İnsanlar her dönemde başlığı oluşturan kavramlarla içi içe yaşama arzusu içinde olmuşlardır.
1200’lü yıllarda yaşayan Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi gönül adamları Anadolu’da sevgi, hoşgörü ve barış tohumlarını ektiler.
Onlar, insanların mutlu olabilmesi için lazım gelen dostluğu ve güzelliği ön plana çıkardılar. Yaşadıkları dönemin mevcut iletişim olanaklarını kullanarak çevrelerini etkilediler.
Bazen halkın ayağına gittiler. Bazen halk onlara geldi. İnsan sevgisini konu alan şiirler yazdılar. Tasavvufa yer verdiler.
Onları bugünlere güzel düşünceleri ve ince duyguları taşıdı.
Hiçbir zaman yönetime ve siyasal yapıya müdahale yönüne gitmediler. O görevlerde bulunanların da bir insan olduğunu göz önünde bulundurarak sadece sevgiyi, saygıyı, iyilik ve doğruluğu anlattılar. Takiyye yapmadılar. Hep dürüst ve samimi oldular. Zira onlar sevgi, hoşgörü ve barışın olduğu toplumlarda çekişme ve çatışmanın da olmayacağına inanıyorlardı.
Mevlana’nın “Gel, ne olursan ol, yine gel”, Hacı Bektaş Veli’nin “İncinsen de incitme”, Yunus Emre’nin “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü” deyişleri, onların kimliklerini en belirgin biçimde göstermektedir.
Onların Anadolu’da yeşerttiği sevgi tohumlarından sonra 1300’lü yıllardan itibaren Beyliğin topraklarının genişlediğini görüyoruz.
1354 yılında ilk kez Gelibolu’dan Avrupa’ya geçildi. (1915 yılında itilaf devletleri aynı yerden kara harekâtıyla İstanbul’a, dolayısıyla Anadolu’ya girmek istemişler, fakat Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal ve arkadaşlarını geçememişlerdi.)
1453 yılında İstanbul fethedildi. Osmanlı topraklarının üç kıtaya yayıldığı yükselme dönemi yaşandı.
1500’lü yıllarda Batı; Rönesans ve Reform hareketleri ile belirgin bir gelişme süreci içerisine girdi. Osmanlı İmparatorluğu bu gelişmeye ayak uyduramadı.
1600’lü yılların sonlarında, gerileme döneminin ilk sinyalleri görüldü.
Osmanlı’da 1700’lü yıllara kadar ülkeye sokulmayan matbaayı Avrupa çok iyi kullandı. (Bugün aynı hatayı bilgisayar konusunda yapmamalıyız.)
Türkler arasından yeni gönül adamları çıkmazken Batı’da Locke, Rousseau, Hobbes gibi fikir adamları adalet, özgürlük ve eşitlik konularını çok iyi işlediler.
Osmanlı’da deneyimsiz kişiler tahta geçti. Merkezi yönetimde bozulmalar görüldü.
Buharın itici gücünden yeterince yararlanılamadı. Dolayısıyla sanayi dönemine geçilemedi.
Sevgi, hoşgörü, barış kavramları yerine “küfür” edebiyatı dilimize yerleştirildi. Elimize tutuşturulan “tesbih” ile tembellik dönemi başlatıldı.
Gerileme dönemi 1900’lü yılların başlarına kadar sürdü. Sevr antlaşması ile 600 yıllık İmparatorluk sona erdi. Yerine Büyük Önder Mustafa Kemal’in üstün dünya görüşüyle, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.
1900’lü yılların ilk yarısında iki dünya savaşı yaşandı. Birinci dünya savaşının ardından 1929 yılında Avrupa’da başlayan dünya ekonomik krizi, yeni Türkiye Devletini de olumsuz etkiledi. İkinci dünya savaşında cephe harbine katılım olmadıysa da halk, savaşın sıkıntılarını çekti.
Genç Türkiye Cumhuriyetindeki sıkıntılar, sadece savaşlardan ibaret değildi.
1970’lerden itibaren sağ sol çatışmaları, alevi-sünni ve laik-antilaik kavgaları yaşandı.
1984’den beri bölücü terör belası gündemde.
Öte yandan ülkenin enerji köprüsü konumunda olmasının getirdiği jeostratejik bir hassasiyet söz konusu.
İşte bu yaşanan savaş, terör, ekonomik kriz ve deprem gibi bazı felaketler yüzü gülmeyen bir toplum yarattı. Yaşanan sıkıntılar, çevredeki güzelliklerin görülmesine engel oldu.
Bir yabancının gözlemi bu varsayımı maalesef doğrular niteliktedir: “Siz bir kapıdan geçerken, önceliği hep birbirinize verirsiniz. Ama trafikte hiç de öyle değilsiniz.”
Şu da sık sık konuşulmaktadır: “Misafirlerinize olduğundan fazla ikram yaparsınız. Ama iş icabı gelenlere ‘bugün git, yarın gel’ dersiniz.”
ATO Başkanı Sinan Aygün’ün de bir değerlendirmesi var: “Türk insanının yarısı devletle, üçte biri birbirleriyle davalı durumdadır.”
Bütün bunlar şu anlama da gelmektedir. Bizler birbirimize karşı güler yüzlü olmaya çalışıyor(muş) gibi yapıyoruz. Ama gerçek, hiç de öyle değil.
Artık Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi gönül dostları yok. Bir ara toplum olarak Atalay Yörükoğlu, Doğan Cüceloğlu, Üstün Dökmen gibi iletişim uzmanlarını tanıdık. Bazı NLP uzmanları ve onların kitapları gündeme geldi. Biraz da dinimizin felsefesi konusunda gerçek anlamda aydınlatılmaya çalışıldık.
Hepsi o kadarmış!
Bu değerler yeniden ele alınmadıkça, suçla mücadelede yeterli başarı elde edilemeyeceği bilinmelidir. (2004)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder