Aşırı stres insan sağlığı için zararlıdır. Ama uzmanlar, bir miktar stresin faydalı olduğunu belirtirler.
Yüksek enflasyon ülke ekonomisini kötü yönde etkiler. Ama “sıfır” enflasyon, ekonomiyi durağanlaştırır. Ülkemizde, yakın bir geçmişte yüzde itibarıyla üç rakamlı değerlere ulaşan yüksek enflasyon oranının tekli rakamlarda tutulması hedef alınır.
Fazla nüfus artışı, kalkınma oranını olumsuz yönde etkiler. Ama az bir miktarda nüfus artışı olmalıdır. Zira ülke dinamizmi için bu gereklidir. Günümüzde yüzde 2.5 dolaylarında seyreden nüfus artışı oranının yüzde 1’lerin altına düşmesi ideal görülmektedir.
Şimdi bu genellemelerden yola çıkarak şu sonuca varabilir miyiz?
‘Suç; insanların can ve mal güvenliğini tehlikeye sokan istenmeyen bir davranıştır. Ama toplumun gelişmişlik düzeyinde rol oynayacağı için az da olsa bir miktar suç olmalıdır.’
Olmalı mıdır…?
Aslında bu yazımızın konusu, bu varsayımın sonuçlarını irdelemek olmayacaktır. Polis eğitim birimlerimizde bu konuyla ilgili araştırmalar yapılması ve bilimsel sonucun tüm meslektaşlarla ve kamuoyuyla paylaşılması gerekir.
Biz güvenlik görevlileri olarak “sıfır” suç için eğitiliriz. Görev bölgemize gider, suç olmaması için önleyici bir takım tedbirler alırız. İşte aldığımız bu tedbirlere de “Güvenlik Tedbirleri” adını veririz.
Ülke düzeyinde genel güvenliği sağlama adına bu tedbirleri kimlerle alırız?
Biri jandarma teşkilatıdır. 1839 yılında kurulmuştur. Polis bölgesi dışında kalan yerlerde görev yapar.
1983 tarihli ve 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanununun konuyla ilgili üçüncü maddesine göre jandarma; emniyet ve asayiş ile kamu düzeninin korunmasını sağlayan bir kolluk kuvvetidir. “Türkiye Cumhuriyeti Jandarması emniyet ve asayiş ile kamu düzeninin korunmasını sağlayan ve diğer kanun ve nizamların verdiği görevleri yerine getiren silahlı, askeri bir güvenlik ve kolluk kuvvetidir.”
Bir diğeri polis teşkilatıdır. 1845 yılında kurulmuştur. Genellikle belediye sınırları içinde görev yapar.
1934 tarihli ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun birinci maddesine göre polis özetle, asayişi korur.
İkinci maddede ise polis, “Kamu düzeni ve kamu güvenliğinin sağlanmasından sorumlu” olarak gösterilmiştir.
Üçüncü güvenlik birimimiz, sahil güvenlik teşkilatıdır. İlk kuruluşu 1859 yıllarına uzanır. Sahil ve karasularımızı koruma ve güvenliğini sağlama görevi ile bu bölgelerde işlenebilecek suçlarda; önleme, izleme ve adli işlemleri yerine getirirler. 1982 tarihli ve 2692 sayılı Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanununun birinci maddesi şöyledir:
“Bu Kanunun amacı, bütün sahillerimiz, karasularımız ile iç sularımız olan Marmara Denizi, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, liman ve körfezlerimizin korunması, güvenliğinin sağlanması…, deniz yolu ile yapılan kaçakçılığın önlenmesi, izlenmesi ve suçlular hakkında gerekli işlemlerin yapılması ile ilgili esas ve yöntemleri düzenlemektir.”
Son ve yeni bir güvenlik birimimiz daha vardır: Özel güvenlik teşkilatı.
1981 yılında kurulmuştur. Kendi görev sahalarında güvenliği sağlarlar.
Özel güvenlik teşkilatının 2004 yılında yürürlüğe giren yasasının birinci maddesine göre özel güvenlik görevlileri, kamu güvenliğini tamamlayıcı mahiyetteki özel güvenlik hizmetlerini yerine getirirler.
Bu kanuna göre; kişilerin silahlı personel tarafından korunması, kurum ve kuruluşlar bünyesinde özel güvenlik birimi kurulması mümkün olabilmiştir.
Birinci sınıf emniyet müdürü Mustafa Gülcü, Özel Güvenlik Hukuku adlı eserinde “Bu gün gelinen noktada özel güvenliği istisnai ve önemsiz bir uygulama olarak görmemek, özel güvenliğin olmadığı bir kamu güvenliği sisteminin düşünülemeyeceğini belirtmek gerekir” demekle özel güvenliğin önemini işaret etmektedir. (s.26)
Yine birinci sınıf emniyet müdürü Yusuf Vehbi Dalda, Özel Güvenlik dergisinin ikinci sayısında yayımlanan ‘Özel Güvenlik Yasasının Birinci Yıldönümünde Manzarayı Umumiye’ başlıklı makalesinde “Yeni doğan Özel Güvenlik Sektörünün yaşaması, ayakta kalması ve toplumun arzuladığı itibarlı konuma ulaşması için, sektörün bir an evvel evrensel ilkelere dayalı meslek etiğini oluşturması ve bu çerçevede hareket etmesi önem kazanmaktadır” diyerek ilkelere bağlı olması koşuluyla özel güvenliğin faydasını dile getirmektedir.
2004 yılında kabul edilen 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanunun birinci maddesi şöyledir:
“Bu kanunun amacı, kamu güvenliğini tamamlayıcı mahiyetteki özel güvenlik hizmetlerinin yerine getirilmesine ilişkin esas ve usulleri belirlemektir.”
Dördüne birden baktığımızda, hepsinde ortak paydanın “Güvenlik” olduğunu görürüz. Son ikisinde “Güvenlik” sözcükleri, zaten kuruluş adlarında yer almıştır.
Bu denli önemli bir kavramı, biraz daha yakından tanımamız gerekir. Güvenlik denilince ne anlıyoruz?
Güvenlik aslında, soyut bir kavramdır. Elle tutulamaz. Gözle görülemez.
Marketten, “Bana bir kilo güvenlik verir misiniz?” diye bir şey isteyemeyiz.
Ya da “2 metre güvenlik alabilir miyim” diye bu hizmeti satın alamayız.
Zaman zaman söyleriz. Güvenlik, hava gibidir.
Yaşamımızda hava hep olduğu için onun kıymetini pek bilmeyiz. (Hava yoksa zaten yaşamıyoruz demektir.)
Bu kural güvenlik için de geçerlidir. Yaşadığımız toplumda hep güvenlik vardır ve biz toplum olarak yaşamımızı sürdürürüz.
Bir yangın sırasında, nasıl dumanların yok ettiği oksijensiz ortam bizi zor durumda bırakırsa, güvensiz bir ortamda da yaşam o denli zor olacaktır.
Bir açıklama yapıldığını düşünelim: “Yarın saat sekizden itibaren 24 saat süreyle hiç kimse yaptığı davranıştan sorumlu tutulmayacaktır”
Neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Kuyumcu dükkânının, bankanın, marketin, giyim mağazalarının, galerinin halini göz önüne getirin.
Ya da husumet sahibi birinin aklından geçenleri…
Güvenlik kavramına bir de ünlü bilim adamı Maslow’un, İhtiyaçlar Hiyerarşisi adını verdiği teorisinden bakalım.
Maslow, ihtiyaçlar sıralamasında beslenme, barınma, cinsellik gibi fizyolojik ihtiyaçları birinci basamakta saymıştır. Bunlar, canlılar için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır.
İkinci sırayı konumuzla ilgili güvenlik ihtiyacı almaktadır. Maslow’un sıralamasına göre, bireyin ve ailesinin can ve mal güvenliği sağlanmamışsa bundan sonraki ihtiyaç basamaklarının ne önemi olabilir ki?
Güvenlik kavramının ne ölçüde önemli olduğunu anlamak için şimdi Maslow’un üçüncü, dördüncü ve beşinci ihtiyaç basamaklarını görelim.
Güvenlikten daha az önemli olanlar nelermiş, irdeleyelim:
Üçüncü sırada; bir aileye, bir iş grubuna ve ortak kültür çevresine ait olma ve bu çevreler içinde takdir edilme, beğeni görme, sevilme gibi sosyal ihtiyaçlar vardır. Birinci ve ikinci basamaktaki ihtiyaçları karşılanmış bile olsa insanlar tek başına yaşayamazlar. Zaten insanları, öteki canlılardan ayıran da bu özellikleridir.
Dördüncü sırada; saygı görme, tanınma, prestij kazanma gibi özbenlik ihtiyacı vardır.
Beşinci sırada; gelişme, yükselme ve yaratıcı olma gibi kendini gerçekleştirme ihtiyacı söz konusudur.
Şimdi güvenlik ihtiyacının önemini daha iyi anlamak için beşinci sıradan geriye doğru ihtiyaçlar listesini yeniden gözden geçirelim:
Önce beşinci sıraya bakalım: İnsanlar, yarınlarının dünden iyi olmasını isterler. Kendilerini geliştirmek isterler. Polis sınıfında çalışanlardan görmekteyiz ki, zamanında terfi edemeyen çok sayıda personelimiz, bu arzularının gerçekleşmesi için yargı yoluna bile başvurmaktadırlar.
Dördüncü sıraya göre insanlar, saygı görmek isterler. Bir insana, hiçbir şekilde saygı duyulmuyorsa bu, o insan için ne kadar zor bir durumdur.
Üçüncü sırada sevgi ve ait olmayı görüyoruz ki, gerçekten insanlar hem tek başlarına yaşayamazlar, hem de topluluk içerisinde dışlanmış olarak hayat sürdüremezler.
Üçüncü, dördüncü ve beşinci basamaklarda çok önemli ihtiyaçları görmekteyiz. Demek ki güvenlik ihtiyacı bunlardan çok daha önemli ki, daha önceye yani ikinci sıraya konulmuştur.
İlk sıradaki fizyolojik ihtiyaçlar ise insanlığın devamı için zaten gereklidir.
Güvenlikle ilgili söylememiz gereken önemli bir nokta daha vardır.
Vatandaşın mağdur edilmesi durumunda, mağdur eden kişilerin aranması bizden istenir. Yakalanması, göz altına alınması bizden beklenir. Suç aleti ile karşılaşılmışsa biz el koyacağız. Bize mukavemet ediyorsa zor kullanabileceğiz.
Ama öte yanda da deniliyor ki; “Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.” (İHEB/9)
Ve yine deniliyor ki; “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.” (AİHS/8)
İç hukukumuzda da kişi hakları ile ilgili hassas hükümler mevcuttur. “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.” (Anayasa/20)
Bir yanda suç öncesi ve suç sonrası bize verilen bir sürü görev ve yetki…
Öte yanda bunları yerine getirirken dikkat etmemiz gereken incelikler…
Çok dikkatli olmalıyız. Avucumuzun içindeki kuş, çok sıkarsak zarar görecektir. Gevşek tutarsak kaçacaktır.
Başka bir örnek verelim:
Yukarıya doğru attığımız yumurta, aşağı düşerken, elimizi sabit tutarsak kırılır. Ama yer çekimine parelel olarak elimizi aşağıya çekerek tutarsak kırılması önlenebilir. Unutmamalıyız ki, yumurta kırılırsa hem üzerimizi kirletir, hem de biz onu yemekten mahrum kalırız.
Güvenliğin önemini ve ne kadar hassas bir kavram olduğunu dile getirdikten sonra, şimdi konumuza değişik bir açıdan bakalım ve bir Türkiye haritasını göz önüne getirelim:
Bu haritada, polis bölgesi dediğimiz kentsel alanlar bir renk gösterilsin.
Jandarma teşkilatının görev aldığı, polis bölgesi dışındaki yerler ise başka bir renkte gösterilsin.
Sahil ve karasularımız ayrı bir renkte işaret edilsin.
Bir de şimdiki özel güvenlik görevlilerinin görev yaptıkları yerleri gösterir anlamda noktalar yerleştirilsin.
Polis..
Jandarma..
Sahil güvenlik görevlileri..
Özel güvenlik görevlileri…
Herkes kendi bölgelerinde güvenlik tedbirlerini alarak suç olmaması yönünde görev ifa edecekler.
Her görevli kendi sorumluluk alanında güvenlik tedbirlerini tam olarak alırsa ülke sathında “suç” olmayacaktır.
Başka bir anlatımla, suç işlemesi muhtemel kişiler; şehirde, kasabada, sahilde, denizde, iş yerlerinde, velhasıl her yerde sıkı önlemler alındığını görecekler. Kendilerinin görüleceğini ya da yakalanacağını sanarak suç işlemekten caydırılmış olacaklar. Amacımız da bu değil mi?
Devletin görevi, insanlarının huzur içinde yaşamalarını temin etmektir.
Anayasa, 19’uncu maddesinde “Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir” ilkesini getirmiştir. Burada ‘kişi hürriyeti’ ile ‘güvenliği’ kavramlarını birlikte görüyoruz.
İşte Devlet, güvenlikle ilgili bu görevleri, yukarıda saydığımız dörtlü güvenlik teşkilatıyla yerine getirir. Bu güvenlik birimleri, görev yönüyle İçişleri Bakanlığına bağlıdırlar.
1985 tarihli ve 3152 sayılı İçişleri Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna göre yurdun iç güvenliğinin ve asayişinin sağlanması, kamu düzeninin ve genel ahlakın korunması görevi bu Bakanlığın görevleri arasında sayılmıştır.
Sağlık alanında da böyle değil midir?
Anayasamız, 56’ncı maddede herkesin sağlıklı yaşama hakkına sahip olduğunun altını çizmiştir.
Devlet bu görevleri, Sağlık Bakanlığı bünyesinde görev alan doktor, hemşire, sağlık memuru, laborant gibi görevlilerle yerine getirir.
Aynı durum eğitim alanı için de geçerlidir.
Anayasanın 42’nci maddesine göre eğitim ve öğretim, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
Burada yetkili Milli Eğitim Bakanlığıdır. Bu alanda öğretmenlerimiz, öğretim görevlilerimiz, okutmanlarımız, doçent ve profesörlerimiz uğraş verirler.
Bir başka örneği konut alanında verebiliriz. Anayasamızın 57’nci maddesine göre, Devlet, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.
Konutların yapılmasında teknik görev, Bayındırlık ve İskân Bakanlığınındır. Bu bakanlık bünyesinde çalışan işçilerimiz, teknikerlerimiz, mühendis ve mimarlarımız, risk oluşturmayacak binaların yapımını sağlarlar.
İçişleri Bakanlığı bünyesinde yer alan güvenlik görevi de polis, jandarma, sahil güvenlik teşkilatı ve özel güvenlik görevlilerimiz tarafından yerine getirilmektedir.
Nasıl, öteki Bakanlık görevlilerinin, kendi alanlarında boşluk bırakmadan görevlerini yerine getirmeleri gerekiyorsa, bizim de güvenlik cephesinde oluşabilecek açıkları kapatacak şekilde görev yapmamız gerekir.
Daima suç teknolojisinin önünde gitmeliyiz. Suç işleyecek olanlara asla aman vermemeliyiz.
Her birimiz kendi sorumluluk bölgelerimizde, şüpheli kişilerin yapabileceği olası suç eylemlerine karşı güvenlik tedbirlerimizi iyi düzeyde almalıyız. Böylece onların kötü niyetlerini gerçekleştirmelerine fırsat vermemiş oluruz.
Güvenlik tedbirlerini olması gereken düzeyde aldığımızda, sanık ya da şüpheliler, yakalanacaklarını ve suçlarının ortaya çıkacağını bilecekler ve suç işlemeyeceklerdir.
İnşaatın temel demirleri yerleştirilirken de böyle değil mi?
Öte yandan, anında müdahale olacağı için suçun büyümesi engellenmiş olacaktır.
Çocukluğumda bir yakınım anlatmıştı: Gelin olarak gittiği köyde, köyün kızlarıyla birlikte hayvanlarını otlatmaya gittiklerinde, kızların, hayvanları serbest bırakarak dantel ördüklerini, sohbet ettiklerini, kendisinin ise ineğini gözden ırak bırakmadan otlattığını söylemişti. Akşam olduğunda kızlar pürtelâş hayvanlarını arama sıkıntısı içerisindeyken, o ineğiyle mutlu şekilde evine dönermiş.
Polis akademisi öğretim görevlisi Aytekin Geleri, Özel Güvenlik Temel Eğitim Kitabında, D.H. Bayley’in yaptığı bir araştırmadan aktararak, Amerikan polisinin yaklaşık yüzde 65’inin devriye hizmeti için görevlendirildiğini belirtmektedir. Bu oran Kanada’da yüzde 56, İngiltere’de yüzde 54 civarındadır. Türkiye’de ise yüzde 30’lara düştüğü ifade edilmektedir.
Ülkemizde üst yönetici amirler, bir polis merkezine yaptıkları denetim sırasında, ilk olarak devriye görevlisi çıkarıp çıkarmadığını sorarlar. Sözgelimi 30 mevcutlu bir polis merkezinden gelen yanıt, çoğu kere bir çift devriye çıkardıkları yönündedir. Üç kişilik araçlı devriye de çıkarmış olsalar bile bu oran maalesef yüzde 16’lar civarındadır. Neden daha çok devriye görevlisi çıkarmıyorsunuz diye sorulduğunda genel olarak verilen cevap, personel sayısının yetersizliği yönündedir.
Geri kalan 25 personelin görev dağılımını tetkik ettiğimizde çoğunun koruma, şoför ya da büro hizmetlerinde çalıştığını görürüz.
Türkiye’de polis sayısına baktığımızda, ülke çapında 418 kişiye bir polisin düştüğünü görürüz. Bu sayı, batı ülkelerine yakındır denilebilir. Ancak eğer çoğunluk koruma, şoför ya da büro hizmetlerinde istihdam ediliyorsa önleyici kolluk görevini yapacak personel sayımız çok daha azalacaktır.
Bu durumda ülkemizde devriye oranı ile bir kişiye düşen polis sayısına yeniden bakmak gerekir. Ondan sonra batı ülkeleriyle kıyaslama yapılmalıdır.
Suçla mücadele konusunda eğitilmiş güvenlik görevlilerimizin başarıları, teşkilatlarının yeterli araç ve gereçle donatılması durumunda daha da artacaktır.
Tekrar edelim ki, suçla mücadelenin ilk şartı güvenlik tedbirlerini iyi almaktır.
Bizler güvenlik tedbirlerini iyi alır, suça meydan vermezsek, sağlık konusunda, eğitim konusunda, bayındırlık konusunda ve diğer bütün konularda herkes üzerine düşeni yaparsa, yani her cephede herkes duyarlılık gösterirse ülkemiz, Büyük Atatürk’ün işaret ettiği çağdaş seviyeyi yakalayacaktır.
Konumuzla doğrudan ilgisi olmamasına rağmen bir de futbol oyununa gidelim.
Her takımın bir kalecisi ve müdafa elemanları vardır. Rakip takımın geliştireceği olası akınları, kendi ceza sahasına girmeden bertaraf ederler. Rakibin “gol pozisyonuna” girmesine fırsat vermezler. Amaç, gol yememektir.
Kalesini ya da kale sahasını rakibin tehlikesinden korurlar. Onlara zaman zaman forvet oyuncuları da yardımcı olurlar.
Başta kaleci ve defans oyuncuları olmak üzere tüm futbolcular hiç hata yapmadan oynarlarsa gol yemeyeceklerdir. Aynı şekilde rakip takımda da hata olmazsa onlar da gol yemeyecek ve bütün maçlar “golsüz berabere” bitecektir.
Futbolda gol yememek için alınan bu önlemler, güvenlik alanında suç olmaması için dörtlü güvenlik görevlilerimiz tarafından alınır. Öyle ki, bütün güvenlik görevlileri her türlü bilgi ve tekniği kullanarak kendi sorumluluk alanlarında suç işlenmemesi için tedbirler uygularlar.
Bu tedbirler alınmaya alınır da -maçlarda gol olduğu gibi- yine de suç olmaz mı?
İstatistiklere baktığımızda polis sorumluluk sahasında, sadece mala ve şahsa karşı işlenen asayiş olaylarında, yılda ortalama 325 bin kişinin suça karıştığı görülmektedir. Yani ülkemizde 1000 kişiden yaklaşık 5’i, polis sorumluluk bölgesinde suç işlediği şüphesiyle yakalanmakta ve adliyeye çıkarılmaktadır.
Son günlerde gazeteler, bu oranı ülke genelinde işlenen her tür suçu baz alarak verdiler ve yüzde 3 diye açıkladılar. Son yıllarda artış olduğunu ve artışın devam ettiğini bildirdiler.
Anlaşılan o ki, alınan tüm önlemlere rağmen “sıfır” suç sayısına inilememektedir.
O halde yapılması lâzım gelen şey, suçların en az seviyede işlenmesi için güvenlik tedbirlerini daha da sıklaştırmaktır.
Ülkemizdeki polis sayısının nüfusa oranının, batı ülkelerindekine yakın bir seyir izlediğini söyledik. Ancak uygulamaya baktığımızda ülkemizde çok sayıda polisin koruma ve büro hizmetlerinde çalıştığı, bu durumda önleyici güvenlik hizmetine ayrılan miktarın yarıya düştüğü görülmektedir.
Her ne kadar her polisin, bütün polisiye olaylarda görev yaptığı gerçeği varsa da, kendisini branşlaştığı işine motive etmiş polisin, güvenlik tedbirleri alma konusunda yararlılık oranı bir hayli azalmaktadır.
Üst düzey polis yetkililerinin çoğu kere birleştiği bir nokta şudur:
“Polis, öncelikle önleyici kolluk görevi yapar. Suç sonrası görevler, polisin tali görevleridir.”
Ancak uygulamada bakıyoruz ki aynı yöneticiler birçok polisi, branşlaşmaları için birçok alanda açılan kurslara göndermektedir. Sonraları başka yöneticiler, bu kurslu memurların çalışmalarını beğenmemekte, onların yerine başka memurları aynı kurslara tekrar göndermektedirler.
Ola ki yetersizlikleri belirtilerek branşları iptal edilenler, bu defa tenzili rütbe edilmişçesine küskün ve verimsiz olmaktadırlar.
Uygulama bize göstermektedir ki, bir defa branşlaşan memur tekrar önleyici kolluk görevine dönmemekte, böylece her geçen gün sokakta görev yapacak sayı azalmaktadır.
Buna benzer örnek Milli Eğitimde sınıf öğretmenlerinde yaşanmaktadır. Öğretmen, hiç kesinti olmaksızın yirmili yaşlarında başladığı mücadelesini emeklilik yaşlarına kadar sürdürür. Bu, onun yaşam biçimi olmuştur. Herhangi bir şikâyeti yoktur.
Ancak, 8-10 yıl sonra, sözgelimi idarecilik yaparak sınıf öğretmenliğine ara vermişse, bu birkaç seneden sonra tekrar sınıfa girerek ders vermesi zor gelmektedir. Yani oyundan düşen futbolcu gibi olmaktadır.
Bizde de oyundan düşen polisler yaratmamak için çok hesaplı ve sistemli davranmalıyız. Bilgi, beceri ve donanım olarak diğerlerinden çok farklı olanlar branşlaştırılmalı ve buna da diğer personel itiraz edememelidir.
Gerçek ortadadır: “Güvenlik tedbirleri ne kadar az alınırsa, suç sayısında artış olacaktır.”
Bu defa işlenen suçların failleri araştırılıp yakalanmaya çalışılacaktır. Böylece çok sayıda polis bu amaç için ayrılacağı için güvenlik tedbirleri yine zayıflayacaktır.
Ülkemizde adalet teşkilatı çalışanlarının tüm memurlara oranı binde 5’tir. Yani azdır.
Öte yandan suç işlediğine inanılan kişiler için yapılacak birçok işlem vardır:
Araştırılacaklar.
Yakalanacaklar.
Göz altında muhafaza edilecekler.
Sorgulanacaklar.
Üzerleri ve eşyaları aranacak.
Arama sonucu elde edilen suç eşyalarına el konulacak.
Suçun ortaya çıkarılması için laboratuvar çalışmaları yapılacak...
Bütün bu işlemler kendi sorumluluk bölgesinde polisimiz tarafından yerine getirilmektedir.
Bizim, “suç işlenmesin” diye gayret göstermemiz gerekir. Oysa işlenmiş bir suçun tahkikatını yaparken kaybettiğimiz zamanı ve verdiğimiz emeği, güvenlik tedbirlerini sıklaştırarak yaparsak daha başarılı oluruz.
Özetle, futboldaki gibi “alan daraltma” stratejisi uygulamalıyız. Ve bunu mutlaka başarmalıyız ki, suç işleyecek olanlar “suç pozisyonuna” giremesinler.
Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir nokta daha vardır:
Çok sayıda personelin branşlaşarak önleyici kolluk görevinden muaf olmaları, onların yerine görev yapacak memurların yüklerini daha da ağırlaştırmaktadır. Her hâl ve şartta önleyici kolluk görevi yapacak personelin haftalık çalışma süresi, Devlet Memurları Kanununda belirtilen 40 saati aşmamalıdır. Aksi takdirde bu memurlar, öbürlerinin yerine de çalıştırıldıklarını düşünerek kendilerine haksızlık yapıldığını dile getirebilmektedirler. Bu da moralsizliğe ve iç huzurun bozulmasına yol açmaktadır.
Tüm güvenlik görevlilerin başarılı olabilmesi için halkın desteğini alması gereklidir. Halkın desteğinin nasıl alınabileceği konusunda seminerler, konferanslar, paneller düzenlenmelidir.
Futbolcular kendi seyircileri önünde, çoğu kere onların desteğiyle kolay maç kazanmaktadırlar. Onların “onikinci adamı” taraftarlarıdır.
Bizim karşımızda ise ilk olarak “Suç işlediği sanılan kişiler” vardır. Biz onlara “Şüpheli” adını veririz. Aynı kişiler hakkında savcılıkça kovuşturma başlatılmışsa “Sanık” adını alırlar. Mahkemelerce suç işlediklerine karar verilmişse “Suçlu”durlar.
İkinci olarak, “Suçtan zarar gören kişiler” bizimledir. Onlara “Mağdur” adını veririz. “Şikayetçi” ve “Müracaatçı” denildiği de olur.
Üçüncü olarak, “Suçun işlendiğini gören kişiler” vardır. Onlara da “Tanık” ya da “Şahit” deriz.
İşte bu üç grubun dışındaki herkes bizim taraftarımızdır. Başka bir ifadeyle, bizim “dördüncü adamımız” halktır.
Ayrıca günümüzde yeni bir kavram olarak konuşulan, ancak bir türlü istenilen düzeye getirilemeyen “Vatandaş Polisliği” konusunda etkin tanıtımlar yapılarak polisin ve kamuoyunun bilinçlendirilmesi yönüne gidilmelidir.
Özetin özeti olarak şu üç sonuca varabiliriz:
Esas görevimiz, suç öncesindedir. İyi düzeyde güvenlik tedbirleri almalıyız.
Güvenlik tedbirlerini alırken haftada 40 saatten fazla çalıştırılmamalıyız.
“Dördüncü adamımız’la paylaşabilme ve paslaşabilme konusunda ileri adımlar atabilmeliyiz.
İyi, güzel, faydalı işler yapmak adına, bu sonuçların üstünde biraz daha fazla durmaya değmez mi?
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder