16 Temmuz 2011 Cumartesi

BABALARIN AĞLAMASI

Yetmişli yılların ortalarına gelinmişti. O dönemde bitirdi Polis Akademisini genç adam. Önce diploma töreni yapıldı. Uzunca hazırlanan masanın üstü şanlı bayrağımızla örtülüydü.
Masanın üstünde silahlar vardı.
Masanın üstünde kanun kitapları vardı.
Genç komiser yardımcılarının her birinin eli masaya uzanıyordu. Ve hep bir ağızdan söylenenleri tekrarlıyorlardı:
“Cumhuriyet kanunlarının”
Okuyucu, bir bölümü daha anons ediyor ve onların tekrar etmelerini bekliyordu.
“Türk polisi olarak”
Herkes yineliyordu.
“Bana verdiği vazifeleri”
Her bölümü okuyuşta ses biraz daha gürleşiyordu.
“Sadakatle ifa ve amirlerimin emirlerine itaat edeceğime, vatandaşlarıma daima yardımcı ve müşfik olacağıma ve vazife uğrunda canımı feda etmekten çekinmeyeceğime”
Son bölümde ses, doruğa çıkıyordu:
“Namusum üzerine yemin ederim.”
Bu diploma töreniyle birlikte, genç adamın hayatında yeni bir dönem başlayacaktı. Artık öğrencilik sona ermişti. Şimdi profesyonel bir yaşam kendisini bekliyordu.
Son konuşmacı olarak İçişleri Bakanı kürsüye geldi. Polisliğin çok yüce ve kutsal bir meslek olduğunu söyledi. Polisin görevini ve mesleki yaşam biçimini, cefakâr ve fedakâr kavramlarıyla özdeşleştirdi.
Alınan maaş miktarını belirtti. Ülke ekonomisinin koşulları iyileştiğinde daha çok maaş verileceğini dile getirdi. O bir politika adamıydı ve politik laf etmesi de normaldi.
Henüz 14 yaşında iken kopup gelmişti Karadeniz’den Ankara’ya. Polis Koleji ve Polis Enstitüsünde “geçmeyecek”miş gibi gelen altı yıl bekliyordu onu.
Bu altı yıla neler sığmamıştı ki...
“Dikkat Kan Aranıyor” filminin final sahnesi okullarının ön bahçesinde çekilmişti. Kısacık bir bölüm, bütün bir filmi özetler gibiydi. Komiser Ekrem Bora, hastanede doğum yapmak üzere olan eşine kan yetiştirmek isterken kendisine verilen bir görev nedeniyle yetişemez, bu nedenle anne, bebeğini kaybeder. Görevin konusu, çocuk yuvasından, bir akıl hastası tarafından kaçırılan çocukların kurtarılmasıyla ilgilidir. Baba, kendi çocuğunu kaybetmiştir. Ama 25 çocuğu kurtarmıştır. Anne Semra Sar, babayı affedecek midir? İşte böyle sonlanan bir film çekimine de tanıklık etmişti okul yılları.
Sonra yastık kavgaları ve daha birçokları..
Herkese lakap takmakla ünlenen müzik hocası Turhan Üçel, bunun karşılığında 1 Nisan günlerinde sınıfında hep başka öğrencilerle karşılaşmak zorunda bırakılmıştır.
Cahide Savaşyar’lı, Sıdıka Tezel’li, Turgut Bayram’lı, İclal Korhan’lı, Abdulhalik İnceoğlu’lu, Suphi Varer’li ve daha onlarca eğitimcilerle geçen gençlik yılları.
Ama bütün bu anılar artık son bulmuş, yeni bir yaşam başlamıştı.
Artık kuralar çekiliyordu.
Yaşamda yeni bir dönem başlıyordu. Öğrenci polis memurluğu bitmişti. Ve profesyonelce bir yaşama geçilmişti.
Fikret’in kur’a ile belirlenen yeri Gaziantep olmuştu. Henüz yirminci yaşında memleketi olan kuzeydoğudan sonra şimdi de güneydoğuyu tanıma fırsatı bulmuştu.
Toplum polisi müdürlüğünde göreve başlayacaktı.
İşyeri, şehrin kenar mahallelerinden birindeydi. Şube Müdür Vekili Başkomiser Hamit Bey’le tanıştı. Hamit Bey 50 yaşlarındaydı. Beyaz ve dik saçları vardı. Yumuk yumuk gözleriyle sevimli biriydi.
Görev yerinin rahat olduğunu, 24 saat çalışıp 24 saat istirahat ettiklerini, haftada bir gün verilen izinle birlikte üç gün dinlenildiğini, bir müddet önce yaşanan ve iki polisimizi şehit verdiğimiz Düztepe olaylarından başka fazlaca toplumsal olay olmadığını bir çırpıda anlattı.
Fikret, Gaziantep’in Temmuz sıcağına rağmen yavaş yavaş görevine ısınıyordu.
Ağustos ayı ortalarında müjdeli bir haber aldı. Okul bitmek üzereyken girdiği üniversite sınavları sonucunda Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmıştı.
Hemen Emniyet Genel Müdürlüğüne başvurarak tayininin Ankara’ya yapılmasını istedi. Yanıt olumluydu. Ön kaydını yaptırması koşuluyla tayini yapılacaktı. Genç adam gündüz bir yandan çalışırken, geceleri 5 yıl süre ile Fransız Dili ve Edebiyatı okuyacaktı. Böylece kısacık Gaziantep serüveni de son bulacaktı.
Bu duygular içerisinde valizini toplarken memleketteki babasından bir mektup aldı. Sevdiği kızdan ve ailesinden olumlu yanıt gelmişti. Babası nişan töreni için kendisini çağırıyordu.
Bir yanda okul için ön kayıt ve atama işleminin yapılması için Ankara’ya gitmek, öte yanda nişan için memlekete gitmek...
Fikret çok düşündü. Fransızca öğrenmek en büyük tutkusuydu. Polis Akademisi döneminde dolu dolu üç yıl, geceleri, Fransız Kültür Merkezine gitmişti. Belli düzeyde Fransızcasını ilerletmişti. Bu bilgilerini kadroda görev yaparken de ilerleteceğini düşündü ve Fransız Dili ve Edebiyatı için kayıt yaptırmaktan vaz geçti.
İzin alarak memleketine gitti. Annesi ve babası mutluydu. Göreve başlayan oğulları şimdi de nişanlanıyordu. Hem de sevdikleri bir gelin adayıyla...
Nişanlısı o yıl öğretmen okulunu bitirmiş ve uzak bir ilçede göreve başlamıştı.
Komiser yardımcısı Fikret, bu yaz günlerinde sakin bir görev dönemi geçirmişti. Toplumsal olay pek olmuyordu. Sık sık havaalanına gidiyor, günde bir kez gelen yolcu uçağına nezaret ediyordu.
Koca bir yaz boyu Karşıyaka’daki açık hava sinemasında akşam gösterime sunulan Arkadaş filmi sırasında bir olay yaşamıştı. Filmin ikinci yarısına ait makara başka bir sinemadan gelirken karşıt görüşlüler tarafından kaçırılmış, bunun sonucu izleyiciler taşkınlıklara başlamıştı. Fikret sıkıntı içerisindeydi. Memurlar ondan gelecek bir işareti bekliyorlardı. O da “Ya yanlış karar verirsem” diye tereddüt içerisindeydi.
Az sonra beklenmedik bir şey oldu. Biraz ilerideki polis merkezinden gürültüleri duyan bir bekçi geldi ve taşkınlık yapan gençleri elindeki copuyla kovalamaya başladı. Bundan cesaret alan Fikret, kendi personeline “Dağıtın” emrini verdi ve kalabalık dağıldı.
Bekçinin bu hareketiyle tecrübenin, cesaretin ve kararlılığın önemini daha iyi idrak etmişti.
Artık Eylül ayı gelmişti. Okullar yeni öğretim sezonu için açılmıştı.
Orta Doğu Teknik Üniversitesine bağlı Makine Bölümü ile Eğitim Enstitüsü henüz öğretime başlamamıştı.
Gaziantep Lisesi öğleye kadar eğitime açıktı. Başkomiser Hamit, okullarda güvenlik önlemleri için görevlendirmeyi yapmıştı.
Grupta tek komiser yardımcısı olduğu için Fikret, öğleye kadar ekibiyle bu okul önünde bekledi. Öğrencilerin dağılışıyla birlikte durumu haber merkezine bildirdi. Bu anonsla birlikte telsizden Başkomiser Hamit’in sesi yükseldi:
“13 Merkez 312”
O yıllarda telsiz kodları otoların tescil plaka numaralarına göre veriliyordu.
Fikret cevap verdi:
“312 dinlemede”
“Atatürk Lisesine hareket edin”
Atatürk Lisesi Şehreküstü semtindeydi. Ortaokul kısmı sabah, lise kısmı öğle sonrası eğitim görüyordu.
Komiser yardımcısı Fikret ekibiyle okulun bahçe duvarı dışında yerini aldı. 312 kod numaralı ekip otosu, “dodge” marka kamyonetten minibüse dönüştürülmüştü. Vites kolu direksiyondaydı. Büyük hacimli motoru vardı.
Öğle sonrasında, saat bir olmuştu. Başka bir minibüsle 10 memur daha geldi. Onları Başkomiser göndermişti. Personel değişim yapacak ve ihtiyaçlarını gidereceklerdi. Gelen otonun şoförü Fikret’e dönerek:
“Komiserim”, dedi. “Siz devam edecekmişsiniz”
Grupta tek komiser yardımcısı olduğu için bu kaçınılmaz bir sonuçtu. Acıkmıştı. Yakında yemek yiyebileceği bir lokanta yoktu.
Okul önlerinin vazgeçilmez müdavimleri olan simitçiden bir simit aldı. Ancak orada yiyemezdi. Az ilerde Şehreküstü polis merkezi vardı. Orada çay da içebilirdi.
Çok geçmeden bir memurun hızla yanına geldiğini gördü. Okul içerisinde bir takım hareketlenmeler olmuştu. Bir grup öğrenci başka bir gruba saldırmış ve birbirlerini tartaklamışlardı.
Öğrencilere yaklaştığında slogan attıklarını gördü. Ancak kulağı bu söylemlere alışık olmadığı için söylenenleri tam olarak anlayamıyordu.
Slogan atanlar, belli ki, çok iyi organize olamamışlardı. Nasıl olsun! Daha okulun ilk günüydü.
Polisi gördükçe hiddetleri daha da artmıştı. Okul idarecileri ortalarda görünmüyordu. 800 öğrenci kapasiteli okulun çok genç bir müdürü ve 8 müdür yardımcısı vardı.
Genç komiser yardımcısının gözleri onları aradı. Çünkü Hamit Başkomiser olay olursa okul idaresiyle işbirliği yapmasını söylemişti. Doğruca müdür yardımcılarının bulunduğu odaya gitti. Hepsi telaşlıydı. Deneyimsiz oldukları her hallerinden belliydi. Yirmi yıllık öğretmenler, koltuğunun altında kitap derse girerken yeni mezunların idarede görev almalarına bir anlam verememişti. Kendisi de tecrübesizdi.
Her iki grubun slogan atmaları devam ediyordu. Hemen Başkomiserine telsizle anons yaptı.
“312 Merkez 13”
“13 dinlemede”
“Atatürk Lisesi öğrencileri gruplaşarak slogan atmaya başladılar”
Telsizden başkomiserin, “anlaşıldı” sözü duyuldu. Kendisinin de seyir halinde olduğunu bildirdi.
Öğrencilerin teneffüs saatleriydi. Sloganlar daha bir öfkeyle söylenmeye başlamıştı. Yumruklar sıkılı ve havayı dövüyordu.
Henüz iki ay öncesinin öğrencisi iken, şimdi öğrencilerle karşı karşıya bulunmak ne zor bir şeydi Fikret için.
Bu duygularla onları sakin olmaya davet eden sözler söylemeyi uygun görüyordu. Heyecanlıydı. Bu sırada Başkomiser Hamit okul önüne ulaştı.
Fikret, olanlar hakkında bilgi verdi. Bir yandan da öğrencilere doğru yaklaşıyorlardı. Başkomiser kendisinden emindi.
“Geçin içeri”
“Herkes sınıflarına”
Okul idarecileri de bundan cesaret almışlardı. Onlar da öğrencilerinin içeri girmelerine yardımcı oluyorlardı.
Başkomiser o gün öğrenciler okuldan ayrılıncaya kadar bekledi. Kendi oğlu da bu okulda son sınıf öğrencisiydi.
Ertesi gün komiser yardımcısı Birol görevliydi. Birol, öğle öncesi Gaziantep lisesinde, öğle sonrası da Atatürk lisesinde görev almıştı.
Fikret o günü dinlenerek geçiriyordu. Emniyet Müdürlüğüne uğrayıp birkaç arkadaşını ziyaret etti. Ancak Müdüriyette yankılanan telsiz seslerine bakıldığında Atatürk lisesinde yine olay olmuş ve polis müdahale etmek durumunda kalmıştı.
Ertesi gün sıra Fikret’teydi. Acaba yine olay olacak mıydı?
Maalesef yine olmuştu. Teneffüs sırasında gruplaşan öğrenciler birbirlerini tartaklamayı, okul içinde slogan atmayı sürdürmüşlerdi.
Okul idaresiyle birlikte yapılan ikazlarla öğrenciler yeniden sınıflarına giriyorlardı.
Tek tek bakıldığında birer pırlanta görünümündeki bu gençlerimiz bir araya geldiklerinde azılı bir suçlu gibi görünüyorlardı. Söz dinlemez oluyorlardı.
Okullar açılmazdan önce Fikret, kadro yaşamına bir ayrı bakıyordu. Şimdi ilk günden başlayan ve devam eden olaylar karşısında başka türlü bakmaya başladı. Öğrencilerin taşkınlıkları her gün daha da ileriye gidiyor ve camlar kırılıyor, ertesi günlerde eğitime ara verilmek zorunda kalınıyordu.
Gaziantep Lisesinde, ayrıca Eğitim Enstitüsü ve Ortadoğu Teknik Üniversitesine bağlı Makine Bölümünde de anarşik eylemler boy göstermeye başlamıştı.
Nerede olay olursa oraya koşturmak, o yıllarda toplum polisinin yaşam biçimi olmuştu. Nedense kadro polisi bu olayların dışındaydı. Kimse onları toplumsal olaylarda kullanmayı düşünmüyordu. Belki tecrübeleri yok diye böyle yapılabilirdi ama takviye kuvvet olarak bile yararlandırılmıyorlardı.
Okullardaki bu olaylar zamanla sokağa da taşmıştı. Gün olmuyor ki duvarlar afişlenmesin, gün geçmiyor ki yollara sloganlar yazılmasın. Bir gece bir grup tarafından, ertesi gece karşıt gruptan.
Fikret artık olayları kanıksamıştı. Herhangi bir yerden olay haberinin anons edilmesi onun için sürpriz değildi. Olayın, olmayacağını düşünemiyordu bile. Çok çalışıyordu. Çok koşturuyordu. Görev saatinin çoğu ekip otosunda geçiyordu. Minibüsün minderindeki helezonlu çelik yayların adedini oturduğu yerden sayabilirdi.
Gençti. Yorulduğunu ancak yattığında anlayabiliyordu. Başını yastığa koyduğunda epey müddet derin soluklanma başlıyordu. Ta ki uyuyuncaya kadar...
Bir ev kiralamıştı Binevlerden. Son durağa yakın bir yerden. Yazın düğün yapacağı için bir takım eşyaları şimdiden almaya başlamıştı bile.
Bu arada olaylar o kadar artmıştı ki şehrin farklı yerlerinde de olması artık olağan hale gelmişti. Ticaret ve Meslek Lisesi de olaylardan nasibini alan okullardan olmuştu.
Bu itibarla şehrin her tarafı potansiyel tehlikeydi.
Devlet Hastanesi şehrin merkezindeydi. Önünden İnönü Caddesi geçiyordu. Hastanede, bir önceki günün akşamında meydana gelen bir olayda yaralanan bir genç yaşamını yitirmişti.
Bunu duyan bir grup yandaşı, sabah saatlerinde hastane önüne gelmişlerdi. Saat sekizde toplum polisi grup değişimi yapıyordu. Bu değişim yapılıp hastane önüne gelinceye kadar saat sekiz buçuk olmuştu. Kalabalık epey ölçüde artmıştı. Hatta bir müddet sonra hastane bahçesi kalabalığa yetmez olmaya başlamıştı. Belki ilk saatlerde müdahale edilseydi bu kadar çoğalamazlardı.
Yumruklar sıkılmış, sloganlar atılmaya devam ediliyordu. Cenazeyi hastaneden alınca şehri boydan boya gezdirerek ne kadar güçlü olduklarını göstermek istiyorlardı. Hazır bu kadar kalabalık bir aradayken güzergâh üzerinde karşıt görüşlülere ait ne kadar iş yeri, dernek, parti binası varsa taşlayacaklardı. Çünkü geçmişte hep böyle yapıyorlardı.
Fikret ve on kişilik grubu görev değişimi sırasında, saat sekiz buçukta hastane önüne gelmişti. Kalabalığın sürekli arttığını telsizle rapor ediyordu.
Başkomiser Hamit saat on sıralarında geldi. Yanında on personel vardı. Gelirken idari büroda çalışan komiser Mustafa’yı da getirmişti. Komiser Mustafa elli yaşlarında, esmer ve zayıf biriydi. Herkese iyilik yapmayı seven bir yapısı vardı. Çevresiyle iyi geçiniyordu. Toplum polisliğinde uzun süre çalışmadığı için olay tecrübesi pek yoktu.
Kalabalık çok gergindi. Arkadaşlarını kaybettikleri için trans durumundaydılar. Dokunulsa olay çıkacağı kaçınılmazdı. Başkomiser, temkinli hareket ediyordu. Sonuçta telafisi mümkün olmayacak bir davranışta bulunmak istemiyordu. Cenazeyi yakınlarına arka kapıdan verirlerse, kalabalık, belki de olaysız dağılabilirdi. Bu arada bir yandan da savcı ve doktorların otopsi işlemleri devam ediyordu.
Toplum polis müdürlüğünde bir komiser daha vardı. Adı Himmet’di. Himmet Tanrıseven. Kırk yaşlarında, uzun boylu, sarışın bu komiserin maceraperest bir yapısı vardı. Şehrin merkezinde fötr şapka giymeyi ve at binip gezmeyi çok severdi. Hazır kuvvet ekibi olarak çalışırdı. Çelik yeleğini, uzun menzilli silahını yanından hiç eksik etmezdi. Zaten depo görevlisi de çoğu zaman yanında olurdu.
Öteden beri yapılan anonsları da takip etmiş olmalıydı ki o da hastane önüne geldi. Bu sırada hastane bahçesine sığmayan kalabalık caddeye taşmıştı.

Sabırsız bir hali vardı Himmet komiserin. “Neden dağılmıyor bunlar” diyerek copla müdahalede bulunup dağıtılmalarını istedi.
Birdenbire bir hareketlenme oldu. Hazır kuvvet ekibinin polisleri, coplarıyla kalabalığı kovalamaya başladılar. Başkomiser Hamit, komiser Mustafa, komiser yardımcısı Fikret de yanlarındaki polislerle birlikte kendilerini olayın içinde buldular. Onlar da kalabalığı takibe koyuldular. Bu arada kaçanlardan bir kısmı, ellerine geçirdikleri taş ve sopaları polislere fırlatıyorlardı.
En kötüsü de silahların ateşlenmeye başlanmasıydı.
Komiser Himmet çelik yeleğini giymiş, caddenin ortasında diz çökmüş, otomatik tüfeğiyle havaya ateş ediyordu. Kalabalık, şuursuzca kaçıyor, bir yandan da taş ve sopalar havada uçuşuyordu.
Komiser yardımcısı Fikret de silahını çıkardı ve eline aldı. Başkomiserine bakıyordu. O da silahını eline almış, memurlara ha bire emirler yağdırıyordu.
“Şu tarafı dağıtın!”
“Siz de bu taraftan gidin!”
Fikret de kendi yanındaki personeli aynı şekilde yönlendirmeye çalışıyordu.
Ama ne olduysa bir anda oldu. Taş, sopa ve silah sesleri arasında genç adam birdenbire donup kaldı. Başı alev gibi yanıyordu sanki. Elini alnına götürdüğünde parmakları arasından fışkıran kana mani olamıyordu. Şapkası başından fırlamış, yüzü, gözü ve elbisesi kan revan içinde kalmıştı. Tabancası hâlâ elindeydi. Sendeliyordu, fakat düşmemeye çalışıyordu. Çok kan kaybettiği belliydi. En yakınındaki iki polis memuru durumu fark edince Fikret’in yardımına koştular. Koluna girerek hemen hastaneye taşıdılar.
Bir şeyler oluyordu. Flu bir dünyadaydı sanki. Memleketinden çok uzakta, mesleğinin henüz ilk yıllarında görev yaptığı yerin hastanesinin acil servisindeydi. Gözlerini açamıyordu. Her şey, açamadığı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Annesi, babası, kardeşleri ve de uzak köy okulundaki nişanlısı.
Her şey, ama her şey...
Kendisi için birilerinin bir şeyler yaptıklarını hissedebiliyordu.
Ölüm mü?
Hiç aklına gelmiş gibi değildi. Başını, yüzünü sarıp sarmaladılar. Bıraksalar, yüzünün gülümsemesi görülebilecekti.
Üzülmek?
Hiç sanmıyorum. Aksine haklı bir gurur ifadesiyle başbaşaydı. Sadece, duygularını anlamlandırmaya çalışıyordu.
Mutluluk mu?
Bu hissi biraz yaşıyordu galiba.
Ya gurur?
İşte bu duygu doruktaydı.
Yarasının durumunu, hayati tehlike sınırında olup olmadığını sormuyordu bile.
Sonra anımsayamayacağı bir dönem geçti. Gözlerini açtığında hastane odasında yattığını gördü. Yanındaki yatakta komiser Mustafa yatıyordu. Oda üç yataklıydı. Üçüncü yatakta üç yaşlarında bir kız çocuğu vardı.
Fikret neler olup bittiğini yeni yeni fark ediyordu. Bir yandan da hafızasını zorlamaya devam ediyordu. Saatin kaç olduğunu anlamak istiyordu.
Komiser Mustafa küçük kızın yakınlarına, kolunun ağrısını anlattıktan sonra genç adamın gözlerini araladığını görmüştü.
“Bizi çok korkuttun Fikret”, dedi.
Fikret şimdi her şeyi daha iyi anlıyordu. Sabah meydana gelen olayda, kendisi gibi komiser Mustafa’nın da yaralandığını, bu nedenle hastanede bulunduklarını biliyordu artık.
Hastane koridoru oldukça hareketliydi. İçeri bir grubun girdiğini gördü. Öndekini tanımıştı. Bu, emniyet müdürü Hasan Atak’tı. Herkese geçmiş olsun dedi. Yanındakiler de aynı dileği tekrarladılar.
Bir doktor, emniyet müdürüne, kısık bir ses tonuyla bilgi veriyordu.
Küçük kızın adını sordu emniyet müdürü.
“Ayşe”, dedi annesi.
Emniyet müdürü yeni bir şey sormak için hazırlanırken küçük Ayşe’nin sesi yükseldi.
“Amca, beni polis amcalar vurdu”
Derin bir sessizlik oldu.
Komiser yardımcısı Fikret de donakalmıştı. Sabahleyin komiser Mustafa ile olayda yaralanmışlardı. Ama üç yaşındaki çocuğun bu olayla ne ilgisi olabilirdi?
Sessizliği bozan Ayşe’nin annesi oldu.
“Çatışma olduğunda balkondaydı”
Anlaşılan, mermilerden biri küçük Ayşe’ye isabet etmiş, onu yaralamıştı. Sağdan soldan o kadar çok mermi atılmıştı ki. Kaba etinden giren kurşun minicik bacağını delerek çıkmıştı. Sargılar içindeydi bacağı. Neler olduğunu ne kadar anlayabiliyordu, kim bilir?
Emniyet müdürü daha fazla bir şey söyleyemedi.
Hüzünlüydü.
“Sizlere geçmiş olsun çocuklar. Biz savaşa devam edeceğiz”
Öyle ya, silahlar konuşuyordu. Her taraftan kurşun yağıyordu sanki. Yaralılar vardı. “Savaş” yerine başka bir sözcük gelmedi aklına galiba.
Küçük Ayşe hiç ağlamıyordu.
Komiser Mustafa’nın yüzündeki hareketler acı içinde olduğunu gösteriyordu. Yattığı yerden diğer eliyle sürekli ağrıyan kolunu ovuşturuyor, sıkıntısını küçük iniltilerle hafifletmeye çalışıyordu.
Fikret olanları başından itibaren anımsamak istiyordu. Ancak zorlanıyordu.
İki şeyi flu hatırlıyordu. İlki, acil servise getirildiğinde başına atılan dikişlerdi. Gözleri akan kandan dolayı kapalı olmalıydı ki neler yapıldığını anımsamakta zorluk çekiyordu.
İkincisi, odasında iken gözlerini araladığında fotoğraflarının çekilmesiydi.
Memleketine haber vererek onları üzmek istemiyordu. Ama ya haber bültenlerinde verilirse.. Telefonla iletişim iyi düzeyde olmadığı için bu yolu deneyemezdi.
Kendince karar aldı. Televizyonun, akşam haberlerinde geçmesi halinde hemen telgraf çekecekti. Durumunun iyi olduğunu, kendisini merak etmemelerini bildirecekti.
Saatler ilerliyordu. Yeniden uykuya dalmıştı.
Komiser Mustafa ve küçük Ayşe’nin taburcu edildiğini Yakup’tan öğrendi. Emniyet müdürü, Fikret taburcu edilinceye kadar kendisine bir polis memurunun refakat etmesini istemişti. Yakup, komiserini çok seviyordu. Gönüllü olarak ilk o gelmişti.
Akşam haber saati gelmişti. Fikret, Yakup’u haberleri izleyebileceği yere gönderdi. Yakup döndüğünde haberin TRT’de verildiğini ayrıntılarıyla anlattı:
“Üç yaşındaki bir çocuğun da bacağından vurulduğu silahlı çatışmada komiser Mustafa Karaçay ile komiser yardımcısı Fikret Deniz yaralandı.”
Genç adam birden anne ve babasını düşündü. Hayalleri gözlerinin önündeydi. Onlardan ayrılalı henüz altı ay geçmişti.
Telgrafı hemen yazdırdı ve Yakup’la Postaneye gönderdi. Annesi, babası ve yakınları biraz daha rahat olabilirlerdi.
Ancak ne mümkün!
Acı haber küçücük beldede yayılmıştı. Ne ölçüde yaralanmıştı? Hayati tehlikesi var mıydı? Bunlar bilinemiyordu.
Gece yarısında kendisine refakat edecek polisin nöbet değişimi yapılmıştı. Gelen Salih’ti. Salih, Emniyetsporun en tecrübeli futbolcusuydu. Takımın kuruluşunu sağlayan komiserini o da çok seviyordu. Salih bir de haber getirmişti. Akşam haberlerini izleyen babası, dedesi ve kardeşi hiç zaman kaybetmeden bir arabayla yola koyulmuşlardı bile.
Fikret, gündüz telgraf çekmediğine çok üzüldü. Öteki yakınları telgrafı almışlar, ayrıca beldenin postanesine giderek emniyet müdürlüğünden bilgi alma imkânı bulabilmişlerdi. Fikret’in, hayati tehlikeyi henüz atlatmış olmadığını, ancak şuurunun açık olduğunu öğrenmişlerdi.
Fakat yola çıkan babası, kardeşi ve dedesi onlar kadar rahat olamayacaklardı. Fikret, onların ne tür sıkıntılar içinde yolculuk yapacağını tahmin edebiliyordu. Uzun ve kasvetli gece, geçmek bilmeyecekti onlar için.
Kolundaki serum ayrı bir sıkıntı veriyordu genç adama. Gecenin sessizliğinde ağrıları daha da artmıştı. Salih, hastane yetkililerine bu durumu iletti. Uygulanan ağrı kesici, yararlı oldu. Ancak hiç rahat değildi. Sabahleyin gelecek yakınları, onu ayakta görmeliydi diye düşündü. Salih, durumu çok iyi anlıyordu. Hemşireye her şeyi anlattı. Hemşire de doktora anlatmıştı. Doktor, Fikret’in ayağa kalkmasında sakınca bulunmadığını bildirdi.
Salih, konuşmayı çok seven biriydi. Genç adamın uyuyamadığını anlayınca yeni yeni konular buluyor, özellikle Emniyetsporun amatör lige resmen girebilmesi yönünde uygulayacakları statüyü belirlemeye çalışıyordu.
Günün ilk ışıkları odayı aydınlatmaya başlamıştı. Serumu kolundan çıkarılan genç adam hemen pencereye koştu. Dışarıdaki görüntü, güzel bir günün başlangıcını işaret ediyordu. Pencereyi açtı. Derin nefes aldı. Camın aksinden başının üst kısmının tamamıyla bandajla sarılı olduğunu gördü. Ama kendisini iyi hissediyordu.
Üçüncü katta bir odadaydı. Sık sık koridora çıkıp gelenleri kontrol ediyordu. Buradan aşağısını görmek, binaya girenleri tanıyabilmek mümkündü. Yakınları geldiğinde, onu sağlıklı görmeliydiler.
Hastane, biraz sonra uğultu ve ayak seslerinin karıştığı bir gürültü ile günlük yaşamına başlayacaktı. Bölge hastanesiydi. Çok büyüktü.
Çok geçmeden Fikret kapıdan girenlerden birini tanıdı. Bu dedesiydi. Telaşlı bir şekilde görevlilere bir şeyler soruyordu. Genç adam, Salih’e hemen dedesini gösterdi. Salih hızlı adımlarla giriş katına indi. Arkadan babasının içeri girdiğini gördü. Fikret babasının ne kadar bitkin olduğunu seçebiliyordu. Onu, bu denli bitkin kılan, oğlunu ne halde göreceği endişesiydi besbelli. İleri attığı adımları, sanki geri gidiyordu.
Son olarak kardeşi göründü. Önündekileri kaybetmemek için hızlı hareket ediyordu.
Fikret, biran önce dedesini, babasını ve kardeşini kucaklamak istiyorsa da merdiven korkuluğunu bırakamıyordu. Başı dönüyordu. Bir yerlere tutunmasa düşecek gibiydi. Ama çok güçlü görünmeliydi. Salih, yukarıyı işaret ederek iyi haberler vermek istiyordu. Dedesi ve kardeşi buna itibar ederek boş gözlerle de olsa yukarı bakıyorlar, bir yandan da bitkin bir durumda merdiveni çıkıyorlardı. Babası da onları takip ediyordu, ama hâlâ endişeli, hâlâ ürkekti. Yukarı baksa belki de oğlunu görebilecekti. Ama cesaret edemiyordu. Önceki yıllarda ciddi bir hastalık geçirdiğinden hastane yaşamına alışıktı aslında. Ama üç kat merdiven çıkmak, bu yüreği yaralı adama, Karadeniz’den Gaziantep’e kadar uzanan yolculuk kadar uzun gelmişti.
Önce kardeşi koştu. Fikret tek eliyle merdiven korkuluğunu tutarken diğer koluyla kardeşine sarıldı. Sonra gözleri ağlamaklı dedesiyle kucaklaştı. Bütün cesaretini topladığı her halinden belli olan babası onu ayakta görmüştü. Bir süre sarmaş dolaş oldular. Hiç kimse, hiçbir şey konuşmuyordu. Ama gözler çok şey ifade ediyordu.
Gözler yaşlıydı.
Gözler hüzünlüydü.
Fikret, babasını ağlarken ilk kez görüyordu. Salih, biraz ileride duruyordu. O da bir babaydı. Engel olmak istediği gözyaşı galiba ona itaat etmiyordu. Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil böyle bir duyguyla söylemiş olmalı diye düşündü:
Gördüm babaların ağlamasını/ Dalları düğüm düğüm/ Gövdesi kahve falı/ Bir zeytin ağacını köklemek var ya/ Sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı/ Kazma vurmak beşyüz yıllık meşeye/ Acısını duymak var ya kopmanın/ Babaların ağlaması işte o/ Babaların ağlaması öyle zor…
Babası, Fikret’e bir kez daha sarıldı. Sadece onun duyacağını sandığı sözler dudaklarından dökülürken mutluluğu, o buğulu gözlerinden anlaşılıyordu:
“Seni seviyorum oğlum.”

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder