20 Haziran 2011 Pazartesi

MUSTAFA YİĞİT İLE SÖYLEŞİ

GÜVENLİK SORUNUMUZUN KAYNAĞI JEOPOLİTİĞİMİZDİR

Emniyet teşkilatımızın duayenlerinden Mustafa Yiğit, 1927 yılında Adapazarı’nda doğdu. Babası Cumhuriyet döneminin ilk polislerinden İhsan Yiğit’dir.
İhsan Yiğit, Başkomiser olarak polis enstitüsünde eğitim görmüş ve 1942 yılında mezun olmuştur. Emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde görev yapmış, 1956 yılında Emniyet Amiri olarak yaş sınırından emekliye ayrılmıştır.
Mustafa Yiğit, 1944 yılında Ankara polis kolejine girmiş, 1947 yılında mezun olarak Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosuna polis memuru olarak atanmış, o ders yılı Ankara polis enstitüsü (Orta LS) bölümüne sevk edilmiş, 1948 yılında (Yüksek LS) bölümüne devam edip 1949 yılında Ankara polis enstitüsünden mezun olmuştur. (Polis enstitüsü o yıllarda emniyet teşkilatının tek eğitim merkezidir. Lise mezunu polis memurlarının bir yıl süreyle devam ettikleri bölüme Orta LS adı verilmektedir. Orta LS bölümünü bitirenler komiser yardımcısı olarak kadroya atanır ve en çok başkomiserliğe kadar yükselirlerdi. Polis kolejini bitirenler ile liseden gelenler Orta LS bölümünü bitirdikten sonra bir yıl süreyle Yüksek LS adı verilen bölüme devam ederlerdi. Bu bölümü bitirenler de komiser yardımcısı olarak kadroya atanırlar ve emniyet amirliğine kadar yükselirlerdi. O yıllarda kadroda görevli başkomiserler için de bir yıl süreli eğitim söz konusuydu ve buna Yüksek K denilmekteydi. Yüksek K bölümünü bitirenler de emniyet amiri olarak mezun oluyorlardı. Emniyet müdürü rütbesine yükselebilmek için Hukuk ya da Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olmak gerekiyordu. (Her yıl Polis Koleji mezunlarından seçilen bir grup öğrenci, teşkilat adına Hukuk ya da Siyasal Bilgiler Fakültesine gönderilmekteydi.) Polis enstitüsü mezunu Emniyet Amirleri, ihtiyaç olduğu takdirde Uzmanlık Kursunu bitirmeleri halinde Emniyet Müdürü rütbesine yükselebiliyorlardı. 1961 yılında çıkan bir yasayla Polis Enstitüsünde öğrenim süresi üç yıla çıkarılmış ve mezunlarına Emniyet Müdürü olabilme imkânı tanınmıştır. (EÖ)
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü kadrosuna Komiser Muavini olarak atanan Mustafa Yiğit 1951 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere yedek subay okuluna sevk edilmiş, 1952 yılında topçu teğmen olarak terhisinden sonra, Ankara Emniyet Müdürlüğü emrine atanmıştır.
1957 yılında komiserliğe yükseltilerek İzmir İl Emniyet Müdürlüğünde görev yapmıştır.
1958 yılında Ankara polis enstitüsünde Amerika Birleşik Devletleri işbirliği ile düzenlenen “Yeraltı Yıkıcı Faaliyetle Mücadele Kursu’na katılmış ve bunun sonucu Türkiye’de ilk defa polis bünyesinde istihbarata yönelik bir tarz çalışma KÜÇÜK GRUPLAR adıyla başlatılmıştır. Belirli illerde oluşturulan bu kuruluşun İzmir’de yönetimi ile de Mustafa Yiğit görevlendirilmiştir.
21 Nisan 1960 günü, İzmir Küçük Gruplar Amiri Mustafa Yiğit Ankara Küçük Gruplar amirliğine atanmış, 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra 1961 yılında başkomiserliğe yükselttirilmiştir.
1962’de Amerika Birleşik Devletleri ile devletimiz arasında imzalanan uluslararası teknik yardımlaşma programı çerçevesinde Amerika Birleşik Devletlerine gönderilmiştir.
Orada Amerikan Ordu İstihbarat Okulunda eğitim gömüş ve TWA Vadisi otoritesi ile o zamanki adı Kapkenavırıl, bugünkü Kapkenedi feza üssünde askeri polis okulu ile özel polis okullarında federal narkotik büro ve federal gümrük örgütünde 8 ay süre incelemelerde bulunmuştur.
Yurda döndükten sonra 1965 yılında başkomiser olarak Gümüşhane iline atanmış, emniyet amirliğine yükseltilmesi üzerine 1966 yılında yeniden Ankara’ya atanmıştır.
1971 yılında Gaziantep İl Emniyet Müdürlüğüne, 1976’da Genel Müdürlük İstihbarat Başkanlığına, 1977’de Merkez Emniyet Müdürlüğüne, 1978 yılında ise asayişten sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcılığına atanmıştır.
1978’de Panama’da yapılan İnterpol’ün genel kurulunda, İnterpol Avrupa İcra Kurulu üyeliğine seçilmiş, bu görevi 1979 yılında Kenya Nairobi’de yapılan genel kurulda Avusturya’ya devretmiştir.
1979’da tekrar merkez müdürlüğüne atanan Mustafa Yiğit, 1981’de Mersin il emniyet müdürlüğüne, 1983’de İstanbul il emniyet müdürlüğüne, 1984 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığına getirilmiş, 25 Aralık 1987 günü de yaş sınırından emekli olmuştur.
EROL ÖZDEMİR: Sayın Müdürüm, meslek yaşamınız polislik ve istihbarat konuları ile özdeşleşerek sonuçlanmış, ben de söyleşimizi bu iki temel konuya oturtmak istiyorum. Sizce “polis” ve “istihbarat” kavramları nedir?
Öncelikle şunu belirtelim ki Anayasamızın ikinci maddesi, dayandırdığı temel ilkeleri saydıktan sonra, Cumhuriyetimizin niteliklerini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak saptamıştır. Bu maddenin değiştirilebilme olasılığı bir yana değiştirilmesinin önerilebilmesi olasılığı dahi Anayasamızın dördüncü maddesi ile yasaklanmıştır. Konumuzla ilgisinden dolayı özet olarak hukuk sözcüğü üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Çünkü hukuku yaşama geçirecek ve ona yaşam gücü verecek olan sözcüklerdir. Bazı görüş sahipleri bu konuda tanımlamanın tanımını yapmışlardır. Onlara göre;
“Tarif; ayarına mani, efradına cami olmalıdır.”
Türkçeleştirirsek;
“Tanım; benzeri olanları dışta tutmalı, kendinden olanları kapsamalıdır.”
Olaya bu çerçeveden bakarsak akademisyenlerin hukukun tanımlanmasında görüş birliği sağlayabildiklerini savunmak olası değildir. Bir görüşe göre hukuk;
“Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımı ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünüdür.”
Bir başka görüş;
“Kişilerin birbirleri ile veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünüdür.”
Diğer bir görüş ise;
“İnsanlığın ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük, evrensel ilkeler matematiğidir.”
Özetlersek hukuk, kapsadığı konulara göre değişik isimler altında, değişik tanımlarla ifade edilmiştir.
Örneğin objektif hukuk, “Bir toplumda kamu yararını güven altına almak için konulan ve birtakım yaptırımlarla uyulması mecburi kılınan davranış kuralı” olarak tanımlanmıştır.
Sübjektif hukuk ise, “Toplum üyelerinin herhangi bir işi yapmak, herhangi bir şeyden yararlanmak, başka kişilerden veya topluluktan herhangi bir şeyin yapılmasını istemek hakkı”dır.
Hukuk bilgisi hakkında çok özet olarak verdiğimiz bu çerçeve bilgiden sonra, polis örgütü ilişkisine yine çok özet olarak şöylece temas etmemiz olasıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi devlet olursa olsun, hangi rejimle yönetilirse yönetilsin polis daima tutucu bir güç manzarası sergiler. Çünkü polis, var olan düzeni korur, yürürlükte olan yasaları uygular. Onun içindir ki, polisin uygulama alanı hukuk değil yasalardır.
Yasama erki, hukuka uygun yasa çıkaracak ve polis yasayı uygulayacaktır.
Yasanın hukuka uygun olup olmadığı konusu, demokratik ülkelerde bağımsız yargı erkinin denetimi ile sağlanır.
Polis, genel zabıta olarak devlet adına zor kullanma yetkisi ile donatılmış silahlı bir güçtür.
Uluslararası platformda asker “kuvvet”, polis ise “güç” olarak tanımlanır.
Polislik memuriyet değil, meslektir.
Şimdi de yine çok özet olarak istihbarat konusunda açıklama yapmak gerekirse, öncelikle her konuda olduğu gibi istihbarat konusunda da bir kavram kargaşası vardır. İstihbarat, teknik bir konudur. Kamuoyumuzda ise bu sözcük, yetkili ve etkili kişi veya kuruluşlarca gelişigüzel kullanılmaktadır. Biraz açıklama yapmak gerekirse şöyle söyleyebilmek olasıdır. Haberalma, istihbarat, espiyonaj, gizli faaliyetler apayrı şeylerdir.
Haber; “Herhangi bir konudaki yeni bilgi veya bir kimse veyahut bir yerdeki olaylar hakkındaki bilgi” olarak tanımlandığı gibi “Yeni olmuş bir olayın ilk duyurusu” olarak da ifade edilir. Ayrıca geçmişte meydana gelmiş veya gelecekte gerçekleşebilmesinin doğru veya yanlış olduğu kesin olarak bilinmeyen sözcüktür. Bunun bir yere iletilmesi “haber nakli”dir.
İstihbarat ise özet olarak, haberlerin işlenmesidir.
İstihbarat, altılı bir çarktır:
1. Haberlerin açık veya kapalı kaynaklardan toplanması.
2. Bu haberlerin konularına göre sınıflandırılması.
3. Teyidi. Haberin geldiği kaynaktan başka kaynaklarda, bu konuda görüş var mı?
4. Haberin kıymeti.
5. Değerlendirilmesi.
6. Dağıtımı. Önlem almak için gerekli yerlere iletilmesidir.
İstihbaratta “BENİM GÖRÜŞÜME GÖRE” ifadesinin yeri yoktur. Haber, bilgi vermektir. İstihbarat, haberi işlemektir. Kesinlik taşır. Bu istihbaratın üretimidir. İlgilisine ulaştıktan sonra onun ne şekilde kullanılacağı ilgilisinin yetkisindedir. Yani istihbaratın tüketimi, diğer bir tanımlama ile kullanılması istihbaratçının görevi dışındadır.
Espiyonaj; bir örgütün ihtiyaç duyduğu tek oluşuma ulaşabilmek için uluslararası hukukun etkisi dışında kalan yasal veya yasa dışı eylemlerin tümüdür. Diğer bir anlatımla; örgütün tek bir konuyu hedeflemesi, onun dışında bir oluşumun hedef dışı kalmasıdır.

Bu tip olayların önlenebilmesi, hedef olan ülkenin, operasyonu yürütülen ülkeyi kesin olarak saptayıp gücü varsa aynı koşullarda o ülkede operasyon uygulamasıdır. Sözgelimi bir ülkenin en zayıf noktası olan Zenci-Yahudi kavgası veya Alevi-Sünni çatışması başlatması gibi.
Şayet gücü yoksa kendi çevresinde gerçekleştireceği etkili eylemlerle operasyonlarını bildiğini sezdirmesidir.
Bu eylemlerde görev alacak personelin normal yaşamda insanların ihtiyaç duymadıkları konularda özel eğitim almaları işin doğasıdır.
Örneğin ilk aşamada;
Şifreli mesaj alıp verme, titreşim kanalları, elektrik aletleri kullanma, iletişime yasadışı giriş, internet üzeriden sürekli değişen kanallarla veri transferi sağlama, gizli fotoğraf ve görüntü aktarma, psikolojik eğitim gibi temel bilgiler öğretilir.
Özet olarak gizli faaliyetler, gizli servislerin mücadele ve çatışmasıdır.
Gizli Faaliyetler, devletlerin stratejik hedeflerine varabilmek için uyguladıkları değişik oluşumları kapsayan operasyonun tümüdür. Kendine özgü usul ve metotlarıyla gerçekleştirilir. Bu usul ve metotlar yaşanan hukuk kanallarına uyum sağlamasa dahi geçerlidir. Özetlersek, devletlerin gizli eylemleri insan hakları veya hukukun üstünlüğü gibi kuralları ne kadar geçerli ise devletlerin gizli faaliyetleri de o kadar geçerlidir.
EÖ: Bizdeki haberalma hizmeti ile ülke çapındaki istihbarat hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstihbarat örgütlerinin kuruluşları başlıca üç şema ile resimlendirilmiştir:
Birincisi; hükümet başkanı ve onun yönetimindeki Bakanlıklar. Her Bakanlıkta bir istihbarat ünitesi.. Örneğin, uygulamada Başbakan, Dışişleri Bakanlığına gelir. Filistin örgütleri ile İsrail’in ne durumda olduğunu sorar. Bilgi varsa verilir. Yoksa konu espiyonaja dönüştürülür. Gerekli bilgiler toplanır ve Başbakana sunulur. Hükümet de bu konudaki politikasını saptar. Yani burada istek soru, üst kademeden gelir.
İkincisi; Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan sistem. Merkezi Haberalma Örgütü (CIA). Burada Başkan ve alt kademede de sekreterlikler, yani bakanlıklar vardır.
Merkezi Haberalma Örgütü (CIA), Bakanlıklar ile Başkan arasında özerk bir örgüt konumundadır. Bu sistemde soru, alt kademeden üst kademeye sorulur.
Örneğin; Ticaret Bakanı, önümüzdeki yıl otomobil fiyatlarının dünya piyasasında ne olacağını Başkandan sorar. Başkan soruyu CIA’ya aktarır. Orası saptamayı yapıp Başkana sunar. O da Ticaret Bakanlığına bildirir. Bakanlık da, bu konuda politikasını öylece saptar.
Üçüncüsü ise; Rus sistemi denilen bir oluşumdur. Yukarıda belirttiğimiz iki sistemin birleşmesidir. Yani her Bakanlıkta bir istihbarat ünitesi, ilaveten Bakanlıkların üstünde Başkana bağlı özel bir kuruluş olarak devlet güvenliği “KGB” vardır.
Ülkemizdeki duruma gelince; Milli İstihbarat Teşkilatımızın (MİT) tarihini, Osmanlı İmparatorluğu döneminden (1914 yılından) Teşkilatı Mahsusa adıyla kurulan bir örgütle başlatmak yanlış olmaz.
Birinci Dünya Savaşı ve onu devam ettiren Kurtuluş Savaşımızın yaşandığı zor günlerde, istihbarat gibi bir konunun, huzur içinde görev yapabilmesini düşünebilmek olanaksızdır. Bunun sonucu olarak değişik isimler altında değişik örgütler ortaya çıkmıştır.

Örneğin 1919 yılında Karakol Örgütü, onu takiben Ankara hükümetinin ilk istihbarat örgütü Hamza Grubu.
Bilahare (MİM MİM) grubu M.M. Tüm bu kuruluşlar kendilerince vatanın kurtuluşu için çalışmışlardır. Hizmetleri de olmuştur. Fakat günümüzün istihbarat kavramı ile ilişkilerini saptayabilmek olanaksızdır.
1920 yılında askeri polis teşkilatı kurulmuş, 1921 yılında gizli servis askere emanet edilmiştir. 1927 yılına kadar istihbarat hizmeti Genelkurmay İstihbarat Dairesince yürütülmüştür.
1927 yılında İçişleri Bakanlığı, illere gönderdiği bildirimle MİLLİ AMALE HİZMETİ (MAH) adıyla bir örgüt kurulduğunu bildirdi.
Askerlerin çekirdeğini oluşturduğu bu örgütte görevli asker kişilerin askerlikle ilişkileri aynen devam edecek, sivil kişiler ise Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunda gösterilecektir.
Nitekim 3201 sayıl Emniyet Teşkilatı Kanununun meslek derecelerini gösteren 13 ncü maddesinin 3870 sayılı yasa ile değiştirilmeden önceki metninde geçen (Emniyet Başmüfettişleri, Emniyet Müfettişleri, Emniyet Müfettiş Muavinleri ve dedektifler) o zaman ki adıyla MAH personeliydi.
Yine 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanununun merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatını gösteren 16 ncı maddesinde 3518/1 sayılı yasa ile yapılan değişiklikten önce üç bürolu Önemli İşler Müdürlüğü diye bir kuruluş varken değişiklikten sonra bu kaldırılmıştır.
Bu müdürlük, MAH örgütü ile ilişkileri düzenleyen protokolün uygulaması ile görevliydi. Bu düzen, 1965 yılında Milli İstihbarat Teşkilat Kanununun çıkarılmasına kadar devam etmiştir. 1965 yılında MAH, MİT’e dönüşmüştür. Bu yasa 1983 yılında ömrünü tamamlamış ve yeni Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu yürürlüğe girmiştir.
644 sayılı yasanın 9 uncu maddesinde “Genel zabıtaya tanınmış olan hak ve yetkilerin, bu kanunda yazılı görevlerin yerine getirilmesi sırasında MİT mensuplarından kimlere tanınacağı MİT’çe hazırlanıp Başbakan tarafından onaylanacak talimatla belirtilir” denilmektedir. Halen yürürlükte olan 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6’ncı maddesi son fıkrası da “Bu kanunda yazılı görevlerin yerine getirilmesi sırasında genel zabıtaya tanınmış olan hak ve yetkilerin MİT mensuplarından kimlere tanınacağı yönetmelikte belirtilir” denilmektedir. MİT Kanununda da yer alan bu hüküm kuşkusuz hukuka tamamen aykırıdır. Bilindiği gibi ülkemizde genel zabıta polis ve jandarmadır. Bu güçlerin önde gelen özelliği de devlet adına zor kullanma yetkisine sahip olmalarıdır. Böyle bir yetkiyi, o sıfatı yasal olarak almamış kimselere Başbakan onayı ile vermenin hukuk kuralları ile açıklanabilmesi olanaksızdır. İstihbaratçıya genel zabıta hak ve yetkileri verilmesinin istihbarat tekniği bakımından da açıklanabilmesi düşünülmez.
Genel zabıta olarak istihbarat konusunu irdelersek öncelikle şunu belirtelim ki, Emniyet Teşkilatı Kanununa göre “Memleketin umumi emniyet asayiş işlerinden dâhiliye vekili mesuldür.”
Dikkat edilecek husus, memleketin umumi emniyet ve asayişinden İçişleri Bakanlığı değil, doğrudan Bakanın sorumlu olmasıdır. Oysaki bugün, Bakanla emniyet genel müdürlüğü arasına müsteşar, müsteşar yardımcısı gibi bazı kademeler girmektedir. İlaveten Bakanın, emniyet ve asayiş işlerini “Kendi kanunları dairesinde hareket eden Emniyet Umum Müdürlüğü ile Umum Jandarma Komutanlığı” vasıtasıyla yürüteceği yasa hükmüdür. Oysa ki uygulamada emniyet genel müdürlüğü, İçişleri Bakanlığının bir genel müdürlüğü görünümündedir.
Kendi teşkilat kanunu, kendi vazife ve salahiyet kanunu ve dahi kendi bütçe kanunu olan bir genel müdürlük, kuşkusuz İçişleri Bakanlığının genel müdürlüğü olarak düşünülemez.
İstihbarat açısından konuya bakarsak hemen söyleyelim ki; 3201 sayılı Emniyet Teşkilat Kanununda istihbarat sözcüğüne rastlamak olanaksızdır. O zamanın şartlarına göre Emniyet Teşkilat Kanunu hazırlanırken tek istihbarat kuruluşu olan Milli Emniyet ile polisin ilişkisi, emniyet genel müdürlüğü merkez teşkilatında kurulan Önemli İşler Müdürlüğü aracılığı ile düzenlenmiştir. Bu müdürlüğü profesyonel anlamda bir istihbarat örgütü olarak kabullenebilmek olanaksızdır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası o zamanlar İl Emniyet Müdürlükleri kuruluşunda, birinci şube adı ile isimlendirilmiş siyasi şubelerde, istihbarat eylemi sayılabilecek bazı olaylar gözlenebilmiştir. 1965 yılında günün şartlamaları sonucu Önemli İşler Müdürlüğünde istihbarat hizmeti vermeye doğru bir gayret görülmüştür. O zaman bu bölümün başında bulunan şimdi rahmetli Turhan ŞENEL’in gayretleri çok önemlidir.
Nihayet 1985 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanununa 3233 sayılı yasa ile eklenen 7 nci madde ile belirli konularda ve ülke seviyesinde olmak üzere istihbarat faaliyetinde bulunma yetkisi verilmiştir.
Yukarı bölümlerde nasıl ki istihbaratçıya genel zabıtanın hak ve yetkilerinin verilmesinin doğru olmadığını belirttiysek, burada da genel zabıtaya istihbarat görevi verilmesinin doğru olmadığını ve hatta çok yanlış olduğunu işaret etmek zorunluluğu vardır. Konuyu biraz açıklamak gerekirse, muhbir ile ajan arasındaki fark bilinmelidir. Zabıta, muhbir ile ilgilidir. İstihbarat hizmetlerinde ise ajan, vazgeçilmesi olanaksız bir öğedir.
Ajan, bir servisin denetimi altında olan kişidir. Şayet ajan, iki ayrı servisin denetimine girmiş ise duble ajandır.
İstihbarat hizmetlerinde ajan yönlendirme ve yönetimi ayrı bir uzmanlık konusudur. Polis, zor kullanmakla yetkili bir güçtür. Gözaltına alır, arama yapar, sorguya çeker. Yani yasalardan aldığı yetkileri vardır. Eğer polise ajan kullanma yetkisi verirseniz polis, o yetkilerle ajanı mertebe mertebe yükseltir. İşte o zaman o ajan, provokatör ajan olur.
Ayrıca zabıta bir bakıma, idari görevi bakımından İdare ile, adli görevi bakımından Cumhuriyet Savcılıkları ile temas halindedir. Buna ilaveten jandarmanın asker kişiliğinden askeri makamlarla ilgisi vardır. İstihbarat hizmeti, bu kadar çok başlılığı kaldırmaz. Bugün tek yasal ve profesyonel istihbarat örgütü olan MİT ile İçişleri Bakanının istihbarat örgütü olarak kabul etmemiz gereken Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı arasında denge bozukluğu da vardır. MİT, Başbakana bağlı bir Başbakanlık Müsteşarlığıdır. MİT Müsteşarı, doğrudan Başbakanla görüşür.
Emniyet Genel Müdürlüğünde ise istihbarat hizmetleri bir Daire Başkanlığı statüsündedir. Daire başkanı, aldığı bir konuyu önce emniyet genel müdür yardımcısına, sonra genel müdüre, oradan müsteşar yardımcısına ve müsteşara sunacaktır. Bütün bunlardan sonra konu Bakana iletilmiş olacaktır. Bu hiyerarşik kademeleşme sonrası bir de aksaklık olursa daire başkanı görevden alınacaktır.
O istihbarat notunun, eline geçmesi gereken kişinin eline geçinceye kadar, daire başkanlığının üst kademeleri o notu tasvip etmeden mi göndermişlerdir? Nitekim bir banka ihalesi ile ilgili notun, bir müddet önce istihbarat başkanının görevden alınması ile sonuçlandığını kamuoyu basından öğrenmiştir.

Yasaların boşluklarından veya yönetim hatalarından dolayı, kişileri suçlamak hukuk ilkeleriyle bağdaşmaz. İstihbarat hizmeti veren MİT mensupları da, polis olarak istihbarat görevi yapanlar da aynı sorumluluk duygusunu taşımaktadırlar.
Polis kadrosunda istihbarat görevi üstlenmiş emniyet mensuplarının, çalıştıkları il merkezinde veya ilçede görevlerini yerine getirirken görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı, haklarında cezai takibat yapılması Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanuna göre, ilde vali, ilçede kaymakam iznine bağlıdır.
MİT mensupları hakkında ise aynı kanuna göre, ilaveten MİT Kanununun 26’ncı maddesine dayanılarak takibat yapılabilmesi, Başbakanın iznine bağlıdır.
Sonuç olarak, ülkemizde bir istihbarat karmaşası vardır. Ülkelerde, bir tek istihbarat kuruluşu da sakıncalıdır. Çünkü yönetim sadece o kuruluşa inanmak zorundadır. Onun için birbirinden ayrı iki istihbarat kuruluşu kullanılır. Bugün için ülkemizde bir iç istihbarat kuruluşu yoktur. Nitekim MİT Müsteşarı iken istifa eden Sayın ATASAGUN’un görevde bulunduğu dönemde, bu hususa işaret ettiği basında görülmüştür.
Bugün için çıkarılacak bir kanunla doğrudan İçişleri Bakanına veya bir devlet bakanına bağlı, Müsteşar seviyesinde bir İç İstihbarat Başkanlığı kurulmasında zorunluluk vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı bu kuruluşun çekirdeğini oluşturabilir.
EÖ: Sayın Müdürüm, polis olarak bize, emniyet ve asayişin sağlanması yönünde görüşlerinizi açıklar mısınız?
Ülkemizin emniyet ve asayiş sorununun kaynağını, jeopolitiğimiz oluşturur. Bilindiği gibi jeopolitik; bir devletin, devletler grubunun veya bölgedeki devletlerin mevcut coğrafi platform üzerinde güç değerlendirmesini yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç merkezlerini inceleyen, değerlendiren, hedefleri ve bu hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştıran, ortaya koyan bir ilimdir, diye tanımlanmaktadır.
Bu çerçeve içerisinde olaya bakarsak, bölgemizin sosyo-ekonomik ve demografik yapısındaki karmaşanın ülkemizin yakın çevresinde HASSAS bir durum yarattığını görürüz.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin dağılmasından sonra bu hassasiyet daha da artmıştır. Yakın geçmişte sadece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile komşuluk söz konusu iken bugün onun yerini Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan almıştır. Mevcut olan komşularımız İran İslam Cumhuriyeti, Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ile sınır komşumuz on devlet olmuştur.
Bu ülkelerde etnik bakımdan farklı 6 ırk (Türk, Ermeni, Helen, Slav, Acem ve Arap) yaşar ve en az sekiz farklı lisan konuşulmaktadır. (Türkçe, Rusça, Ermenice, Farsça, Arapça, Yunanca, Bulgarca ve Romence)
Farklı dini inançlara ve geleneklere sahip olan bu toplumlar zaman zaman birbirleri ile çatışan ideoloji ve ihtiraslara sahip siyasi rejimlerden kaynaklanan TEHDİT olarak yansımaktadır.
Ülkemiz aynen bir deprem kuşağı gibi bir tehdit kuşağı üzerindedir.
Nitekim Ruslarla çatışan Çeçenler davalarını dünya kamuoyuna duyurabilmek için Trabzon’dan Rusya’ya yolcu taşıyan feribotu kaçırmışlardır. Başka bir zamanda ise, İstanbul’da otel basıp otel personeli ile otelin müşterilerini rehin almışlardır.

Bir tarihte de Filistin Kurtuluş Örgütleri, İstanbul Yeşilköy’de havaalanını basıp, İsrail’e gitmek üzere yolcu salonunda bekleyen Yahudilere karşı silahlı eylem gerçekleştirmiş, cinayet işlemişlerdir.
Yine Filistin örgütleri Ankara’da Mısır Büyükelçiliğini basarak, Mısırlı diplomatları rehin almışlardır. Bu olayda sefareti korumakla görevli bir polis memurumuzla bir bekçimiz şehit olmuş, sefaretten kaçmak için pencereden atlayan bir Mısır’lı diplomat öldürülmüştür.
İran’da Şah rejimi bir ihtilalle devrilirken İran’dan Türkiye’ye kaçıp, uluslararası kurallara uygun olarak mülteci kişiliği ile yurdumuzda oturan İranlılara, İran’da iktidarda olan, İran İslam Cumhuriyeti kişilerince öldürme ve kaçırma eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Bu tip örnekleri daha da çoğaltabilmek olasıdır.
Örnek olarak gösterdiğimiz bu olayda açıkça görülüyor ki etki altına alınması istenen ülke Türkiye değildir. Etkilendirilmesi istenen ülkeye karşı operasyon Türkiye’de gerçekleştirilmiştir.
Doğrudan Türkiye’yi hedefleyen terörist örgütlerin başında, Ermenilerin oluşturduğu örgütler gelmektedir.
Ermeni terörist örgütlerin Türkleri hedefleyen eylemlerini 1890 yılından başlatabilmek olasıdır. Ermenilerin bu eylemleri Osmanlı İmparatorluk yönetimince denetim altına alınmıştır.
1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı sonunda bu terörist Ermeni örgütler, Osmanlı yönetiminde sorumluluk taşımış bazı Türk siyasetçilerini öldürmekle varlıklarını sürdürdüklerini ortaya koymuşlardır.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 27 Ocak 1973 günü Amerika Birleşik Devletlerinde, Kaliforniya eyaletinin Santa Barbara kentinde Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile yardımcısı Bahadır DEMİR, Mıgırdıç Yanıkyan adlı Ermeni asıllı bir Amerikalı tarafından şehit edilmişlerdir.
Bunu takiben;
22 Ekim 1975 tarihinde Viyana Büyükelçimiz Daniş TUNALIGİL,
24 Ekim 1975 tarihinde Paris Büyükelçimiz İsmail EREZ ve şoförü Talip YENER,
16 Şubat 1976 tarihinde Beyrut’ta Maslahatgüzarımız Oktar CİRİT,
9 Haziran 1977’de Roma’da Vatikan Büyükelçimiz Taha CARIM,
2 Haziran 1978 tarihinde Madrid’de Büyükelçimiz Zeki KUNARALP’in eşi Necla KUNARALP ile ağabeyi emekli büyükelçilerimizden Beşir BALCIOĞLU ve sefaretin resmi şoförü İspanyol vatandaşı Antunio TERRES,
12 Ekim 1979 tarihinde de La Haye Büyükelçimiz Özdemir BENLER’in 27 yaşındaki oğlu üniversite öğrencisi Ahmet BENLER şehit edilmişlerdir.
Bu altı olayın ön incelemelerini yapmak ve o ülkelerin emniyet örgütleri ile temas kurmak üzere o ülkelere ben gönderildim.
Devam eden sürelerde, Ermeniler kendilerini o kadar güçlü gördüler ki, Türkiye’de de silahlı eylemler gerçekleştirebileceklerini zannettiler ve 7 Ağustos 1982 günü iki Ermeni terörist Ankara’da Esenboğa Havaalanını bastı. Bu baskında üç güvenlik görevlisi ve altı vatandaşımız şehit olurken üç yabancı öldü. 82 kişi de yaralandı. Olay sırasında teröristlerden biri öldürüldü. Diğeri de yakalanıp yargılandıktan sonra idam edildi.

16 Haziran 1983 günü de İstanbul Kapalıçarşı’da otomatik silahla halkın üzerine ateş açan ve el bombaları atan bir Ermeni terörist, iki kişinin ölümüne, 21 kişinin yaralanmasına sebep olduktan sonra olay yerinde öldürüldü.
Ermeni ASALA Örgütü, ülkemiz dışındaki diplomatlarımıza karşı, insanlık dışı alçakça saldırılarını 1985 yılına kadar sürdürmüştür.
Ermeni terörist örgütlerinin eylemlerini sürdürdükleri süreçte, Kürt terörist örgütleri ve Kıbrıs’la ilgili Rum terörist örgütleriyle olan ilişkilerini de gözden uzak tutmamak gerektir. Ermeni terörist örgütler dünyanın tüm yarım küresindeki ülkelerde, Türk diplomatlarına karşı silahlı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Arkasında devlet desteği olmayan hiçbir terörist örgütün bu kadar geniş bir alanda bu tip silahlı eylemler gerçekleştirebilmesi olanaksızdır.
Bazı ülkeler, parlamentolarından geçirdikleri kararlarla, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Birinci Dünya Savaşında, savaşın gerçeği olarak gerçekleştirilen tehcir (zorunlu göç) olayını, soykırım olarak kabul ederek ‘soykırım değildir’ demeyi, milli yasaları ile suç kabul edip hapis cezası ile cezalandırmışlardır.
Ülkemizde ise, soykırım olduğu hiçbir surette kanıtlanmamış olayın ‘soykırımdır’ diye isimlendirilmesi bir yana, savunulması dahi suç değildir.
Unutulmamalıdır ki, ülkelerde neyin suç olduğuna, neyin suç olmadığına karar vermek egemenlik hakkıdır.
Birinci Dünya Savaşına Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında girmiştir. Her iki devletin silahlı kuvvetleri ortak bir merkezi yönetimle yönlendirilmekteydi. Savaşan Osmanlı birliklerinde Alman subaylar vardı. Hatta bazı Osmanlı birliklerinin komuta kademesini Alman generaller üstlenmiştir.
Ermeni olayına en iyi tanık olması gereken kaynak Alman arşivleri olması gerekirken bu husus hiç göz önüne alınmadan Alman Federal Parlamentosunun Ermeni soykırımını bir kararla kabullenmesi anlaşılır gibi değildir.
Jeopolitiğimizden kaynaklanan ülkemizin milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bir tehdit de; Güneydoğu Anadolu’da yaşanan karmaşadan gelmektedir.
“Kürt sorunu” olarak isimlendirilmek istenen bu karmaşanın değişik açılardan değerlendirilmesi zorunludur.
Öncelikle belirtelim ki;
Kürt, Kürtçü ve Partiya Karkeran Kürdiya (PKK) birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Konuya “Kürt sorunu” olarak yaklaşacak olursak, bunun ülkemizin bir iç işi olup olmadığı tartışmaya açıktır.
Bugün Kürt diye tanımladığımız toplum Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de dağınık durumda yerleşik bir topluluktur.
Bu toplulukta egemenlik fikrinin ilk defa Yavuz Sultan Selim’in ÇALDIRAN zaferinden sonra doğduğuna tanık olunmaktadır.
O zamanlar Şiilik, İran’dan Osmanlı İmparatorluğu nüfuz sahalarına doğru sızma ve gelişme göstermekteydi.
Bu durumun İmparatorluk otoritesini zedeleyeceğini kestiren Yavuz Sultan Selim bu ayırıcı cereyanın ileride idaresi daha güç istenmeyen durumlar yaratmasını önlemek ve İmparatorluğun doğu sınırlarını güven altına almak amacıyla Çaldıran seferine çıkmıştır.
Bir diğer anlatımla Çaldıran seferinin ana esprisi, fütuhattan ziyade politik amaçlıdır, diyebilmek yanlış olmaz.
Zaferin kazanılmasından sonra ordusunun İstanbul’a çekilmesi karşısında, doğuyu güvenlikten yoksun bırakmak istemeyen Yavuz Sultan Selim, hem güvenlik için, hem de Şiiliğin söndürülmesi için, doğuda nüfuz ve otorite sahibi olan aşiret reislerine bazı ayrıcalıklar tanıdı.
Böylece bu aşiretler İran’a karşı tampon güçler olarak kullanılmıştır.
İran’ın nüfuzu altında iken kendi başına buyruk bir yaşama alışmış olan aşiretler, doğunun Osmanlı yönetimine girmesinden sonra İran idaresindeki hoşgörüyü bulamamışlar, fakat Yavuz Sultan Selim’in güçlü otoritesi ve devletin kudreti karşısında zararsız şekilde yaşamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunun zayıflama ve çökme devrinin başlaması ile bugün “dış güçler” dediğimiz bazı kuvvetlerin de işe karışması sonucu, devlete itaatsizlik ve isyanlar başlamıştır.
Kürt isyanlarını; Cumhuriyet öncesi Osmanlı İmparatorluğu devrindeki isyanlar (ki bunun içerisinde Meşrutiyet dönemindeki isyanlarda dahildir.) ve Cumhuriyet devrindeki isyanlar olarak iki ayrı bölüme ayırmak olasıdır. Kurtuluş Savaşının kazanılması ile Türklerin uluslaşması (millet olması) tamamlanmış ve Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşması olmuştur. Lozan Antlaşmasında EKALLİYETLER (AZINLIKLAR) konusunda hükümler bulunmasına karşın azınlıklar arasında Kürtlerden söz edilmemektedir.
Türk devletine yurttaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ve Türk devleti milli bir devlettir. Bu çerçeve içerisinde kim olursa olsun herkes Türk vatandaşıdır.
Kürtçülük konusuna gelince; Türkiye Cumhuriyeti devleti dışında ayrı bir Kürt siyasi otoritesi düşünenler ki bu husus Türkiye’nin bir iç işi değildir.
Yukarıda kısaca izah ettiğimiz gibi Kürtler, toprak bakımından; Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye ile ilgilidir. Konu, yeni bir devlet kurulması ise, Birleşmiş Milletlerle ilgilidir. Böyle çapraşık bir konuyu, Türkiye’nin iç işi olarak kabul etmek olayın önemi ile dengeli değildir. Bir devlet kurulması fikri, çoğunluğu Arap olan bölge devletlerinin hoşgörüyle karşılayabilecekleri bir konu değildir. Zira kurulması düşünülen bir Kürt devleti bu bölgedeki devletlerden toprak isteğinde bulunacaktır. O zaman olayı bölgede Araplara düşman bir devletin hangi devlet veya devletlerin faydalanmasına uygun düşeceği açısından değerlendirmek, bölgede cereyan eden olayların aydınlanmasına yardımcı olacaktır. Bugün Irak’ta cereyan eden olaylar dikkatle izlenmelidir.
Türkiye’de Cumhuriyet devrindeki Kürt isyanlarının son bulmasından sonra Kürtçülük, ekonomik değişimler ve psikolojik etkenler göz önünde bulundurularak ‘Doğu sorunu’ olarak siyasi platforma getirilmiş ve kısa bir süre sonra, sorunun yalnızca ekonomik bir sorun olmayıp aynı zamanda bir ‘Halklar sorunu’ olarak takdimine başlanmıştır.
Hakikatte HALKLAR sözcüğü MİLLİYETLER sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Bilindiği gibi kamu hukukunda Milliyetler Kuramı; “Bir millet teşkil edecek derecede tekâmül etmiş her kavmin, bir siyasi toplum halinde yaşamak hakkını meşru olarak isteyebilmesi” diye tanımlanmıştır.
Milliyet; dil, ruhsal şekillenme ve toprak birliğinden oluşur. Bu üç öğeye İktisadi Yaşantı Birliği eklenirse ancak o zaman “Millet” tanımı ortaya çıkar. Halk sözü, millet (ulus) anlamına gelmez. Bütün bu kısa izahtan sonra Kürt halkının, Kürt milleti anlamına gelmediğini söylemek doğrudur. (Anayasa Mahkememizin görüşüdür.)
Ayrı bir devlet kurulması konusunda teorik olarak isyan edecek bir kavmin toplanması yani bir araya gelmesi lazımdır. Türkiye’de ise durum tam aksidir.
Türkiye’de ekonomik şartların zorladığı doğudan batıya bir göç vardır. Bugün İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Ankara, Konya gibi illerimizde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız, doğuda yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızdan nüfus bakımından daha az değildir.
Misakı Milli sınırlarımız içinde ayrı bir milliyet söz konusu değildir. Türkiye’de yaşayan Türkler ve Kürtler vatandaşlar olarak aynı anayasal haklara sahiptirler.
Kürtçü olanlar, Kürtleri Türkiye bünyesinde “Millileştirme” (Ulusallaştırma) mücadelesi vermektedirler. Bunun için de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Türk Milletine tanıdığı anayasal haklardan başka bazı ‘demokratik özlem ve istekler’ ileri sürerek bir azınlık yaratma gayretiyle hareket etmektedirler.
Bu çalışmalar zaman içerisinde Kürdistan Demokrat Partisi (Partiye Demokrata Kürdistana Tırkıya) diye bir parti faaliyetine dönüşmüş ve bu parti 27 Ocak 1968 tarihinde açığa çıkarılarak kapatılmıştır.
Bundan sonra Kürtçü grup Devrimci Doğu Kültür Ocakları adıyla bir kuruluş gerçekleştirmiş ve bu kuruluş Türkiye İşçi Partisi tarafından da desteklenip işbirliğine gidilmesi üzerine, Türkiye İşçi Partisi, Anayasa Mahkememizce 20 Temmuz 1971 günü Kürtçülük faaliyetinden dolayı temelli kapatılmıştır.
Bundan sonra Kürtçü grup Halkın Emek Partisi (HEP) ve Demokratik Halk Partisi (DEHAP) gibi isimlerle Türk siyasi hayatında siyasi bir parti olarak yer alma gayreti içine girmiştir.
Türkiye’de yapılan bu çalışmalara paralel olarak konuyu, uluslararası platforma takdim edebilme çabaları da Kürtçü grubun bir diğer eylem alanını oluşturmuştur.
Bunun için de değişik ülkelerde, demokratik sivil örgütler benzeri birçok kuruluşlar kurmuşlardır.
Örneğin;
1. Federal Almanya Kürdistan İşçi Dernekleri Federasyonu (KOMKAR)
2. Kürdistan Ulusal Kurtuluşları (KUK)
3. Almanya Kürdistan Yurtsever İşçi Kültür Birlikleri Federasyonu (FEYKA)
4. Fransa Kürdistan Yurtsever İşçiler Derneği
5. İsveç Demokrat Kürt Dernekleri Federasyonu
6. Irak Kürdistan Demokrat Partisi
7. İran Kürdistan Demokrat Partisi
Fevkalade az bir bölümünün sadece isimlerini yazdığımız bu kadar dağınık ve karmaşık örgütlenmenin sebebi, Kürt kavminin millet teşkil edecek derecede olgunlaşmamasındandır.
Kürt kavminde lisan birliği yoktur.
1897 yılında Rusya Petersburg Akademisi tarafından yayımlanan Kürtçe-Rusça-Almanca sözlükte Kürtçe; Türkçeden, Farsçadan, Arapçadan, Çerkezceden, Gürcüceden ve Keldaniceden oluşan 8307 kelime olarak gösterilmiştir.
Bununla birlikte Kurmanci, Kelhuri ve Goran diye birbirinden farklı üç lehçesi vardır.
İlaveten Kürtlerin belirli bir alfabeleri de yoktur.
Türkiye’de yaşayanlar Türk; Azerbaycan ve Ermenistan’da yaşayanlar Rus; İran, Irak ve Suriye’de yaşayanlar ise Arap alfabesini kullanmaktadır.
Kürt kavmi dini bakımdan da Mavi Kürtler, Sünni Kürtler ve Yezidi Kürtler diye üç büyük cemaate bölünmüşlerdir.
Tüm bu olumsuzluklara karşın istedikleri bir şekilde oluşumun gerçekleştirilebilmesinin olanaksızlığını anlayan bir grup Kürtçü, bu defa terörizm yolu ile amaçlarını gerçekleştirebilecekleri hayaline kapılmışlardır.
Bu amaçla 1978 yılında ülkemizdeki bir kısım Kürtçüler MARKSİST ideolojiyi temel olarak kabul eden Partiya Karkeran Kürdiya (Kürdistan İşçi Partisi) kısaca (PKK) adında bir örgüt kurmuşlardır.
Ülkemizde kurulan bu örgütün yönetici kadrosu bir süre sonra Suriye’ye geçmiştir.
Yurt dışında İran, Irak, Suriye özellikle Lübnan’ın toprağı olup o tarihte Suriye’nin denetimindeki Bekaa Vadisinde kamplar kurup silahlı militanlar, bir bakıma teröristler yetiştirmişlerdir.
Örgüt, 1978 yılından başlayarak ülkemizde özellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ateşli silahlar değil de kaleşnikof, mayın, roketatar gibi hafif harp silahları kullanarak bir terör dönemi başlatmıştır. Bu dönemi bugün de eylemleriyle sürdürmektedirler.
Bilindiği gibi “terör” sözcüğü ilk defa 1789 Fransız İhtilali sırasında Jacobenlerin sultası döneminde siyasi idamlarla dolu geçen zamana verilen isimdir.
The American College Dictionary terörü; yoğun, keskin, üstün korku olarak tanımlar. Bir grubun üstünlük sürdürmek veya üstünlüğe kavuşmak için kullandığı dönemdir.
Webster Sözlüğü ise; yoğun korku, yoğun korkuya sebep olan bir kişi veya şey olarak tanımlar. Bir ihtilal sırasında siyasi idamlarla nitelenen dönemdir.
Yani terör sözcüğü bir zaman sürecini tanımlar.
Terörizm ise, çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Çünkü terörizm hangi açıdan bakılırsa bakılsın sonunda suçtur. Suçun ise millilik öğesi vardır. Bir diğer anlatımla ülkede neyin suç olduğuna veya neyin suç olmadığına karar vermek, o devletin egemenlik hakkıdır.
Onun içindir ki terörizmin tanımı konusunda, uluslararası bir uyum sağlanamamıştır.
Fransız ihtilalinde, Jacobenlerin sultası döneminde siyasal baskı ve sosyal kontrol aleti olarak kullanılan devlet eylemi ile eş anlamda kullanılmıştır.
Terörizm, konuyla ilgili uzmanlarca çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bir tanımlamaya göre terörizm; “Savaş ve diplomasi ile elde edilemeyen sonuçlar elde etmek için yapılan şiddete dayalı eylem veya eylemlerdir.”
Bazı uzmanlara göre ise; “Bir azınlığın iradesini, dehşet yolu ile milli iradeye kabul ettirmeye çalışmasıdır. Totaliter bir silah, bir strateji olup, milli hâkimiyetin tecelli ettiği demokrasileri yıkmak isteyerek milli egemenliğin düşmanlığını temsil eder.”
Bir diğer tanımlamaya göre terörizm; “Bir siyasi silah veya politika olarak korkutmak veya itaat ettirmek için terör döneminde dehşetin kullanılmasıdır.”
Bir başka tanımlamaya göre ise; “Bir örgütün kabul ettiği politikasının mevcut hükümetçe yürütülmesini sağlamak için yasadışı şiddet kullanılmasıdır.”
Bu tanımlamaları daha da çoğaltmak olasıdır.

Terörizm, konunun uzmanları tarafından çok değişik şekillerde tanımlanırken 1973 tarihli Kuzey İrlanda, Olağanüstü Durum Hükümleri Kanunu (Emergency Provısıon Act) terörizmi hukuki olarak, “Halka veya halkın herhangi bir sektörüne korku salmak için şiddet kullanmak” diye saptamıştır.
Aynı şekilde, Amerika Birleşik Devletleri Karışıklıklar ve Terörizm Hakkında Görev Kuvveti Yasasında terörizm; “Bir taktik veya tekniktir ki, bunun vasıtasıyla bir şiddet eylemi veya şiddet tehdidi zorlayıcı amaçlar için ezici korku yaratmak asıl maksadı için kullanılır” diye anlatılmıştır.
PKK, hangi tanıma göre değerlendirilirse değerlendirilsin, tamamen terörist bir örgüttür.
Tüm güvenlik güçlerimiz yasalardan aldıkları yetki ile hayatları karşılığı görevlerinin gereğini yapmaktadırlar. Bu durum halen devam etmektedir.
Fakat olayların başından beri örgütün kökü ülkemizin dışında olduğundan işi sonuçlandırmak mümkün olmamıştır.
O zaman bu ülkelerin hukuki durumlarını gözden geçirmekte zorunluluk vardır.
3 Temmuz 1933 günü Londra’da Türkiye, Estonya, Letonya, Lehistan, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, İran, Afganistan Devletleri arasında,
4 Temmuz 1933 günü ise yine Londra’da Türkiye, Romanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çekoslovakya, Yugoslavya arasında imzalanan mukavelede tecavüzün tarifi ikinci maddenin beşinci fıkrasında, “Arazisinde teşekkül ederek diğer bir devletin arazisini istila eden müsellah çetelerin himaye edilmesi veya istila edilen devlet tarafından, vaki talebe rağmen bu çeteleri muavenet veya himayeden mahrum bırakmak için kendi arazisinde iktidarı dahilinde olan bütün tedbirlerin ittihazından imtina olunması” denilmek suretiyle saldırının tanımı yapılmıştır.
Bu anlaşmalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 23 Aralık 1933 günü 2357 ve 2358 sayılı yasalarla onaylanmıştır.
Bundan sonra, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun uluslararası hukuki komisyonu 1950 yılında, saldırının tanımının yapılması konusunu ele almış ve Genel Kurulda 14 Aralık 1974 günü yapılan toplantıda komisyonun yapmış olduğu tanımda görüş birliği sağlanmıştır.
Genel Kurulda kabul edilen metnin üçüncü maddesinde saldırı sayılacak eylem ve tutumlar sağlanmıştır.
Metnin (G) fıkrasında da saldırı; “Bir devletçe ya da bu devlet adına bir başka devlete karşı çeteler ya da paralı askerler gönderilmesi ya da böyle bir harekete önemli bir biçimde karışılması” olarak tanımlanmıştır.
Bu uluslararası anlaşmalar ve hukuki belgeler karşısında, İran, Suriye ve Irak’taki işgal kuvvetleri komutanlığı, Türkiye bakımından saldırgandır. Çünkü PKK onların egemen olduğu ülkelerde yaşamaktadır.
Bir bakıma, saldığı terörizmi kullanıyor diyebilmek olasıdır.
Bu çerçeve içerisinde, PKK’nın başı Abdullah Öcalan, Amerika Birleşik Devletleri güçlerince yakalanıp, Türk güvenlik güçlerine bazı şartlarla teslim edilmiş ve Türkiye’ye getirilip Türk yargısı tarafından yargılanarak Türk yasaları gereğince cezalandırılmıştır. Dönemin Başbakanının basında “Amerikalıların Abdullah Öcalan’ı bize niye teslim ettiklerini anlayabilmiş değilim” şeklinde beyanı yer almıştır. Bu beyan olmamış olsaydı dahi Abdullah Öcalan’ın Amerikalılar tarafından Türk yetkililere tesliminin değişik cepheleriyle irdelenmesinde zorunluluk vardır.
EÖ: Sayın Müdürüm, ülkemizin çevresinden kaynaklanan tehditlerin bir bölümüne işaret ettiniz. Jeopolitiğin tanımını yaparken söz konusu edilen güç merkezlerinin oluşturdukları tehditlerden de özet olarak bahseder misiniz?
Jeopolitik uzmanları stratejik hedeflerine varmak için dönemlerinin genel yapı ve şartlarına uygun tehditleri, etkili bir biçimde üretip uygulayabilme olanak ve yeteneğine sahip devletleri güç merkezleri olarak tanımlarlar.
Bu devletler ürettikleri tehdidin kaynağını saptırarak görünen olaylara dayandırırlar. Aynen geçmiş zamanlarda din ve etnik yapıya dayandıkları gibi. (Örneğin Haçlı seferleri veya Panislavizm akımı)
Zaman içerisinde güç merkezlerinin bu uygulamalarında değişiklik görülmüş, bu kere sosyo-ekonomik ve siyasi etkenlerle bütünleşen ideolojiler uygulamaya konulmuştur. (Komünizm, faşizm ve teokrasi gibi akımlar)
Günümüzde ise terörizm kullanılmaktadır.
EÖ: Bu anlattıklarınıza göre bir genel değerlendirme yapar mısınız?
Jeopolitik uzmanlarının her zaman tanımladıkları gibi, ülkemizin jeopolitiğini hem değeri ve hem de kaderi oluşturur. Bu sebepten Türkiye öyle bir ağaçtır ki büyüdükçe budanacak, kurudukça sulanacaktır.
Bu çerçevede ülkemiz, tarih sahnesinde devlet olarak yerini aldığı günden beri değişik kaynakların terörist eylemlerine hedef olmuştur. Terörist eylemler ülkemizde daimilik ve süreklilik sergilemektedir.
Ülkemiz terör süreci yaşamaktadır.
Bu süreç dün vardı, bugün de var, yarın da olacaktır.
Ülkemizde terörizmi uygulayan odakları;
1. Aşırı sol, komünist
2. Aşırı sağ
a. Irkçı
b. Dinci şeriat tarafları
3. Bölücü Kürtçü
4. Yurt dışında örgütlenip ülkemizi doğrudan hedefleyen ASALA gibi örgütler
5. Yurt dışında örgütlenip doğrudan ülkemize karşı değil de bazı ülkelere karşı, Türkiye’de eylem koyan EL-FETİH ve EL-KAİDE gibi örgütleri sayabiliriz.
EÖ: Sayın Müdürüm, açıkladığınız bu çerçeve karşısında güvenlik güçlerimizin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın ÖZDEMİR, ülkemizin güvenlik durumu anlattıklarımız kadar kısa ve basit değildir. Ben sadece zamanın el verdiğince çok basit olarak bazı noktalara temas ettim. Fakat yıllardan beri, terör süreci yaşanan ülkemizde güvenlik güçlerimiz Atatürk ilkelerine bağlı, halkın hizmetinde, yasalarla sınırlı olarak hükümet emrinde, ülkenin güvenliğini sağlamak için tüm güçleriyle çalışmaktadırlar.
Genel zabıta olarak güvenlik güçlerimizin temelini oluşturan jandarmamız ve polis gücümüz, özellikle küreselleşen dünya koşulları ve teknolojinin doğa yasalarını denetimi altına alabilecek gelişmesiyle görevlerini yapabilmekte büsbütün zorlanmaktadırlar.
Seksen üç yaşını kutlamakta olan Cumhuriyetimiz, bu yaşam süresince ülkenin değişik yörelerinde ve değişik sürelerde ilan edilmiş, on dört sıkıyönetim, yirmi yılı aşkın süreyle iç güvenlik sorunundan kaynaklanan olağanüstü hâl ile yönetilmiştir.
Yine iç güvenlik sorunlarından kaynaklanan dört askeri müdahale yaşanmıştır. Özetlersek seksen üç yıllık Cumhuriyetimizin her beş gününün iki günü olağan olmayan yönetimlerle yönetilmiştir.
Ülkemizde iç güvenlik sistemimizin düzenlenme zorunluluğu her günden fazla kendini göstermektedir. Hatta geç kalınmıştır denebilir. Özellikle polis örgütümüz mutlak en kısa zamanda düzenlenmelidir.
Fakat geniş kapsamlı ve yaşamsal önem taşıyan bu konu ayrı bir yazım konusu olmalıdır.
EÖ: Sayın Müdürüm, bu anlattıklarınızla bizi oldukça aydınlattınız. Size teşekkür eder, esenlikler dilerim.
Sayın Erol Özdemir, size ve aracılığınızla tüm güvenlikçilere başarı, sağlık ve mutluluklar dilerim.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder