Antalya, komiser yardımcısı olduktan sonra ikinci görev yerimdi. İlki Gaziantep’ti. 1976’da orada göreve başlamıştım. Toplumsal olayların çok yoğun yaşandığı yıllardı. Bir yanda işçi hareketleri, öte yanda öğrenci çatışmaları vardı.
Okullardaki kavgalarda çoğu kere bütün camlar yere indiriliyor, ertesi günlerde okul tatil ediliyordu. Olay olmasın diye neredeyse okulların tatil edilmesine sevinir olmuştuk.
Gaziantep’te, mesleki sıkıntıları paylaşabileceğim yakın dönemden meslektaşım yoktu. İstihbarat hizmetlerinde görevli, o yılların başkomiseri Mehmet Aydın benden altı yıl önce mezun olan bir ağabeyimdi. Onu olay yerinde gördüğümde seviniyordum. Hem çevik kuvvetteki kendi yakın amirlerimden göremediğim yakınlığı ondan görüyor, hem de onun olaylardaki kararları isabetli olduğu için güven içinde çalışıyordum. Aynı dönemlerden asayiş şubesinde çalışan iki başkomiser daha vardı. Ama yakınlık konusunda hiç oralı değillerdi.
Yaralanma olayım da o sıkıntılı yıllarda olmuştu. Bir öğrenci olayında, başımdan aldığım bir darbe sonrası, hatırlayabildiğim tek şey, alnıma yorgan dikilir gibi dikiş atılmasıydı.
Gençlik yıllarında vücuttaki yaralar çabuk kapanıyordu. Ama yakınlığını görmek istediğimiz ağabeylerden bunu görememenin bıraktığı izler hiçbir zaman unutulmuyordu.
O dönemde, ilerleyen aylarda o günlerin şube müdürü Barbaros Aydın’ın olumlu yöndeki tavsiye kararlarıyla Antalya’ya tayin edildim.
Antalya’da olaylar daha azdı. Sadece Antbirlik çalışanlarının ve de bazı lise öğrencilerinin kavgaları vardı.
40 personeli bulunan çevik kuvvetin, komiser yardımcılarından biri idim. Rütbemiz yeterli olmadığı için il emniyet müdürümüzün tasarruflarıyla trafik biriminde çalışan Arif Dirik, çevik kuvvet şube müdürlüğüne vekâleten bakmaya başladı. Birlikte gittiğimiz olaylarda bir ağabey, bir baba gibi öne çıkıyor ve olaya karışan her iki kesime, sorunlarını çözme yerinin sokak olmadığını babacan bir tavırla söylüyordu. Hatta kanuni haklarını nasıl takip edecekleri konusunda tarafları bilgilendiriyordu. Kavga niyetiyle oraya gelenler Arif Dirik’in sözlerine kulak kesiliyor ve kavgayı unutuyorlardı.
Onu ben de hayranlıkla dinliyor ve insanlarla iletişim kurmanın ne denli önemli olduğunu onun yanında daha iyi anlıyordum.
Oysa Gaziantep’te olaya karışanlarla bu şekilde iletişim kurulmuyordu. O kadar çok olay oluyordu ki, belki de polis, sakinleştirici konuşmaya vakit bulamıyordu. Ya da onların Arif Dirik’leri yoktu.
Gaziantep’te, ara sıra ben, bana kadar düşmediği halde, dilimin döndüğü kadar, Arif Dirik’in yaptığı gibi kalabalıkla iletişim kurmak istiyordum. Ama bazı üstlerim tarafından, öğrencilere akıl veren aynı görüşün sahibi olarak suçlanıyordum.
Şimdi Antalya’da ise, yeni görev yerimi daha çok seviyordum. İlerleyen yıllarda anladım ki, benim Arif Dirik’e saygım, görevime de olumlu yansımıştı.
12 Eylül harekâtı henüz gerçekleşmemişti. Haber merkezi, telsizle, halk bankasının soyulduğunu ve silahlı kişilerin bir başkomiserimizi yaralayarak kaçtıklarını bildirdi. Bu, herkesin “hala oğlu” (kısaca ‘halo’) diye bildikleri sevilen başkomiserimizdi. Telsiz konuşmalarından yarasının çok ağır olmadığını öğrenebilmiştik.
Ekipler tarif edilen otoyu hemen takibe başladılar. Çevik kuvvete ait binek oto yoktu. Mevcut minibüslerle iki ekip oluşturarak diğer ekiplerin yardımına gönderdim. Ben de başka araç olmadığı için, beş memur alarak, servis amaçlı kullandığımız küçük otobüsle takibe başladım.
Topçular diye anılan bölgede seyir halinde iken bir otonun, havaalanının arka tarafına doğru hızla seyretmekte olduğu bildirildi.
Sözü edilen bölgeye yakındık. O tarafa yöneldik ve az sonra toprak yolda toz kaldırarak giden aracı gördük.
Öncelikle haber merkezine ve öteki ekiplere telsizle bilgi verdim. Küçük bir ekip otosu bizi geçerek daha hızlı biçimde hedefe seyrediyordu. Otobüsün hızı ne de olsa yavaştı.
Artık şehirden çıkmış, jandarma sorumluluk alanında, ağaçlar arasında ilerliyorduk.
Biraz ileride sağ tarafta, yoldan 50 metre kadar içeride kapıları açık otonun terkedildiğini ve iki kişinin tarlada koştuklarını gördük.
Bizi geçerek devam eden ekip otosu bu durumu fark edememişti. Zira biz otobüste olduğumuz için yükseklik farkıyla terkedilmiş otoyu görebildik. Derhal inerek takibe koyulduk.
Bu arada öteki ekiplere yerimizi tarif ettim. Bulunduğumuz yer jandarma bölgesi olduğu için onlara da bilgi verildi. Uzun bir tarlada, iki şüpheli önümüzde kaçıyor, biz de takip ediyorduk. Kaçmamaları için hem sözle uyarıyor, hem de havaya ateş ediyorduk. Onlar da rastgele ateş ediyorlardı. Kurşunlarının, tarlanın kuru toprağında çıkardığı tozu görebiliyorduk.
Ahmet Araç adındaki memurumuz, çalışan bir traktörü alarak daha hızlı takibe koyuldu. Şüpheliye biraz daha yaklaştı. Ancak büyük bir hendekle karşılaşınca traktörü bırakmak zorunda kaldı. Bu belki de daha iyiydi. Şüphelinin kurşunlarına hedef olabilirdi.
Çok daha ilerilerde, polis ve jandarma ekiplerinin başka bir yoldan hızla ilerlediklerini görebiliyordum.
Hem koşuyor, hem de onlarla iletişim kuruyordum.
Tarla sona ermiş, küçük bir tepe belirmişti. Şüpheliler bu tepeye tırmanmaya başladılar. Arkalarından gitmek çok tehlikeli olabilirdi. Bir çalılık arkasına saklanabilirler ve bize zarar verebilirlerdi.
Tarlada, düz ve açık alanda kolayca izleyebiliyorduk. Ama şimdi şüphelileri göremeden takip etmek zorundaydık. Bu daha zor ve endişe vericiydi. Hemen ikiye ayrılarak tepenin iki yanına ve tabanca menzili dışına çıkarak zirveye tırmandık.
Ekiplerimizin, tepenin gerisinde yerlerini almış olduklarını telsizden öğrendiğimde zirveye ulaşmıştık.
Araçlarından inmiş olarak gördüğümüz polis ve jandarma personeli, 500 metre kadar ileriden bize doğru geliyorlardı. İki şüpheli ise ellerini havaya kaldırmış olarak ortamızda idi.
Yapılan ilk sorgulamada şüphelilerin, bir süre önce silah zoruyla kız kaçırma eylemine karıştıkları, ekipleri görünce de kaçtıkları, halk bankası soygunu ve başkomiserimizin yaralanması olayıyla ilişkileri olmadığı anlaşıldı.
Polis ekiplerindeki en kıdemli olan başkomiserimiz, biraz daha acele hareket edilmesini istiyordu. Şüphelileri orada bulunan jandarma yetkililerine teslim edip bir an önce başkomiserimizi de yaralayarak kaçan banka soyguncularını aramak için sabırsızlanıyordu.
Ben hemen başkomisere ve oraya gelen ekip görevlilerine, her ikisinde de tabanca olduğunu, üstlerinde bulunamadığına göre bir yere saklamış olabileceklerini söyledim. Bunun üzerine çalılıklar arasında herkes silah aramaya başladı. Ancak mesafe genişti ve çok sayıda çalılık vardı. Burada bu tabancaları bulmak gerçekten zordu. Şüpheliler, ısrarla kendilerinde silah olmadığını söylüyorlardı. Herkes sabırsızdı.
Bir ara başkomiser bana dönerek:
-“Emin misin”, dedi. “Gerçekten silahlı mıydılar?”
Ben üstüne basarak, tabancalarıyla bize ateş ettiklerini, hatta kurşunların toz kaldırdığını bile anlattım. Üstelik kendilerine sorulan yanımdaki memurlar da olayı doğruladı.
Ancak ekip görevlileri hâlâ tabancaları bulamamışlardı.
İyice sabırsızlanan başkomiser, şüphelileri teslim ettiği jandarma yetkilisine, benim henüz genç olduğumu (iyi ki çocuk dememişti), bu tür olaylara yeni girdiğimi, bu nedenle de hayal görmüş olabileceğimi söyledi.
Oysa ben kısa bir süre önce komiserlik rütbesine terfi etmiş ve il emniyet müdürü tarafından, 40 personelin çalıştığı çevik kuvvet şube müdürlüğüne vekâleten bakmakla görevlendirilmiştim. Arif Dirik ise, ben komiser olduktan sonra daha önemli bir göreve getirilmişti.
Önceki görev yerim olan Gaziantep’te çok sayıda toplumsal olaylara müdahale etmiş, hatta yaralanmıştım. Şimdi ise uzun ve yorucu bir takiple, beş arkadaşımla kurşunlara hedef olarak iki şüphelinin yakalanmasında görev almıştım. Sonraki günlerde bu olaydaki çalışmamdan dolayı takdirname ile ödüllendirilmiştim. Bütün bunlara rağmen hayalcilikle suçlanıyordum.
Nerede şükranla andığım Arif Dirik’in anlayışı, nerede bu başkomiserin yaklaşımı!
Az sonra iki jandarma eri, tabancaları saklanan çalılıklardan bularak getirdiler. Ben de hayalcilik suçundan aklanmış oldum. Başkomiserimizin nasıl bir duygu içerisine girdiğini ise anlayamadım.
Şüphelilerin teslim edildiğine dair tutanağın alt bölümüne iki tabanca da eklendi ve olay yerinden ayrılarak banka soyguncularını aramaya devam ettik.
Yıllar sonra, buna benzer yaşadıklarımızı çevremizdekilerle paylaşırken, Arif Dirik gibi sevdiklerimizi ağzımız dolu dolu anlatırız. Öteki başkomiserimiz gibi dünyayı sadece kendi penceresinden görmek isteyenleri anmak istemeyiz. Anlatmamız icap ederse “Adı lazım değil” der, geçiştiririz. (2004)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder