Bayram hediyesi olarak gelen kutuyu
açtığında bayılmıştı. Yakın dostları kendisini hastaneye kaldırdılar.
İlk müdahale yapıldıktan sonra hastane
polisi tarafından ifadesine başvuruldu. Polise, kendisine bu kutuyu gönderen
kişiden şikâyetçi olduğunu bildirdi.
Hastane polisi karakol amirine telefonla
bilgi verdiği sırada bir kutuyla iki genç adam karakola gelmişti bile. Uzun
boylu ve esmer olanı, patronunun bayılma nedeninin bu kutu olduğunu söyledi.
Yarı açılmış ambalaj kâğıdını tümüyle açarak içindekini başkomisere gösterdi.
Patron hastaneye kaldırıldığı için biz
getirdik, dedi.
Bu, eni boyu otuz santimetre bir bisküvi
kutusuydu. Alıcı adı olarak ambalaj kâğıdının üstünde Fahri Paksoy yazılıydı.
Gönderici, kendi adını da yazmıştı.
Kutunun üst kısmında küçük delikler vardı.
Buradan içindeki görülebiliyordu. Kendisine bakıldığını anlıyormuş gibi başını
yukarı kaldırıyor ve aralıklı olarak dilini çıkarıyordu. Üzerinde yeşilin
birçok tonu vardı ve kıvrılmış halinden bir metreye yakın boyu olduğu anlaşılıyordu.
Başkomiser, çiçekçi Fahri’yi tanıyordu.
Fahri, mıntıkanın en renkli simalarından biriydi ve herkes tarafından
seviliyordu. Polis teşkilatının kuruluş yıldönümü olan her 10 Nisan’da polis
merkezini çiçeksiz bırakmazdı. Ama Başkomiser, Fahri’nin, hastanelik olacak
kadar yılandan korktuğunu duymamıştı.
Ortada bir mağdur vardı. Polis olarak
yapılacak ilk iş, sanığı ve suç aletini elde etmekti.
Ambalaj kâğıdında yazılanlara bakılırsa
sanığı kolayca bulabilirdi.
Suç aleti de kutudaydı.
Kutuyu getirenler izin isteyerek ayrılmak
istedi.
Başkomiser, nöbetçi memurunu çağırdı ve
tutanakla teslim almasını söyledi. Dilini çıkardığını görünce de, “Misafir,
arada bir dilini çıkarıyor. Su mu istiyor, bakın?” diye memuru uyardı:
Şimdi şaşkınlık sırası İsmail’deydi. Adli bir suç işlediği iddia edilen sanıklar için polis merkezinde yapılması gerekenleri adeta ezberlemişti.
Üst araması yapılacaktı.
Tabip kontrolünden geçirilecekti.
Sonra nezarethaneye konulacaktı.
Nezarethanede de görev devam ediyordu. Yiyecek içecek
ihtiyacı ya da tuvalet ihtiyacı olabilirdi.
İsmail temkinliydi. Üst araması yapıp yapmayacağını
başkomiserine sormadı.
Ama hekim raporu alınmalı mıydı?
“Başkomiserim”, dedi. “Veterinere gönderecek miyiz?”
Garipçesine İsmail’e bakan başkomiser, “Bu da mı başımıza
gelecekti” dercesine “la havle” çekti.
En iyisi savcıyı aramak diye düşündü.
Savcı daha ciddi bir değerlendirme yapıyordu.
Eğer yılan zehirli ise ceza ağırlaştırıcı olabilirdi.
Suçta kullanılan tabanca ve bıçaklar için çok kere
ekspertiz raporları aldırmıştı. Tabancanın ateş etmeye elverişli olup olmadığı,
bıçağın oluklu mu, yoksa normal mi olduğu, bu yönleriyle 6136 sayılı Ateşli
Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Yasa kapsamına girip girmediği
dosyada yer alması gereken görevlerdendi.
Şimdi de yılanın ekspertiz raporunu aldıracaktı. Zehirli
mi, değil mi? Tıpkı tabancanın iğnesinin kırık olup olmadığının tespit edildiği
gibi...
Başkomiser biraz daha vehimlendi. Sanık için işlem kolaydı.
Her saat bulabileceği hükümet tabibi bu sorunu çözebilirdi. Ama şimdi bir
veteriner hekim gerekliydi. Mesai saati sona eriyordu.
İsmail’i çağırdı. Raporun ertesi gün alınacağını bildirdi.
Ayrıca kutuyu tutanakla gece grubunun nöbetçi memuruna teslim etmesini ve yine
olay sanığının yakalanması için gerekli çalışmanın yapılmasını istedi.
Fatih, en zor nöbetlerinden birini tutacaktı. Sabaha kadar
uzun bir zaman vardı. Kutuyu nezarethaneye koyamıyordu. Çünkü orda başka
şüpheliler vardı.
“En doğrusu yanımda kalsın” diye düşündü ve nöbetçi memur
odasında bekletmeyi uygun gördü. Hem kutu, kartondan olduğu için, bir şekilde
delerek kaçabilme ihtimaline karşı da bir önlemdi bu.
İlerleyen saatlerde Fatih, bekçiyi göndererek nezarethanedekilere de yiyecek aldırdı. Grup arkadaşları da bir şeyler atıştırdılar.
Arkadaşları O’nu, “misafirini unutma” diye
uyarıyorlardı. Biraz sütün iyi geleceğini söylüyorlardı.
Fatih düşünceliydi.
Yiyecek verirken kaçırabilirdi.
Vermezse yılan ölebilirdi.
Her ikisi de riskliydi. Üstelik kutuya
dökülecek süt, kartonun kolayca yırtılmasına ve delik açılmasına neden
olabilirdi.
Sonunda sürüngenlerin kışın uzun süre
hareketsiz kalabildiklerini hatırladı ve süt içirme fikrinden vazgeçti.
Her telefon çalışında ve yine her telsiz
konuşmasında kutunun içinde başını kaldırarak etrafı süzmesi Fatih için
rahatlatıcı oluyordu.
“Demek ki yaşıyor” diye.
Ölü olsa da zehirli olup olmadığı tespit
edilebilir miydi?
Belki de edilebilirdi. Ama başkomiseri,
iyi bakmasını söylemişti. Misafiri; ölmemeliydi ve de kaçmamalıydı.
O her zamankinden daha çabuk olmasını
istediği sabah, nihayet ilk ışıklarını göstermişti.
Biraz sonra gelen gündüz grubuna teslim
ettiğinde büyük bir yükten kurtulmuştu. Aslında nezarethanede kalan herkes
nöbetçi polis memuru için bir yüktü.
Keşke hiç suç işlenmeseydi. Kimse
nezarethanelerde, hatta cezaevlerinde kalmasaydı.
Özgür olmak kadar güzel bir duygu var
mıydı?
Gündüz nöbetçisi bu yönde çok hızlıydı.
Olayın sanığının yakalanması üzerine bir fezleke hazırladı ve savcılığa
gönderdi. Gelen karar, “Sanığın tutuksuz olarak yargılanmasının devamına...”
şeklindeydi.
Ya yılan hakkındaki karar ne olacaktı?
Tabanca ya da bıçak olsaydı adli emanete
alınırdı.
Kutu elinde polis merkezine dönen memuru
gördüğünde başkomiser yine koridoru arşınlamaya başlamıştı.
Öldürüp toprağa gömebilirlerdi. Ama bir
Panter Emel çıkıp hesap sorabilirdi. Çünkü o, rastgele bir yılan değildi. Ne de
olsa devlet kayıtlarına geçmişti.
Düşündüler, taşındılar. Tarım il müdürlüğüne teslim etmeye
karar verdiler.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder