11 Haziran 2011 Cumartesi

TOPLUMSAL OLAYLARDA UCUZA GİDİYORUZ

Ülkemizde kolluk güçlerinin toplumsal olaylara müdahalesinin ardından sıkça gündeme getirilen konulardan biri; gösteri yapan gruba, olması gerekenden fazla oranda kuvvet kullanıldığıdır.
Kolluk güçlerine zor kullanma yetkisi yasalarla verilmiştir.
Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda, 1985 yılında Ek Madde 6 ile getirilen hükümle, dağıtılması gereken topluluğun direnmesi veya saldırıda bulunması hallerinde polisin zor kullanabileceği belirtilmiştir. Bu konuda bir tereddüt yoktur.
Polisin, tepkiyi üzerinde topladığı esas konu, maddenin ikinci bendindeki hükümden dolayıdır.
Buna göre polis; direnme ve saldırının derecesine göre karşılık vererek bedeni kuvvet kullanabilir. Hatta polis, şartları gerçekleşiyorsa bu direnme ve saldırılarda silah bile kullanabilir.
Kısa bir değerlendirme yapılırsa görülecektir ki, polise bu yetkiyi veren yasadır. Yani halk iradesinin tecelli ettiği TBMM, polise zor kullanma yetkisini vermiştir.
Görevi veren ise VALİ’dir. 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 11’inci maddesine göre vali; kamu düzenini korumak için gerekli önlemleri alır. Bunun için kolluk gücü istihdam eder. Kolluk gücü ise vali tarafından verilen görevi yerine getirir.
Vali, kolluk güçlerinin görevi nasıl yapacakları konusuna karışmaz. Görevin nasıl yapılacağı ihtisas işidir. Bunu da en iyi şekilde polis bilmelidir.
Yasa koyucu, kolluk güçlerinin görev sırasındaki tutumlarını ana hatlarıyla belirlemiştir. Örneğin toplumsal olaylarda dengeli kuvvet kullanılacağını belirtmiştir. Vali ise sadece topluluğun dağıtılmasına ya da dağıtılmamasına karar vermek durumundadır.
Kolluk, valinin vereceği karar doğrultusunda dağıtılmaya gerek görülmediği hallerde kalabalığı takip etmekle yetinecektir.
Valinin dağıtılmasını istemesi durumunda ise yasa koyucunun sınırlarını belirlediği ölçülerde kolluk tarafından müdahale edilecektir.
Zor kullanma yetkisinin yasal üç unsuru vardır:
-Yasaya uygun olma
-Zorunlu olma
-Dengeli olma.
Yasaya uygun olma ifadesinden, zor kullanmanın hukuki dayanağını anlarız. Burada söz MECLİS’indir.
Zorunlu olma ifadesinden, “dağıtın” emri için mecbur kalındığını anlarız. Burada söz VALİ’nindir.
Dengeli olma ifadesinden, denge unsuru gözetilerek müdahale edileceğini anlarız. Burada ise söz POLİS’indir.
Kolluk mensupları bu konuda eğitimlidir. Yıllarla ifade edilen eğitim süresi ve onyıllarca edinilen deneyimlerle her tür toplumsal olayı bertaraf etme becerisiyle donatılmıştır.
Valinin, “dağıtın” emrini vermesi üzerine artık inisiyatif polistedir.
Polis amiri öncelikle, kalabalığı dağılmaları yönünde uyarır. Ardından toplumsal olayın şiddetine göre dikenli bariyerler ya da kalkanlar kullanılmasını ister.
Her ne kadar şanslar eşit değil denilse de, atlı birlikler marifetiyle kalabalık kolayca dağıtılabilmektedir. Aynı durum polis köpekleri için de geçerlidir. Üstelik şimdiye kadar kimseyi ısırmadığı için alınan kötü bir tepki de yoktur. Polis amiri, kalkan ve bariyerlerin yeterli olmadığını anlayınca at ve köpek unsurunu devreye sokar.
Öte yandan su püskürten araçlar vardır. Kalabalığı dağıtmada oldukça etkindirler.
Yolun trafiğe kapatılması durumunda bariyer yıkıcı zırhlı panzerler mevcuttur.
Ayrıca ses ve göz yaşartıcı bombalar vardır.
Tabii ki, kamuoyunda en fazla tepkiyi çeken cop da vardır.
Oysa cop, kolluğun en küçük değerdeki silahıdır. Bu kadar küçük bir silahla, içinden geldiğimiz kamuoyunun olumsuz tepkisini niçin alıyoruz diye düşünmek gerekir.
Görev sırasında, sevsek de, sevmesek de copu hep taşırız. O bizim demirbaşımızdır. Copla yapılan görev diğerlerinden biraz daha farklıdır. Copu kullanan ile copun kullanıldığı kişi sıcak temas halindedir. Birbirlerinin nefeslerini duyacak kadar yakındırlar. Polisin cop kullanması için olay sırasında en azından kendisine karşı cop düzeyinde bir araçla saldırı olması gerekmektedir. Bunun için ilk akla gelen şey, kalabalığın, sözde flama takarak taşıdıkları sopaları polise karşı kullanıyor olmalarıdır. Zira denge unsuru olacaksa ilk akla gelen bu sopalardır. Televizyon görüntülerinde bu sopalarla polise saldırı ve direnme görüntülenmişse polisin cop kullanmasını kamuoyu hiç yadırgamayacaktır. Burada, televizyon görüntülerinde göstericilerin yaptıklarının gösterilmeyip, polisin copla vurmaları tek taraflı olarak gösterilir denilemez. Zira ulusal televizyonlar, polisten aldıkları görüntüleri bile yayınlamaktadırlar. Hatta bu görüntüler, Emniyet Genel Müdürlüğünün haftalık basın toplantısında kamuoyuyla paylaşılabilir.
Oysa bariyer, kalkan, at, köpek hep ikincil unsurlardır. Onlar da polis tarafından kullanılmaktadır. Ama kalabalık, ilk planda, polisi değil, bu engelleri hasım görmektedir.
Su püskürten araçlarda da sıcak temas yoktur. Kalabalık burada polisi değil, suyu görmektedir.
Ses ve göz yaşartıcı bombalar da, tüfekle uzaktan atılabilmektedir. Polisle sıcak temas yoktur.
Öte yandan görüntüleme cihazları da her an devrede olmalı ve toplantının seyri kaydedilmelidir. Kalabalığı oluşturan göstericiler üzerinde caydırıcı rol oynayacağı bilinmelidir. Ayrıca kanunsuz eylem yapanlar bu kayıtlardan tespit edilerek yargı önüne çıkarılmalıdırlar.
Ama cop öyle değildir. Copa maruz kalanlar, copu kullananla bir nefes kadar yakın oldukları için, copu değil de, nefesini duyduğu görevliyi hasım olarak görmektedir.
Şimdi biraz geriye gidelim.
Kanunsuz topluluklara nasıl müdahale edileceğinin ana hatları YASA KOYUCU tarafından çizilecekti.
Topluluğun dağıtılıp dağıtılmamasına VALİ karar verecekti.
POLİS ise dağıtacaktı.
Bu üç aşamaya baktığımızda yasa koyucu diyor ki:
“Zor kullanabilirsiniz”
Vali diyor ki:
“Dağıtın”
Üçüncü aşamadaki polis amiri nerede hata yapıyor ki kamuoyuyla teşkilat mensupları karşı karşıya geliyor?
Şimdi son kez geriye gidiyoruz:
Meclis, “zor kullanılabileceğini” yasa ile belirtmiştir.
Valiye, “dağıtın” emri verme yetkisi yasayla tanınmıştır.
Polise de “dengeli güç kullanın” emri yasalarla verilmiştir.
Ama…
Kimse yasa koyucuya kızmıyor:
“Zor kullanılsın” hükmünü çıkardığı için.
Kimse valiye kızmıyor:
“Dağıtın” emri verdiği için.
Kimse polise kızmıyor:
“Zor kullandığı ve dağıttığı” için.
Ama…
Ama herkes polise kızıyor:
“Denge unsuru” gözetmediği için.
Ya da düşene, kaçana vurarak cezalandırdığı için.
Şimdi biraz özeleştiri yapmamız gerekir:
Eğer gösteri kanunsuz bir hal almışsa ve bunun sonucu olarak vali, “dağıtın” emri vermişse, polis amiri 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 24’üncü maddesine göre kalabalığı, dağılmaları yönünde ikaz eder ve zor kullanılacağını bildirir.
İnsanlar, hak arama hürriyetlerini kullanırken, kötü niyetlilerin huzur ve sükûnu bozucu davranışlara yeltenmesi mümkün olabilir. Bu tür davranış içinde bulunanlar polisçe yakalanır ve anılan yasanın 30’uncu maddesine göre cezalandırılır.
Burada aslolan; polisin çok iyi istihbarat yaparak, kanuna uygun toplantı içine sızanları önceden haber alıp toplantı alanına sokmamaktır.
İşte kamuoyunca polisin eleştirilmesi için ilk neden buradan başlamaktadır.
Ama vali, başka unsurlar yüzünden esas toplantının dağıtılmasını uygun görmeyebilir. Bu durumda polis, topluluk içine sızan bu gibi kişileri yakın takibe alır, esas toplantıya zarar vermesinin önüne geçer. Görüntüleme cihazları ile kayıt yapar. Toplantı bitiminde takip görevini sürdürür. Adres ve kimlik tespiti yaparak suç delilleriyle birlikte yargı önüne çıkarır. (2911/md.30)
Toplantı için, vali tarafından “dağıtın” emri verildiğinde, polis amir ve memurları yasanın kendilerine tanıdığı denge unsurunu gözetmek kaydıyla müdahalede bulunur.
Kamuoyu, nasıl yasa koyucuya ve valiye tepki göstermiyorsa polise de, görevini en iyi şekilde ve tarafsız olarak yapsa kesinlikle tepki göstermeyecektir.
O halde polis ne yapmalıdır?
İyi istihbarat yaparak kötü niyetlilerin sızmalarına engel olmalıdır. 1996 yılının 1 Mayısında, herkesin üstünde bir örnek üniforma ile Kadıköy meydanına kadar sızıldığı halen hatıralardadır.
Vali tarafından “dağıtın” emri verildiğinde, bu emir polis amirince kalabalığa tebliğ edilmelidir.
Topluluk, önlerine dikenli bariyer konularak ileriye geçmesi önlenmelidir.
“Dağıtın” emri alındığında, kalabalığın kaçabileceği sokakların açık olduğundan emin olmak gereklidir. Zira Atalarımız, kediyi kovalarken bile açık kapı bırakmanın gerekliliğinden söz etmektedirler.
İlk iş olarak, atlı polisler devreye girmelidir.
Sonra polis köpekleri ile kalabalığın dağıtılması hızlandırılmalıdır.
Bu arada su püskürtücü araçlarla, dağılmakta direnen gruba su püskürterek dağılmaları sağlanmalıdır.
Yaya polis birlikleri ise yukarıdaki grupların ardından gelmelidir. Zaten onların müdahale edeceği kimse belki de kalmayacaktır. Hem de bu birlikler kalabalıkla doğrudan karşı karşıya gelmeyecekleri için kendileri de zarar görmeyeceklerdir.
Böylece yaya polis birlikleri ve onların coplarıyla doğrudan temas olmayacağı için hasmane duygular da beslenmeyecektir. İlk karşılaşacakları polis değil, demirden yapılmış bariyer, ya da atlar olacaktır. Ya da su püskürtücü araçlar hasım olarak görülecektir.
Ama biz ne yapıyoruz?
Maşa varken, ateşi elimizle tutuyoruz.
En son yapacağımızı en önce yapıyoruz. Bu da olayı “önleme” görevimiz yerine kalabalığı “cezalandırdığımız” şeklinde yorumlanıyor.
Kalabalığı gerçekten cezalandırıyor muyuz?
Görüntüler bunu doğruluyor.
Ayrıca olay sonrası yorumlarda, meslektaşlarımız da aksini söylemiyorlar.
Ama hemen “sığınılan” cümleyi de belirtiyorlar:
“Birkaç kişinin yaptığı olumsuz bir davranış, koca bir teşkilatı bağlamaz.”
Nasıl bağladığını olayın ertesi günlerinde o kadar bariz görüyoruz ki günlerce, aylarca kaşıkla topladığımızı kepçeyle bir çırpıda veriyoruz. Konuyla ilgili olarak Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Feyzullah Arslan’ın, dört yıl önce söyledikleri günümüz gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bir gösteri öncesinde personeline ilettiği telsiz anonsu, bu konuda takip edilecek hedefi belirleme açısından önem arzetmektedir: “Zor kullanma emri verildiğinde kesinlikle düşene, kaçana; hırs almak, öç almak duygusu ile vurmayacaksınız, tam tersine düşeni elinden tutup kaldıracaksınız.” (Gül Güldür Düşündür s.22, Nisan 2001)
Bir futbolcu gereksiz yere kırmız kart görerek takımını 10 kişi bırakırsa o ekibin olumsuz sonuç aldığını görüyoruz. Kulüp yönetimi de çoğu kere bu durumu o futbolcuya rücu ettiriyor.
Görev alanında bulunan sıralı amirler, inisiyatifi mutlaka elinde bulundurmalıdır. Olay sırasında heyecan, telaş ve tereddüt yaşamamalıdırlar.
Kuşkusuz olayın içinde olmakla, olayı televizyondan izlemek aynı değildir.
Çok sayıda olaylara müdahale eden ve hatta bu olayların birinde yaralanma şanssızlığı yaşayan biri olarak, toplumsal olaylarda başarılı olmak için sık sık tatbikat yapılması gerektiğini söyleyebilirim. Yapılan hatalar, sıkça tekrarlanacak bu tatbikatlar sonunda en aza indirilebilecektir.
Peki, kanunsuz gösteri yapanların hiç mi suçu yok? Bu toplantıyı neden yapıyorlar? Şimdi bu toplantının sırası mıydı?
Tabii ki suçları vardır. Adı üstünde “kanunsuz” gösteri yapmaktadırlar. Ama bu durum bizi hiç ilgilendirmemelidir. Bugün A grubunun toplantısında, yarın başka bir grubun toplantısında görev alırız. Bizim işimiz görev almaktır. Gözümüz toplantıyı takip eder. Kulağımız ise validen gelecek “dağıtın” ya da “takip edin” şeklindeki emirdedir. Bu sorulara biz cevap arayacak olursak valinin görev alanına müdahale etmiş oluruz. Dağıtma yerine dövme işini yaparsak da yargının yetkisine el atmış oluruz.
Vali, gösterinin seyrine göre polise iki türlü görev verebilir:
Birincisi; kalabalığın takip edilmesi görevidir.
Sona erinceye kadar SABIRLA takip ederiz. Burada polis, görev süresiyle ilgili sıkıntı yaşamaktadır. Batıda haftada 40 saatin altına düşürülen süre, ülkemizde halen 60 saat civarında seyretmektedir. Polisin “biyonik” özelliği bulunmadığı gerçeğinden hareketle çalışma koşulları yeniden düzenlenmelidir.
Konuyla ilgili olarak NTV Brüksel Muhabiri Güldener Sonumut’un 15 Ekim 2003 tarihli raporunda belirttikleri ilginçtir. Yorumu ise, yetkililere düşmektedir: “Bir derbi maçına 3500 polis, 12 veya 16 saat boyunca görevlendiriliyorsa, o zaman o ülkede iç güvenlik ve politika açısından bir sorun var demek. Bir polis statik görevde en fazla 3 saat verimli olur. Bilemediniz 4 saat. Statik artı dinamik görevde ise en fazla 6 saat verimli olabilir. Demek ki 12 saat görevlendirilen polis ancak 6 saat verimli bir iş yapıyor. Onun ötesinde sadece israf ve verimsiz bir polis oluyor.”
Emin Çölaşan, Hürriyet gazetesindeki 10 Nisan 2004 tarihli “Türk Polisinin Dramı” başlıklı yazısında, çalışma koşulları için insanlık dışı bir olay yakıştırması yapmıştır: “Miting var, olay var, belirtiler var, polis derhal 12-12’ye geçiyor. Bu polislerin hafta sonu tatili yok, yıllık izin dışında izni yok, bayram tatili yok, hiçbir şeyi yok. İnsanlık dışı bir olay.”
Benzer bir gerçeği de, aynı gazetedeki köşesinde Cüneyt Ülsever, 8 Ekim 2003 tarihinde “Polislerin Hal-i Pürmelali” başlıklı yazısıyla dile getirmiştir: “Memurlar hafta sonu 2 gün tatil yapıyorlar, polisler 1 gün. Bu demektir ki; polislerin ayda 26 gün x 11 saat/gün= 286 saat; düz memurların ayda 22 gün x 9 saat= 198 saat çalıştıklarını görüyoruz.”
Valinin vereceği ikinci görev, kalabalığın dağıtılması yönünde olabilir.
O zaman, yasanın tarifini yaptığı sıra içerisinde kademeli kuvvet kullanarak dağıtırız. A grubuymuş, B grubuymuş hiç fark etmez. “Ben şunlara göstereyim, kanunsuz toplantı yapmanın ne demek olduğunu” ya da “Bak bakalım, bir daha kanunsuz toplantı yaparlar mı?” türünden bir davranışla yaklaşmayız. İngiltere’de polis alımında, adayların bulunduğu salonda polise tüküren birinin fotoğrafının bulunduğu söylenmektedir. Bununla, yeni polis olacaklara sabır ve hazmedebilme öğretilmektedir.
Olay yerindeki polis amiri her şeyi görmektedir. Her görevli de onu görmektedir. İletişimde hiç kesinti olmamalıdır. Nasıl bir yan hakemin “Ben ofsayt pozisyonunu göremedim” deme şansı yoksa, hiçbir personelin, “Ben emir alacak amir bulamadım” deme şansı yoktur.
Düşene vuran da, televizyon izlerken her vuruşta yüreğinden parçalar koptuğunu hisseden de aynı şarkının mısralarında buluştuğunda gelecek daha da mutlu olacaktır:
Beraber yürüdük biz bu yollarda
Beraber ıslandık yağan yağmurda.
İçinden geldiğimiz halkı karşımıza almak yerine, el ele vererek ve düşeni elinden tutarak hep birlikte mutluluğa yürümek daha güzel değil mi?

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder