13 Haziran 2011 Pazartesi

GELİBOLU’NUN ÖZETİ

Kitap özetlerinin ciddi bir edebi zenginlik olduğu bilinmektedir. Her bir meslektaşımızın okudukları kitapların özetini çıkararak, örneğin Çağın Polisi dergisinde yayımlamaları yeni bir arşivin oluşmasını da sağlayabilecektir. Böylece daha çok kitap okunmuş olacak, daha çok kitabın okunmasına vesile olunacaktır.
İsmail Bilgin tarafından kaleme alınan "Gelibolu Yenilmezlerin Yenildiği Yer" adlı kitabın konusu, adından da anlaşılacağı üzere Çanakkale'de geçmektedir. Yazarın hem jeoloji doktoru, hem de Gelibolulu oluşu esere zenginlik kazandırmıştır. Yazar, Gelibolu yarımadasında ateş hattında geçen sekiz buçuk aylık sürede yaşananları Mehmetçik'in gözüyle bize aktarmıştır. Zaman zaman düşman askerlerinin de duygularını okuyuculara yansıtmış ve savaşın ne denli korkunç boyutları olduğunu yalın bir dille ifade etmiştir.
İngiltere'nin, kendisini üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk olarak gördüğü yıllardır. Oradan gelen askerler, başlangıçta bir maceranın getireceği gizemli ve zevkli hayaller içindedirler. Gelibolu yarımadasına çıkmak ve oradan Marmara'ya ve İstanbul'a geçmek istemektedirler. Ancak Mehmetçik de çok iyi bilmektedir ki, düşmanın Anadolu'ya geçmesi demek geride bıraktıkları ana-babalarına, kardeşlerine zulüm yapılması demekti. Ne yapıp etmeli ve düşman Çanakkale'den geçirilmemeliydi. İşte bu yönüyle "Gelibolu Yenilmezlerin Yenildiği Yer", tarihi bir belge niteliğindedir.

Bir Gün Bin Yıl Gibi
18 Mart 1915 tarihinde Çanakkale boğazını geçemeyeceğini anlayan itilaf devletleri donanması akşam saatlerinde geri çekilmiştir. İstikamet Limni, Somaki, Bozcaada, İmroz ve Semadirek gibi Ege adalarıdır.
Limni'de yaşayan Türkler, Mondros limanında demirlemekte olan zırhlıları, kruvazörleri ve daha birçok savaş gemisini görünce Türklerin donanma tarafından çember içine alınmış, ateşten duvarlarla çevrilmiş olduklarını düşündüler. Öyle ki, gemilerden suyun üstü görülmüyordu. O kadar çok gemi vardı ki, önceleri askerlere meyve, sebze ve balık satan adadaki Rumlar şimdi gemiler arasında gezemez olmuşlardı.
Birleşik donanmanın bu gücünü gören Rumlar, iyi kötü birlikte yaşadıkları Türklere acımaktan kendilerini alıkoyamıyorlardı.
Limanda yoğun bir hazırlık vardır. Su kabı, fıçı, her şey satın alınmakta ve gemilere yüklenmektedir. Ada halkının eli kolu olan eşek, katır ve atların zorla satın alınması onları iyiden iyiye üzmektedir.
Oysa onlar sayıları az olan Türklerle birlikte bağlarını çapalayarak, denize attıkları ağdan gelecek balıkları bekleyerek ve de zeytinlerini toplayarak yaşamlarını tatlı bir meşakkatle ve mutluca sürdürüyorlardı. Bir de yıllanan şaraplarını satmanın yolunu buldularsa yaşam onlar için daha da güzel oluyordu.
Ama donanmanın gelişi arada soğuk rüzgârların esmesine neden oldu. Rumlar adaya gelen askerlere her türlü lojistik ve kılavuzluk hizmetlerini yapmayı bir geçim kaynağı olarak görmeye başladıklarında bu soğukluğun nedeni daha iyi anlaşılmaktaydı. Açıktan açığa dillendirmemekteyseler de itilaf kuvvetleri Osmanlı Devletini yener ve İstanbul'a ulaşırsa kazançları daha da artacaktı.
Queen Elizabeth zırhlısı da Mondros limanındadır. Akdeniz Müttefikler Komutanı General Ian Hamilton son taktikleri vermektedir. Güneyden ve kuzeyden yarımadaya, aynı anda taarruz edilecek ve Türkler arkalarından çevrilecektir. Çıkarma, böylece amacına ulaşmış olacaktır.
Güneyden İkizkoy sahillerine, kuzeyden Kabatepe'ye çıkarma yapılacaktır. Bu arada göstermelik çıkarmalar da planlanmıştır. Birisi güneyde Anadolu yakasına yapılacaktır. Diğeri de kuzeyde Saros körfezi tarafındaki Bolayır'da gerçekleştirilecektir. Amaç bu planlarla Türkleri zor duruma düşürmektir.
Hamilton kendinden emindir. "Can kaybı olacak diye planlarda hiçbir değişiklik yapılmayacaktır" emrini vermiştir. Bu, kendisine soru sorulmasının da önünü kesen mahiyettedir.
Onlara göre her şey hazırdır ve yeni bir Truva Efsanesi yazmak mümkün olabilecektir.
Öyle ki er Leslie, Bozcaada'dan ailesine yazdığı mektupta, bu savaşın Türkleri tarihten silme savaşı olduğunu, böyle bir tarihi görevde yer alacağı için kendini şanslı saydığını belirtmektedir.
25 Nisan'da gerçekleştirilecek çıkarmalar için irili ufaklı 200 gemi hareket halindedir. River Clyde adlı eski bir kömür gemisine iki bin İngiliz askeri bindirilmiştir. Amaç, kömür gemisini Truva atı gibi kullanmaktır. Yine aynı düşünceler, yine aynı tutkular yıllar sonra aynı topraklarda kan kusacaklardı.
Akıp giden koca koca yüzyıllar…
Ama değişen bir şey yoktu.
Türk tarafı bu sinsice davranışlara karşı duyarlıydı. Yapılacak saldırıya karşı tedbirler alınmaktaydı. Subaylar, burada bulunuş nedenlerini askerlere anlatıyordu. Aslında herkes her şeyi çok iyi biliyordu. Ama bir daha burada vatanın savunulması için bulunduklarını, burayı düşman ele geçirirse İstanbul'un düşeceğini, burası düşmezse payitahtın da düşmeyeceğini dile getiriyorlardı.

Yerlerle Gökler Altüst
Tarih 25 Nisan'dı. İtilaf Devletleri Başkomutanı Hamilton "Ateş" emrini saat dört buçukta verdi.
İlk top mermisi Albion zırhlısından geldi. Hedef Eskihisarlık Tepe'ydi. Ardından Seddülbahir Köyü ve Ertuğrul Koyu ateşe tutuldu.
Tüm gemiler bandolarla milli marşlar çalıyor ve "Tanrı kralı korusun" nağmeleri İngiliz askerlerinin damarlarındaki kanı kamçılıyordu. Fransız gemilerinde ise milli marşları olan "Marseilles" çalmaktaydı. Ne de olsa dünyaya yön verecekler ve yeni haritalar çizeceklerdi. Daha önceleri haritalar çizen Osmanlıların yerine kendileri geçmiş olacaktı. Ama bunun için önce Çanakkale boğazını aşmak gerekiyordu.
Bir yanda ateş gücü zayıflamış Osmanlı devleti, öte yanda modern ve son sistem silahlarla donatılmış, yüzen kalelerle güçlendirilmiş itilaf devletleri vardı.
Osmanlı Devletinin ateş gücü zayıftı. Ama O, 600 yıllık koca bir çınar gibiydi. Çınarlar ayakta ölürdü. Ama her koca çınar, yeni taze filizler vererek nice koca çınarlar yetiştirirdi.
Kıyılarda demirleyen zırhlılar ölüm kusmaya başlamışlardı. Bir yandan müthiş gürültüleriyle top mermileri siperleri dövüyor, bir yandan da nakliye gemilerinden şalope ve sandallarla kıyıya asker çıkarıyorlardı.
Bir saat içinde sadece Ertuğrul Koyu'na attıkları top mermisi sayısı 4.650 idi. Bu sayı, Türklerin 18 Mart'ta attığı tüm mermilerin iki katıydı.
Düşman askerlerinin saldırılarına ilk olarak Yahya Çavuş, Üsteğmen Halit Mustafa, Teğmen Abdurrahim, İlyas Onbaşı ve arkadaşları karşılık verdiler. Üsteğmen Halit Mustafa'nın emri ilginçtir: "Iskalamak yok, bir mermiyle birden fazla kişiye isabet ettirebilmelisiniz."
Yeli bol, gülü bol, geleni bol, şimdi de askeri bol Gelibolu yarımadasının ucu kan gölüne dönmüştü. Ertuğrul Koyu'nun rengi iyiden iyiye kırmızıya dönüyordu.
Yahya Çavuş, yanındaki gönüllülerle birlikte River Clyde'yi çapraz ateşe tutmuşlardı. Amaç, gemiden inen herkesi etkisiz duruma getirmekti. Bir yandan da askerlere moral veriyordu. Balkan yenilgisini hatırlatarak, "Alnımızdaki lekeyi silmek zamanıdır. Bu kefereler bizim ölümüzü çiğnemeden topraklarımıza ayak basmasın. Evinizdeki annenizi, babanızı, eşinizi, çocuklarınızı düşünün. Ona göre çarpışın. Vatan aşkına vurun."
Tekirdağlı Mahir, Maraş'lı Ali, Nedim, Ragıp, Yarbay Nurettin, Vecdi, Üsteğmen Halil ve daha binlerce Mehmetçik, arkadaşlarının bir bir şehitlik mertebesine ulaştıklarını görüyorlardı. Onlara son görevler yapılıyor, baharını yaşayan bu fidanlar toprağa gömülüyordu. Yeni bir bombardımanda tekrar yeryüzüne saçılmayacakları garanti değildi.
Liman Von Sanders Paşa, saldırının yapıldığı ilk gün Bolayır'a gitmişti. O, saldırının buradan başlayacağını sanıyordu. Bolayır'ın hemen kuzeyi hem Saroz'a, hem de Çanakkale Boğazına bakıyordu. Yarımadanın boyun noktası denilen bu yerinde o, yanındaki Binbaşı Piker'e, karşı tepelerin Anadolu'ya ait olduğunu, Türklerin ilk kez Avrupa'ya buradan ayak bastığını anlatıyordu.
Saros körfezindeki üç adanın etrafında görülen 20 kadar gemi, kah bombardımanda bulunuyor, kah sahile asker çıkarıyordu. Liman Paşa haklı çıktığını sanıyordu. Ama bu gösteriş çıkarmasıydı. Gemilerin burunlarındaki su çizgisi su seviyesinden epey yüksekteydi.
25 Nisan'da Arıburnu da hareketliydi. Düşman askerleri çıkarma gemilerinden inip "Hurra" diyerek tepelere doğru koşuyorlardı. Tek amacı vatanını savunmak olan Mehmetçiğin "Allah Allah" nidaları ise Kanlı Sırt'ı, Conkbayırı'nı ve Kocaçimen Tepe'yi inletiyordu.
Yirmiyedinci Alay İkinci Tabur imamı Hasan Hoca da ateş hattındaydı. Ölüm kusan toplam 217 namlunun, baharda çiçeklerini açan yarımadayı cehenneme çevirişini hayretler içinde izliyordu. Eşini ve kızını İstanbul'da bırakmış ve gönüllü olarak cepheye gelmişti. Şehitlerimizin gömülmesi, dualarının okunması ve askerin moralinin yüksek tutulması konularında görevliydi.
Anzak kolordusu Kabatepe'den çıkarma yapmıştı. Açıktaki gemiler sürekli tepeleri bombardımana tabi tuttukları için karaya çıkanlar kendilerini güvende hissediyorlardı. İngilizlerin boyunduruğu altındaydılar. İlk defa millet olma bilincine kavuşmak için yakaladıkları bu fırsatı iyi kullanmak istiyorlardı.
26 Nisan'da Fransızlar Kumkale'ye çıkarma yaptılar. Top mermileri toprağı havaya savuruyordu. Fransız makineli tüfek bölüğü en öndeydi. Onların da önünde Sihli, Cezayirli Tunuslu askerler ile Senegalliler vardı. Efendilerinin önünde olmak onlar için bir gurur vesilesi idi. İlk defa horlanmadan, aşağılanmadan komutanlarının iltifatlarına maruz kalıyorlardı. Ölüme giderken duydukları bu iltifatı hayatta hiç duymamışlardı. Karşılarında savaştıkları Türklerin, kendileri gibi sömürge olmamak için vatanlarını savunduklarını görünce cesaretleri kırılıyordu.
Çarpışmalar 26 Nisan'da Arıburnu'nda da sürüyordu. Siper kazan askerleri gözleyen İngiliz keşif uçağını Çanakkale'den kalkan Alman pilotlar siperlerin bulunduğu bölgeden kovmaya çalışıyorlardı.
Kanlısırt'ta sıcak çatışmalar yaşanıyordu. Siperler birbirine çok yakın olduğu için düşman donanması askerlerini destekleyemiyorlardı. Bu defa keskin nişancılarımız daha isabetli atışlar gerçekleştirebiliyorlardı.
Tüfek seslerinin kesildiği bir sırada yaralı bir düşman askerinin sesi duyulur. Bu, Anzak bir yüzbaşıdır. Sesinden çok acı çektiği anlaşılmaktadır. "İmdat, kurtarın beni" sözleri, askerleri tarafından duyulmaktadır. Ama hiçbiri cesaret edip ona yardıma gelememektedir. Sürekli kan kaybeden yüzbaşı için ona acıyan Uzun Ali kendi siperinden çıkarak ona yaklaşır ve kucaklayarak Anzak askerlerinin bulunduğu siperlere bırakır. Her iki taraf tedirginlikle bu durumu izlemektedir. Uzun Ali ağır adımlarla kendi siperine döner. Tüfek seslerinin duyulmadığı bu anda sadece alkış ve bravo sesleri vardır.
Onlara göre Türkler vahşiydiler, barbardılar. Dünyanın öbür ucundan yardıma geldikleri İngilizler öyle demişlerdi. Ama merhametli ve cesur olduklarını da ilk kez görmüşlerdi.
Savaş çok acımasızdı. Yirminci Alay komutanına yetiştirilecek bir mesaj için at kullanılması öngörüldü. Ragıp, atını hızla sürdü. Binlerce askeri etkisiz kılan mermiler bu defa Ragıp'ın atına isabet etmişti. Yaralanan atı için Ragıp, çok acı çekmesin diye gözlerini çevirip bir el ateş etti. Mesajı ilgili yere koşarak götürdü. Ne acı ki savaş ne at, ne ot ve ne insan tanıyordu.
Acımazlık sürüyordu. Akbaş koyunda, yaralıları İstanbul'daki hastanelere taşıyacak olan gemi batırılıyordu. 200 yaralı asker şehit ediliyordu.
25 Nisan'dan beri henüz bir ay geçmemişti. Esat Paşa'nın Enver Paşa'ya verdiği rapor acıydı: 15 bin şehit vermiştik.
Yeni kuvvet gerekiyordu. Gönüllü olarak gelenler arasında İstanbul lisesi öğrencileri vardı. Onları, kollarındaki sarı kurdelelerinden tanımak mümkündü.
Birde beyaz kurdeleli olanlar vardı. Onlar Haydarpaşa Darülfünun Osmani Tıp Okulu öğrencileriydi.
Gelibolu'ya gelirken annelerini, babalarını, eş ve dostlarını geride bırakmışlardı.
Çarpışmalar boyunca takımlar, bölükler kayıp verdikçe "eridi" sözcüğü kullanılıyordu. Yüreklerindeki cesaretle can bırakmaya giden bu sevimli öğrencilerimiz için de "eridiler" denilecek miydi acaba?
Çanakkale kara harbinin üzerinden bir ay geçmişti. 24 Mayıs'ta ölülerin gömülmesi için iki taraf arasında anlaşma yapıldı. Her iki tarafın doktorları, sıhhiye erleri, din adamları beyaz kolluklar takacaklar ve savaşta kaybettikleri arkadaşlarına son görevlerini yapacaklardı. Bu arada askerler, siperlerinden çıkmayacaktı.
Gelibolu yarımadası ilkbaharın canlılığında yeşile bezenmişti. Başta gelincik olmak üzere rengarenk çiçekler yarımadayı adeta süslemişti. Ama bu güzellikler arasında, gözleri henüz kapanmamış kaskatı cesetler gri bulutlara bakıyor gibiydiler.
Hasan Hoca dayanılamayacak seviyeye gelen kokular için sıhhiyelerden aldığı kolonyalı mendilleri kokluyordu. Defin işlemleri sırasında oğlu gibi gördüğü küçük öğrenci askeri görünce hep donup kalmıştı. Onu, geldiği ilk günlerde tanımıştı. Tüfeği boyunu aşıyordu.
Onu mezara kadar kendisi taşıdı. Cebinden çıkardığı beyaz bir mendili gözlerine örttü. İlk toprağı üzerine kendisi attı.
Türk ve Anzak askerleri bir yandan mezar kazıyorlar, bir yandan da birbirlerine sigara ikram ediyorlardı. Birbirlerine geride bıraktıklarının resimlerini gösteriyorlardı.

Siperlerdeki Kan Çiçekleri
Birleşik Kuvvetler komutanı Ian Hamilton, 284 rakımlı Alçıtepe'nin, dört taarruz gerçekleştirilmesine rağmen elde edilemeyişini içine yediremiyordu. Londra'dan yeni kuvvet gelmesini bekliyordu. Şimdi ellerinde 50 bin asker, 8 zırhlı araç ve 141 topları vardı. Türklerin asker sayısı 24.500 idi. Top sayısı ise sadece 42 idi.
Hamilton gibi İngiliz ve Fransız kolordu komutanları da umutluydular. Ek kuvvet gelmeden bile, bu üstün güçleriyle Alçıtepe'yi ele geçirip Boğazlardan İstanbul'a ulaşabileceklerdi.
Ama er Leslie böyle düşünmüyordu. O, kara harekâtının başladığı ilk gün Bozcaada'dan ailesine yazdığı mektupta, bu savaşın Türkleri tarihten silme savaşı olduğunu, böyle bir tarihi görevde yer alacağı için kendini şanslı saydığını belirtmişti. Ama şimdi Türklerin yenilmeyeceğine inanıyordu. Türk askerlerini Anka kuşuna benzetiyordu. "Can verenler, tekrar canlanıp üzerimize geliyorlar sanki" diyordu. Leslie, 'Türkleri öldürdüm' diyen bir arkadaşına da aynısını söylemişti: "Boşuna uğraşıyoruz. Onları hiçbir zaman mağlup edemeyeceğiz."
Hamilton, saldırıyı 4 Haziran için planlar. Kralının doğum günüdür. Ona jest olacağını düşünür. Ama hüsran, yine hüsrandır.
Saldırıların ilk gününde yaralanan Yahya Çavuş iyileşmiştir. Yeniden cephede ve arkadaşlarının yanındadır. Siperler bazen 5 kez el değiştirmektedir. Kerevizdere ateş altındadır. Düşmanın makineli tüfeği, ağaçkakan gibi takırdamakta ve can almaktadır. Buna dur demek gerekirdi. Yahya Çavuş, iki arkadaşıyla makineli tüfeği ele geçirmek istediyse de İngiliz askerlerin arasında kaldılar. Mermileri bitince süngüyle yüzlerce askerle mücadeleye giriştiler. Çok geçmeden üçü de toprağa düştüler.
Kadiroğlu Sadık Ankara Koçhisarlı idi. Oruçoğulları ailesindendi. Düşmanın attığı patlamamış top mermilerini geceleri İngiliz siperleri önüne bırakırken görülmüştü.
Bu durum komutanına iletildiğinde, Sadık, "Kurt kapanı yapmak için mermileri oraya götürüyorum" cevabını vermişti. Ertesi sabah İngiliz askerleri siperlerinden saldırmak için çıkarken, patlatılan bu top mermileri gerçek bir kapan görevi yapmıştı. İhanet ettiği akla gelen Sadık, İngilizleri kendi toplarıyla vurmuştu. O şimdi bir kahramandı.

Büyük Hayalden Büyük Hataya
Bir buçuk aydır Kirte ve civarında devam eden muharebeler yavaşlamıştı. Kirte'den Seddülbahir'e kadar olan mıntıka sürekli bombalanmıştı. Toprak bile yorulmuştu. Çiçekler, ağaçlar da yorulmuştu.
İngiliz er Leslie, mektubunda ailesine, "Önceden yazdıklarımı unutun" diyordu. Gelibolu'da Türkleri tanıdığını, insan olmayı, savaşta dahi düşmanına merhameti ve yardım etmeyi öğrendiğini yazıyordu.
Leslie, içinden geldiği gibi sözcükleri ard arda sıralıyordu:
"Onlar çok dürüst ve cesur savaşçılar. Oldukları gibi görünüyorlar. Bizim gibi hileleri yok. Ölümün güzel olduğuna onlar sayesinde inandım."
Bu, onun son mektubuydu.
Çünkü o bu duyguları sonucu savaşmak ve insan öldürmek istemediğini komutanına bildirdi.
Bu savaş suçuydu ve cezası da kurşuna dizilmekti.
Son arzusu sorulduğunda annesine "Oğlunuz bir kahraman gibi öldü" denilmesini istemişti.
Bir süredir devam eden sessizliğin ardında bir şeyler olacağı kesindi. Anzak Koyu'na çok sayıda sandıklar çıkarıldığı görülmüştü. Bunlar cephane sandıklarıydı. Ayrıca Koy'a çıkarılan askerler de Sazlıdere'ye doğru yürüyüşe geçmişlerdi.
Öte yanda Hamilton, Suvla Koyu'na 20 bin asker çıkarmayı planlıyordu. Orada ancak 3 bin askerimiz vardı.
Liman Paşa beklediği hücumun Bolayır'dan yapılmadığını anlayınca Yedinci ve Onikinci Tümenin Anafartalar'a gitmesi için emir verdi. Albay Fevzi Bey bu kuvvetlerle birlikte 8 Ağustos'ta saldırıya geçecekti. Ancak 50 kilometrelik yolu bir gecede yürümek zorunda kalan askerler akşamüstü birliklerine kavuşabilmişlerdi. Taarruz 9 Ağustos'a kalmıştı. Buna sinirlenen Liman Paşa, Albay Fevzi Bey'i görevden aldı ve Albay Mustafa Kemal'i Anafartalar Grup Komutanlığına getirdi.
Mustafa Kemal, Albay Fevzi Bey'in planını uygulayacaktı. Yeni bir taarruz planı yapmak için zamanı yoktu.
Türk askeri 9 Ağustos günü Anafartalar tepelerinden ovaya doğru adeta akıyorlardı. İngiliz askerleri sahile kadar çekilmek zorunda kaldılar.
Albay Mustafa Kemal Anafartalar'da düşman saldırılarının durdurulabildiğini görmüştü. 10 Ağustos günü Conkbayırı'na geldi. İki saat kadar uyuyabilmişti. Güneş doğmadan taarruza geçilecekti. Çadırının önüne çıktı. Sonra askerlerle selamlaştı. Onlara bir konuşma yaptı:
"Karşınızdaki düşmanı yeneceğinize hiç şüphem yoktur. Fakat siz acele etmeyin, evvela ben gideyim. Ben size kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız."
Kırbaç işareti geldiğinde bir sel gibi Anzak siperlerine akmışlardı. Anzak askerleri karşı koymak bir yana canlarını kurtarma telaşına kapılmışlardı. Ancak sahile yakın yerlerde tutunabilmişlerdi.
Bu arada Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal Bey o gün şans eseri ölümden kurtulmuştu. Bir şarapnel parçası sağ göğsüne isabet etmiş ama cep saatinin sayesinde ağır bir yara almamıştı. Bu saati daha sonra Liman Paşa'ya armağan etmişti.
Hamilton muharebeyi gemiden izliyordu. Askerlerinin püskürtüldüğünü görünce yine günlüğüne bir şeyler yazma ihtiyacı duydu. Türk askeri için yazdığı not, "Kovanından çıkan arı sürüleri gibi…" idi.
Hamilton artık yenilen pehlivanın psikolojisinde hareket ediyordu. Başarısız olan generali görevden alarak daha enerjik olduğuna inandığı başka bir generali atadı. Bu defa hem Anafartalar'da, hem de Arıburnu'nda saldırıya geçecekti. Yapılan hazırlıklar sonunda 21 Ağustos günü ikinci kez Anafartalar savaşı yapıldı.
Türk askeri kararlıydı. Göğüs göğse çarpışırken bile "Bu topraklar bizim!" diye haykırıyorlardı.
Siperlerde çarpışmalar, boğuşmalar devam etti. Türkler iki cephede de yerlerindeydi. Hamilton yine düş kırıklığına uğradı. Elindeki tüm kozları oynamıştı. Türkleri yine mağlup edememişti. O, artık harbi kaybettiğini iyi biliyordu.

Sonuç ve Değerlendirme
İkinci Anafartalar savaşından sonra büyük taarruzlar yaşanmadı. Küçük çapta çatışmalar oluyordu. Güz yağmurları siperleri dolduruyordu. Soğuklar kendini hissettirmeye başlamıştı.
Birleşik Kuvvetler Komutanı Ian Hamilton, 5 Kasım 1915 tarihinde geri çekilme kararı aldı. O günlerde yarımadanın yüksek tepelerine kar düşmeye başlamıştı.
Güneş batmayan bir imparatorluğun askerleri, şimdi, kendilerini adalara, Mısır'a götürecek gemilere binebilmenin sevinci içindeydiler.
Adalara doğru giderken, gözlerinin takıldığı Gelibolu Yarımadası tepeleri hâlâ onları korkutuyor ve titretiyordu. On aydır bu topraklarda zaten titremişlerdi. Şimdiki titremeleri, yüreklerine yer etmiş tortunun eseriydi. (2006)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder