30 Temmuz 2011 Cumartesi

NÖBETTEKİ MESLEKTAŞIMA AÇIK MEKTUP

Sevgili Meslektaşım,
Dün yanından geçtim. Nöbet kulübendeydin.
İlerdeki taksi durağından gelen melodi etkilemişti anlaşılan. Yüzündeki ifade, o sıla şarkısıyla bir paralellik taşıyordu.
İlk gurbet yıllarındı. Şimdi her şey sana yabancıydı.
Çevre yabancıydı.
Arkadaşların yabancıydı.
Melodi kulağını tırmaladıkça ilk aklına gelen annen olmuştu.
Ama söz vermiştin. İlk maaşınla ona hediye alacaktın.
Sonra kardeşini anımsadın. “Uzak şehirlerde” diyordu senin için, annenle konuşurken.
Babanın seninle gurur duyup duymadığını aklından geçirdin.
Duymaz mı? Hem de ne kadar çok.
Hiç belli etmiyordu, değil mi?
Seni izledim bir süre. O küçücük kulübede. Ellerini ovuşturup nefesinle ısıtmaya çalıştın.
Şarkı devam ettikçe memleketini düşündün. O güzelim çileklerin nasıl da yeşilden kırmızıya dönüştüğünü anımsadın.
Can erikleri de öyle değil miydi?
Çevrenden ve sevdiklerinden ayrılmış, şimdi iki metrekarelik kulübende yeni yaşam biçiminle başbaşaydın.
Şarkı sözlerindeki hüzün, buruk acı olarak yansımıştı yüzüne:

Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı
Hayat öyle bir han ki, acı içimde hancı
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı
Hangi kapıyı çalsam karşımda buruk acı.

Sonra onu tanıdığın gün geldi aklına. Duyguların kabardığı bir bahar günüydü.
Sılada, yalnızlığın verdiği acı, onu düşündüğünde biraz da olsa hafifliyordu.
Henüz lisedeydi. Okulun dağılışı sırasında gördüğün günleri anımsadın. Güzelliğiyle, endamıyla arkadaşları arasında nasıl da fark ediliyordu.
Gözlerini sana doğru yöneltiyor, sonra da uzun siyah saçlarını öne doğru döküyordu.
Seni görüyordu. Ama bunu belli etmemeye çalışıyordu.
Ona ilk rastladığın günün şarkısıydı sanki şimdi hissettiklerin…

Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz.

Onu çok sevmiştin. Yaşamını paylaşabileceğin sevgiliydi o. Evde, iş yerinde hep onu düşünüyordun.
Onun da seni sevdiğini biliyordun.
Leyla’nın Mecnun’u sevdiği gibi.
Sevgin, şarkılardaki melodiyle o kadar bütünleşiyordu ki…

İnan, inan ki, kimse bana senin gibi bakmadı
Vallahi, billahi kimse beni senin gibi yakmadı
Leyla bile Mecnun'da böyle iz bırakmadı
Vallahi, billahi kimse beni senin gibi yakmadı.

Senin mesleğini seçmişti. Sevgini, annene ilettiğinde, annen de çok mutlu olmuştu. Gelin adayını çok sevmişti. Bütün sevdiklerinizin katıldığı düğün töreniniz çok renkli geçmişti.
Hayat su gibi akıyordu. İkinci görev yerinize atanmıştınız. Bebeğiniz her geçen gün biraz daha serpilip gelişiyordu. Eve gelişinizi fark ediyor ve gülücüklerle sizi karşılıyordu.
Biriniz Cesur Ali, diğeriniz Çevik Ayşe’ydiniz. Polis andına sıkı sıkıya bağlıydınız. Vatandaşa yardımcı ve müşfik olacağınıza söz vermiştiniz. Vazife uğrunda canınızı feda etmekten çekinmeyeceğinize namusunuz üzerine yemin etmiştiniz.
Toplum olarak hepimiz, “Gel, ne olursan ol, yine gel” diyebilen, “İncinsen de incitme” centilmenliğinde ve “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü” sevecenliğinde fikirlerin sahibi insanların dünyasını paylaşıyorduk.
Ama göstergeler farklıydı. Polis kayıtlarına bakıldığında memleketimizin o güzel insanları sevgiyi, hoşgörüyü bir çırpıda silip atabiliyorlardı.
Telsiz konuşmalarında da bunu anlamak mümkündü. Bazen muhabere trafiği o kadar yoğunlaşmaktadır ki, telsizlerin susması anormal gibi gelir insana…
İçindeki sözleri tek tek anlamasanız bile konuşmanın tonundan olayın cinsini ya da önem derecesini anlamanız mümkündür.
Eşinizin duydukları da onun kafasının karışmasına yol açmıştı. Büroda işlerini yaparken telsizdeki yüksek oktavdaki seslere kulak vermeden kendini alıkoyamıyordu. Bir ara senin adını duydu. Kafası iyice karışmıştı. Kendini işine vermek istedi.
Unutmak için.
Ama yapamıyordu. Kulak vermek istiyordu. Ama “Ya doğruysa” diye de dinlemekten vazgeçiyordu. Geçirdiğiniz o güzelim günler ve kreşteki çocuğunuz aklına geliyordu.
Dost bildiğiniz telsiz şimdi acı söylüyordu. Ve ateş düştüğü yeri yakıyordu.
Sevgili meslektaşım, cennet mekânda üzülmediğini biliyorum. Ve seni çok iyi anlıyorum. Çünkü bu yalan dünyada, yakalayıp gözaltına aldıklarını, yedi metrekareden küçük yerde bekletmemen istenirken, sen hep iki metrekarelik noktada görev yapıyordun.
Tayin, terfi ve özlük sorunlarının çözülememiş olduğunu söyleyip bundan fena halde sıkıldığını belirtiyordun. Şimdi daha da mutlusun. Tanrı katında bütün haklarını alacağına inanıyorsun.
İnan ki, sevgili eşine ve biricik çocuğuna sahip çıkacağız. Yüce devletimizin olanaklarıyla onların fiziksel yaşamlarının sürmelerini sağlayabileceğiz. Ama düşen ateşin yaktığı yer için sana söz veremiyoruz. Şimdi eşinin elinde, son yolculuğuna uğurlandığın günkü mavi çerçeveli fotoğrafın var.
Gözleri yaşlı…
Bıraktığına yanar gibi..
Onun dudaklarından dökülenleri senin de hissedebildiğini biliyorum.
Son gördüğümde penceredeydi.
Aynı melodiyi tekrarlıyordu:

Bırakma ellerimi, bırakma yalnız beni
Son defa seyredeyim o yaşlı gözlerini
Artık bülbül ötmüyor gül dolu pencerede
Yalnız hatıran kaldı boş kalan çerçevede. (2006)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder