘Sen ders
aldın’ desinler, biz de ilimden nasiplenen bir toplum için onu iyice
açıklayalım.” (Enam 105)
Yüce Kuran 1400 yıl öncesinden
günümüze Resmi Kuran sırasıyla gelmiştir. Birinci sure Fatiha, 114’üncü sure
Nas’dır.
Bir de surelerin iniş sırasına
göre düzenlenmiş hali vardır. Olayların akış biçimini kolayca takip edebilmede
daha etkin olduğu bilinmektedir. Son zamanlarda Türkçe çevirilerde bu sıranın
kullanıldığı görülmektedir. Buna göre birinci sure Alak, 114’üncü sure
Nasr’dır.
Enam suresinin 105’inci ayetinde
görüldüğü üzere Allah’ın mesajı açık ve nettir:
Toplum, ilimden nasiplenmelidir.
Kuran, ilimden nasiplenen
topluma iyice açıklanmalıdır.
İnsanlar, açıklanan bu
hükümlerden ders almalıdırlar.
Bütün bunların ışığında şunu
iddia ediyoruz:
Bugün Türkiye’de 76 milyon
nüfusun, sadece küsuru Türkçe Kuran’ı anlayabilmektedir. Esas 76 milyon, Yüce Kuran’ı
anlamadan okumaktadır.
Yüce Allah bir yanda, Kuran’ın
iyice açıklanmasını ve herkesin ders çıkarmasını istemekte, bir yanda halkın
çok büyük bir bölümü Kuran’ı anlamada güçlük çekmektedir.
İşte bu çelişkiyi gidermek için
“Resmi Kuran” ve “İniş Sırasına Göre Kuran”dan başka yüce kitabımızı konularına
göre başlıklar halinde oluşturmak gerekir.
Bunun için izlenecek yöntem 610
yılı öncesi ve 610 yılı sonrası diye iki büyük bölüm açılmasıdır. Birinci
bölüme Cahiliye Dönemi, ikinciye Asr-ı Saadet Dönemi adı verilebilir.
Yüce Kuran’da 610 yılı öncesine
ait ne varsa birinci bölümde yer verilmelidir.
Eski devirlerde yaşamış ve yok
olmuş kavimler bu bölümde yer almalıdır. Hangi suçları yüzünden ne şekilde yok
edildikleri anlatılmalıdır. Nuh’un gemisi, Musa’nın asası, Kehf’de mağara
adamları, Yusuf peygamberin hikâyesi, İbrahim peygamberin mancınıkla atılması,
oğlu İsmail’in kurban edilmek istenmesi gibi olaylar bu bölümde yer almalıdır.
Zira Yüce Kuran onları, Yüce Muhammed’in peygamberlik dönemindeki insanlara
ibret olsun diye anlatmaktadır.
Böylece günümüz Türk okuyucuları,
Kuran öncesi dönemi iyi bilecekleri için sonraki dönemi anlamaları daha da
kolaylaşacaktır.
Örneğin ellerin ve ayakların
çaprazlama kesilmesi uygulamasının Kuran döneminde yaşanmadığını, Firavun’un
İsrailoğullarına uyguladığı eski bir ceza biçimi olduğunu öğrenecektir.
Keza kız çocuklarının diri diri
toprağa gömülmesinin de cahiliye dönemi suçlarından olduğunu bilecektir.
İçkinin, kumarın, tefeciliğin
insanı canından bıktıracak boyutlara cahiliye döneminde ulaştığını
anlayacaktır.
Sonraki dönem yani ikinci bölüm;
Kuran ayetlerinin gelmesiyle başlamalıdır. Bu bölümde Yüce Allah’ın, her şeye
gücü yetecek kadar kudret sahibi olduğundan, gelen ayetlerle insanlara verilmek
istenen mesajlardan, mesajları iletme görevi verilen Yüce Muhammed Peygamberden
söz edilmelidir. Evrenin, insanın, diğer canlı cansız her şeyin yaratılışıyla
ilgili bilgiler bu bölümde anlatılmalıdır. Kısaca uhrevi ve dünyevi hayatta yer
alan hususlar bir sıra dâhilinde okuyucuya sunulmalıdır. İnsanın öldükten sonra
dirileceğinden boşanmada dikkat edeceği kurallara kadar her husus başlıklar
halinde düzenlenmelidir.
İbadetlere ve toplumsal yaşamı
düzenleyen kurallara yer verilmelidir.
İşlenen suçlar anlatılmalıdır.
Verilen cezalardan ve ödüllerden söz edilmelidir.
Şunu özellikle belirtelim ki
konularına göre yapılan bu düzenlemede Yüce Kuran ne bir eksik ne bir fazla
olmalıdır. Yüce Kuran’ın vermek istediği bütün mesajlar behemehâl okuyucuya
iletilmelidir.
Yüce Allah’ın, Yüce Kuran’ın
insanlar tarafından mutlaka anlaşılmasını istediği ve bu konuda çok hassas
davrandığı için şu iki hususa dikkat etmek gerekecektir.
Birincisi, Ebu Lehep örneğinde
olduğu gibi Ebu Lehep’e ve karısına gösterilen tepkinin neden kaynaklandığına
ilişkin bilginin bir iki cümle ile ilavesi gerektiğidir. Yapılacak ilave, okuma
yazma bilen bir insanın en kolay anlayacağı şekilde ve çok kısa olmalıdır. Yüce
Allah’ın amacı herkesin Kuran’ı “oku”ması ve anlaması değil midir? O halde yeni
sorularla okuyucunun kafası karıştırılmamalı, cevapsız soru bırakılmamalıdır.
İkincisi ise domuz eti yenmemesi
örneğinde olduğu gibi birden çok kere yer alan hususlara sadece bir kere yer
verilmelidir. Birden çok yer verilmesi hususu, Kuran döneminde zorunludur.
Çünkü ümmi bir toplumda okuma az olacağından birden çok kere duyurarak geniş
kesimlere hitap edilmek, onları bilgilendirmek istenmiştir.
Bugün Yüce Kuran, konularına
göre yeniden düzenlendiğinde 76 milyonun içinde okuma yazma bilen herkes kutsal
kitabımızın mesajlarını kolayca anlayabilecektir.
Bunun sonucu olarak birincisi, Yüce
Allah’ın emri yerine getirilmiş olacaktır.
İkincisi, Yüce Peygamberimiz Kuran’ı
kavrayıp belletme görevini ikmal etmiş olacaktır. (Kıyamet 16)
Üçüncüsü, “Ben Müslümanım” sözü
tam anlamını bulacaktır.
Peki, Allah’ın emri yerine
getirilmemiş miydi?
İşte toplumumuz için en hassas
konu budur.
Bizim toplumumuz, hep kendisine
verildiği için bu konuda da başkalarından bir şeyler verilmesini beklemektedir.
Maşallah! Veren öyle başkaları
da hep çıkmaktadır.
Ama Yüce Allah emrini, “oku”
diyerek doğrudan bireyin kendisine vermiştir. Arada sadece iletmesi için Yüce
Peygamberimiz vardır.
Yüce Peygamber gününün insanına,
bütün insanlığa nakledilmek üzere vahiyleri orijinal haliyle Arapça olarak
bildirmiştir.
Şimdi aradan 1400 yıl geçmiştir.
Müslüman Türk, kendisine yöneltilen “oku” emri karşısında Arapça mı
öğrenecektir?
Hayır..!
Çünkü Yüce Allah “oku” derken
dil tercihinden söz etmemiştir. Sadece Araplara Arapça göndermeyi uygun
görmüştür.
O halde birilerinin Türkçeye
çevrilmiş Kuran hazırlamaları gerekir.
Günümüzde bu görevi diyanet
işleri başkanlığı ve ilahiyatçılar yerine getirmişlerdir. Resmi Kuran’ın
tercümesiyle birlikte iniş sırasına göre de Yüce Kuran dilimize çevrilmiştir.
Gözlemlerimize göre Türkiye’de
halkın büyük bir çoğunluğu yukarıda anlattığımız nedenlerle Kuran’ı
anlayamamaktadır. Gerekirse bu konuda anket uygulamasıyla bilimsel araştırmalar
yaptırılabilir.
Bu nedenle Kuran, konularına
göre düzenlenerek ya da ilahiyat fakültelerine düzenletilerek 76 milyonun
bilgisine sunulmalıdır.
Kuruluş tarihi itibarıyla
ülkemizde açılan ilk on ilahiyat fakültesinden birer doçent ile birer araştırma
görevlisinin katılımları ile yapılacak çalışma, ilk beş fakülte dekanının
onayıyla kabul görmeli ve yayımlanmalıdır.
Peki, Kuran konularına göre
başlıklandırılıp düzenlenmezse ne olur?
İki tehlike oluşur.
Birincisi her mahallede kraldan
fazla kral olan dinciler türemeye devam eder. Oysa biz din için “Allah”,
“Peygamber” ve “Kuran” üçlüsünün yeterli olduğunu savunuyoruz. Eğer devlet, Kuran’ın
anlaşılması yönünde istekli vatandaşını eğitmezse dördüncü nesnelerin devreye
girmeleri kaçınılmaz olur. Her bir dördüncü nesne, yaşadığı çevrede bizce
kutsal sayılan değerlere ortak koşmaya çalışır. Muska yazarak, üfleyip okuyarak
dördüncü güç olma yarışına girerler. Oysa onların yeni bir şey yazıp
okumalarına, üflemelerine gerek yoktur. Allah Kuran’da neyi eksik bırakmıştır
ki o zavallılar kendilerini kutsallaştırıp Allah adına iş yapmaya soyunsunlar.
İnsanlar bilgi açlıklarını sadece Kuran’la gidermelidirler. Ama bu Kuran da
onların “ham” yapabileceği kadar kolay bir biçimde onlara sunulmalıdır. Kuran,
konularına göre düzenlendiğinde hacmi artmayacaktır. Aksine tekrarlanan
hususlar ayıklanacağı için çok daha az hacimli olacak ve anlaşılması
kolaylaşacaktır.
Devlet bunu yapmazsa insanların
karşılaşacağı ikinci tehlike de şudur:
Millet, din tacirlerine “ham”
ettirilmiş olur. Din ticareti ve din sömürüsü sektörü oluşur. Yeni rantçılar
ortaya çıkar. Konuyla ilgili söylemek istediklerimizi şu sözler daha iyi
özetler:
İnsanlar çoğu kere kaybettikleri
yakınları için dua okuturlar. Okuyana ise bir miktar ücret verirler. Bu
beklenti içindeki bir dincinin, epeydir ölen biri olmadığı için cami yanındaki
tabutu “Kurudun, kurudun!” diye tıklaması manidardır.
Yine bazı yörelerimizde
ölenlerin yıkanması, kapısında ve kabri başında dualar okunması, ilerleyen
gecelerde ilahiler söylenmesi adetten sayılmıştır. “İmam kılıklılar adama ineği
danayı sattırır” lafı da bunun sonucu olarak söylenenlerdendir.
Bu çalışmamızın temel
varsayımını şöyle özetleyebiliriz: Bir ülkenin gelişmesi, din konusunda
bilinçli olmasından geçer.
Şu bir gerçektir ki hem Türkiye,
hem de İslam ülkeleri, batılı ülkelere göre oldukça geri düzeydedirler.
Bu konuyla ilgili örnek bir
olaya kulak verelim: Avustralya'da Mursi için yapılan eylemde, Avustralya
Başbakanı Julia Clark, bir Müslüman fanatik ile diyalogunda göstericiye hitaben
şunları söylemiştir: Niçin bu kadar mutaassıpsın? Niçin Suudi Arabistan ya da
İran'da ikamet etmiyorsun? Niçin İslam devletini terk ettin? Siz Allah’ın İslam ile mübarek kıldığını
söylediğiniz devletleri terk ediyorsunuz ve kâfir olduğu söylenen memleketlere
göç ediyorsunuz. Hürriyet, adalet, refah, sağlık güvencesi, sosyal güvenlik,
kanun önünde eşitlik, adil çalışma fırsatı, çocuklarınızın geleceği, yorum ve
düşünce hürriyeti için. O halde bize fanatiklik ve nefretten bahsetmeyin. Biz size kaybettiğiniz her şeyi verdik. Bize saygı duyun ya da burayı terk edin! (https://www.facebook.com/TurkiyeGerceklerii/posts/299621263519460?stream_ref=10)
Kuşkusuz bu geri kalmışlıkta
başka unsurlar da rol oynamıştır. Fakat din unsurunun da önemli bir etken
olduğu unutulmamalıdır.
Son yüz yıl içinde Arap ülkelerindeki
petrol zenginliği ve Türkiye’nin enerji hattında önemli bir konuma sahip
bulunması diğer ülkelere göre bir üstünlük sağlamasını gerektirirken bu durum
avantaja çevrilememiştir.
Petrolden önce de, petrolden
sonra da geri kalmışlık varsa din unsurunun eksik bilinmesi ya da yanlış
uygulanması rol oynuyor demektir.
Biz Kuran’ın felsefesini din
bilimci olmayan bir görüşle ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Kuşkusuz konunun
uzmanları din konusunda çok şeyleri ortaya koymuşlardır. Fakat bir bütün olarak
ve halkın anlayacağı sadelikte bir çalışmanın sunulması gereği zorunlu
olmuştur.
1400 yıl öncesinde İslamiyeti
kabul edenler, başta Yüce Peygamber olmak üzere inkârcılara karşı büyük
mücadele vermişlerdir. Günümüz Türkiye’sinde insanların tamamına yakını Müslüman
oldukları için böyle bir sorun görülmemektedir. Hem kimlik kartlarında, hem de
gönüllerinde taşıdıkları “İslam” ünvanıyla mutlu birliklerini
sürdürmektedirler. Herhangi bir şikâyetleri bulunmamaktadır.
Ancak Yüce Kuran’ı iyi bilmeyen
bazı suni sorun çıkarıcılar gerek dini konularda, gerekse cami cemaatinde öne
atılarak kendilerini inananlar yerine koymakta, diğer insanları inanmayanlar
olarak kategorize etmektedirler. Kullandıkları tek argüman, camiye ya da oruca
yakın olduklarını ima etmektir. Oysa kimse kimsenin namaz kılıp kılmadığını,
oruç tutup tutmadığını bilemez.
Elbette Yüce Kuran, namazın;
hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyacağını belirtmektedir. (Ankebut 45) Bu kural
diğer ibadetler için de geçerlidir.
Yeri gelmişken Yunanistan’ın
küçük bir şehrindeki küçük bir kilise gözlemimizi paylaşalım: Elindeki poşetten
marketten alışveriş yaptığı anlaşılan 40’lı yaşlarda ve normal giyimli bir
kadın kiliseye girer. Poşeti (naylon torbayı), giriş kapısının kenarına
bırakır. Önceden hazırlanmış ve oraya bırakılmış bir parça ekmeğin üzerinde
orada bulunan hazır mumlardan birini yakar. İleriye doğru biraz yürür. Karşı
duvardaki bir resme içtenlikle bakarak dua eder. Sonra arkasına dönmeksizin
saygıyla geri geri kapıya kadar gelir ve poşetini alarak çıkar. Hepsi 45 saniye
sürmüştür.
Müslümanlıkta abdest alma süreci
ve namaz bu kadar kısa değildir. Oruç, bir aydır. Hac, eskinin ulaşım
imkânlarıyla aylarca sürmektedir. Böylesine meşakkatli ibadetleri yapıp
arkasından hayâsızca hareketlerde bulunmak bu ibadetleri geçersiz kılacaktır.
Yüce Kuran, insanları ibadet yapmaya yönelterek suç işlemekten uzaklaştırmayı
hedeflemektedir.
Yüce Kuran, eylemli bu
ibadetlerin yanı sıra zekât vermeyi ve dua etmeyi de zorunlu addetmektedir.
Zekât, fakir insanların başkaca
yardım görmeyeceği dönemlerde en önemli görevlerden sayılmıştır. Ancak
günümüzde devletçe oluşturulan sosyal yardım kuruluşları bu ihtiyaca cevap
verir olmuştur.
Dua etme ise en çok Allah’ı
anmakla yerine getirilir. Yüce Kuran’da “Allah'ı anmak elbette ibadetlerin en
büyüğüdür” diye yer alır. (Ankebut 45) Allah’ın gönülden yalvarılarak, gizlice
ve sessizce sabah akşam anılmasını ister. Dolayısıyla kimin ne ölçüde dua
ettiği ve Allah’ı andığı bilinemez. İslam’da duanın, ruhları sakinleştirdiğine
inanılır.
Dikkatleri namaza ve oruca
çekerek Yüce Kuran’ın diğer emirlerini ikinci plana almak en büyük gaflettir. Hiç
kimse bir ayeti diğerinden önemsiz görme cüreti gösterememelidir. Müslümanlığın
tek ölçütü kimin namaz kılıp kılmadığı, kimin oruç tutup tutmadığı şeklinde
gösterilerek Allah’ın diğer emirleri üstün körü geçilemez.
Allah’ın bu emirlerinden birkaç
örnek verelim:
İnsanlar adaletli olmalıdırlar.
Ölçüyü ve tartıyı tam
uygulamalıdırlar.
Emanetleri, ehil olanlara
vermelidirler.
Mallarını gösteriş olsun diye
harcamamalıdırlar.
İsraf etmemelidirler.
Haksızlık yaparak haram
yememelidirler.
Birbirlerini arkadan
çekiştirmemelidirler.
Birbirlerinde kusur
aramamalıdırlar.
Birbirlerini kötü lakaplarla
çağırmamalıdırlar.
Başka birileriyle alay
etmemelidirler.
Kendilerine emanet edilen
şeylere özen göstermelidirler.
Verdikleri sözleri yerine
getirmelidirler.
Yeminleri kötüye
kullanmamalıdırlar.
Anaya, babaya, yakın akrabaya,
yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, arkadaşa, yolda kalmış
yolcuya, köleye, cariyeye ve hizmetçiye iyi davranmalıdırlar.
Allah'ın rızasını gözeterek
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere
yardım etmelidirler.
Bir selam ile selamlananlar, onun
daha güzeliyle karşılık vermelidirler.
Engellilere, yapamayacakları
görevler yüklememelidirler.
Bu ve benzeri kurallar, hem 1400
yıl öncesinin, hem de günümüzün olmazsa olmazlarıdır. Namaz, oruç gibi
ibadetlerle birlikte bu tür emirler de yerine getirilirse toplumlar ileriye
giderler. Günümüz Türkiye’sinde ve Arap dünyasında Allah’ın bu emirleri
yeterince uygulanmadığı için ayaklar birbirine dolaşmakta ve yerinde
sayılmaktadır.
Sadece namaz kıldıklarını ve
oruç tuttuklarını ima ederek Allah’ın emirlerini yerine getirdiklerini
sananlar, konularına göre Yüce Kitabımız hazırlanıp önlerine konulduğunda
neleri gözden kaçırdıklarını o zaman göreceklerdir.
Vicdanların belirlediği
konularda kendilerini müneccim yerine koyarak başkasını ötekileştirenler
insanlık suçu işlemektedirler.
İslam ülkesi insanları bu
tutumlarından vaz geçmedikleri takdirde geri kalmış ülke olmaktan
kurtulamayacaklardır. Bugün bile dünyadaki duruma baktığımızda sadece Müslümanların
diğer Müslümanları öldürdükleri akıl dışı savaşlara tanık olmaktayız.
Bunun için diyoruz ki din,
insanların vicdanlarının sesidir.
İnsan ile vicdanı arasındaki
ilişkilerin bütünüdür.
O ilişki içerisine diğer bir
insan müdahaleci olmamalıdır.
Siz hiç komşunuzun dilini ödünç
alıp konuşabilir misiniz?
Ya da beyazsanız zenci olabilir
misiniz?
İşte bütün bu olumsuzlukların
altında bilgi eksikliği yatmaktadır.
Yüce Kuran'ın konularına göre
yeniden dizaynının yapılarak 76 milyonun tamamının bilgisine sunulması hem
insanlarımızı bilinçlendirecek, hem de kötü niyetli aracıları haksız kazanç
kapısından uzaklaştıracaktır.
76 milyonun tamamı bilgi sahibi
olunca, eskiden sadece kendilerini inananlar gibi görenlerin takkesi önlerine
düşecektir. Şimdi artık herkes kutsal kitabını daha yakından tanıma imkânı
bulmuş olacaktır. Hatta kötü niyetlilerin kötü emellerine karşı Kuran’ına sahip
çıkacaktır.
Sıfır yılından 600 yılına kadar
dünyada pek çok gelişmeler olmuştur. Bu gelişmelerin yansıması Yüce Kuran’da
mevcuttur. Günümüz Türk insanı, geçmişte bu farkı anlayamamışken, Kuran
konularına göre düzenlendiğinde kendi geri kalmışlığını anlayacak ve farkı
kapatmak için var gücüyle çalışacaktır.
Çünkü yeni düzenleme, din
bilgisi konusunda alt yapısı olmayanları besleyecek formatta olacaktır.
Avrupa'nın gelişmesinde önemli
katkısı bulunan matbaanın kabulünde 300 yıl kadar geç kalışımızın önemli
nedenlerinden biri de dinseldir. Aynı hatanın bilgisayar çağında da yapılması
tam anlamıyla bir hezimet olur. Ancak çok iyi kullanılırsa da fark hızlı
kapanır.
Türk halkı, konularına göre
düzenlenen Yüce Kuran’ı okuyarak Yüce Allah’ın mesajlarını birinci elden
aldığında sorun çözülmüş olacaktır.
Zaman, Yüce Kuran'ın konularına
göre düzenlenme zamanıdır.
Kolay gelsin..!
Hayırlı olsun..!
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil