Polisin sorunlarına felsefi açıdan bakmak istediğimiz bu yazıya, ünlü bir filozofun güvenliğe bakış açısıyla başlayalım istedik:
Konfüçyus’un öğrencisi Tzu Kung, hocasına 'hükümet'i sordu. Üstat dedi ki: "Bir hükümet için gerekli olan şeyler, yeter derecede besin, askerlik araç gereçleri ve halkın hükümdarına güveni olmasıdır."
Tzu Kung dedi ki: "Bunların birinden vazgeçmek gerekse, hangisi önce gelir?" Üstat, "Askersel araç gereç," dedi.
Tzu Kung, bir daha sordu: "Geriye kalan ikisinin birinden de vazgeçmek gerekse, hangisi önce gelir?" Üstat yanıt verdi: “Yiyecekten vazgeçilebilir. Eskiden beri insanlar ölmeye yazgılıdırlar; ama halkın hükümdarına güveni yoksa o devlet ayakta duramaz."
Yönetim bilimci Abraham Maslow ise güvenliği, insan ihtiyaçları sıralamasında ikinci sırada sınıflandırmıştır. Ona göre güvenlik ihtiyacı; birinci sıradaki yeme içme gibi temel fizyolojik ihtiyaçların hemen ardından önem arz etmektedir. Maslow, insan ihtiyaçları ile ilgili 1943 yılında yazdığı bir makalesinde; insanların, can ve mal varlıklarının korunmasını istediklerini belirtmiştir. Doğası gereği özgürlüğü ve mülkiyeti seven insanlar, baskıya ve zorlamaya karşı kendilerinin korunmasını isterler.
Maslow, güvenlik ihtiyacından sonra, üçüncü olarak sevgi ihtiyacını, dördüncü olarak saygı ihtiyacını, son olarak da ideallerini ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını saymıştır. Bütünüyle değerlendirildiğinde güvenlik kavramı, beş önemli ihtiyacın ikinci sırasında yer almaktadır.
Günümüz hukuk ve siyaset adamlarına göre ise güvenlik; tehlikede bulunmama durumudur. Hukuk devleti için lazım gelen üç unsurdan biridir. Diğer ikisi ise insan hakları ve adalettir. Bu üç kavramdan herhangi biri diğerlerinin önünde veya arkasında düşünülemez. Çünkü birinin bile olmaması halinde hukuk devletinden söz edilemez.
Yukarıda belirtilen her üç yaklaşımda da güvenlik unsurunun insan yaşamındaki önemini idrak etmek pek âlâ mümkün görülebilmektedir.
Uzun süre aç ya da susuz kalınması, nasıl yaşamın sona ermesi anlamına geliyorsa, güvensiz ortamda yaşamak da, yaşamamak kadar anlam ifade etmektedir.
Ama ne var ki, güvenlik su gibi, ekmek gibi somut olmadığı için algılanması çoğu kere kolay olmamaktadır.
O zaman bizlere çok önemli iki görev düşmektedir:
Önce güvenliğin önemi hakkında kamuoyunu bilgilendireceğiz.
Sonra da, halkın güven ortamında yaşamasını sağlayacağız..
Bugün, biraz özeleştiri yaparak baktığımızda, iyi bir konumda olmadığımız görülmektedir. Herkes 8 saat çalışırken biz 12 saat çalışıyoruz. Sözde daha faydalı olmak için.
Gerçeğin, hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Polisimiz, beden olarak iş yerinde olabilir. Ama beyni orada değil ki...
İşte bunu fark edebilirsek biz de 8 saat çalışma esasına dönebiliriz.
Polisten, AB normunda görev yapmasını bekliyoruz. Ama öte yanda göz altına aldığımız şüpheliyi 7 metrekarelik yerde bekletirken, noktada bekleyen memurumuzu 2-3 metrekarelik kulübede bekletiyoruz. Haftada 40 saat yerine 72 saat çalıştırıyoruz.
Anayasamız, çalışma ile ilgili 49’uncu maddesinde, Devletin, çalışanların hayat seviyesini yükseltmesi ve çalışanları koruması için gerekli tedbirleri alacağını vurgulamaktadır.
Ayrıca 50’nci madde, dinlenmenin, çalışanların hakkı olduğunu dile getirmektedir.
Polis, sanki aynı Anayasaya tabii değil...
Bilim adamlarımızın gözlemlediği gibi, polisi, hukuka bağlı olmak yerine, amirin istediği doğrultuda yetiştiriyoruz. Çoğu zaman, hukuka bir kılıf uydurarak onun dediğini yapmıyoruz. Ama korktuğumuz ya da korkutulduğumuz için amirin dediğini daha çok önemsiyoruz. Amirlik yetkilerini ve disiplin tüzüğündeki müeyyideleri Demokles’in kılıcı gibi kullanıyoruz.
Benzer işi yaptığımız kamu görevlileriyle aynı ücreti alamıyoruz. Bunun en büyük nedeni, kurumlaşamamamız olarak gösterilmektedir. Eğer başkalarına yüksek ücretler verilebiliyorsa, demek ki engel yokmuş. Biz almasını bilememişiz. Kendimizi yeniden yargılamamız gerekir.
Teşkilat yasamızın tam 30 maddesi güncelliğini yitirmiş. Uygulaması yok. Ama bir türlü günün koşullarına uyduramamışız. En acısı da bundan hiç rahatsız olmamışız.
Terfi, mesleğimizin en önemli yarası olmaya devam ediyor. Terfi etmeyi bekleyip de bu fırsatı yakalamayan meslektaşlarımız, büyük ölçüde moral bozukluğuna uğruyorlar. Hem aile düzeninde çöküntü, hem de meslektaşlarıyla huzursuzluk yaşıyorlar. En acısı da bu durumun, hizmet götürülen bireye olumsuz yansımasıdır. Moral değerlerden uzak bir kamu görevlisinin, hizmette veriminin düşeceği açık bir gerçektir. Terfi edenlerin yüzde 38’i sadece Ankara’dan ise Türkiye’nin öteki tüm illerinden aynı değerlendirmeye tabi tutulan mağdur personele bunu anlatabilmek mümkün değildir. Onlar artık “oyundan düşen” futbolcu gibidirler. Üretici yönleri törpülenmiştir.
Sadece güvenlik hizmetlerine odaklı olmak varken, gerekli gereksiz o kadar fazla idari iş üstlenmişiz ki, şimdi altından kalkılamadığı görülüyor. Hangi birim amirine istekleri sorulsa, ilk sırada personel talebini dile getirmektedir. Bunu müfettiş raporlarında görmek olasıdır. Umuma açık yerlerin ruhsatı, trafiğin bürosal hizmetleri, pasaport işlemleri, profesyonel spor müsabakaları ve konserler için görevlendirilenler, asayiş hizmetlerine yönlendirilseler iç güvenlikte daha başarılı bir grafik çizebiliriz.
Dünya kadar para harcanarak meslek yüksek okulunda iki yıl eğitime tabi tutulan polis; ya büroda istatistiksel bir hizmette çalışıyor, ya da servis otosunda şoförlük yapıyor. Daha da kötüsü yemekhanede tabldot memurluğu, ya da polisevi butiğinde satış sorumlusu.
Asla bir düşünce üretim merkezimiz yok. Araştırma Planlama ve Koordinasyon açılımı ile bilinen APK, tam bir kızak birimi olarak anılıyor.
Sistemsiz bir terfi sistemi ile birinci sınıf emniyet müdürlüğüne yükseltilen emniyet müdürlerinden sadece 297’si bu birimde bekletilmektedir.
Aynı şekilde sistemsiz terfi sistemi sonucu terfi ettirilen 343 birinci sınıf emniyet müdürü, asla o kadarına ihtiyaç olmadığı halde Teftiş Kurulunda bekletilmektedir.
160 kadar faal görev yapan birinci sınıf emniyet müdürü varken, bunun tam 4 kat fazlası bir rezervle çalışma lüksünü yaşamak, üçüncü dünya ülkelerinde bile görülmüyor olsa gerek.
Alt rütbedekiler ile üst rütbedekiler arasında ciddi bir iletişim eksikliği var. Her iki kesim, yoğun iş yükü altında, iletişim için zaman ayıramıyor.
Zaman ayırsa da, iletişim kanalları açık olmadığı için iletişimsizlik, maalesef bir kader olmaktan öteye gidemiyor.
Tıkalı iletişim kanallarının nasıl açılacağı ise insan ilişkileri uzmanlarının işi olduğu için, bir an önce anılan uzmanlarla temasa geçmek en doğru yol olacaktır.
Birinci sınıf emniyet müdürlerimizden Dr. Kemal Sarıdağlı’nın, Genel Müdürlük makamına çıkabilmek için önündeki özel kalem ve sekreterya hizmet birimlerini aşamadığını bir makalesinde paylaşmak zorunda hissetmesi buna bir örnektir. Aynı müdürün, bu yazıyı ancak emekli olduktan sonra kaleme alabilmesi de ayrıca düşündürücüdür.
Daire başkanlarımızdan Sayın Sabri Uzun’un da çeşitli vesilelerle belirttiği gibi, 200 binlere varan sayımızla mevcut elbiseye sığmadığımızın, müsteşarlık olma gereğimizin, duygu bağı ile bağlanabileceğimiz üst yöneticilerle çalışmamızın daha faydalı olacağını gözardı etmemek gerekmektedir.
Geçmişte, 1961 Anayasasıyla getirilen geniş özgürlüklerin amaç dışı kullanılmasıyla baş gösteren öğrenci olayları ile baş etmeye gücümüz yetmedi. 1971’de 12 Mart’ı yaşadık. Aynı yıl ve 1973’de Anayasada yapılan bazı kısıtlamalara rağmen işçi ve öğrenci hareketlerini yine frenleyemedik. Bunun sonucu olarak 1980 yılında 12 Eylül askeri müdahalesini yaşadık.
Gerek o dönemlerde, gerekse bölücü terörün yaşandığı 1984-1999 yılları arasında yüzlerce şehit verdik.
İşte şehit olmaya kadar varan bu uğraşlar hep “güvenlik” içindi. Ekmek ve sudan sonraki önemli “kavram” için.
Evet, güvenlik; ekmek ve su gibi somut değildi. Ama insanlık için olmazsa olmazdı.
Güvenlik alanında en büyük rolü oynayanlardan biri olarak özellikle 1980’den sonra araç ve gereçlerimizle, iletişim imkânlarımızla, fiziksel görünümümüzle epey yol kat ettik. Ancak gün geldi ki bunların tek başına yeterli olmadığını gördük. Beyinsel ilerlemede de aynı paralelliği göstermeliydik.
Adam eşini sokak ortasında kıtır kıtır kesiyor, etkili bir önleme görevinde bulunup kadını bu ıstıraptan kurtaramıyoruz.
Sokakta olumsuz davranışta bulunan şüpheliyi etkisiz duruma getirirken ve de bu amaçla coplarken, kendimizi sanki İş ve İşçi Bulma Kurumu yetkilisi gibi görüp “al sana iş” diyerek görevimizin dışına çıkmaktan kendimizi alı koyamıyoruz.
Kötü muameleden dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ağır cezalara çarptırılmaya bir türlü son veremiyoruz.
Bütün bu olumsuzluklar, bizim çalıştığımız bu yıllarda olmaktadır. Bugün “nöbetçi” biziz. Bu da, olumsuzlukların müsebbibinin, biz olduğumuz anlamına gelmektedir.
Yeni binyıla çok yakın bir geçmişte girdiğimiz için, bizim görevde olduğumuz bu yıllar, ileriki dönemlerde yaşayanlar tarafından “ikibinli yıllar” diye çok kullanılacak.
Eğer bugün biz, birtakım tedbirler alarak teşkilatımızı yukarılara çekemezsek, hastalıklarından kurtaramazsak bundan 30-40 yıl sonrakiler bizi, tüm bu olumsuzluklar adına yargılayacaklar ve günahkar ilan edeceklerdir. O çok akılda kalan “ikibinli yıllar” lafı, hep kötülenerek anlatılacaktır. Biz de maalesef bu hoş olmayan anlatımlardan nasibimizi almış olacağız.
İşte bütün bunlar için oturup iki elimizi başımızın arasına alıp düşünmemiz gerekiyor.
Burada özetlediklerimizle biraz da Osmanlı Devletine benzemiyor muyuz?
Kuruluşu sıralarında Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre gibi değerleri yetiştiren ülke toprakları, onların gönül adamı olması nedeniyle bütün toplumu “insanlık adına” etkilemiş ve imparatorluk süper bir çıkış yakalamıştır. Üstelik iletişim olanakları bu denli etkili olmamasına rağmen gönül adamlarının mesajları ilgili yerlere o kadar etkili gitmiş ki toplum, tüm yönüyle dünyada örnek bir konum elde etmiştir.
Ancak yönetimde bozulmalar olması nedeniyle gerileme dönemi başlamış, “hasta adam” durumuna düşmüş ve yerine, Tanrı’mızın bize bahşettiği Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur.
Aslında polis teşkilatı da 1845 yılındaki kuruluşundan çok partili sisteme geçilen 1950’lere kadar başarılı çalışmalar yapmıştır. Bütün bunları APK Daire Başkanlığında bu konularla ilgili araştırmalarıyla tanınan Sayın Eyüp Şahin’in çalışmalarından takip edebiliyoruz. Özellikle kurtuluş savaşında kahramanca mücadele veren emniyet mensuplarımızı daha iyi tanıma imkânı bulabiliyoruz.
Ancak sonraki yıllarda, çeşitli nedenlerle bir gerileme devrine giriyoruz. Özellikle 1960’lı yıllardan sonra ülkemizde baş gösteren siyasi çekişmenin getirdiği istikrarsızlık ortamı polisimizi de olumsuz etkilemiş ve gerileme kaçınılmaz olmuştur.
Meslek içi huzur, bu dönemde azalmıştır. Yine bu dönemde, ast üst arasında iletişim eksikliği vardır. Sanki aralarına dikenli telden duvar örülmüştür. Ekonomik doygunluk yoktur. Çalışma saatleri uygun değildir. Personel, şüphelinin düşünüldüğü kadar düşünülmemektedir. Teşkilat yasası bayatlamıştır. Terfi ve atamada sistem yetersizdir. Bir sürü angarya idari görev vardır. Disiplin tüzüğü öcü gibi gösterilmektedir. “Sopa’nın kullanılmasında cömert davranılıyorken, “havuç” için cimri davranılmaktadır.
Akla Sayın Feyzullah Arslan’ın kitap çalışmaları geliyor. “Polisin Hatıra Defterinden” ve “Gül Güldür Düşündür’de, alanda görev yapan meslektaşlarımızdan gelen ve genelde üçüncü kişilerin yaşadıkları olaylara, kendi gözlemlerini de katarak güzel çalışmalar elde edilmişti.
Benzer şekilde şimdi her bir mensubumuza, kendi yaşadığı meslek içi bir haksızlığı dile getirmesini istesek o kadar çok materyal gelir ki, kitaplar bile az gelir.
(Bir örnek: Anadolu’da bir ilde çalışan şube müdürünün eşi, İstanbul’da oturmaktadır. Bir gün kendilerine ait otomobil ile kocasının yanına gelir. Kenti gezerler ve polisevinde yemek yerler. O güne kadar birkaç şubeye birden bakan bu şube müdürü ertesi gün bu görevlerinden alınarak pasifize edilir. Konuyla ilgili il emniyet müdüründen bilgi alamaz. Bir ay kadar sonra vali ile tesadüfen karşılaştıklarında valinin “senden bunu beklemezdim, sarışın bir bayanla ulu orta gezmeni asla kabul edemedim” demesiyle gerçeği anlayan şube müdürü, o bayanın kendi eşi ve otonun da kendi otosu olduğunu bildirir. Hayretini gizleyemeyen vali, aynı gün şube müdürünün eski görevine dönmesini sağlar. Bütün bunları yapanın ise o ilde çalışan ve o şube müdürünü kıskanan başka bir şube müdürü olduğu anlaşılır. Verdiği bir “yüzeysel” raporla hem il emniyet müdürünü, hem de valiyi yanıltır. Zarar görenler ise şube müdürü ve onun hizmet götürdüğü bireydir.)
Aslında bu ve benzeri konularla ilgili araştırmalar yapılmalı ve en fazla yaşanan olumsuzluklardan başlanılarak çözümler üretilmelidir.
Bizce yapılması gereken ilk işlerden biri, meslekte yeni gönül dostları yetiştirmektir. Gel, ne olursan ol, yine gel” (Mevlana), “İncinsen de incitme” (Hacı Bektaş Veli), “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü” (Yunus Emre) gibi mesajlara her zaman ihtiyacımız olduğu bilinmelidir.
Gönül, yüreğimizin bize bir lütfudur. Aklın, beynimizin lütfu olduğu gibi...
Gerçek güzellikler gönül ve akıl süzgecinden geçtikten sonra daha da mükemmelleşmektedir. Gönül ve akıl; bayrağımızdaki ay ve yıldız gibidir. Birbirinden ayrı düşünülemez. Bilinmelidir ki, erdemliliğin adresi de orasıdır.
Halkla ilişkiler ve insan ilişkileri uzmanları, NLP’ciler aracılığıyla pozitif enerji sağlanmalı, moral değerler üst seviyelere çıkarılmalıdır.
İptal davası açmak için belki de, en fazla idari yargıya bizim mesleğimizde gidilmektedir. Çokça ve umursamazca idari hata yapanları hep beraber bu kötü alışkanlıklarından vazgeçirmeye çalışmalıyız. Kalıcı bir meslek etiği yaratmalıyız.
Polis teşkilatı mensupları, eski yıllarda olduğu gibi yakın geçmişte de çok büyük özverilerde bulunarak, önemli operasyonlar gerçekleştirmiş, çok büyük başarılara imza atmıştır. Çok sayıda şehit ve gazi vermiştir. Büyük bir meslek aşkıyla bu uğurda bütünleşebilen meslektaşlarımız, ne yazık ki aynı başarıyı, iç sorunları çözmede gösterememektedir. Burada ciddi bir çelişki görülmektedir. Unutulmamalıdır ki, polisin iç sorunları ancak kendi içinde ve kendileri tarafından çözülebilir.
Nereden mi başlanmalı?
Araştırma grubu oluşturarak... (2004)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder