24 Temmuz 2011 Pazar

NEZARETHANEDEKİ İLGİNÇ MİSAFİR


Bayram hediyesi olarak gelen kutuyu açtığında bayılmıştı. Yakın dostları kendisini hastaneye kaldırdılar.

İlk müdahale yapıldıktan sonra hastane polisi tarafından ifadesine başvuruldu. Polise, kendisine bu kutuyu gönderen kişiden şikâyetçi olduğunu bildirdi.

Hastane polisi karakol amirine telefonla bilgi verdiği sırada bir kutuyla iki genç adam karakola gelmişti bile. Uzun boylu ve esmer olanı, patronunun bayılma nedeninin bu kutu olduğunu söyledi. Yarı açılmış ambalaj kâğıdını tümüyle açarak içindekini başkomisere gösterdi.

Patron hastaneye kaldırıldığı için biz getirdik, dedi.

Bu, eni boyu otuz santimetre bir bisküvi kutusuydu. Alıcı adı olarak ambalaj kâğıdının üstünde Fahri Paksoy yazılıydı. Gönderici, kendi adını da yazmıştı.

Kutunun üst kısmında küçük delikler vardı. Buradan içindeki görülebiliyordu. Kendisine bakıldığını anlıyormuş gibi başını yukarı kaldırıyor ve aralıklı olarak dilini çıkarıyordu. Üzerinde yeşilin birçok tonu vardı ve kıvrılmış halinden bir metreye yakın boyu olduğu anlaşılıyordu.

Başkomiser, çiçekçi Fahri’yi tanıyordu. Fahri, mıntıkanın en renkli simalarından biriydi ve herkes tarafından seviliyordu. Polis teşkilatının kuruluş yıldönümü olan her 10 Nisan’da polis merkezini çiçeksiz bırakmazdı. Ama Başkomiser, Fahri’nin, hastanelik olacak kadar yılandan korktuğunu duymamıştı.

Ortada bir mağdur vardı. Polis olarak yapılacak ilk iş, sanığı ve suç aletini elde etmekti.

Ambalaj kâğıdında yazılanlara bakılırsa sanığı kolayca bulabilirdi.

Suç aleti de kutudaydı.

Kutuyu getirenler izin isteyerek ayrılmak istedi.

Başkomiser, nöbetçi memurunu çağırdı ve tutanakla teslim almasını söyledi. Dilini çıkardığını görünce de, “Misafir, arada bir dilini çıkarıyor. Su mu istiyor, bakın?” diye memuru uyardı:

Şimdi şaşkınlık sırası İsmail’deydi. Adli bir suç işlediği iddia edilen sanıklar için polis merkezinde yapılması gerekenleri adeta ezberlemişti.

 Üst araması yapılacaktı.

Tabip kontrolünden geçirilecekti.

Sonra nezarethaneye konulacaktı.
Nezarethanede de görev devam ediyordu. Yiyecek içecek ihtiyacı ya da tuvalet ihtiyacı olabilirdi.

İsmail temkinliydi. Üst araması yapıp yapmayacağını başkomiserine sormadı.
  
Ama hekim raporu alınmalı mıydı?

“Başkomiserim”, dedi. “Veterinere gönderecek miyiz?”

Garipçesine İsmail’e bakan başkomiser, “Bu da mı başımıza gelecekti” dercesine “la havle” çekti.

En iyisi savcıyı aramak diye düşündü.

Savcı daha ciddi bir değerlendirme yapıyordu.

Eğer yılan zehirli ise ceza ağırlaştırıcı olabilirdi.

Suçta kullanılan tabanca ve bıçaklar için çok kere ekspertiz raporları aldırmıştı. Tabancanın ateş etmeye elverişli olup olmadığı, bıçağın oluklu mu, yoksa normal mi olduğu, bu yönleriyle 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Yasa kapsamına girip girmediği dosyada yer alması gereken görevlerdendi.

Şimdi de yılanın ekspertiz raporunu aldıracaktı. Zehirli mi, değil mi? Tıpkı tabancanın iğnesinin kırık olup olmadığının tespit edildiği gibi...

Başkomiser biraz daha vehimlendi. Sanık için işlem kolaydı. Her saat bulabileceği hükümet tabibi bu sorunu çözebilirdi. Ama şimdi bir veteriner hekim gerekliydi. Mesai saati sona eriyordu.

İsmail’i çağırdı. Raporun ertesi gün alınacağını bildirdi. Ayrıca kutuyu tutanakla gece grubunun nöbetçi memuruna teslim etmesini ve yine olay sanığının yakalanması için gerekli çalışmanın yapılmasını istedi.

Fatih, en zor nöbetlerinden birini tutacaktı. Sabaha kadar uzun bir zaman vardı. Kutuyu nezarethaneye koyamıyordu. Çünkü orda başka şüpheliler vardı.

“En doğrusu yanımda kalsın” diye düşündü ve nöbetçi memur odasında bekletmeyi uygun gördü. Hem kutu, kartondan olduğu için, bir şekilde delerek kaçabilme ihtimaline karşı da bir önlemdi bu.

İlerleyen saatlerde Fatih, bekçiyi göndererek nezarethanedekilere de yiyecek aldırdı. Grup arkadaşları da bir şeyler atıştırdılar.
Arkadaşları O’nu, “misafirini unutma” diye uyarıyorlardı. Biraz sütün iyi geleceğini söylüyorlardı.

Fatih düşünceliydi.

Yiyecek verirken kaçırabilirdi.

Vermezse yılan ölebilirdi.

Her ikisi de riskliydi. Üstelik kutuya dökülecek süt, kartonun kolayca yırtılmasına ve delik açılmasına neden olabilirdi.

Sonunda sürüngenlerin kışın uzun süre hareketsiz kalabildiklerini hatırladı ve süt içirme fikrinden vazgeçti.

Her telefon çalışında ve yine her telsiz konuşmasında kutunun içinde başını kaldırarak etrafı süzmesi Fatih için rahatlatıcı oluyordu.

“Demek ki yaşıyor” diye.

Ölü olsa da zehirli olup olmadığı tespit edilebilir miydi?

Belki de edilebilirdi. Ama başkomiseri, iyi bakmasını söylemişti. Misafiri; ölmemeliydi ve de kaçmamalıydı.

O her zamankinden daha çabuk olmasını istediği sabah, nihayet ilk ışıklarını göstermişti.

Biraz sonra gelen gündüz grubuna teslim ettiğinde büyük bir yükten kurtulmuştu. Aslında nezarethanede kalan herkes nöbetçi polis memuru için bir yüktü.

Keşke hiç suç işlenmeseydi. Kimse nezarethanelerde, hatta cezaevlerinde kalmasaydı.

Özgür olmak kadar güzel bir duygu var mıydı?

Gündüz nöbetçisi bu yönde çok hızlıydı. Olayın sanığının yakalanması üzerine bir fezleke hazırladı ve savcılığa gönderdi. Gelen karar, “Sanığın tutuksuz olarak yargılanmasının devamına...” şeklindeydi.

Ya yılan hakkındaki karar ne olacaktı?

Tabanca ya da bıçak olsaydı adli emanete alınırdı.

Kutu elinde polis merkezine dönen memuru gördüğünde başkomiser yine koridoru arşınlamaya başlamıştı.

Öldürüp toprağa gömebilirlerdi. Ama bir Panter Emel çıkıp hesap sorabilirdi. Çünkü o, rastgele bir yılan değildi. Ne de olsa devlet kayıtlarına geçmişti.

Düşündüler, taşındılar. Tarım il müdürlüğüne teslim etmeye karar verdiler.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder