İki örnek olayımızın ilkinin mağduru lise ikinci sınıf öğrencisidir. Yorucu bir okul gününün akşamında evine dönmektedir. Apartman kapısına geldiğinde sırtında sivri bir cisim hisseder. Kendi yaşlarında bir ses kısık bir şekilde fısıldar:
“Cebindekileri çıkar.”
Şaka olabileceğini düşünür.
Ses tanıdık değildir. Sivri cismin şiddeti her geçen saniye artmaktadır.
Günlük harçlığından artan bir miktar parası ile bir cep telefonu, bir de kol saati vardır. Çıkarıp verir.
Sivri uçlu cismin fizik teması artık yoktur. Ensesinde hissettiği nefes alışverişi de duyulmamaktadır.
Ayak sesleri hızla uzaklaşmaktadır. Kapıyı kapatırken gördüğü siluet, karanlık sokakta kaybolmak üzeredir.
İkinci örnek olay da ilginçtir. Kadın, dokuz yaşındaki kız torunuyla belediye otobüsü beklemektedir. Saat akşamın sekizidir. Durakta yanına gelen 15-16 yaşlarındaki genç bir delikanlı bir süre kadını süzer. Bir şeyler söyleyecek gibi bir hali vardır.
Delikanlı biraz daha yaklaşır. Kadının kolundaki bileziği göstererek “Şimdi bunları istesem vermezsin, değil mi” der.
Kadın şaşkındır. Bir anlam veremez. Ama tam o sırada belediye otobüsü gelmiştir. Otobüse biner. Arkasından delikanlının da otobüse bindiğini görür. Parası olmayan biridir düşüncesiyle onun yerine de kart basar.
Epey bir süre giderler. Çocuğun, otobüsten daha erken ineceğini düşünür. Ara sıra otobüse göz gezdirir. Çocuk hâlâ otobüstedir.
Evinin önünde inerse daha tenha olacağı için tedirginliği daha da artar.
En iyisi merkezi bir durakta inerek bir taksiye binip eve gitmektir diye düşünür.
Şansından otobüsten indiği noktada taksi hazırdır. Sağına soluna bakmadan torunuyla taksiye atlayıp selametle uzaklaşır.
Apartman giriş kapısının anahtarını hazırlamıştır. İçeri girmek üzeredir. Ama ne var ki korktuğu başına gelir. Aynı delikanlıyı yeniden ensesinde hisseder.
Bir eliyle torununu sımsıkı tutmaktadır. Diğer elinde de anahtar.
Delikanlı, başka bir taksi ile avını takip etmiştir. Zaman kaybetmek istememektedir. Kadına yaklaşır. Hızla elini uzatır. Boynundaki zinciri koparıp kolyeyle birlikte kaçar.
Burada polise yetki veren 2559 sayılı yasaya bakıyoruz. İlk maddeye göre polisin kişi ve toplum emniyetini sağlayacağı dile getirilmektedir. Temel görev, halkın can ve malını korumaktır.
İkinci maddede ise yukarıdaki amacı gerçekleştirmek için polisin önleyici tedbirler alacağı belirtilmiştir.
Bu maddeye göre suç; kanunlara, tüzüklere, yönetmeliklere, hükümet emirlerine ve kamu düzenine uygun olmayan hareketlerdir.
Suçu önleme görevi ise polisindir.
Kuşkusuz polis, suçsuz bir ortam yaratılması adına gayret gösterir. Sorumluluk sahasında meydana gelen suçlar onu rahatsız eder. Bunu en çok suç şüphelilerini yakaladığında anlamak mümkündür. Başka bir ifadeyle, polise göre, suçu işleyenler yakalanmışlarsa mesele büyük çapta halledilmiştir. Gerisi kolaydır. Yakalananlar yargı mercileri önüne çıkarılacaktır.
2559 sayılı yasanın ikinci maddesinde bu hususa da değinilmiştir. Polis, işlenmiş suçun taraflarını adliyeye göndermekle görevlendirilmiştir.
Yakalamak ve yakaladığımızı adliyeye çıkarmak. Aslında bizim bu yanımıza kimse laf edemez. Türk polisi bu konuda gerçekten başarılıdır.
Şimdi yeniden örnek olaylarımıza dönelim. Hayatının ilkbaharındaki lise öğrencisi evine girmekte iken bıçağın soğuk yüzünü sırtında hissetmektedir.
Öte yandan tek amacı dokuz yaşındaki torununu mutlu etmek isteyen kadın, şehrin ortasında takip edilmekte ve apartmanının önünde yakasındaki kolye koparılmaktadır.
Her iki olayın faillerinin yakalanıp yakalanmadığı, suç eşyalarının ele geçirilip sahiplerine teslim edilip edilmediği henüz bilinmiyor. Polis tarafından yakalanması şüphesiz sevindirici olacaktır. Ancak bıçağı tutan ve kolyeyi koparan ellerin sahiplerinin iki masum insanımızda bıraktığı izler kim tarafından ve nasıl silinecektir?
En önemli husus buradadır. Aslında eşyalar sigortalanabilir. Sonuçta daha iyileri de alınabilir.
Ama bu tür olaylarda yaşanan tedirginliğin telafisi yoktur. Üstelik bu olaylar kişilerin ömürlerini törpüleyen, iç yaşamlarında hasar bırakan davranışlardır.
Aslında polis, önleyici kolluk görevini yapsın denilirken gözetilen amaç buradadır. Yoksa bir kolye ya da cep telefonu günümüzde çok şey ifade etmemektedir.
Eğer kötü niyetliler bu kadar kolay cirit atabileceklerse büyük Atatürk’ün ülkemizi emanet ettiği gençliğin içindeki hasar onları korkak, çekingen, tedirgin kısaca pısırık yapacaktır. İşte “yücelik” ve “kutsallık” ile özdeşleştirilen polislik görevi ile sıradan bir polisiye görevin farkı buradadır. Sıradan bir polisiye görevle örnek olaylardaki suçların failleri ve suç eşyaları ele geçirilebilir. Ama yüce ve kutsal görevin sahibi polis iyi önleyici tedbirlerle bu insanlarımızın iç dünyalarında oluşabilecek hasarların önüne geçebilir.
Polis, esasen bu görevi ilke edinmelidir. Her ne kadar ikinci maddede suçun faillerini yakalar ve adli organlar önüne çıkarır denilirse de bu tali bir görevdir.
Tali görev, hiçbir zaman önleme görevimiz kadar iş yaşamımızı meşgul etmemektedir. Hele de “Yarı görevimiz önleme ise diğer yarı görevimiz adliye önüne çıkarmak” diye bir oranlama asla yapılmamalıdır. İlle de bir oran istenirse önleme görevimizin yüzde 90’ların üstünde olduğu söylenebilir.
Peki, önleme görevimizi, toplam mevcudumuzun yüzde doksanıyla yerine getiriyor muyuz?
180 bin kadar emniyet hizmetleri sınıfı personelimizin yüzde 10’u koruma hizmetlerinde, yüzde 40’ı da bürolarda görev yapmaktadır.
Kaçakçılık, siyasi, trafik gibi alanlarda yüzde 25 oranında çalışan branşlı personelin varlığı da göz önünde bulundurulduğunda önleme görevi için sadece yüzde 25’lik bir grubun kaldığı görülmektedir.
Gerçi nerede olursa olsun, hangi saatte olursa olsun her polisin her yerde görevli olacağı belirtilmişse de 2559 sayılı yasanın ek dördüncü maddesi bu durumu “Bir suçla karşılaştığında” şeklinde sınırlamıştır.
Yani yüzde 90 önleme görevimiz olması gerekirken biz ancak yüzde 25 kapasitemizi bu alanda kullanabiliyoruz.
Ülkemizdeki her polise düşen kişi sayısı AB ülkelerine oranla daha azdır. Şöyle ki tüm nüfusumuz ele alındığında bir polise 390 kişi düşmektedir.
Öte yandan 180 bin mevcudumuzun yüzde 25’i önleyici görevlerde çalışıyorsa bir polise düşen kişi sayısı o oranda dört kat artacak ve 1550’lere çıkacaktır. Ki bu da içinde bulunduğumuz zor durumu göstermektedir.
Bu yıl teşkilatımızın 162’nci kuruluş yılını yaşıyoruz. Polis sözcüğü ile tanışalı tam 162 yıl geçti.
Polisimiz, özellikle Kurtuluş Savaşında tarihe damgasını vuran kahramanlıklarda bulunmuştur.
Türk milletinin refahı ve huzuru için çok sayıda şehit vermiştir.
Bugün hâlâ insanüstü bir gayretle çalışmasını sürdürmektedir. İnsanüstü diyoruz. Çünkü bilim insanlarına göre bir insanın verimli çalışma süresi günde 8 saati geçmemelidir. Sekiz saatten sonra oluşan yorgunluk, insanların temel hak ve hürriyetleriyle ilgili görev yapan polisimizin hata yapmasına yol açabilir. Sekiz saat üzerinden haftada 40 saat çalışmak gerekmektedir. Ancak ülkemizde polisler biyonik varlıklarmış gibi 60 ile 72 saat arasında çalıştırılmaktadır.
Buna rağmen yazılı ve görsel basını izlediğimizde polis teşkilatı gerek insan hakları ihlâlinde, gerekse yolsuzluk alanında emsal kuruluşlar arasında çok gerilerde bulunmaktadır.
Yere vurduğumuz top geri zıplamamaktadır.
AB uyum yasaları paralelinde hazırlanan yeni mevzuat, polisimizin işini biraz daha zorlaştırmıştır.
Milliyet gazetesinde Şükran Özçakmak, 17 Mart 2007 günü yayımlanan özel haberinde cezaevlerinin dolduğunu, 1980 sonrası hariç tüm zamanların en kalabalık döneminin yaşandığını belirtiyor. Son af ile 49 binlere gerileyen tutuklu ve hükümlü sayısının günümüzde 77 binlere ulaştığını ifade ediyor.
Hürriyet gazetesinde Oktay Ekşi, 18 Mart 2007 günlü köşe yazısında benzer olayları dile getirerek “Güvenlik konusunda dibe vurmuş haldeyiz” diyor.
Evet, bugün polis, aynı köşeye sıkıştırılmış, devamlı yumruk alan boksöre benzetilmektedir. Çok acele bu köşeden çıkmamız lazımdır.
Fatura bizim kuşağımıza yazılmıştır. Derhal yeni hamleler yapmalıyız.
Halen rütbe isimlerimizi düzeltemedik. İkinci sınıf, üçüncü sınıf gibi aşağılayıcı sıfatlar kullanmaya devam ediyoruz. Muavin ya da yardımcı gibi nitelendirmeler halkın gözünde polisimizi en başından mağlubiyete götürüyor. Bu nedenle en küçük polis amiri rütbesi komiserden başlamalı, yarkomiser ve serkomiser olarak devam etmelidir. Emniyet amirleri ergüven, müdür sınıfları ise aygüven, baygüven, yargüven ve sergüven olarak yeniden düzenlenmelidir.
Tabii ki herkes birbirine yardımcı olacaktır. Şube müdürünün adında “yardımcı” ya da “muavin” sıfatı yoksa emniyet müdürüne yardımcı olmayacak mıdır?
Bu nedenle illerdeki emniyet müdür yardımcılarının adları “Adli Şubeler Başkanı”, “Trafik Hizmetleri Şubeler Başkanı” ya da “Operasyonel Şubeler Başkanı” gibi isimlerle değiştirilmelidir.
Öte yandan Emniyet Genel Müdür Yardımcılarının isimlerindeki yardımcı nitelendirilmelerine de son verilmelidir. Zira Genel Müdür Yardımcılarımıza bağlı on binlerce personel çalışabilmektedir. Ülkemizde sadece 78 kişinin bulunduğu Genel Müdürlük varken, on binlerce personelin bağlı olduğu bu merciimiz neden hâlâ “yardımcı” nitelendirilmesine layık olsun?
Emniyet Genel Müdür Yardımcılarımıza bağlı birçok daire başkanlığı vardır. Bu itibarla her bir genel müdür yardımcımız İnsan Kaynakları Genel Başkanı, Trafik Hizmetleri Genel Başkanı, Lojistik Hizmetleri Genel Başkanı gibi yeni isimlerle nitelendirilmelidir.
Öte yandan 80 yataklı moral eğitim merkezlerinde birinci sınıf emniyet müdürleri çalışırken, nüfusu 300 binlere varan ilçelerde üçüncü sınıf emniyet müdürleri çalıştırılmaktadır.
2559 sayılı yasanın ilk maddesi, “Polis, halkın can ve mal güvenliğini sağlar” demiştir. İl, ilçe gibi bir ayrım yapmamıştır. “Halk” kavramını ön planda tutmuştur. O halde halkın yani insanlarımızın yoğun yaşadığı yere odaklı istihdam yaratmalıyız. Nüfusu 50 bin olan ilde birinci sınıf bir emniyet müdürünün yanı sıra 3-5 emniyet müdür yardımcısı, 15-20 kadar şube müdürü görev yapabiliyorken 300 bin nüfuslu bir yerleşim biriminde bir ya da iki şube müdürü ile görev yürütmek Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun birinci maddesiyle çelişki yaratmaktadır.
Ayrıca birinci ve ikinci görev bölgeleri hâlâ doğu batı ayrımı şeklinde değerlendirilebilmektedir. Bu durum, özellikle bazı AB ülkeleri tarafından koz olarak kullanılmakta, yumuşak karnımız olarak gösterilmektedir. Bu itibarla ülkemizin her tarafında birbirine benzer özellik gösteren yerleşim birimleri sınıflandırılarak yeni bir atama sistemi geliştirilmelidir.
Mensuplarımızın 2000 yılına göre 2005 yılında yüzde 267 oranında daha fazla idari yargı mahkemelerine başvurdukları bilinmektedir. Karara bağlanan davaların yüzde 45 oranında Emniyet Genel Müdürlüğü aleyhine sonuçlandığı göz önüne alındığında özellikle terfi sistemimizin yeniden gözden geçirilmesi gereği ortaya çıkmaktadır.
Polis Meslek Yüksek Okulları, taşrada siyasilerin yatırım aracı olmaktan çıkarılmalıdır.
Polis adaylarımız, üniversite hocalarının yoğun olduğu büyük merkezlerde eğitilmelidir. Bu okullar mümkün olabildiğince en fazla birkaç merkezde toplanmalıdır. Zira hepsinin üst düzey öğretim elemanlarından feyiz almaları sağlanmalıdır.
Polis Meslek Yüksek Okullarında eğitilen öğrencilerin ilk yıl birinci yarısı okulda eğitimle geçmelidir. İkinci yarısı okulda geçmekle birlikte yarı yarıya kadroda profesyonel personelin yanında uygulama yaptırılarak geçmelidir.
Eğitimin ikinci ve son yılı dörtte üç kadro ağırlıklı yani uygulamalı yapılmalıdır. Adaya; önleyici görev yapma, tutanak tanzim etme gibi sorumluluklar verilmeli ve profesyonel polisliğe hazırlanmalıdır.
Bugüne kadar polis teşkilatının kamu kurumları arasındaki yerini, aldığımız ücretlerle belirlemeye çalıştık. Daha çok maaş alırsak daha iyi düzeyde olacağımızı sandık.
Ama hiç de öyle olmadı.
Ne maaşımız yükseldi, ne de itibarımız.
162’nci yılda gördüğümüz manzara, topun artık zıplamadığı yönündedir.
Devamlı yumruk alan boksör artık sıkıştığı köşeden çıkmalıdır.
Hedefimiz, örnek olaylardaki genç öğrenci ile 55 yaşındaki kadının güvenliğinin sağlanmasıdır.
Ben hâl böyleyken maaşımın artırılmasını istemiyorum. İtibarımız olmadıktan sonra maaş ne anlam ifade edebilir ki...
Biz açlığımızı tokluğumuzu belli etmeden fedakârca çalışan, cephede savaşırken bile “Sabah üzüm hoşafı, öğle yok, akşam yağlı buğday çorbası, tam ekmek” öğünüyle yetinen bir milletin çocuklarıyız.
Ama köşede sıkışmış durumumuz ağarımıza gidiyor. Reçete; Kurtuluş Savaşında kahramanlıklarda bulunan polislerimizin asil davranışlarında gizlidir. Ve yine reçete, gözünü kırpmadan şehitlik mertebesine ulaşan meslektaşlarımızın cesaretindedir.
Bize düşen ise onları örnek alabilmektir.
Çağın Polisi Dergisinin 63’üncü sayısında emniyet müdürümüz Kemal Çelebi’nin; İhsan Aras ve Saffet Arıkan Bedük isimlerinin yanı sıra daha fazla sayıda genel müdürümüzün adını anmasını ne çok isterdim. (2007)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder