11 Haziran 2011 Cumartesi

CERAİM 236

İyi giyimli genç adam içeri girdiğinde, bir ihbarda bulunacağını bildirdi. Develi’de yemekte iken, kendisine tuhaf gelen bir birliktelikten kuşkulandığını söyledi.
“Okul formalı genç bir kız, içkili bir masada, kendisinden yaşça büyük biriyle bulunuyor. Hal ve hareketlerine bakılırsa adam, aileden biri değil. Kızı içki içmeye zorluyor.”
Genç adam, aslında Bursalı olduğunu, işi icabı Antalya’ya geldiğini söylüyordu.
Develi, polis merkezi yakınında lüks bir lokantaydı.
Saat 21’i gösteriyordu. O yıllarda karakol amirleri, saat 23’e kadar görev yerlerinden ayrılmıyorlardı.
Dönem, yönetimin sıkı olduğu yıllardı. Seksenli yılların başı. Titizliği ile tanınan Ahmet Karakurt, il emniyet müdürümüzdü.
Karakol amirliğimin ilk yıllarıydı. Yanlış bir iş yapmamak için telefonla nöbetçi Cumhuriyet savcımızı aradım.
“Şahısları alın. Şüpheli bir durumları varsa kızı doktora sevk edin. Sonra tekrar görüşelim.”
İki memurumuz, okul formalı kızı ve yanındaki adamı getirmek üzere ayrıldıklarında, ihbarda bulunan genç adamın beyanının tutanağa aktarılması işlemi devam ediyordu.
Kızın önünde rakı bardağının bulunduğu savcıya iletildiğinde şüphe artıyordu.
Doktor raporu, kızın bakire olmadığı ve her ikisinin de alkol aldığı yönündeydi.
Savcı tekrarlıyordu:
“Tarafların ifadelerini alın. Şahsı karakolda bekletin. Kızı babasına teslim edin. Yarın mevcutlu olarak gönderin.”
Kızın anne ve babası karakola çağrıldı. İfadelerinde davacı olduklarını beyan ettiler.
Doktor raporuna kadar doğruyu söylemeyen öğrenci kız, rapor sonrası şahısla birlikte olduğunu itiraf etti.
Irza geçme sanığı 45 yaşlarındaydı. Esmer ve düzgün yapılıydı. İnşaat işleri ile uğraşıyordu. Yani müteahhitti.
Mağdure kızın babası, onun yanında işçi olarak çalışıyordu. İşine bağlılığı ve çalışkanlığı ile patronunun gözüne girmiş biriydi.
Evi, iş yerine yakındı. Kızı liseye yeni başlamıştı.
Patronu, bazen ona harçlık veriyor, bazen de okula götürüyordu. Zaman zaman da okul ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Polis merkezinde yapılan soruşturmada müteahhit, bu birlikteliği yalanlıyordu. Ama bu, geceyi karakolda geçirmesine engel değildi. Çünkü savcı öyle istiyordu.
Bursalı iş adamının beyan tutanağı, anne ve babanın şikâyetçi olduklarına dair tutanak, doktor raporları ile genç kıza ve sanığa ait ifade tutanakları bir dosyada birleştirilmişti.
O yıllarda polis merkezleri, olaylar hakkında kanaatlerini bildirmekteydiler.
Ve de öyle oldu. Ertesi gün taraflar adliyeye gönderildiler. Müteahhit tutuklandı.
Polis kayıtlarına bir suç daha kaydedilmişti. Her suç gibi bu suçun da bir numarası vardı: Ceraim 236. Yani o yıl işlenen 236’ncı suç. Başka bir ifadeyle C/236.
Buradaki C, cürüm sözcüğünün ilk harfi miydi? Raim de taksim anlamındaki çizgiyi mi ifade ediyordu?
Yoksa “ceraim” sözcüğü, suç karşılığı “cürüm’ün Arapçadaki çoğul hali miydi?
Evet, doğrusu bu sonuncusuydu ve “suçlar” anlamına geliyordu.
Yıl sonuna kadar belki, bir o kadar daha suç, polis kayıtlarındaki yerini alacaktı.
Sevelim ya da sevmeyelim. İsteyelim veya istemeyelim. Polis olarak bir takım parçaları bir araya getirmek zorundayız.
Bu parçalardan birinin özgürlüğü kısıtlansa da..
Bir başkasının genç kızlık hayalleri istem dışı bozulsa da..
Hatta anne ve babaların moral değerleri yıkılsa da..
Bizler, gol atmış futbolcunun sevincini ya da tablosunu yeni bitirmiş ressamın hazzını pek yaşayamayacağız galiba.
Antalya’da henüz adliye sarayı yapılmamıştı. Eski bir iş hanı, adliye binası olarak kullanılıyordu.
İki katlı binanın üst katına, ortada geniş yer tutan ve dönen bir merdivenle çıkılıyordu.
Kenardaki odalar adliyeye hizmet veriyordu. Üst katta, orta yerde camdan bölünmüş bir oda ise baro başkanlığının yeriydi. Avukatlar burayı kullanıyorlardı.
Mübaşir ortada görünmüyordu. Erken geldiğimi düşündüm. Tanıdığım biri vardır varsayımıyla baroya girdim. Avukat Muharrem Bey, önündeki dosyası ile meşguldü. Beni karşıladı ve oturacağım yeri gösterdi. Polis merkezimize sıkça gelen ve gerek hukuk konularında olsun, gerekse sosyal, aktüel konularda sohbet ettiğim ve saygı duyduğum biriydi. Antalya’nın en tanınmış avukatlarındandı. Odada, bir kısmı cübbelerini giymiş beş avukat daha vardı.
Bir duruşma için çağrıldığımı söyledim.
Garson, elindeki askıdan, isteyenlere çay dağıtıyordu. Muharrem Bey, benim için de garsona seslendi. Sonra bana döndü:
“Şimdi çay ısmarlıyorum. Ama az sonra bana kızmayasın.”
Sesi, garsona söylediğinden daha kısık bir tondaydı.
Herhalde işi vardı. Beni odada yalnız bırakacağı için böyle söylemiş olabilir diye düşündüm. Bir yandan da masanın üstündeki dosyayı toparlıyordu. Çay bitinceye değin ordan burdan konuştuk.
Daha fazla meşgul etmemek için izin isteyerek barodan ayrıldım. Koridordaki mübaşirden hangi konuyla ilgili çağrıldığımı, ne zaman dinleneceğimi öğrendim.
Anlaşılan biraz daha zaman vardı. Koridorun ucunda caddeye açılan pencere, emniyet müdürlüğü eski binasını gösteriyordu. O bina da bir iş merkeziydi. Ama şimdi yeni binamıza taşınmıştık.
Adliye çalışanlarının da, bir an önce yeni binalarında çalışmaları dileğini içimden geçirirken, eski binamızdaki ilk nöbetçi amirliği görevimi ve sivrisinekle tanışıklığımı anımsadım.
Az sonra mübaşirin sesi duyuldu. Adımı anons ediyordu. Az ilerdeki salona girdiğimde hâkim, kürsüdeki yerindeydi. Sanık bölümünde, yaklaşık bir ay kadar önce adliyeye sevk ettiğimiz müteahhit bulunuyordu. Saçları kısacık kesilmesine rağmen onu tanımıştım. Muharrem Bey de cübbesi üzerinde, kendisine ayrılan bölümdeydi. Anlaşılan, sanığın avukatıydı.
Duruşma hâkimi kırk yaşlarında, esmer ve zayıf yapılıydı.
İsteği üzerine olayı özetledim. Birkaç dakika sürmedi bile.
Avukat Muharrem Bey mahkeme başkanından söz istedi:
“Müvekkilim aslında bu suçu işlememiştir. Mağdure, polis merkezinde baskı gördüğü için, müvekkilimin bu suçu işlediğini beyan etmiştir.”
Değişik bir duygu kaplamıştı her yanımı. Beni iyi tanıdığına inandığım, insan hakları konusunda duyarlılığımı iyi bilen, üstelik az önce birlikte çay içtiğimiz biri tarafından suçlanıyordum.
Suçu yapan ile suça maruz kalan ayrı ayrı taraflar varken, şimdi davada tarafmış durumuna düşen biri gibi hissediyordum kendimi.
Ülkemizde savcıların sayıca yetersizliği nedeniyle, polis merkezlerinde yapılan işlemlerde, birçok kere kötü unvanla anılmak bir nevi kaderimiz oluyordu.
Bu süreç içerisinde, bazı yanlış yapan meslektaşlarımızın hatalı davranışları da, iyi niyetle çalışan birçok arkadaşımızın aleyhine olmaktaydı.
Avukatın, “az sonra bana kızmayasın” sözlerini, şimdi daha iyi anlamlandırabiliyordum.
Sonraki karşılaştığımızda şu sözleri de ilginçti:
“Ne yapalım! Ekmek parası.”
Müteahhidin bir daire vermesiyle, kız babasının davacı olmaktan vazgeçtiğini, kendisinin de ücret olarak bir daire parası kadar para kazandığını o karşılaşmamızda öğrenmiştim. Bunun için polis merkezinde baskı yapıldığını belirtiyordu.
İfadelere göre suç, kız onbeş yaşına girmeden işlenmişti. Ceza yasasının ilgili maddesine göre suçun; muhafazaları altına bırakılanlar tarafından işlenmesi halinde ceza, yarısı kadar artıyordu. Fezlekeli soruşturma evrakında bu konuya da değindiğimi iyi hatırlıyordum.
Karar ise, “sanığın tutukluluğunun devamına” şeklindeydi.
Evet, ne yapalım, onun ki ekmek parasıysa bizimki de vicdanımızın sesiydi.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder