22 Nisan 2014 Salı

TÜRK’E KURAN NAKLİ



ÖNSÖZ

            Dedem Tahsin Özdemir bir Osmanlı Kadısı torunuydu. Osmanlıca biliyordu. Cumhuriyet sonrasında Osmanlıca yazıların Türkçeye çevrilmesi konusunda bilirkişilik yapmıştı. Yaşamının uzunca bir bölümü muhtarlıkla geçmişti.

            Bu çalışmada paylaştıklarım, onunla geçmişte yaptığımız dinsel sohbetlerimizin özüdür.

            Ona göre Kuran “anlaşılır” şekilde tercüme edilmeliydi.

            Din hizmetlerinde “ücret” olmamalıydı.

Rahmetle, şükranla, sevgiyle anıyorum. Ruhu şad olsun.



DİN


Hukuksal metinlerde din, dil, ırk, mezhep, renk, milliyet, cinsiyet gibi kavramların birlikte anıldığı görülmektedir. Bunun açık örnekleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde (Madde 2),  Anayasada (Madde 10) ve Türk Ceza Kanununda (Madde 3) mevcuttur.

Her biri insan yaşamı için çok önemli değerlerdir. İstisnalar dışında doğuştan insana geçerler. Ücretle satın alınmazlar.

Bizim ele alacağımız “din” böylesine önemli değerlerden biridir.

Dil, insanların birbirleriyle konuşup anlaşmasını sağlıyorsa din de inançlı insanların tanrıyla iletişim kurmasını sağlamaktadır.

Dilsiz biri söyleyeceklerini ifade etmede güçlük çekiyorsa ve anlatamadığı için sıkıntıya girip sinirleri bozuluyorsa, herhangi bir dini olmayan da manevi dünyasında benzer eksikliğin sıkıntılarını duyacaktır. Çünkü din, manevi tatmin aracıdır. Dinin değeri, tıpkı hava gibidir, olmadığında anlaşılır.

Uzun süre konuşmadığı anlaşılan kimseler için “Dili şişmiş” denilir.

Uzun süre konuşmadıktan sonra konuşma fırsatı bulana “Dilinin bağı çözüldü” denilir.

Yani dil böylesine önemli ve vazgeçilmez bir değerdir.

Din de böyle midir?

Neme lazım denilebilir mi?

Belki bu satırların okunduğu sırada fiilen din ile irtibatlı değilizdir. Fakat insan yaşamında din’in olmaması mümkün değildir.

Zira din, doğum öncesi başlar.

Anne ve baba hangi dindense anne karnında bebeğe geçer.

Kişi, hayat boyunca din ile yaşar.

Bebekken nazar değmesin diye okunmuştur.

Çocukken sünnet olmuştur.

Evlenirken imam nikâhı kıyılmıştır.

Oruç tutmuştur ya da fitre vermiştir. Bir yakınının cenaze törenine katılmıştır.

Bunlardan hiçbirini yapmazsa dahi beklenmedik bir olay karşısında “Allah Allah” diyerek hayretini dile getirmiştir.

Öfkelendiği birine “Allah cezanı versin ya da Allah iyiliğini versin” diye bedduada veya duada bulunmuştur.

Kişilerin din ile ilişkileri öldükten sonra da devam eder.

Kapı duası yapılır.

Cenaze namazı kılınır.

Ruhuna Fatiha okunur.

Din öyle bir gerçektir ki uğruna savaşlar yapılmıştır. Olmazsa olmaz bir öğedir.

“Şu din davasını bir kenara bırakalım, işimize gücümüze bakalım” diyemeyiz.

İnsan yaşamına doğrudan girmiştir.

Bu denli öneme sahip din’i Türk Dil Kurumu sözlüğü “Tanrı'ya inanmayı sistemleştiren toplumsal bir kurumdur” diye tanımlamaktadır.

Bu tanımı açarsak şunları görürüz:

Birincisi din, Tanrıya inanmayı gerektirir.

İkincisi din, toplumsaldır. Kendisinden başka o dili bilmeyen biri, toplumun öbür bireyleriyle anlaşamayacağı gibi kendisinden başka mensubu olmayan biri için de o dinin bir anlamı olmayacaktır. Bu nedenle insanların çoğu tek Allah olan bir dine bağlı olarak yaşamayı tercih etmektedirler. Bu oran dünyada yüzde 97,3 iken Türkiye’de de benzer bir oranla yüzde 97,5’tir.  (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ateizm)

Müslümanlıktan önceki Hıristiyanlık dini bir miladın başlangıcına vesile olmuştur. Sıfır yılı ile başlamıştır. Bugün dünya nüfusunun yüzde 32’si Hıristiyandır.

Son din olan Müslümanlık ise 600 yıl daha çağdaştır.

Fakat bir çelişki vardır. Buna göre dinde çağdaş olması gereken toplumlar, gelişmişlik itibarıyla çok geridedirler.

Burada Müslüman Türkler için iki istisnayı belirtmemiz gerekir.

Birincisi, 1300-1600 yılları arasında Osmanlı Devleti dünya ölçeğinde büyük bir çıkış yakalamıştır. Hıristiyanlar Avrupa’da engizisyon mahkemelerinde insanlarını kilisenin etkisiyle haksız yargılamalarla işkenceye tabi tutarken Osmanlı Devletinin önemli şehirlerinde akıl hastalarını bile müzikle, su sesiyle, çiçek kokularıyla tedavi eden külliyeler kurulmuştur.

İkincisi, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan itibaren 1938 yılına kadar 15 yıl süreyle aydınlanma dönemi yaşanmıştır. Büyük Atatürk’ün önderliğinde birçok devrimle birlikte eğitim, sanayi, ekonomi, dış siyaset ve sanat konusunda büyük hamleler yapılmıştır.

Bu iki istisna dışında bütün Müslüman ülkeler geri kalmışlık düzeyinden kurtulamamışlardır. Örneğin Müslüman Kuveyt’te fert başına düşen milli gelir, gelişmiş Hıristiyan ülke rakamlarına ulaşmaktaysa da bunun halka yansıması oldukça alt düzeydedir. Petrol gelirlerinin çoğu Emir ya da Kral ile onların yakınları tarafından kullanmaktadır.

Osmanlı Devletinde halifeliğin kabul edilişiyle dinin yönetime karıştırılması, 1440’larda icat edilen matbaanın 1728’lere kadar Anadolu’ya sokulmaması, buna karşılık Avrupa’da rönesans ve reformlarla aydınlanma döneminin başlatılması ve dinin siyaset dışında bırakılması çarkın ters yönde işlemesine yol açmıştır. Ardından buhar gücünün, endüstri sektörünü ateşlemesi farkı iyice açmıştır.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinde Büyük Atatürk’ün erken ölümünden sonra onun yakaladığı çıkış sürdürülememiştir. İkinci dünya savaşının başlaması ülkeyi gergin bekleyiş içine sokmuştur. Çok partili sisteme geçildiğinde ise iki kutuplu dünyada Sovyet tehdidinde iken Amerikan yanlısı bir tutum izlenmiştir. Bu arada tarımın kısmen makineleştirilmesiyle ferahlık yaşanırken diğer hususlarda herhangi bir atılım sağlanamamıştır. Akdeniz kuşağı insanının tembel yapısı, devlet politikasıyla aktif hale getirilememiştir. Büyük Atatürk döneminde kapatılan tekke ve zaviyeler faaliyetlerine yeniden devam ettirilmişlerdir.

Eğitilemeyen, bilinçlendirilemeyen, dinamik hale getirilemeyen halk bunalıma girmiş ve ülke her on yılda bir askeri müdahale ile karşı karşıya kalmıştır.

Okul sayısında aynı artış yokken neredeyse yılda bin kadar cami inşa edilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı 140 bin çalışanıyla sekiz bakanlığın bütçesinden daha büyük paya sahip hale getirilmiştir.

“Bir ülke, Diyanet’e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?"  (http://www.milliyet.com.tr/2007/06/21/yazar/dundar.html)

Öte yandan kıdemli siyasetçilerden Osman Bölükbaşı’nın sözü çok manidardır: “Siyasette kaldığım çok uzun yıllar boyunca bütün sektörleri tetkik ettim ve getirisi en yüksek olanın din ticareti ve din sömürüsü olduğunu gördüm!” (Emin Çölaşan, Sözcü, 26 Şubat 2014)

İşte insan yaşamı için olmazsa olmaz dediğimiz din, asıl işlevinden böyle çıkarılmakta ve bir millet böyle afyon yutmuş hale getirilmektedir.

Böylesine önemli din olgusu içerisinde üç önemli unsur vardır: Allah, Peygamber, Kutsal Kitap.

Yahudi toplumunun kabul ettiği Musevilik dininde tek Allah, Musa Peygamber ve Tevrat vardır. Hıristiyanlık dininde yine tek Allah, İsa Peygamber ve İncil’i görürüz. Müslümanlık dini için baktığımızda Allah’ı, Muhammed Mustafa’yı ve Kuran’ı anlarız.

Görüldüğü üzere dinlerde yöntem ve hedef aynıdır. Her şeyin üstünde bir iktidar, bir güç vardır. Bu güç yaratıcıdır.

Bu gücün yeryüzünde bir elçisi vardır. Ya da yol göstericisi de denilebilir. Hatta uygulayıcısı denilse de yanlış olmaz.

Son olarak uygulayıcının, yukarıdaki iktidardan aldığı uyarı ve emirlerin yazılı olduğu kutsal bir kitap vardır.



İSLAM DİNİ


İslam, 610 yılında Suudi Arabistan’ın Mekke şehrindeki Hıra mağarasında Yüce Muhammed’e, Yüce Allah’tan vahiy gelmesi üzerine oluşmuş bir dindir.

570 yılında doğan Yüce Muhammed kırk yaşına kadar ticaretle uğraşmış, özellikle Mekke Şam yolunda sayısız kere kervanlarla ticaret yapmıştır. Babasının erken ölümü üzerine ilk Şam yolculuğunu amcasıyla birlikte oniki yaşında gerçekleştirmiştir. Yirmibeş yaşına geldiğinde, yine kendisi gibi ticaret yapan Hz. Hatice ile evlenmiştir.

Mekke ile Şam arası 2500 kilometredir. O yıllarda gelişmiş medeniyetlerin yerleştiği güzergâhtır. İnsanların, diğer insanlarla ilişkileri, genç Muhammed’in doğup büyüdüğü çevreye göre çok daha ileri düzeydedir. Sosyal, ekonomik ve kültürel yönden yaşam standardının yüksekliği, bu farkı net olarak gösterebilmektedir.

Yüce Muhammed’in yaşadığı Mekke ve çevresinde güçlülerin hâkimiyeti söz konusudur. Çok sayıda suç işlenmektedir. Yoksulluk nedeniyle çocukların öldürüldüğü, özellikle kız çocuklarının diri diri kuma gömüldüğü bir ortam mevcuttur. Suçluların işledikleri yanlarına kâr kalmakta, bu durum onların daha da azgınlaşmalarına yol açmaktadır. Bundan cesaret alarak başka kötü niyetliler de ortaya çıkmakta ve toplum iyice kaos havasına bürünmektedir.

Tam da bu sırada Yüce Allah’tan, Yüce Muhammed’e vahiy gelmeye başlar. İlk gelen vahiy “oku”dur. 

Devam eden vahiylerde de kişilerin birbirleriyle ilişkilerinde takip edecekleri kurallar verilmeye başlanmıştır. Gelen bütün vahiyler aslında Allah’ın uyarıları ve öğütleridir. Muhammed onları “oku”malı ve insanlara duyurmalıdır.

Zira yeni Müslümanlık, dosdoğru bir dindir ve kişi kendini bu dine adamalıdır. Aksi takdirde inkârcı durumuna düşer. Bu da aleyhine olur.

Öyle ki Kuran, insanları “Artık Müslüman oluyor musunuz” diye ısrarlı bir takiple yeni İslam dinine çekme yönünde çaba sarfetmiştir.

İnsanlar en çok “Atalarımızı hangi din üzerinde bulduysak biz de onların dinlerine uyarız” diyerek direnmişlerdir. Sonuçta Muhammed’le birlikte en doğru dinin bulunduğu açıklanarak son peygamber ve son din tescil edilmiştir. Hâlâ inkâr edenlerin ise cezalandırıldıkları ifade edilmiştir.

Dikkat edildiğinde gelen vahiyler bir esenliği, bir barışı çağrıştırmaktadır. İnsanların huzur ve barış içinde yaşamaları gerektiği öne çıkarılmaktadır. Dolayısıyla yaşanagelen suç çeşitlerine son verilmesi istenmektedir. Bunun için emir olarak gelen uyarı ve öğütlere boyun eğip teslim olmak gerekmektedir. İşte buradaki teslimiyetin karşılığı olarak ortaya çıkan Müslümanlık dini ilk olarak Yüce Muhammed tarafından kabul edilmiştir. Başka bir ifadeyle Yüce Muhammed, Müslümanların ilki olmuştur. Sonra sırasıyla ailesi, yakın çevresi, Mekke halkı ve Araplar bu dini kabul etmişlerdir.

Vahiyler sonrasında Allah, insanlar için din olarak İslam’ı seçtiğini, beğendiği bu dini ikmal ederek insanlar üzerindeki nimetini tamamladığını belirtmiştir. (Maide 3) Böylece İslam dini adeta tescil edilmiştir.

İşte bu tescil İslam dini için bir zafer günüdür. Çünkü bu zafer gününde insanlar kitleler halinde Allah’ın dinine girmişlerdir.

Dinin adı barışı çağrıştırmaktadır. Barış ise, kendisinden önceki savaş dönemini bitiren bir anlaşmadır. Bu anlaşmanın metni Kuran hükümleridir. Bu nedenle insanlar Kuran’a mutlaka uymalıdırlar.

Kuran, herkesin yeni bir din olan İslam’ı kabul etmesini istemiştir. İnsanların bu yeni dini kabullenmeleri konusunda Yüce Peygamber büyük mücadelelerde bulunmuştur. Sonuçta yeni bir din doğmuştur. Bir kişinin yeni bir dinin oluşumunu sağlaması büyük bir devrimdir. O kişinin yüceliğidir.

Dinin adı İslam’dır. Yani “Barış”tır.  Bütün mesele Kuran’la birlikte ortaya çıkan barış manzumesinin insanlar tarafından en iyi şekilde anlaşılmasını sağlamaktır.

Orta Asya’dan göç ederek Hazar gölünün güneyinden geçen Türkler ise 700’lü yılların ikinci yarısından itibaren İslam dinini kabul etmişler ve Anadolu’ya Müslüman olarak girmişlerdir.

Bugün dünya nüfusunun beşte biri Müslümandır. Hıristiyanlıktan sonra ikinci büyük dindir.

İslam dini, kendisinden önce ortaya çıkmış olan Hıristiyanlıktan 600 yıl daha moderndir. Bu gerçeği ünlü yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy şu sözleriyle ifade etmektedir: "İslâm, en son ve en büyük dindir. Eski dinlerde ise her şeyden fazla tuhaflıklar, her çeşit batıl inançlar ve hurafeler vardır."

Belki de Tolstoy, Musa’nın yere attığı asasının yılana dönüşüp büyücülerin büyülerini yok ettiğini, koynuna soktuktan sonra elinin bembeyaz olmasını kastediyordu. Ya da İsa’nın henüz beşikteyken konuştuğunu, çamurdan kuş şeklinde yaptığı şeyin içine üflediğinde kuş olup uçtuğunu, körü ve cüzzamlıyı iyileştirdiğini anlatıyordu.

Büyük Atatürk ise İslam dini için şunları söylemiştir: "İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir."



İSLAM’IN KUTSAL KİTABI


610 yılından itibaren gelen vahiyleri insanlara duyurma görevi verilen Muhammed, Müslümanların ilki olmakla birlikte İslam dininin peygamberi de olmuştur. Öldüğü 632 yılına kadar gelen vahiyler kelimesi kelimesine muhafaza edilmiş, Halife Osman döneminde İslam dininin kutsal kitabı olarak Kuran ortaya çıkmıştır.

Aslında Allah, uyarılmaları için her topluma peygamberlerini göndermiştir. Bununla birlikte bazı toplumlara da kitaplar gönderilmiştir. Yüce Kuran, İslam öncesi dinlerin kitapları olan Zebur, Tevrat ve İncil’i kutsal görmektedir. Bu kitaplar arasından sadece Kuran’ın, sonsuza değin Allah tarafından korunacağına ve insanlara indirilmiş olan son kutsal kitap olduğuna inanılmıştır.



ALLAH


İslam dininde; Allah, Tanrı, İlah, Rahman, Hak, Rab, Yaratan, Yaratıcı aynı anlamda kullanılmaktadır. Tanrı sözcüğü daha geneli ifade etmekle birlikte Allah, Arap dünyasında kullanılmaktadır. Müslüman Türkler de daha çok Allah adını kullanmaktadırlar.

Tanrı, insanların çeşitli zamanlarda, çeşitli varlıklara taptıklarıdır. Bazen putlar, bazen güneş, ay gibi cisimler tanrı olarak kabul edilmişlerdir. Putlar görülebilen varlıklardır. Kendilerine zarar veremedikleri gibi yarar da sağlayamazlar. Birden çok olabilirler. İbrahim peygamberin babası Azer’in de bir put atölyesi olduğu bilinmektedir.

Allah ise evrenin ve canlıların yaratıcısı olarak kabul edilen, gözle görülmeyen, mesajlarını peygamber ile duyuran ve duyuruları kutsal bir kitapta toplanandır.

Biz şu gerçeği biliyoruz: Eğer dünya, güneşten daha fazla uzakta olsaydı canlılar tümüyle donardı. Daha yakın olsaydı kavrulurdu. Demek ki dünya, güneşe en doğru mesafede durmaktadır. (https://www.kampusweb.com/makaleler/varmi.html?gclid=CKuAmc798LwCFUoOwwodqhoAfQ)

Dünya ile güneş arasındaki bu mesafeyi insan düzenlemediğine göre düzenleyene inanmak gerekmektedir.

İşte insanlar bu gerçekte olduğu gibi açıklayamayacakları durumlar karşısında bir gücün olduğuna inanmışlar ve inandıkları bu güce Allah adını vermişlerdir.

Kendilerine zarar veremediği gibi yarar da sağlayamayan putlara bile Tanrı denilirken Allah, Müslümanların tek tanrı olarak kabul ettiğidir. Allah, bir annenin merhametinden daha fazla merhamet sahibidir. Mülkte ortağı yoktur. Düşkünlükten dolayı yardımcıya ihtiyaç duymaz. Çocuk edinmemiştir. Bir biçim, bir şekil değildir. Her şeydir.

Allah, her Müslümanın aklıyla ve gönül gözüyle gördüğü gibidir.

Bazen de örnek olayda anlatıldığı gibi insanın ruhunun derinliklerindedir:

 “Bir gün çelimsiz, küçük bir kız çocuğu, sokağın köşesine oturmuş; yiyecek, para ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık giysiler vardı. Yüzü gözü kir içinde, perişan bir haldeydi.

Kız dilenirken, sokaktan genç, canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti ama belli etmemek için dönüp ikinci kez bakmadı. Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış akşam sofrası onu bekliyordu.

Fakat az sonra düşünceleri tekrar o fakir kıza takılıverdi. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu. Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti: Böyle durumların var olmasına izin verdiği için…

Ve şöyle bir cümleyle yakındı içinden: ‘Allah’ım, böyle bir şeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için bir şeyler yapmıyorsun?’

Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti:

‘Yaptım. Seni yarattım!” (Uğur Koşar, Allah De Gerisini Bırak, s.71)

Allah’a inananlar aslında Allah’ın her şeye gücü yettiğine inanmaktadırlar. Çünkü Allah demek “Her şeye gücü yeten” demektir. Bu tanımlamanın içi o kadar doludur ki Allah’ın büyüklüğünü ifade edecek başka tabir aramaya gerek yoktur. Ancak yine de İslam’ın kutsal kitabı, Allah’ın yüceliğini çok yerde yinelemiştir.

Günümüzdeki gibi bir devlet yapılanması oluşmadığı için toplumsal yaşam kurallarına uymayanların suç işleme alışkanlıklarından uzaklaştırılmaları için Allah’ın güçlü olduğu iması sıkça kullanılır olmuştur. Buna göre kötülük yapanlar cezalandırılacak, iyilik yapanlar ise ödüllendirileceklerdir. Ceza için koşulların çok ağır ve zor olduğu cehennem vardır. Ödül için albenisi yüksek cennet olanakları hazırdır.

Kuran’a göre cezalar ve ödüller öbür dünyadadır.

Cezanın ve ödülün amacı aynıdır: İnsanları suç işlemekten caydırmak.

Ya ateşte yanacakları cehennem ya da krallar gibi yaşayacağı bir cennet…

Suç işlememeli ki cehennemde yanmasın.

Suç işlememeli ki cennetin imkânlarından mahrum kalmasın.

Burada Yüce Kuran’ın şu özelliğine dikkat çekebiliriz: Günümüzde cezalar, ceza kanunlarında sistemli olarak belirlenmişken ödüllere yönelik kapsamlı iyileştirmeler yoktur. Oysa Kuran ödüllere, en az cezalar kadar yer vermiştir.

Ayrıca Kuran'da ceza sorumluluğu şahsîdir. Her kişi kendi günahıyla yani kendi suçuyla mahkûm olur. Hiç kimse başkasının suçunu ya da günahını yüklenemez.

Kuran, kişinin işlemediği bir şeyle cezalandırılmayacağı garantisini de getirmiştir.

En önemlisi de bir peygamber gönderilmemişse ve neyin suç olduğu insanlara duyurulmamışsa ceza verilmeyeceği teminatı getirilmiştir.

Önceki nesillerin anlattığı gibi insanlar güneş, ay, put, buzağı heykeli gibi görünen tanrılardan ne ceza, ne de ödül görmüşlerdir. Özellikle putlar, hayat bulmaz ölülerdir. Bir şey yaratmadıkları gibi kendileri yaratılmışlardır. Dolayısıyla onların tanrılığı şüphe götürür olmuştur. Bu nedenle gerçek tanrı; güneşi, ayı, heykeli de yaratan ve her şeye gücü yeten Allah’tır.

İslam’ın kutsal kitabının, Allah’ın gücünü sıkça gündeme taşımasının önemli nedenlerinden biri de Muhammed’in Müslümanların ilki olma süreciyle başlayan Müslümanlaştırma hareketinin devamlılığını sağlayabilmek içindir. Zira o dönemde sıradan bir insanın yepyeni bir dine geçmesini sağlamak sanıldığı gibi kolay değildir. Cahiliye dönemi insanını bir çırpıda geçmiş alışkanlıklarından vaz geçirerek yeni bir yaşam biçimine döndürmenin zorlukları vardır. İşte bu noktada Allah’ın her şeye gücü yettiğinin sıkça vurgulanması toplumun kafasında yer ettirilmek istenmiş ve insanların İslam’a geçmeleri için bu büyük güçten yararlanmak istenmiştir.

Kuran, önce Allah’ın bu çok çok büyük gücünü insanlara sindire sindire kabul ettirmiş, bu büyük güç pekleştirildikten sonra bir sistem dâhilinde diğer mucizeleri gerçekleştirmiştir.

Şunu da belirtelim ki Kuran, Allah’ın gücü konusunda insanları net olarak inandıramasaydı bugün İslam dininden söz edilemezdi.

Bununla beraber “Ben Müslümanım” diyen birinin Kuran’da yazılı özelliklere sahip Yüce Allah’a inanması gerekir. Aksi takdirde Müslüman olma iddiası boşa gider.

Yüce Kuran’a göre İslam dinine yapılan çağrıyı kabul ettikten sonra Allah hakkında tartışmaya girmenin bir manası yoktur. Aksi takdirde öbür dünyada ceza vardır.

Allah’ın birçok emri, birçok defa ve çeşitli ifadelerle Kuran’da yer bulmuştur. Dolayısıyla Yüce Peygamber, aldığı her emri duyurma ile sorumlu olduğundan birden çok kere insanlara aktarmıştır. Çoğu kere aynı emirler, farklı cümlelerle ifade edilmiştir. Fakat meram aynıdır.  Böylece hem duyurulan insanlar, hem de Kuran’dan okuyanlar Allah’ın emirlerini perçinleşmiş olarak öğrenmişlerdir.

Kuran, Allah’ın gücünü anlatırken şu ifadeleri kullanmıştır:

Büyük arşın sahibi Allah’tır. Celle Celaluhu’dur. Şanı yücedir.

Mülk ve yönetim Allah’ın elindedir.

Gökleri ve yeri Allah yaratmıştır.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. 

Gökler, O'nun sağ elinde dürülmüş haldedir.

Yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka tabaka yaratmıştır.

Göğü kandillerle donatmıştır.

Yeryüzü tamamen O'nun avucundadır.

Yeryüzünü uzatıp döşemiş ve onda oturaklı dağlar ve nehirler vücuda getirmiştir.

Bir şeyi yaratmak istediğinde ona sadece "Ol" demesi yeterli olmuştur.

Güneş, dünya, ay, yıldızlar Allah tarafından yaratılmıştır.

Güneş'i ısı ve ışık kaynağı; ayı, hesabı ve yılların sayısı bilinsin diye yapan Allah’tır.

Geceyi gündüze sarıp bürümektedir.

Bulut, rüzgâr, yağmur, şimşek Allah tarafından yaratılmıştır.

İnsanı Allah yaratmıştır. Yaşam süresini de Allah belirler.

İnsanlara ulaşan her nimet Allah'tandır.

İnsanlara sıkıntı dokunduran da, sıkıntıyı kaldıran da Allah’tır.

Hayvanları Allah yaratmıştır.

Hayvanlardan süt, arılardan bal elde edilmesini Allah sağlamıştır.

Kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları gökte tutan Allah’tır.

Bitkileri Allah yaratmıştır.

Allah, gökten indirdiği yağmurla toprağı yeniden diriltmiştir. Hurma ve üzümlerden sarhoş edici bir içecek elde edilmesini sağlamıştır.

Yeryüzünde yetişen meyveler ve sebzeler aynı su ile sulanmalarına rağmen lezzetçe birbirinden farklı kılınmıştır.

Allah, gizlenen ve açığa vurulan her şeyi bilir.

Allah’ın sözleri o kadar çoktur ki denizler mürekkep olsa yetmez.

Allah, yaşayışı şımarıklığa ve gösterişe yol açmış nice toplumları yok etmiştir.

İnsanları, gerçeğe ve doğru yola sadece Allah götürür. Ortak koşanlar ve inkârcılar zandan başka bir şeye uymazlar. Zira zan, ilimden hiçbir şeyin yerini tutmaz.

Allah, inkâr edenlerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde indirmiştir. Kalplerindeki hastalığı daha da artırmıştır.

Allah, korktuğu için dininden dönenlerin yerine korkmayan bir kavim getirebilir.

Kimin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.

Her canlı ölümü tadacaktır. Canı alacak ölüm meleği Allah tarafından görevlendirilmiştir.

Allah, öldükten sonra insanları yeniden diriltecektir. Böylece inkâr edenler ve inananlar, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeği dirildiklerinde anlayacaklardır.

Kıyametin ne zaman gerçekleşeceği bilgisi sadece Allah’ındır. Kıyamet gününde Allah’ın şiddeti o denli kuvvetlidir ki her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. Kıyamet geldiği gün hiç kimse, Allah'ın izni olmadan söz söyleyemez.

İnsanların yeniden dirilip kötülerin ikinci hayatlarında cehennemde, iyilerin cennette yaşayacağı hususu sıkça işlenmiştir. Aslında bundan amaç birinci yaşamdaki hal ve hareketlerin kontrol altına alınmak istenmesidir. “Doğru”, “yanlış”, “iyi” ve “kötü” kavramları insanlar tarafından kolayca algılanabilmektedir. Bunun sonucu olarak kötü ve yanlış davranışlar insanları yaşanılası dünyadan bıktırabilmektedir. İşte birinci hayatta suçtan arınmış bir toplumda ve güven içinde, huzurlu olarak yaşamak gerekir.

Ama insanlar öyle bir yapıya sahiptirler ki örneğin gemi ile yolculuk yaparken fırtınalı bir havada alabora tehlikesiyle karşılaştıklarında buradan kurtulunca doğrucu vatandaş olacaklarını vaat ederler. Ancak karaya ulaştıklarında denizde yaşadıklarını unutup kötü davranışlarına devam ederler.

İnsanların yeniden dirileceği ve ikinci hayat yaşayacakları hususu her ne kadar inkârcılar tarafından yalanlansa da Müslümanlığı seçen insanlar Allah’tan gelen emirleri okuyup anlamak ve bunun sonucu olarak inanmak durumundadırlar. Aksi takdirde suçların frenlenmesi yönünde başarı sağlanamazdı.

Din, inancın eseridir. İnanç varsa din vardır. Dini kabul eden insanların, o dinin kurallarını yerine getireceklerine inanılır.

Kuran ayetlerini Allah göndermiştir. Ayetler, bir şairin ya da bir kâhinin sözleri değildir.

Sadece Allah’a ibadet edilecek ve sadece Allah’tan yardım istenecektir. Allah’tan başka tapılan şeyler de, Allah’tan başkasına tapanlar da cehennem odunudurlar. Diğer kötülere çıra olacaklardır.



ALLAH’A ORTAK KOŞMA


Allah'a ortak koşmak suçtur. Allah’ın alternatifi yoktur.

Kuran, Allah’a ortak koşanları bir pislik olarak tanımlamaktadır. Mekke ekonomisinin bozulması pahasına, onların Kâbe’ye gelmelerini yasaklamaktadır.

Ortak koştuklarından dolayı cehenneme girmeleri kesinleşenler için ne peygamberin, ne de inananların bağışlanma dilemesinin bir faydası olmayacaktır.

İnsanların, üzerinde ayrılığa düştüğü konularda gerçeğin ne olduğunu Allah bildirecektir. Yüce Peygamber ise ayrılığa düşülen konularda Allah’ın indirdiği ile hüküm verecektir. Gerçeği bırakıp kötülerin arzularına uymayacaktır.

Zira İslam öncesi cahiliye dönemindeki hükümler çok kötüdür. Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah'tan daha güzel hüküm veren kimse olamaz. Aksi takdirde Allah’a ortak koşulmuş olur ki doğrudan cehennemlik bir suçtur.

Ortak koşma, sadece Allah’a karşı yapılır. Peygamber’e ya da Kuran’a karşı ortak koşma suçu yoktur. Peygamber’e ortak koşmak demek, ortak koşanın da peygamberliğini ilan etmesi anlamına gelir ki bu inandırıcı olmaz. Öte yandan Kuran hükümleri de son noktasına kadar Allah tarafından gönderilmiş ve kitaba dönüştürülmüştür. Zira Allah’tan başka kimsenin yeni bir ayet getirme gücü bulunmamaktadır.

Hiç kimse Allah'ı aciz bırakacak davranışta bulunmamalıdır. Allah dışında hiç kimseye dua etmemelidir, yalvarmamalıdır.

Kuran’a göre veli sadece Allah’tır. Allah dışındakilerin ne insanlara, ne de kendilerine yardımları dokunur.

Putlar, hiçbir zaman tanrı edilmemelidir. Kendilerine çağrıldığında duymazlar. Duysalar da cevap veremezler.

Geçmişte insanlar; Lat, Uzza, Menat, Ba'l ya da Ved, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr gibi putlara tapmışlar, fakat rızık vermediklerini, çağrıları cevaplayamadıklarını görünce Allah'a yönelmişlerdir. Çünkü bu putların elleri ve ayakları yoktur ki tutamazlar, yürüyemezler. Gözleri ve kulakları yoktur ki göremezler, işitemezler.



PEYGAMBER


Peygamber, Allah’ın yeryüzündeki elçisidir. Allah’tan aldığı emirleri insanlara ulaştırır. Öyle ki peygamber, emirleri öncelikle kendisi uygular ve topluma örnek olur. Dolayısıyla her toplumun bir peygamberi vardır. Peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Hiçbirine zulmedilmez. 

Peygamber, Kuran’ı kavrayıp belletmekle görevlidir. İnsanların yeni din olan İslam’a geçmeleri konusunda büyük çaba harcamıştır.

610 yılından önce yaşamış nesillerde de peygamberler olmuştur. Allah, nasıl davranmaları konusunda sıkıntı çekmemeleri için toplumlara daima peygamberler göndermiştir. Zira sonradan bu insanlar “Bize ne yapacağımızı bildirmediler de biz yanlışlıkla o suçları işledik” demesinler.

Geçmişte kendilerine peygamber gönderildiği halde Allah’ın emirlerine aykırı hareket ettikleri için yok edilen toplum sayısı oldukça fazladır. Yüce Kuran’da buna dair örnekler yer almıştır.

Dört peygambere Allah tarafından kitap indirilmiştir. İlki Davut Peygamberdir. Kitabın adı Zebur’dur. Daha sonra Musa Peygambere Tevrat, İsa Peygambere de İncil kitabı indirilmiştir. Muhammed Peygambere indirilen kitap ise Kuran’dır. Bu arada önemli bir hususu da belirtelim ki Kuran son kitaptır, Muhammed de son Peygamberdir.

Muhammed Mustafa 570 yılında Suudi Arabistan’ın Mekke şehrinde doğmuştur. 632 yılında Medine’de hakka yürümüştür.

Kırk yaşında iken peygamberlik katına ulaşmıştır. Allah tarafından gönderilen vahiyleri insanlara duyurmaya başlamıştır. Bu görevi ölene kadar sürmüştür. Vahiyler tamamlandığında İslam dininin kutsal kitabı Kuran-ı Kerim ortaya çıkmıştır.

Hz. Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in, Allah tarafından verilen ikinci büyük görevi de Müslümanlığı yaymasıdır. Bir yandan elçilik görevini yerine getirirken bir yandan da ilk üyesi kendisi olan Müslümanlık dininin yayılmasını sağlamıştır. Allah’tan aldığı emir “Sen durmadan bu dine çağır ve emrolunduğun gibi dosdoğru yürü” şeklindedir. Yine de henüz yeni dine geçmeyenler vardır: Peygamber onları da şöyle uyarmıştır: “Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi mahşerde bir araya toplayacak ve aramızı bulacaktır."

İslam öncesinde koşulları çok ağır olan cahiliye dönemi yaşanmıştır. İnsanlar sapıklık içindedirler. Asma, kesme, kan davası, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, tefecilik, cinsel suçlar diz boyudur. Hâlihazırda bu coğrafyada yaşayanlar, inanmayanlardır. Kâfirlerdir. Barışı seçer de İslam’ı kabul ederlerse bu suçları işlemeyeceklerdir. İşlerlerse cehennem cezası görecekler ya da cennetin nimetlerinden mahrum kalacaklardır. Böylece İslam diniyle birlikte gerçek bir aydınlanma çağına girilmiştir. İlk gelen “oku” vahyinin anlamı büyüktür. Bilimden söz edilmektedir. Zan yerine gerçeğe yönelim vardır. Hak geldi, batıl gitti söylemi yaygınlaşmıştır. İşte Allah, ayetleri okuyan, kötülüklerden ve inkârcılıktan arındıran peygamber göndererek insanlara doğruyu öğretmiştir.

İslam’da peygamber, Allah’tan sonra anılan en yüce değerdir. İslam’ın şartlarından biri olan ve “Eşhedü en la ilahe…” diye başlayan kelime-i şahadette Allah’la birlikte peygambere de yer verilmiştir.  Müslümanların sıkça tanıklık ettiğini bildirdiği bu söz şu anlama gelmektedir: “Allah´tan başka tanrı yoktur ve Muhammed onun Peygamberidir."

Peygamberler için elçi, nebi, resul, şahit, müjdeci, uyarıcı gibi isimler de kullanılmıştır.

Bir davetçi ve ışık saçan kandil olarak görülmüşlerdir.

Toplumların ayakta durabilmesi için doğruyu ve iyiyi gösteren bir önder olarak gönderilmişlerdir.

Peygamberlere itaat edilecektir. Allah bunu peygamberlere bir hak olarak vermiştir. Öyle ki peygamberin, günahlarını bağışlamasını istediklerinin Allah tarafından affedilebileceği yetkisi hem peygamberin gücünü yükseltmekte, hem de bununla peygamberin görevi kolaylaştırılmaktadır. 

İnsanlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda peygamberi hakem yaparlar ve verdikleri hükümlere içlerinde bir burukluk duymadan inanırlar. Sözlerine itibar ederler.

Peygamberler, görevlerini Allah güvencesiyle yerine getirirler. Allah’tan başkasından korkmazlar.

İnkârcılıklarından dolayı cehennemde bulunanlar, üzerlerindeki azabın hafifletilmesi için cehennem bekçilerinden Allah’a dua etmelerini isterler. Cehennem bekçileri, peygamberlerinin onlara açıklayıcı bilgiler getirip getirmediğini sorarlar. Yanıt, getirdikleri yönündedir. Bu durumda cehennem bekçileri inkârcılara yardımda bulunmazlar. Ancak şu bilinir ki Allah, peygambere hem dünya hayatında, hem de kıyamet gününde yardım edecektir.

Peygamber, bir yandan Allah’ın emirlerini duyururken bir yandan da insanların Müslümanlık dinine geçmeleri yönünde gayret göstermiştir. Bu iki asli görevin yanı sıra Yüce Muhammed, bir de suçların önlenmesi için yırtınırcasına çaba harcamıştır. Çünkü içinde barış olan İslam dininde suç olmamalıdır. İşte onun bu gayretini ve yorgunluğunu gören Allah, peygamberin suç işleyenlerin vekili olmadığını, onların üzerine bekçi kılınmadığını belirterek Muhammed’e destek vermiştir. Desteğini şu sözüyle de kuvvetlendirmiştir: “Allah dileseydi, onlar suç işlemezlerdi, ortak koşmazlardı.”

Peygamberlik zor ve sorumluluk gerektiren bir görevdir. İnsanların refah içinde yaşamaları amacıyla gönderilmişlerdir. Buna rağmen toplum içinde hoşnut olmayanlar çıkmış ve kimi peygamberler öldürülmüşlerdir.

Görevleri sırasında peygamberlere zorluk çıkaranlar olabilir. Özellikle inkârcıların ve ikiyüzlü insanların eziyetlerine karşı sabırlı olunmalıdır. Ancak bu kişiler, peygamberlere karşı haddi aşmaları ve yaptıklarına son vermemeleri durumunda öldürülebilirler.

Geçmişte varlıklı bazı kişilerin, peygamberin de kendileri gibi bir insan olduğu, insan gibi yiyip içtiği yönündeki beyanları karşılığında Allah tarafından yok edildikleri ve yerlerine yeni nesiller getirildiği Kuran’da ibretlik olaylar olarak yer bulmuştur.

Peygamber döneminde de kimi insanlar, Musa Peygamberin asasını yere atınca ejderha olduğu gibi Muhammed’den de mucize beklemişlerdir. Ama Muhammed’in böyle bir mucizesi yoktur. O, normal bir insandır. Allah’tan aldığı emirleri iletmiştir. Bu işi ücretsiz yapmıştır. Eğer mucize aranıyorsa, Peygamberlik görevinin Muhammed’e verilmesinde aranmalıdır.

Peygamber, insanlara melek olmadığını, geçmişin ve geleceğin haberlerini bilmediğini, yanında Allah’ın hazinelerinin olmadığını söylemiştir. Kendisine vahyolunana uyduğunu tekraren belirtmiştir.

Peygamberin görev ve yetkileri Kuran’la belirlenmiştir. Özellikle yeni İslam dinini inkâr edenlere baskı kullanmaması, sadece nasihat vermesi istenmiştir. İnkârcılıkta ısrar etmeleri durumunda zor kullanma ve sorguya çekilme işi Allah’a aittir.

Yüce Peygambere ağır görevler yükleyen Allah, aynı zamanda büyük yetkiler de vermiştir. Öyle ki inkârcılara ve inanmış gibi görünenlere karşı sert davranmasını istemiştir. Zalimlerin iflah olmayacağını anladığında ellerinden geleni yapmalarını, kendisinin de onlara kötülük yapacağını belirtmiştir. Dünyanın sonunun inkârcıların aleyhine olacağını hatırlatmıştır.

Ancak günümüz bürokratlarından çoğu Yüce Peygamberin adalet anlayışını örnek almak yerine otokratik bir yaklaşımla insanların bir bölümünü ötekileştirmektedir. Kendileri gibi düşünmeyenlerin yerine kendilerine yakın olanları getirmektedirler. Emaneti ehline veriniz kuralını göz ardı etmektedirler. Neden böyle yapıyorsunuz, günahtır” denildiğinde ise kendilerini Allah yerine koyarcasına yakınını kollamakta, diğerleri için “kafir” diyerek dışlayabilmektedir. Bu konunun günah olduğu ve Allah tarafından öteki dünyada cezalandıracağı uyarısına karşılık ötekileştirdiği için günah kazanmayacağını vurgulayabilmektedir. Hâlbuki ötekileştirdiği kişi de kendisi gibi Müslümandır. Ama o, benden değil diyerek ya da ibadetini kendisi kadar sıklıkla yerine getirmediği kanısıyla dışlayabilmektedir. Peygamber döneminde dışlananlar Müslümanlığı henüz kabul etmemiş olanlardı. Şimdi ise Müslümanlığı kabul edenler de dışlanabilmekte ve resmen Allah’a ortak koşma suçu işlenmektedir.

Yüce Peygamber, başarının yollarından birinin de kararlılık olduğunu göstermiştir. İyi bir planlama ve hazırlık yapıldıktan sonra cephede başarı elde etmek için düşman birliğini takip etmede gevşeklik gösterilmemesini istemiştir. Savaş sıkıntısını, karşı tarafın da en az kendileri kadar hissettiğini vurgulamıştır.

Yüce Peygamber, toplumu inandırmak için kendisinin, yapmacık hareket edenlerden ve uydurma şeylerle peygamberlik taslayanlardan olmadığını sırası geldiğinde insanlarla paylaşmıştır. İnandırıcılığı kuvvetlendirmek için halktan bir ücret istemediğini sıkça ifade etmiştir.

İnkârcılar, Peygamberi; kendileri gibi yemek yediğini, çarşılarda dolaştığını belirterek inandırıcı bulmamışlardır. Onlara göre peygambere gökten bir melek indirilmeli, bir hazine gönderilmelidir. Peygamberin altın madeninden bir evi, bol ürünlü hurma ve üzüm bahçeleri olmalıdır. Peygamber yerden pınarlar fışkırtabilmeli, Allah'ı ve melekleri inkârcıların huzuruna getirebilmeli, inkârcıların üzerine gökten taşlar yağdırabilmeli ve göğe yükselebilmelidir. Oysa Muhammed, Yüce Allah tarafından ilim ve iyi ahlaklılık verilmiş bir elçidir. Kendisine güzel giysilerle, tertemiz duygularla Allah'ın yüceliğini duyurma görevi verilmiştir.



KURAN


İslam’ın Kutsal kitabı Kuran Azimüşşan’dır.

610 yılından itibaren Yüce Allah tarafından gönderilen vahiylerin Hz. Muhammed tarafından insanlara ulaştırılmasıyla başlamış, tamamlandığında Yüce Kuran oluşmuştur.

Yüce Allah, Muhammed’e hitaben Kuran’ı gönderdiğini, ayrılığa düşülen konularda Allah’ın ayetleri ile hükmetmesini iletmiştir. Gerçeği görebilen bir toplum için, Allah'tan daha güzel hüküm verenin olmayacağını belirtmiştir.

En önemlisi de “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim” diyerek son noktayı koymuştur. (Maide 3)

Kuran’la birlikte Yüce Allah’ın sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Bu sözleri değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Kendilerine kitap verilmiş diğer insanlar bile Kuran’ın gerçekten Allah tarafından indirilmiş olduğunu kabul ederler. Bu konudan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Bu arada belirtelim ki Kuran, önceki Kitaplarda yazılanları da tasdik etmektedir.

Kuran bir feyz kaynağıdır. Kuran ile öncelikle medeniyetlerin anası Mekke ve çevresindekilerin uyarılması hedeflenmiştir. Kuran’a göre inananların büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınmaları gerekir.

Cahiliye döneminde kaos ortamı yaşanırken Kuran’la birlikte doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. Artık insanlar, Allah’ın ayetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde derhal itaat etmelidirler. Büyüklük taslamamalı, haddi aşmamalı ve suç işlememelidirler. Allah’a inanıyorlarsa doğru yolu bulmuşlar demektir. Kuran bu durumdakileri ‘sağlam kulpa yapışmışlardır’ diye nitelendirmektedir.

Kuran, bütün gerçekleri içinde bulunduran bir kitaptır. Kuran’daki gerçekleri inkâr edenler ve yalanlayanlar perişan olmuşlardır.

Kuran son kitaptır. Son sözü Kuran söylemiştir.

İnsanlar, iyilik görmeleri için Kuran okunurken susmalı ve dinlemelidirler.



İNANANLAR/ İNKÂR EDENLER


Vahiyler Yüce Muhammed’e ilk ulaştırıldığında peygamberlik görevi tescil edilmiş, tam da bu sırada kendisi Müslümanların ilki olmuştur. Böylece çok ağır iki görevin altına girmiştir. Hem bütün vahiyleri insanlara duyuracaktır. Hem de insanları Müslümanlığa davet edecektir. Davet etmekle kalmayıp geçişlerini bizzat sağlayacaktır.

İçinde bulunduğu toplum, suç yüzdesi yüksek insanlardan oluşmuştur. Hem Peygamber için “O da bizim gibi bir insan, yiyor içiyor, bir mucizesi mi var” diye inançsızlık gösteriyorlar, hem de Allah’tan gelen vahiyler için “Eskilerin masallarıdır” diyorlardı.

İşte böyle bir topluluğa bir yandan vahiyler aktarılacak, bir yandan da bu insanların yeni İslam dinine geçişleri sağlanacaktı.

Yüce Peygamber önce yakınlarından başladı. Onların yeni dine katılımları ile birlikte İslam’a davetler yayılarak sürdürüldü.

Ancak işler sanıldığı gibi kolay gitmiyordu. Birçok insan inatla yeni din konusunda yumuşama göstermiyordu. Eski hallerinden memnunlarmış gibi ısrar ediyorlardı. Bu durumda toplum ikiye bölünmüş oluyordu. İnananlar ve inanmayanlar…

İnananlara; mümin ya da Müslüman denilirken diğerleri kâfir, inkârcı gibi sıfatlarla anılıyordu.

Bir toplumun bir görüşten yepyeni başka bir görüşe kanalize edilmesinin güçlüğü bir gerçektir. Verilen tüm mücadelelere rağmen Kuran’da inkârcı durumlarını sürdüren örneklere rastlanmıştır. Fakat günümüzde İslam dini büyük bir inananlar ordusuyla dünyanın ikinci büyük dini haline gelmiştir.

İnananlar ve inkârcılar Yüce Kuran’da şu şekilde tanımlanmışlardır:

İnkârcılar, Allah'ın ışık vermediği kişilerdir. Allah'ın azabına engel olacaklarını sanırlar. Allah’a ortak koşarlar. İkinci hayatlarındaki cezaları cehennem ateşiyle yanmaktır.

İnananlar, Allah’a ve peygambere itaat edenlerdir. Sadece Allah’a ibadet etmeleri istenir. İnanmaları karşılığı ödülleri, her türlü konforun hazır bulunduğu cennettir. Kuran’ın tarif ettiği cennet, hiçbir insanın mahrum kalmak istemeyeceği mükemmel bir mekândır. Böyle bir mekândan haberdar edilen insanlar kolayca İslam dinine geçiş yapacaklar ve inananlar tarafını sayıca artıracaklardır.

İnkârcıların işleri, çölde susayanların onu su sanacağı serapa benzetilmiştir. Yanına ulaştıklarında su yoktur. Onlar orada sadece Allah’ı bulurlar.

Ve yine inkârcılar engin bir denizdeki karanlıklara benzetilmiştir. Üstte dalgalar, daha da üstte bulutlar vardır. İçinde bulunan kimse bu karanlıkta elini çıkarsa neredeyse kendi elini bile göremez. Çünkü inkârcılar gerçek dışı tutarsız şeylere itibar etmişler, inananlar ise Allah’tan gelen vahiylere uymuşlardır.

Yüce Kuran inananlarla inanmayanların eşit olamayacaklarını belirtir.

İnananlar öncelikle Allah’ın ayetlerine inanırlar. Kendilerine verilen öğütler karşısında secdeye kapanırlar. Büyüklük taslamazlar. Allah’ı övgüyle yücelterek anarlar. Her gün saygı ve umutla Allah’a yalvarırlar. İhtiyaç sahiplerine yardımda bulunurlar. Yaptıkları iyilikler karşılığında cennet konaklarında kalacaklardır.

İnkârcılığın en büyük belirtisi ise Allah’ın ayetlerine yüz çevirmektir. İnkârcılar; yoldan çıkmış, zalim ve suçlu olarak adlandırılırlar. Hem bu dünyada, hem de öbür dünyada cezalandırılacaklardır.

Sonra da daha genel bir ifade kullanılmıştır. Kendilerine kitap, hükmetme gücü ve peygamberlik verilenleri inkâr eden insanların yerine inkâr etmeyecek bir topluluğun getirileceği duyurusu yapılmıştır.

Yüce Kuran’a göre “inandık” demek yetmez. İnanmakla birlikte kötülük yapmamak gerekir. Gerçekten inanıp da iyi işler yapanların geçmişteki kötülükleri görmezden gelinir ve ödüllendirilirler.

Yüce Kuran, insanların yaptıkları kötülüklerin yanlarına kâr olarak kalmayacağını bilmeleri için sıkı biçimde uyarılmalarını sağlamaktadır. Bazen sert söylemlerde bulunarak, bazen ikna yöntemiyle toplum suçtan arındırılmaya çalışılmıştır. 1400 yıl öncesi Arap toplumuna ait suç istatistiklerine ulaşamayacağımız için bu yöntemlerin ne ölçüde suçu azalttığını bilimsel verilerle tespit edemeyiz. Ancak cahiliye döneminden asr-ı saadet dönemine geçiş yapıldığı bilinen bir gerçektir.



VERME ALMA


Cahiliye döneminde suçların çoğu fakirlik yüzünden işlenmektedir. Başka bir ifadeyle yoksul kişilerin suça katılım oranı yüksektir. O günün toplumlarında sosyal yardım kuruluşları oluşmamıştır. Tek seçenek zengin olanların yoksullara yardım yapmasıdır. İşte bu konuyu Yüce Kuran sıkça işlemiş ve yapılan yardımları Allah yolunda harcamakla eş anlamlı görmüştür.

Günümüz Türkiye’sinde Fakir Fukara Fonu ile Yeşil Kart uygulaması, üstünden çeşitli hükümetler geçmesine rağmen devam etmiştir. Toplumun sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmesi için bu uygulamanın doğruluğu kesin kabul görmüştür. Bu uygulama ile devlet, varlıklı kişileri aradan çıkarıp kendini devreye sokmuştur. Böylece sosyal devlet ilkesi geçerlilik bulmuştur. Bunun en tipik örneği ise gelişmiş ülkelerde çok az dilencinin bulunması ile gösterilebilir.

Yüce Kuran varlıklı kimselerin; akrabaya, fakirlere, yetimlere, düşkünlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda göç edenlere, yolda kalmış yolculara, kalpleri İslam'a yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlara yardım etmesini istemektedir. İnsanlar sadaka ya da zekât vererek bu yardıma katılmalıdırlar.

Önceki dönemlerde de insanlardan birçoğu günah işlemede, düşmanlık yapmada, haram yemede birbirleriyle yarışmışlardır. Kendilerini frenleyecek bir güç olmadıkça kötü davranışlarını sürdürmüşlerdir. Öyle ki din adamları ve bilim adamları bile bu insanları bu çılgınlıklarından men edememişlerdir.

Yüce Kuran, insanlar arasında dengeli bir yaşamın sürdürülebilmesi için çeşitli örnekler vererek yol göstermiştir. Örneğin Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanların onarabileceğini hükmetmiştir. (Tövbe 18) Hemen belirtelim ki inkârcıların ve ortak koşanların mescitleri onarmasına izin vermemiştir. Buradan vatandaşın kendi camisini, mescidini yine kendisinin onardığını anlıyoruz. Doğru yolda yürüyen insanlar Allah yolunda harcamış oluyorlar. Daha da açarsak doğru insanlar “veren” oluyor, “alan” ise Allah… Çünkü verenler, Allah yolunda harcayanlardır.

Günümüzde de “veren” insanlara rastlanmaktadır. Ancak “alan” değişmiştir. Her mahallede türeyen muskacılar, üfürükçüler, yetkisiz “hoca”lar, sözde veliler, sözde şıhlar okuyup üfleyerek almaktadırlar.

Nazar duası okudum deyip alıyorlar.

Cenazede okuyup alıyorlar.

Mezarlıkta okuyup alıyorlar.

Mevlitte okuyup alıyorlar.

Ölü yıkayıp alıyorlar.

Eğer yakında ölen olmamışsa tabuta tıklayarak “Kurudun, kurudun!” deyip almayı özlediğini hatırlatıyorlar.

Kuran’ın felsefesi, mescitlerin onarımı örneğinde olduğu gibi “verme” üzerine kurulmuşken, nedense günümüzde “alma” kültürünün geliştirildiği görülmektedir. İşte bu “alma” kültürünün nasıl ve ne şekilde hayata girdiğinin sosyolojik nedenlerini tespit etmek gerekir. Belki de bunların nedenleri bilinmekte, fakat kimsenin işine gelmediği için pas geçilmektedir.

Öte yandan sıcak iklimin de etkisiyle zaten tembelliği seven bu insanlar “verme” yerine “alma” yaparak daha da tembel bir toplum yaratmış oluyorlar. Bakıldığında insanlık ve devlet adına bir üreticilik yoktur. Tersine tüketiciler toplumuna yeni tüketiciler kazandırılmaktadır.

“Alma” kültürüyle beslenenler, dincilikleriyle toplumda bir itibar edinirler. Hemen kendilerine bir düşman yaratırlar. Namaza ve oruca kendileri kadar rağbet göstermediklerini iddia ettikleri bir grubu “karşı taraf” olarak ötekileştirirler. Onların makbul olmadıklarını iddia ederler. Oysa onların ötekileştirdikleri, okuyup üfledi diye kendilerine para verenlerdir. Aslında dinden para almak bir nevi irtikâptır. İrtikâpta ikna etmek vardır. Yiyicilik vardır. Kişi, din sömürüsü yapılarak para vermek zorunda bırakılır. Böylece “verme” kültürünün esas alındığı Kuran’a aykırı hareket edilmiş olur. “Veren el, alan elden üstündür” ilkesinin dışına çıkılır.



ÜCRET


Din hizmetinin en büyüğünü Yüce Peygamber yerine getirmiştir. Bu hizmetin verilmesi karşılığında Yüce Allah, Yüce Peygamber’e ücret alıp almadığını birçok defa sormuştur. Yüce Peygamber her defasında “Ben peygamberlik görevime karşılık bir ücret istemiyorum” diyerek bu cevabını insanlara aktarmıştır. Ücretinin, Allah’tan geleceğini ifade etmiştir. Yüce Kuran, Allah'ın Kitaptan indirdiği şeyi ücret karşılığı satanları, ateş yemekle özdeşleştirmiştir.

Ücretle ilgili ayetler bir arada değerlendirildiğinde Yüce Kuran’ın, din hizmetlerinin ücretle yapılmaması için net tavır ortaya koyduğu anlaşılabilmektedir. Geriye “gönüllülük” esası kalmaktadır. Ki bu şekilde dinsel hizmetler ücretsiz olarak devam ettirilmiştir.

Yüce Peygamberin bile ücret almadığı konuda, ücret almak kimin haddine ki…

Ancak bu kuralı öncelikle devlet bozmuştur. Din hizmetleri için 140 bin kişiye ücret ödemektedir. Ayrıca din için sekiz bakanlığın bütçesi kadar pay ayırmaktadır.

Bir de her mahallede mantar gibi biten ve iyi niyetli vatandaşın kanını ücret alarak emen sahte dincileri de saydığımızda Türkiye için kara tablo çizilmiş olmaktadır. Din’i geçim kapısı yapan açıkgözlerin aldatmacası ile devlet bu işe alet edilmektedir.

Hâlbuki ilahiyat fakültelerimizdeki dini bilgi birikimi, bu ülkeyi aydınlatmak için yetip artacaktır bile…

Geri kalan hususlar Yüce Kuran’daki mescit onarımı örneğinde görüldüğü üzere gönüllülük üzerine kurulmuştur. Ayrıca Yüce Peygamber, bütün yeryüzünü secdegâh ilan etmiştir.

Üstelik Yüce Kuran din konusunda her şeyi bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Bütün kuralları açık seçik ve net olarak açıklamıştır. İhtiyaç duyanlar bu kutsal kitaba başvurarak eksiklerini giderebilirler. Tabii ki anlayabilecekleri bir tercüme ile kendilerine sunulabilirse…

Böylece her mahallede zuhur eden sahte dincilerin okuyup üflemelerine de itibar edilmeyecek ve ortadan kaybolacaklardır.

Fakat insanımızın içinde o kadar kötü huylu olanlar var ki memurken rüşvet almaktan hızı kesilmeyenlerin emekli olduktan sonra mahallesindeki cami derneği yönetimine girerek toplanan bağışlardan nemalanmaları sıkça duyulan davranışlardandır. Yüce dinimizin mücadelesi bu tür menfaatçiler iken bugün dinimizin bu kişiler tarafından sömürülmesi daha da iç acıtıcıdır. Kuşkusuz sağduyu sahibi insanların buna fırsat vermemeleri gerekir. Ancak yeni Türkiye devletinin oluşumuyla birlikte, ülkede kişilik özgüveni yeterince geliştirilememiştir. Her şey devletten beklenir olmuştur. İktidarlar da oy kaybına uğrama endişesiyle net tavırlar sergileyememişlerdir.

Yüce Kuran, insanın tartışmaya en çok düşkün varlık olduğunu 1400 yıl önce açıklamıştır. (Kehf 54) Daha da öncesinde yanlışlıklar yapan insanlar yok edilmişler ve yerlerini başkalarına bırakmak zorunda kalmışlardır. Günümüzde bile İslam toplumları gelişmişlik konusunda çok gerilerde kalmışsa eğitim eksikliği bariz olarak ortaya çıkmaktadır. Toplum, daha “oku” diye başlayan birinci ayette sınıfta kalmış, üst sınıflara geçememiştir.

Yüce Kuran emri, din hizmetine karşılık ücret alınmayacağı yönündedir. Hiçbir kimse, Yüce Peygamberden daha fazla din hizmetinde bulunduğunu iddia edemez. Yüce Peygamber, Kuran emrine uymuş ve ücret almamışsa diğer Müslümanlar da din hizmeti karşılığında ücret almamalıdırlar.



İBRET


Yüce Kuran’ın en önemli amaçlarından biri insanların barış içinde yaşamalarını sağlamaktır. Bozgunculuk yaparak toplumun huzurunu kaçıranlar çoğunluktadır. İşlenen günahlar yüzünden karada ve denizde felaketler yaygınlaşmıştır.

Yüce Allah tarafından, insanların yeryüzünde dolaşmaları ve önceki nesillerin sonunun nasıl olduğunu görmeleri istenmiştir.

Böylece günlük yaşamda yapılacaklar konusunda insanlar uyarılacaklar ve önceki nesillerin yaşadıklarından da dersler çıkaracaklardır.

Yüce Kuran, önceki dönemlerde yaşayan insanların hayatlarından kesitler sunarak neden yok edildiklerinin hikâyesini insanlara anlatmıştır.

Mesaj şudur:

Sizler de aynı hataları yaparsanız helak olursunuz, yok edilirsiniz. Sefasını sürdüğünüz nice makamları, bahçeleri, pınarları başka toplumlara miras bırakmak zorunda kalırsınız.

Yani bir anlamda “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” denilmek istenmiştir.

Önceki nesillerin başına gelen bu olaylar, insanların gözlerinin önünden geçmiş, onların düştüğü zor durumlarla karşılaşmamaları için kötülük yapmaktan çekinmişlerdir.

Yok edilişlerinin en önemli nedenlerinden biri, peygamberlerinin getirdiği açık kanıtlara ve bilgilere değer vermeyişleridir. Eski bilgileriyle sevinip övünmüşlerdir.

İkinci bir neden de hem peygamberleriyle, hem de onların duyurduklarıyla alay etmişlerdir. (Mümin 83) Verdikleri söze bağlılık göstermemişlerdir. Çoğu yoldan çıkmıştır.

İbretlik hikâyelerin çoğunda toplumların adı verilerek ve peygamberleri belirtilerek hangi suçu işledikleri ve karşılığında hangi cezaya çarptırıldıkları anlatılmıştır.

Önceki nesillerin sayıca daha çok ve kuvvetçe daha zorlu oldukları ifade edilmiştir. Buna rağmen ayakta kalmaları mümkün olmamıştır.

Yüce Kuran henüz ikinci suresinde çarpıcı bir ibretlik hikâyeye yer vermiştir. Buna göre tarla sahipleri sabah çok erkenden ekin biçmeye gitmişler ve ürünlerinin yanmış olduğunu görmüşlerdir. Geçen yıllardan farklı olarak yanlarına fakirleri almadıkları ve onlara yardım etmedikleri için başlarına bu felaket getirilmiştir. Zira o dönemde fakirlere yardım edecek bir kuruluş yoktur. Yaşamları, zenginlerin yardımlarına bağlıdır. Mesaj şudur: Eğer zenginler, fakirlere yardım etmezlerse, tarlalarının yandığı gibi felaketlerle karşılaşabilirler.

Bir başka bölümde Medyen toplumunun ölçü ve tartıda hileli davrandıkları anlatılmıştır. İnsanların eşyasını değerinden düşük gösterdikleri ifade edilmiştir. Kendilerine uyarıcı olarak gönderilen Şuayb Peygambere de karşı çıktıkları için korkunç bir depremle yurtlarında diz üstü çöktürülerek yok edilmişlerdir.

Semud toplumu, Peygamberleri Salih’in yol göstericiliğine karşın develerle kendilerinin su nöbetine uymadıkları gibi deveyi de kesmişler ve bunun karşılığı ceza olarak azgın bir sarsıntı ile yok edilmişlerdir.

Âd toplumu, yakaladıkları başka toplumlara zorbaca davranmışlar ve kendilerine peygamber olarak gönderilen Hud'u inkâr etmişlerdir. Ceza olarak yedi gece ve sekiz gün boyunca üzerlerine salınan sert ve azgın bir kasırga ile içi boş hurma kütükleri gibi yere serilerek yok edilmişlerdir.

Yüce Muhammed Peygamber döneminde de ibretlik hikâyelere yer verilmiştir. Örneğin amcası Ebu Lehep, Yüce Peygamberin insanları İslam’a davet edişine eşiyle birlikte karşı çıkmış ve alevli bir ateşe girmekle cezalandırılmıştır. Şu mesaj verilmek istenmiştir: İslam’a davet edilen herkes bu çağrıya uymalıdır ki ceza görmesinler.

Görüldüğü üzere geçmiş peygamberlerin ve toplumlarının hikâyelerinde akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. “İbretlik hikâyeler” olarak türlü biçimlerde sayılıp dökülmüştür.

Bazen de inandırıcılığı pekiştirmek için kör ve sağırlar örnek verilmiştir. Körle görenin bir olmayacağı vurgulanmıştır. Yeni dine inananlarla yeni dini inkâr edenlerin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimselere benzetilmiştir. Mesaja göre eskisi karanlık ve kötü, yeni din ise aydınlıktır.



MÜSLÜMAN TÜRK’ÜN KURAN’I


Kuran, 610 yılından itibaren Arapça olarak Mekke’de vahyedilmeye başlanmıştır. İslam dininin, Arap dünyasında kabul görmesiyle genişlemiş ve daha sonra bütün dünyaya yayılmıştır.

Hem Arapça oluşu, hem de ikili manalar içeren ve okunması ahenkli bir kitap olması bakımından Araplar için büyük bir şans olmuştur.

Türkler ise ancak 700’lü yılların ikinci yarısından itibaren Müslümanlığı kabul ettikleri için Kuran’la sonradan tanışmışlardır.

Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal Atatürk tarafından Yüce Kuran’ın çevirisi yaptırılmıştır. Bugün Türk insanı istediği dilde, istediği kadar kutsal kitabına ulaşabilme imkânına sahip olmuştur. Bilgisayar çağının, bu olanağı sağlamada sınırsız hizmet sunduğunu peşinen söyleyebiliriz.

Şunu da paylaşmak isteriz ki her Müslüman, Yüce Kuran’ın ister Arapçasını, ister Türkçe ya da başka bir dilden çevirisini evinin en güzel köşesinde ya da odasının duvarında nakışlı örtüsü içinde bulundurabilir. Onu baş tacı edebilir. Dilediği zaman, dilediğini alıp okuyabilir. Zira Yüce Kuran’ın ilk emri “oku”dur. Zaten okunmazsa Kuran’a aykırı hareket edilmiş olur ve “Elhamdülillah(Allah’a şükür) Müslümanım” lafına gölge düşer.

Nasıl kanunu bilmemek mazeret sayılmazsa, “Elhamdülillah Müslümanım” diyen birinin de Kuran’ı okumaması ve bilmemesi mazeret sayılmamalıdır.

Bizim bu noktadan sonra belirteceğimiz konu, Yüce Kuran’ın Türkçe çevirilerinin Türk halkı tarafından anlaşılamadığıdır. 

Bunun nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

Bir defa Kuran, baştan sona Allah kelamıdır. Başka bir dile çevrilirken orijinaline sadık kalınması baskısı vardır.

İkincisi, çeviri yapanlar mutlaka Kuran’ı iyi bilen ve bilinç düzeyi yüksek kişilerdir. Okuyucu kitlesini düşünmekten ziyade kendilerine yakışan bir çeviri yapmaya gayret gösterirler.

Üçüncüsü, din eğitimi alan çok az bir grubun dışında kimsenin -belki de namaz duaları dışında- hiçbir dinsel bilgiye sahip bulunmamalarıdır.

Bu tespitlere ilaveler yapılabilir. Katılanlar ya da katılmayanlar da olabilir. Ama Türk halkı Kuran’ı anlamamaktadır.

Bu varsayım çeşitli anketlerle sınanabilir.

Yüce Kuran, insanlarımız tarafından özellikle ramazan aylarında Türkçe ya da Arapça olarak okunmaktadır. Hatta Arapça bilmeyenlerin dahi Arapçası üzerinden parmak sürerek hatim ettikleri bilinir. Hatim etmek demek, bitirmek demektir ve şu anlama gelir:

“Ben Allah’ın emirlerini okuyup bitirdim. Bana emredilen hususlardan haberim oldu. Öğrendiğim bu emirleri şimdi yerine getireceğim.”

Anlamadığı Arapça üzerinden parmak sürülerek hatim edilmişse Yüce Allah’ın emirlerinin neler olduğu nasıl bilinebilir ki…

Mesele Kuran’ın hatmedilmesi değil, “ham” edilmesidir. Bunun için Kuran’ın içeriği kolay lokma haline getirilmeli ve okuması için Türklere sevdirilmelidir.

Tüm bu konularda Arap için sorun yoktur. Hem ikili manalar içermesi, hem de adeta şiir gibi ahenk vermesi Arap okuyucuya keyif vermektedir. Dolayısıyla Yüce Allah’ın mesajı en net ve en anlaşılır biçimde birinci elden hedefe ulaşmaktadır.

İşte bu çalışmada da bizim isteğimiz Türk insanının keyifle okuyacağı bir Kuran’a sahip olmasıdır. Bir yanlış anlamanın önüne geçmek için yeniden belirtelim ki insanlarımız Yüce Kuran’ın Arapçasını ya da istediği bir çeviriyi başucunda muhafaza etmeli ve okumalıdır.

Bizim söylediğimiz; okuma yazma bilen her Türk insanının, kısa ve net ifadelerle mesajı alabileceği bir Kuran çevirisine kavuşturulmasıdır.

Sosyo kültürel yönden az gelişmiş bir ilçe halkının, Mozart’ın klasik eserlerini dinleme yerine, yöresinden derlenmiş bir türküden duyacağı haz elbette daha fazla olacaktır.

İşte Türk halkının Kuran’ı da, bu hazzı verecek şekilde tercüme edilerek birinci eldenmiş gibi sahibine sunulmalıdır.

Kelimesi kelimesine bir çevirinin makbul olmadığı söylenir. Amaç, orijinal metindeki mesajı, kendi dilinden söylenmiş gibi okuyucuya aktarmaktır. Kantarın topuzu çeviricinin elindedir. Orijinal metindeki mesajı tam anlamıyla kavramıştır. Artık bu mesajın orijinal metinde hangi sözcüklerle ifade edildiğinin bir anlamı yoktur. Mesajın kendisi vardır. Şimdi kafasındaki bu mesajı kendisi Türkçe hangi sözcüklerle ifade edecekse bu haliyle aktarmalıdır.

Hemen bir örnek verelim.

Yüce Kuran’ın bir ayeti şöyledir: “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının arkasına attılar ve karşılığında birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar.”

Muhtemelen Arapçada “Sözü sırtın arkasına atmak” diye bir deyim vardır. Türkçede ise bunu ifade etmek için “Kulak ardı etmek” deyimi kullanılmaktadır. Çevirici, ısrarla en iyi iletişimi kuracağı sözcükleri seçmelidir. Arapça deyim yerine, varsa Türkçe deyim kullanmalıdır. Amaç, mesajın en etkili, en keyifli biçimde iletilmesidir. Aksi takdirde okuyucu yorulur, sıkılır ve bir süre sonra da kopar.

Başka bir örneği sözlüklerden verelim:

Ölen biri için “Rest in peace” sözü İngilizce’den "Barış içinde dinlen” anlamıyla çevrilebilmektedir. Oysa Türkçe’de "Huzur içinde yat”  diye söylenir.

Demek ki kelimesi kelimesine değil, manasına bakmak gerekir.

Arap için iş kolaydır. Anadilinden okur ve anlar.

Türk için Arapçadan tercüme edilmiş Kuran’ı okuyup anlamakta zorluklar vardır. Bu zorluklar giderilmelidir.

Bir örnek daha verelim:

Lehep ya da Tebbet, iniş sırasına göre Yüce Kuran’ın altıncı suresidir. Beş ayetten ibarettir.

Türkçesi şöyledir: “Elleri kurusun Ebu Leheb'in. Zaten kurudu ya! Ne malı, ne de kazandığı onu Allah'ın kahrından kurtaramayacaktır. Alevli bir ateşe girecektir o. Odun hamalı olarak karısı da ateşe girecek. Boynunda hurma lifinden bir ip olacaktır.”

Kendisinden önce ve sonra inen surelerde benzer bir durum yokken okuyucunun karşısına Lehep adında birisi ve eşi çıkıyor. Ardından hiddetli bir söylem kullanılıyor.

Kimdir bu Ebu Lehep?

Ne yapmıştır da kendisine bu hiddetler yöneltilmiştir?

Neden “Elleri kurusun” diye beddua edilmiştir?

Karısının, yapılanlardaki rolü nedir?

Öğrendiğimiz kadarıyla Ebu Lehep, Yüce Peygamberin amcasıdır. Yüzünün kırmızı oluşu nedeniyle kendisine bu lakapla hitap edilmiştir. Peygamberin, insanları İslam’a davet edişine eşiyle birlikte karşı çıkmıştır. Eline aldığı taşla Peygambere vurmak istemiştir. Bu nedenle beddua içeren bu sure vahyedilmiştir.

Cinsellik ve örtünme ile ilgili örnek verelim:

Cahiliye döneminde cinsellik, birçok suça kaynaklık ettiği için Yüce Kuran tarafından önemsenmiş ve konuyla ilgili Yüce Allah’ın emirlerine yer vermiştir. Ancak hem ayrı ayrı surelerde değerlendirilmiş, hem de farklı yorumlarla tercüme edilmiştir.

Aslında cinsellikle ve örtünmeyle ilgili hususlar günümüz dünyasıyla paralellik göstermektedir.

Hem o zaman, hem şimdi erkekler ve kadınlar cinsel organlarının görünmesini istememişlerdir. Kadınlar, göğüslerini de göstermemişlerdir. Günümüzde kadınların deniz giysisi olarak iki parçalı bikini giymeleri bundandır.

Cahiliye döneminde sutyen icat olmadığı için pratik bir çözüm olarak başlarındaki örtünün uçlarıyla, entari ya da fistanlarının yakalarını kapatmaları istenmiştir. Ki göğüsleri görülmesin.  

Yüce Kuran’da göğüs ya da meme tabiri kullanılmamış, takı yeri olarak ifade edilmiştir. Günümüzde de “iman tahtası” olarak nitelendiren anneannelere, babaannelere sıkça rastlanmaktadır. 

Yüce Kuran cinsellikle ilgili ikinci olarak erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere gözlerini dikip cinsel arzuyla bakmamalarını istemiştir. Günümüzde bunun yerine “göz zinası” tabiri kullanılmaktadır. (Nur 30-31)

Üçüncü bir husus olarak Yüce Kuran’da yeni bir suç türü ortaya konmaktadır. Kadınlar, erkeğin ümit edeceği şekilde açılıp saçılmayacaklardır. Vücutlarının, erkeği tahrik edebilecek yerlerini kapatacaklardır. Kırıta kırıta yürümeyeceklerdir. (Nur 31)

Dördüncü bir tedbir olarak bekârların, hatta köle ve cariyelerin de bir an önce evlendirilerek cinsel suçların ve onun neden olacağı diğer suçların önüne geçilmek istenmiştir. (Nur 32)

Son olarak evlenme arzuları kalmamış, adetten ve evlattan kesilmiş kadınların, dış giysilerini çıkarmalarında sakınca görülmezken (Nur 60) peygamber hanımlarının, peygamber kızlarının ve inanan kadınların ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman dış giysilerini üzerlerine almaları önerilmiştir. (Ahzap 59)

Görüldüğü üzere Yüce Kuran’ın örtünme ve giyinme ile ilgili emirleri günümüz yaşam biçiminden çok da farklı değildir. Ancak göğüs bölgesinin kapatılması için yararlanılan baştaki örtünün, saç kıllarının kapatılması için kullanılacağı hususu tartışma konusu yapılmaktadır.

Çöl sıcağında bağda bahçede çalışan kadının başında örtü bulundurması, hatta çöl rüzgârlarının savurduğu kum taneciklerine karşı gözlerini peçe ile korumaları normal sayılamaz mı?  

Çöl sıcağına karşı erkeklerin bile başlarında örtü bulundurduğu göz önüne alındığında Yüce Kuran’ın konuyla ilgili mesajının net olarak belirlenmesi ve kafalardaki karışıklığın giderilmesi gerekmektedir.

Kadın; neresini, ne ölçüde, kimden gizleyeceğini erkekten daha iyi bilir. Erkeğin, haddi olmayan bu konuya müdahale etmesi, kendisiyle eşit haklara sahip olan kadına saygısızlığın ifadesidir. Bu nedenle Kuran, erkeğin arzu ettiği gibi değil, Yüce Allah’ın emrettiği şekilde anlamlandırılmalıdır.

Ayrıca diğer birçok konuda olduğu gibi giyinme ile ilgili emirler bir yerde toplanmalıdır.

Aslında Arapça deyimler, Lehep örneği ve giyinme gibi hususlarda önceden bilgi sahip olanlar vardır ve onlar Yüce Kuran’ı okurlarken herhangi bir zorluk yaşamazlar. Önceden aldıkları din eğitimi, anlamalarına katkı sağlayabilir. Ancak onların sayısı 76 milyon nüfusumuzun küsuru kadar bile değildir. Esas mesele 76 milyonun bilmesi ya da anlamasıdır. Öyle ki kişi “Benim Kuran’ım var” deyip sevinemiyor bile.

Yüce Allah, Yüce Kuran’ı insanın kafasında yeni sorular oluşsun diye değil, mevcut sorulara yanıt bulsun diye göndermiştir.

O vahiyler elbette şimdi değiştirilemez. Her bir ayetle ne denmek istendiği 1400 yıldır netleştirilmiştir. Biz Arapça inen Kuran’ın Türkçe kelimelerle karşılığı olan metnini değil, verilen mesajın Türkçe anlatımını istiyoruz. O zaman 76 milyon içinde okuma yazma bilen herkesin anlayacağına inanıyoruz.

Yüce Kuran hükümleri bazen Allah tarafından doğrudan emredilmiş, bazen de bu hükümleri “De ki” diyerek Yüce Muhammed’in iletmesi istenmiştir. Uygulamada birliği sağlama açısından sadece Allah’ın birinci elden iletmesi yeterli görülmelidir.

Yüce Kuran çevrilirken ahiret günü için; kıyamet günü, hesap günü, hüküm günü, ceza günü, kâr ve zarar günü, el hakka, mahşer gibi karşılıklar kullanılmıştır. Bu ifadeleri çeviriciler, Allah öyle ifade ettiği için yazmışlardır. Ancak günümüz Türk insanı ahiret günü dışında bir kavram gördüğünde “Acaba başka bir gün mü” diye tereddüde düşebilmektedir. Orijinal Kuran’da orijinal haliyle kalabilir. Ama kolay anlaşılabilmesi için tek kavram kullanılması daha faydalı olacaktır.

Örnekler artırılabilir.

Yüce Kuran, insanlar iyice anlasın ve ikna olsun diye önceki nesillere ait örnekler verirken Peygamber dönemine gelerek vereceği mesajın etkisini kuvvetlendirmek istemektedir. Bu arada insanlardan söz ederken sıkça “onlar” tabirini kullanmaktadır. Derinlemesine bilgi sahibi olmayan Türk okuyucu burada “onlar” ile kastedilenin önceki nesillerden birileri mi, yoksa sonrakilerden mi olduğu konusunda tereddütler yaşamaktadır. Bu da konudan kopmalarına yol açmaktadır. Dolayısıyla “onlar” ile kastedilenin kimler olduğu açıkça yazılmalıdır.

Yüce Kuran, insanın basit bir sudan yaratıldığını söyler. Bazen de bir spermden ya da bir tek canlıdan yaratıldığını belirtir. İblis’in ifadesine göre ise insan çamurdan yaratılmıştır.

Buradaki en önemli mesaj, Yüce Allah’ın insanı yaratabilme kudretine sahip olduğunu bilmektir.

Bugünkü 76 milyon için nasıl yaratıldığı değil, yaratma gücünün varlığı önemlidir. Ancak doğum uzmanları ve diğer bazı ilgililer insanın yaratılışıyla ilgili olarak orijinal metinden faydalanabilirler.

Yine yerin ve göğün altı günde yaratıldığı birden çok kere tekrarlanmıştır. Burada da reel anlamda Allah’ın yaratıcı gücü vurgulanmıştır. Birden fazla tekrarlanmasının nedeni ise Allah’ın gücünün insanların beyninde yer etmesini sağlamaktır. Oysa günümüz 76 milyonu için bir kere de ifade etmek yeterli olacaktır.

Aynı şekilde her canlının ölümü tadacağı birçok defa tekrarlanmıştır. Domuz etinin mecbur kalınmadıkça yenilmeyeceği dört kez ifade edilmiştir.

Yüce Kuran bir idealin gerçekleşebilmesi için lüzum duyduğu hususlarda çeşitli konuları çeşitli vesilelerle üzerine basa basa birçok kez vurgulamıştır. Söz konusu olan bir çağın kapanması ve yeni bir dönemin başlatılmasıdır. Kuran’dan anlaşılacağı üzere verilen bu yoğun uğraş sonunda cahiliye dönemi bitmiş, bizim aydınlanma çağı diye adlandırdığımız asr-ı saadet dönemi başlamıştır.

Bu mücadele için yerine ve zamanına göre kıyametin kopacağı sıkça tekrarlanmış, insanların yeniden dirileceği, cehennem hayatının zorlukları, cennetin sunduğu güzellikler sıklıkla dile getirilmiştir. Ve hepsi Yüce Kuran’da satır satır yer almıştır.

Yüce Kuran’da birçok konunun ayrı ayrı yerlerde birden fazla ele alınması gibi miras ve savaş konusunda da benzer uygulamalara gidilmiştir. Günümüz Türk okuyucusunun daha iyi algılaması için aynı hususların bir yere toplanarak değerlendirilmesi isabetli olacaktır.

Bazen de bir surede ard arda farklı hususlara yer verilmiştir. Birinci ayette Muhammed’den, ikincide Musa’dan, üçüncüde Nuh’dan söz edilmiştir. Dördüncüde tekrar Musa dönemindeki İsrailoğullarına dönülmüştür. (İsra 1-4) Hâlbuki her bir konu, kendi içinde gruplandırılarak verilirse masum okuyucu çok daha kolay kavrama imkânı bulacaktır.

Bu ayetler şu şekildedir:

“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed kulunu Mekke'deki Mescid-i Haram'dan, çevresini kutsal kıldığımız Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götüren Allah yücedir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsra 1)

“Biz Musa'ya Tevrat Kitabını verdik ve onu İsrailoğullarına "Benden başka bir Rab tutmayın" diye bir kılavuz yaptık.” (İsra 2)

“Ey Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın çocukları, doğrusu o Nuh, çok şükreden bir kuldu. Siz de atanız gibi olun.” ‘İsra 3)

“Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Siz o ülkede iki kez bozgunculuk yapacaksınız yani zorbalık edeceksiniz. Ve de çok böbürleneceksiniz.” (İsra 4)

Günümüz Türk insanının Yüce Kuran’ı anlamasını kolaylaştırmak için yapılması gerekenlerden biri de ayetlerde birbirine girmiş konuları birbirinden ayırmaktır. Bir ayet nelerin yenilmemesini anlatarak başlamakta, arada başka bir konuya yer verdikten sonra yeniden esas konuya dönmektedir.

Örnek olarak Maide 3’ü verebiliriz: “Ölmüş hayvan eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, süsülmüş, henüz canlıyken yetişip kestikleriniz hariç yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş, dikili adak taşları yani putlar üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir. Bugün inkâr edenler, sizin dininizi yok edebileceklerinden ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim. Şu da var ki, her kim ciddi bir açlıkla yüz yüze gelir de günaha kaçmak maksadı olmaksızın onlardan yemek zorunda kalırsa, elbette Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” 

Yüce Kuran okunurken Müslüman olmak için verilen mücadelede yaşanan zorluklar hissedilebilmektedir. Ama günümüz insanı için iş çok kolay olmuştur. Müslümanlığı, hiç mücadeleye gerek olmaksızın anneden babadan kolayca alabilmiştir.

Dolayısıyla günümüz insanına Kuran daha da sadeleştirilerek sunulmalıdır. Mesajlarda nokta atışına gidilmelidir. Verilmek istenen mesaj özetlenmelidir.

Yüce Allah insanların Kuran’da ne söylendiğini anlamaları için büyük gayret sarfetmiştir. Arap’a yabancı dilden Kuran olmayacağını belirtmiştir. Ayetlerin ayrıntılı şekilde açıklanması gerektiğini vurgulamıştır. (Fussilet 44)

Yüce Allah Kuran’a inanmayanlar için şu açıklamayı yapmaktadır:

“Sanki onların kulaklarında bir ağırlık vardır.”

“Sanki Kuran onlara kapalıdır.”

“Sanki onlara uzak bir yerden bağırılıyor da Kuran'da ne söylendiğini anlamıyorlar." (Fussilet 44) 

Ayetlerden anlaşılacağı üzere Yüce Allah’ın tek amacı, insanların en iyi ve en kolay şekilde anlayabileceği kutsal kitaplarına kavuşturulmasıdır.

“Arap’a yabancı dilden Kuran olur mu” diye uyarısı da bundan dolayıdır.

Musa’ya, Yahudilerin dilleri olan İbranice kitap gönderildiğini belirtmesi de bundan dolayıdır. (Fussilet 45)

Peki, Türklerin Kuran’ı nasıl olmalıdır?

Öncelikle şunu belirtelim ki Yüce Kuran, Allah’ın ayetlerinin başlıklar halinde düzenlenebileceğine cevaz vermiştir. “Ayetleri bu şekilde, çeşitli başlıklarla veriyoruz ki, ‘Sen ders aldın’ desinler, biz de ilimden nasiplenen bir toplum için onu iyice açıklayalım.” (Enam 105)

Yüce Kuran 1400 yıl öncesinden günümüze Resmi Kuran sırasıyla gelmiştir. Birinci sure Fatiha, 114’üncü sure Nas’dır.

Bir de surelerin iniş sırasına göre düzenlenmiş hali vardır. Olayların akış biçimini kolayca takip edebilmede daha etkin olduğu bilinmektedir. Son zamanlarda Türkçe çevirilerde bu sıranın kullanıldığı görülmektedir. Buna göre birinci sure Alak, 114’üncü sure Nasr’dır.

Enam suresinin 105’inci ayetinde görüldüğü üzere Allah’ın mesajı açık ve nettir:

Toplum, ilimden nasiplenmelidir.

Kuran, ilimden nasiplenen topluma iyice açıklanmalıdır.

İnsanlar, açıklanan bu hükümlerden ders almalıdırlar.

Bütün bunların ışığında şunu iddia ediyoruz:

Bugün Türkiye’de 76 milyon nüfusun, sadece küsuru Türkçe Kuran’ı anlayabilmektedir. Esas 76 milyon, Yüce Kuran’ı anlamadan okumaktadır.

Yüce Allah bir yanda, Kuran’ın iyice açıklanmasını ve herkesin ders çıkarmasını istemekte, bir yanda halkın çok büyük bir bölümü Kuran’ı anlamada güçlük çekmektedir.

İşte bu çelişkiyi gidermek için “Resmi Kuran” ve “İniş Sırasına Göre Kuran”dan başka yüce kitabımızı konularına göre başlıklar halinde oluşturmak gerekir.

Bunun için izlenecek yöntem 610 yılı öncesi ve 610 yılı sonrası diye iki büyük bölüm açılmasıdır. Birinci bölüme Cahiliye Dönemi, ikinciye Asr-ı Saadet Dönemi adı verilebilir.

Yüce Kuran’da 610 yılı öncesine ait ne varsa birinci bölümde yer verilmelidir.

Eski devirlerde yaşamış ve yok olmuş kavimler bu bölümde yer almalıdır. Hangi suçları yüzünden ne şekilde yok edildikleri anlatılmalıdır. Nuh’un gemisi, Musa’nın asası, Kehf’de mağara adamları, Yusuf peygamberin hikâyesi, İbrahim peygamberin mancınıkla atılması, oğlu İsmail’in kurban edilmek istenmesi gibi olaylar bu bölümde yer almalıdır. Zira Yüce Kuran onları, Yüce Muhammed’in peygamberlik dönemindeki insanlara ibret olsun diye anlatmaktadır.

Böylece günümüz Türk okuyucuları, Kuran öncesi dönemi iyi bilecekleri için sonraki dönemi anlamaları daha da kolaylaşacaktır. 

Örneğin ellerin ve ayakların çaprazlama kesilmesi uygulamasının Kuran döneminde yaşanmadığını, Firavun’un İsrailoğullarına uyguladığı eski bir ceza biçimi olduğunu öğrenecektir.

Keza kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin de cahiliye dönemi suçlarından olduğunu bilecektir.

İçkinin, kumarın, tefeciliğin insanı canından bıktıracak boyutlara cahiliye döneminde ulaştığını anlayacaktır.

Sonraki dönem yani ikinci bölüm; Kuran ayetlerinin gelmesiyle başlamalıdır. Bu bölümde Yüce Allah’ın, her şeye gücü yetecek kadar kudret sahibi olduğundan, gelen ayetlerle insanlara verilmek istenen mesajlardan, mesajları iletme görevi verilen Yüce Muhammed Peygamberden söz edilmelidir. Evrenin, insanın, diğer canlı cansız her şeyin yaratılışıyla ilgili bilgiler bu bölümde anlatılmalıdır. Kısaca uhrevi ve dünyevi hayatta yer alan hususlar bir sıra dâhilinde okuyucuya sunulmalıdır. İnsanın öldükten sonra dirileceğinden boşanmada dikkat edeceği kurallara kadar her husus başlıklar halinde düzenlenmelidir.

İbadetlere ve toplumsal yaşamı düzenleyen kurallara yer verilmelidir.

İşlenen suçlar anlatılmalıdır. Verilen cezalardan ve ödüllerden söz edilmelidir.

Şunu özellikle belirtelim ki konularına göre yapılan bu düzenlemede Yüce Kuran ne bir eksik ne bir fazla olmalıdır. Yüce Kuran’ın vermek istediği bütün mesajlar behemehâl okuyucuya iletilmelidir.

Yüce Allah’ın, Yüce Kuran’ın insanlar tarafından mutlaka anlaşılmasını istediği ve bu konuda çok hassas davrandığı için şu iki hususa dikkat etmek gerekecektir.

Birincisi, Ebu Lehep örneğinde olduğu gibi Ebu Lehep’e ve karısına gösterilen tepkinin neden kaynaklandığına ilişkin bilginin bir iki cümle ile ilavesi gerektiğidir. Yapılacak ilave, okuma yazma bilen bir insanın en kolay anlayacağı şekilde ve çok kısa olmalıdır. Yüce Allah’ın amacı herkesin Kuran’ı “oku”ması ve anlaması değil midir? O halde yeni sorularla okuyucunun kafası karıştırılmamalı, cevapsız soru bırakılmamalıdır.

İkincisi ise domuz eti yenmemesi örneğinde olduğu gibi birden çok kere yer alan hususlara sadece bir kere yer verilmelidir. Birden çok yer verilmesi hususu, Kuran döneminde zorunludur. Çünkü ümmi bir toplumda okuma az olacağından birden çok kere duyurarak geniş kesimlere hitap edilmek, onları bilgilendirmek istenmiştir.

Bugün Yüce Kuran, konularına göre yeniden düzenlendiğinde 76 milyonun içinde okuma yazma bilen herkes kutsal kitabımızın mesajlarını kolayca anlayabilecektir.

Bunun sonucu olarak birincisi, Yüce Allah’ın emri yerine getirilmiş olacaktır. 

İkincisi, Yüce Peygamberimiz Kuran’ı kavrayıp belletme görevini ikmal etmiş olacaktır. (Kıyamet 16)

Üçüncüsü, “Ben Müslümanım” sözü tam anlamını bulacaktır.

Peki, Allah’ın emri yerine getirilmemiş miydi?

İşte toplumumuz için en hassas konu budur.

Bizim toplumumuz, hep kendisine verildiği için bu konuda da başkalarından bir şeyler verilmesini beklemektedir.

Maşallah! Veren öyle başkaları da hep çıkmaktadır.

Ama Yüce Allah emrini, “oku” diyerek doğrudan bireyin kendisine vermiştir. Arada sadece iletmesi için Yüce Peygamberimiz vardır.

Yüce Peygamber gününün insanına, bütün insanlığa nakledilmek üzere vahiyleri orijinal haliyle Arapça olarak bildirmiştir.

Şimdi aradan 1400 yıl geçmiştir. Müslüman Türk, kendisine yöneltilen “oku” emri karşısında Arapça mı öğrenecektir?

Hayır..!

Çünkü Yüce Allah “oku” derken dil tercihinden söz etmemiştir. Sadece Araplara Arapça göndermeyi uygun görmüştür.

O halde birilerinin Türkçeye çevrilmiş Kuran hazırlamaları gerekir.

Günümüzde bu görevi diyanet işleri başkanlığı ve ilahiyatçılar yerine getirmişlerdir. Resmi Kuran’ın tercümesiyle birlikte iniş sırasına göre de Yüce Kuran dilimize çevrilmiştir.

Gözlemlerimize göre Türkiye’de halkın büyük bir çoğunluğu yukarıda anlattığımız nedenlerle Kuran’ı anlayamamaktadır. Gerekirse bu konuda anket uygulamasıyla bilimsel araştırmalar yaptırılabilir.

Bu nedenle Kuran, konularına göre düzenlenerek ya da ilahiyat fakültelerine düzenletilerek 76 milyonun bilgisine sunulmalıdır.

Kuruluş tarihi itibarıyla ülkemizde açılan ilk on ilahiyat fakültesinden birer doçent ile birer araştırma görevlisinin katılımları ile yapılacak çalışma, ilk beş fakülte dekanının onayıyla kabul görmeli ve yayımlanmalıdır.

Peki, Kuran konularına göre başlıklandırılıp düzenlenmezse ne olur?

İki tehlike oluşur.

Birincisi her mahallede kraldan fazla kral olan dinciler türemeye devam eder. Oysa biz din için “Allah”, “Peygamber” ve “Kuran” üçlüsünün yeterli olduğunu savunuyoruz. Eğer devlet, Kuran’ın anlaşılması yönünde istekli vatandaşını eğitmezse dördüncü nesnelerin devreye girmeleri kaçınılmaz olur. Her bir dördüncü nesne, yaşadığı çevrede bizce kutsal sayılan değerlere ortak koşmaya çalışır. Muska yazarak, üfleyip okuyarak dördüncü güç olma yarışına girerler. Oysa onların yeni bir şey yazıp okumalarına, üflemelerine gerek yoktur. Allah Kuran’da neyi eksik bırakmıştır ki o zavallılar kendilerini kutsallaştırıp Allah adına iş yapmaya soyunsunlar. İnsanlar bilgi açlıklarını sadece Kuran’la gidermelidirler. Ama bu Kuran da onların “ham” yapabileceği kadar kolay bir biçimde onlara sunulmalıdır. Kuran, konularına göre düzenlendiğinde hacmi artmayacaktır. Aksine tekrarlanan hususlar ayıklanacağı için çok daha az hacimli olacak ve anlaşılması kolaylaşacaktır.

Devlet bunu yapmazsa insanların karşılaşacağı ikinci tehlike de şudur:

Millet, din tacirlerine “ham” ettirilmiş olur. Din ticareti ve din sömürüsü sektörü oluşur. Yeni rantçılar ortaya çıkar. Konuyla ilgili söylemek istediklerimizi şu sözler daha iyi özetler:

İnsanlar çoğu kere kaybettikleri yakınları için dua okuturlar. Okuyana ise bir miktar ücret verirler. Bu beklenti içindeki bir dincinin, epeydir ölen biri olmadığı için cami yanındaki tabutu “Kurudun, kurudun!” diye tıklaması manidardır.

Yine bazı yörelerimizde ölenlerin yıkanması, kapısında ve kabri başında dualar okunması, ilerleyen gecelerde ilahiler söylenmesi adetten sayılmıştır. “İmam kılıklılar adama ineği danayı sattırır” lafı da bunun sonucu olarak söylenenlerdendir.

Bu çalışmamızın temel varsayımını şöyle özetleyebiliriz: Bir ülkenin gelişmesi, din konusunda bilinçli olmasından geçer.

Şu bir gerçektir ki hem Türkiye, hem de İslam ülkeleri, batılı ülkelere göre oldukça geri düzeydedirler.

Bu konuyla ilgili örnek bir olaya kulak verelim: Avustralya'da Mursi için yapılan eylemde, Avustralya Başbakanı Julia Clark, bir Müslüman fanatik ile diyalogunda göstericiye hitaben şunları söylemiştir: Niçin bu kadar mutaassıpsın? Niçin Suudi Arabistan ya da İran'da ikamet etmiyorsun? Niçin İslam devletini terk ettin?  Siz Allah’ın İslam ile mübarek kıldığını söylediğiniz devletleri terk ediyorsunuz ve kâfir olduğu söylenen memleketlere göç ediyorsunuz. Hürriyet, adalet, refah, sağlık güvencesi, sosyal güvenlik, kanun önünde eşitlik, adil çalışma fırsatı, çocuklarınızın geleceği, yorum ve düşünce hürriyeti için. O halde bize fanatiklik ve nefretten bahsetmeyin.  Biz size kaybettiğiniz her şeyi verdik.  Bize saygı duyun ya da burayı terk edin! (https://www.facebook.com/TurkiyeGerceklerii/posts/299621263519460?stream_ref=10)

Kuşkusuz bu geri kalmışlıkta başka unsurlar da rol oynamıştır. Fakat din unsurunun da önemli bir etken olduğu unutulmamalıdır.

Son yüz yıl içinde Arap ülkelerindeki petrol zenginliği ve Türkiye’nin enerji hattında önemli bir konuma sahip bulunması diğer ülkelere göre bir üstünlük sağlamasını gerektirirken bu durum avantaja çevrilememiştir.

Petrolden önce de, petrolden sonra da geri kalmışlık varsa din unsurunun eksik bilinmesi ya da yanlış uygulanması rol oynuyor demektir.

Biz Kuran’ın felsefesini din bilimci olmayan bir görüşle ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Kuşkusuz konunun uzmanları din konusunda çok şeyleri ortaya koymuşlardır. Fakat bir bütün olarak ve halkın anlayacağı sadelikte bir çalışmanın sunulması gereği zorunlu olmuştur.

1400 yıl öncesinde İslamiyeti kabul edenler, başta Yüce Peygamber olmak üzere inkârcılara karşı büyük mücadele vermişlerdir. Günümüz Türkiye’sinde insanların tamamına yakını Müslüman oldukları için böyle bir sorun görülmemektedir. Hem kimlik kartlarında, hem de gönüllerinde taşıdıkları “İslam” ünvanıyla mutlu birliklerini sürdürmektedirler. Herhangi bir şikâyetleri bulunmamaktadır.

Ancak Yüce Kuran’ı iyi bilmeyen bazı suni sorun çıkarıcılar gerek dini konularda, gerekse cami cemaatinde öne atılarak kendilerini inananlar yerine koymakta, diğer insanları inanmayanlar olarak kategorize etmektedirler. Kullandıkları tek argüman, camiye ya da oruca yakın olduklarını ima etmektir. Oysa kimse kimsenin namaz kılıp kılmadığını, oruç tutup tutmadığını bilemez.

Elbette Yüce Kuran, namazın; hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyacağını belirtmektedir. (Ankebut 45) Bu kural diğer ibadetler için de geçerlidir.

Yeri gelmişken Yunanistan’ın küçük bir şehrindeki küçük bir kilise gözlemimizi paylaşalım: Elindeki poşetten marketten alışveriş yaptığı anlaşılan 40’lı yaşlarda ve normal giyimli bir kadın kiliseye girer. Poşeti (naylon torbayı), giriş kapısının kenarına bırakır. Önceden hazırlanmış ve oraya bırakılmış bir parça ekmeğin üzerinde orada bulunan hazır mumlardan birini yakar. İleriye doğru biraz yürür. Karşı duvardaki bir resme içtenlikle bakarak dua eder. Sonra arkasına dönmeksizin saygıyla geri geri kapıya kadar gelir ve poşetini alarak çıkar. Hepsi 45 saniye sürmüştür.

Müslümanlıkta abdest alma süreci ve namaz bu kadar kısa değildir. Oruç, bir aydır. Hac, eskinin ulaşım imkânlarıyla aylarca sürmektedir. Böylesine meşakkatli ibadetleri yapıp arkasından hayâsızca hareketlerde bulunmak bu ibadetleri geçersiz kılacaktır. Yüce Kuran, insanları ibadet yapmaya yönelterek suç işlemekten uzaklaştırmayı hedeflemektedir.

Yüce Kuran, eylemli bu ibadetlerin yanı sıra zekât vermeyi ve dua etmeyi de zorunlu addetmektedir.

Zekât, fakir insanların başkaca yardım görmeyeceği dönemlerde en önemli görevlerden sayılmıştır. Ancak günümüzde devletçe oluşturulan sosyal yardım kuruluşları bu ihtiyaca cevap verir olmuştur.

Dua etme ise en çok Allah’ı anmakla yerine getirilir. Yüce Kuran’da “Allah'ı anmak elbette ibadetlerin en büyüğüdür” diye yer alır. (Ankebut 45) Allah’ın gönülden yalvarılarak, gizlice ve sessizce sabah akşam anılmasını ister. Dolayısıyla kimin ne ölçüde dua ettiği ve Allah’ı andığı bilinemez. İslam’da duanın, ruhları sakinleştirdiğine inanılır.

Dikkatleri namaza ve oruca çekerek Yüce Kuran’ın diğer emirlerini ikinci plana almak en büyük gaflettir. Hiç kimse bir ayeti diğerinden önemsiz görme cüreti gösterememelidir. Müslümanlığın tek ölçütü kimin namaz kılıp kılmadığı, kimin oruç tutup tutmadığı şeklinde gösterilerek Allah’ın diğer emirleri üstün körü geçilemez.

Allah’ın bu emirlerinden birkaç örnek verelim:

İnsanlar adaletli olmalıdırlar.

Ölçüyü ve tartıyı tam uygulamalıdırlar.

Emanetleri, ehil olanlara vermelidirler.

Mallarını gösteriş olsun diye harcamamalıdırlar.

İsraf etmemelidirler.  

Haksızlık yaparak haram yememelidirler.

Birbirlerini arkadan çekiştirmemelidirler.

Birbirlerinde kusur aramamalıdırlar.

Birbirlerini kötü lakaplarla çağırmamalıdırlar.

Başka birileriyle alay etmemelidirler.

Kendilerine emanet edilen şeylere özen göstermelidirler.

Verdikleri sözleri yerine getirmelidirler. 

Yeminleri kötüye kullanmamalıdırlar.

Anaya, babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, arkadaşa, yolda kalmış yolcuya, köleye, cariyeye ve hizmetçiye iyi davranmalıdırlar.

Allah'ın rızasını gözeterek yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere yardım etmelidirler.

Bir selam ile selamlananlar, onun daha güzeliyle karşılık vermelidirler.

Engellilere, yapamayacakları görevler yüklememelidirler.

Bu ve benzeri kurallar, hem 1400 yıl öncesinin, hem de günümüzün olmazsa olmazlarıdır. Namaz, oruç gibi ibadetlerle birlikte bu tür emirler de yerine getirilirse toplumlar ileriye giderler. Günümüz Türkiye’sinde ve Arap dünyasında Allah’ın bu emirleri yeterince uygulanmadığı için ayaklar birbirine dolaşmakta ve yerinde sayılmaktadır.

Sadece namaz kıldıklarını ve oruç tuttuklarını ima ederek Allah’ın emirlerini yerine getirdiklerini sananlar, konularına göre Yüce Kitabımız hazırlanıp önlerine konulduğunda neleri gözden kaçırdıklarını o zaman göreceklerdir.

Vicdanların belirlediği konularda kendilerini müneccim yerine koyarak başkasını ötekileştirenler insanlık suçu işlemektedirler.

İslam ülkesi insanları bu tutumlarından vaz geçmedikleri takdirde geri kalmış ülke olmaktan kurtulamayacaklardır. Bugün bile dünyadaki duruma baktığımızda sadece Müslümanların diğer Müslümanları öldürdükleri akıl dışı savaşlara tanık olmaktayız.

Bunun için diyoruz ki din, insanların vicdanlarının sesidir.

İnsan ile vicdanı arasındaki ilişkilerin bütünüdür.

O ilişki içerisine diğer bir insan müdahaleci olmamalıdır.

Siz hiç komşunuzun dilini ödünç alıp konuşabilir misiniz?

Ya da beyazsanız zenci olabilir misiniz?

İşte bütün bu olumsuzlukların altında bilgi eksikliği yatmaktadır.

Yüce Kuran'ın konularına göre yeniden dizaynının yapılarak 76 milyonun tamamının bilgisine sunulması hem insanlarımızı bilinçlendirecek, hem de kötü niyetli aracıları haksız kazanç kapısından uzaklaştıracaktır.

76 milyonun tamamı bilgi sahibi olunca, eskiden sadece kendilerini inananlar gibi görenlerin takkesi önlerine düşecektir. Şimdi artık herkes kutsal kitabını daha yakından tanıma imkânı bulmuş olacaktır. Hatta kötü niyetlilerin kötü emellerine karşı Kuran’ına sahip çıkacaktır.

Sıfır yılından 600 yılına kadar dünyada pek çok gelişmeler olmuştur. Bu gelişmelerin yansıması Yüce Kuran’da mevcuttur. Günümüz Türk insanı, geçmişte bu farkı anlayamamışken, Kuran konularına göre düzenlendiğinde kendi geri kalmışlığını anlayacak ve farkı kapatmak için var gücüyle çalışacaktır.

Çünkü yeni düzenleme, din bilgisi konusunda alt yapısı olmayanları besleyecek formatta olacaktır. 

Avrupa'nın gelişmesinde önemli katkısı bulunan matbaanın kabulünde 300 yıl kadar geç kalışımızın önemli nedenlerinden biri de dinseldir. Aynı hatanın bilgisayar çağında da yapılması tam anlamıyla bir hezimet olur. Ancak çok iyi kullanılırsa da fark hızlı kapanır.

Türk halkı, konularına göre düzenlenen Yüce Kuran’ı okuyarak Yüce Allah’ın mesajlarını birinci elden aldığında sorun çözülmüş olacaktır.

Zaman, Yüce Kuran'ın konularına göre düzenlenme zamanıdır.

Kolay gelsin..!

Hayırlı olsun..!



2 yorum :