Ankara’dan Sivas Tur otobüsüyle yolculuğa çıktığımda 20 günde döneceğimi sanıyordum. Ama Sivas, yüzölçümü itibarıyla büyük bir şehirdi. Seyahatim, planladığımdan yedi gün fazla sürdü.
Sivas’ı ilk kez 1986 yılında görmüştüm. 19 yıl sonra tekrar Sivas’taydım. Epey gelişmiş ve futbol takımı da süper lige terfi etmişti.
Sivas Emniyet Müdürü Yahya Bal’dı. Edirne’de emniyet müdürlüğü yaptığı sırada yardımcılığı görevinde bulunmuştum. Personelinin, kendilerine yakışan bir mekânda görev yapmasını yeğleyen bir yöneticiydi. Asayiş sorunlarından arta kalan her dakikasını, emniyet müdürlüğü birimlerinin güzelleşmesi için harcıyordu. Son projesi olan 120 kişilik eğitim salonunun bitmiş halini görmek bize nasip oldu. Kulisli, kumanda odalı, dataşovlu eğitim salonu; renk ve ışık donanımıyla albenisini daha da artırmıştı.
Trafik, ruhsat, pasaport gibi işlemlerin yapıldığı mekânları tek ve büyük salonlara taşımıştı. Müracaat eden her vatandaş, kendi işlemlerini saydamlık içerisinde takip edebiliyor ve en kısa zamanda bitirildiğine tanıklık edebiliyordu.
Sivas’ın büyüklüğü, ilçeleri gezildiğinde daha iyi anlaşılıyordu. 1285 rakımlı il merkezinde iken İç Anadolu bölgesinde olduğunuzu fark ediyorsunuz. Karasal iklimin tipik özelliğini burada yaşıyorsunuz.
Koyulhisar’a gitmişseniz tepelerin hemen ardında Ordu’yu hissediyorsunuz. Suşehri’nden, Giresun’un güney ilçesi Şebinkarahisar köylerinin ışıklarını görebiliyorsunuz. Yani Karadeniz bölgesiyle yan yanasınız.
Akıncılar, sonra da Gölova üzerinden İmranlı’ya gitmek istiyorsanız Erzincan toprakları üzerinden Kızıldağ’ı aşmak zorunda kalıyorsunuz. Bu defa da Doğu Anadolu ile iç içesiniz.
Sivas’a gidince Gürün’ü görmeden olmaz. Epeyce güneye indiğinizi fark ediyorsunuz ve haritaya baktığınızda Kahramanmaraş’ı, yani Akdeniz bölgesini yanı başınızda görüyorsunuz.
Böylece Sivas’ın; Karadeniz, Doğu Anadolu ve Akdeniz bölgelerini kucakladığını anlıyorsunuz. Bu, aynı zamanda tipik iç Anadolu bölgesi iklimini yansıtan Sivas’ın, üç ayrı bölge iklimine de pek yabancı olmadığını gösteriyor.
Sivas’a vardığımızda öncelikle vali Sayın Hasan Canpolat’ı ziyaret ettik. Bize Hayat Ağacı tablosu ile Âşık Veysel’i anlatan bir kitap ve cd hediye etti. Hayat Ağacı tablosunun bolluk ve bereketi anlattığını, aynı zamanda Tanrıya çıkan merdiveni temsil ettiğini daha sonra öğrendim.
Âşık Veysel’i dinlerken buram buram Anadolu’yu hissetmek mümkündü. Gezi notlarını bu duygularla kaleme almak ise ayrı bir güzellikti.
Sivas, Büyük Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 1919 yılında tarihi bir kongreye ev sahipliği yapmıştı. 4-11 Eylül tarihleri arasında yapılan kongrede, “Milli sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz” kararı alınmıştı. Bu hüküm, bugünkü Anayasamızın üçüncü maddesine kaynak teşkil etmişti: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.”
Büyük Atatürk, aslında üç ay kadar önce Amasya’ya gelmiş ve tarihe Amasya Tamimi olarak geçen bildirgede; “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” mesajını vermişti.
İşte üç ay sonra Sivas’ta o millet, Temsilcileri vasıtasıyla şu kararı almıştı:
“Her türlü işgal ve müdahaleye karşı millet, birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.”
İlk işimiz Kongre binasını ziyaret etmek oldu. “Birlik olma” kararının alındığı ve bu atmosferin yaşandığı mekânı görmek bizi sabırsızlandırıyordu. Kongreye katılan 38 yürekli Temsilcinin fotoğrafları, o gün oturdukları eski okul sıralarının üzerindeydi.
Sivas, aslında bir müze şehir gibiydi.
1175 yılında Selçuklulara geçmiş ve 1220 yılında başkent olmuştu. 1271 yılında Gökmedrese, Çifte Minare ve Şifahiye medreselerine kavuşmuştu. Sivas’ta da hastalar, zihinsel engelliler artık musikiyle, su sesiyle ve güzel çiçeklerin kokusuyla tedavi görüyorlardı. Şimdi ise aynı yerde, ülkemizde az sayıdaki ebru sanatçılarından Aydın Tatlıcak, 800 yıl önce taşlara yapılan motifleri suya çiziyordu. Ebru sanatı, onun maharetli ellerinde gelecek kuşaklara taşınıyordu.
Hangi tarihte ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmeyen Eğri Köprü, Kızılırmak’ı taçlandırmış bir görüntü sergilemekteydi. Aslına uygun olarak onarılmıştı. Eğriliği, gemi burnu gibi nehri yarıyor görüntüsünden kaynaklanıyordu. Hem ortadaki bölümü, hem de her bir ayağı, suyu yaran bir özellikte yapılmıştı. Hele ortadaki bölümde ve ırmak seviyesinin hemen üstünde bir bölüm var ki, şimdiki büyük yük gemilerinin dalgayı yaran burnu gibiydi.
Emniyet müdürü Yahya Bal’ın ısrarla görmemizi istediği yerlerden biri de Divriği’deki Ulucami ve Darüşşifası idi. Taşın, insan elinde nasıl çiçek ya da hayvan motifleriyle şekillendiğini burada görmek mümkündü. 1228 yılında yapılmıştı ve Dünya Kültür Mirası listesinde Türkiye'deki dokuz doğal ve kültürel varlıktan üçüncüsüydü. Bir Japon turistin, “Bu eser bizde olsaydı, cam fanus içinde muhafaza ederdik” lafını camiyi gezerken duymuştuk.
Sivas’ta gördüğüm bir başka ilçe de İmranlı’ydı. Kızıldağ’dan doğan Kızılırmak henüz bütün masumiyetiyle İmranlı’dan geçiyordu. İmranlı, üç köprüsüyle Kızılırmak’ı, Karadeniz’in hırçın sularına yolcu eden ilk ilçeydi.
Koyulhisar’a giderken Kelkit çayını görmek mümkündü. Kelkit çayı, yine Sivas’ın başka bir çayı olan Tozanlı ile birleşerek Yeşilırmak’ı oluşturuyordu.
Kızılırmak ve Yeşilırmak…
Sivas, Anadolu’muza can veren bu iki nehre ev sahipliği yapmakla ayrı bir gurur duyuyordu.
Koyulhisar mı?
Tam bir yayla kasabasıydı. Kaymakam ve belediye başkanının katkılarıyla yaptırılan “Ağaç Ev” ilçeye değişik ve güzel bir hava veriyordu. Yörede eskiden kullanılan eşyaların Ağaç Ev’de sergilenmesi ise başka bir güzellikti.
Suşehri, gördüğümüz öteki ilçelere göre daha büyük ve bir şehir havasındaydı. İl olmak için ‘eniştelik’ hakkından yararlanmak isteyen Şebinkarahisar’la birlikte çok mücadele ettiler. Ancak her ikisi de bu konuda başarılı olamadılar.
Akıncılar, küçük ve yeni bir ilçeydi. Asayiş berkemâldi. Ancak ilçe yönetimi, ahırları ilçe dışına çıkarmak için yoğun çaba harcıyordu.
Sivas’ın uzak ilçelerinden biri de Gölova’ydı. Gölova, ilçeye adını veren baraj gölüne adeta manzarateras görevi yapıyordu. Yaylalarıyla da ünlü bir yerleşim birimiydi.
Hafik’e hayat veren, üç km. ötesindeki kendi adını alan göldü. İlçede yaşayanlara mesire yeri görevi yapıyordu.
Hafik’te olduğu gibi birçok ilçede göller görmüştük.
İrili ufaklı…
Kimi turkuaz renkli…
Hatta içerisinde 200 kiloya kadar balıkların yaşadığı…
Biri de demez mi, “Sivas’ın ilçelerinde göller vardır ve her göl, yer altından bir dere ile birbirine bağlıdır.”
Bu konuları işin uzmanına havale ettik ve Gürün’e gittik. Gürün, Sivas’tan gelişte yeşil bir vaha gibiydi. Adının, ‘yeşil’ sözcüğünün yabancı versiyonu olduğunu daha sonraları, kendisi de bir Gürün’lü olan Feyzullah Arslan’dan öğrendim.
Orada da bir gölle karşılaştık.
Gökpınar gölü.
İlçeye 10 km. uzaklıkta.
Gölün derinliği 15 metre ve balıkları bu derinlikte görebilmek mümkün.
Tıpkı bir akvaryum gibi.
Yer yer yosunlar gölün güzelliğine ihanet etseler de, turkuaz renkli zemini tamamıyla kapatamamışlar.
Kayıklarla göl turu yapabilmek mümkün.
Canlı müzik bile yapılıyor.
Orada çalışan on sekizlik Nurettin’e, Feyzullah Arslan’ı tanıyıp tanımadığını sordum.
“İki kitabı var” dedi. Ve ekledi:
“Polisin Hatıra Defterinden’i bitirdim. Şimdi ‘Gül Güldür Düşündür’ü okuyorum.”
Gürün’de Şuğul kanyonlarına gittik. Gökdelenlerden çok daha yüksek kayaları, suyun nasıl ikiye bölüp doğal harikalar yaratıldığını gördük.
Kanyon boyunca kayaların bir yamacının yer yer kazılarak ya da oyularak yapılan su kanalına ne dersiniz?
Ferhat’ın Amasya’da, Şirin aşkına dağları delerek suyu akıtmasını çağrıştırıyordu. İnternetten öğrendiğime göre, yüzyıl kadar önce, evde çabuk bozulabilecek gıda maddelerinin bulunduğu odanın altından akacak şekilde, ev sahibi tarafından ırmaktan suyun saptırılmasıyla yaptırılmıştı.
Kangal ilçesi iki kere ünlüydü.
Balıklı kaplıcalar ve Kangal köpekleri.
Balıklı kaplıca, sedef hastalığını tedavi edici özelliği ile sağlık turizmi açısından önemli bir yerdi.
1917 yılında, ayağında yara olan bir çobanın tesadüfen tedavi oluşuyla ortaya çıkmış.
Burada 3-5 cm. boyundaki balıklar, 37 derecedeki kaplıca suyunda yaşayabiliyorlar. Bu sıcaklıkta balık, dünyada sadece bu kaplıcada yaşıyormuş. Onları, umumi havuzda, insanlarla bitişik temasta görebilmek mümkün. Unvanları ise Doktor Balıklar…
Tedavi eden balıklar mı, yoksa kaplıca suyundaki selenyum mu? Bu da uzmanların ilgi alanına giriyor.
Ama söylenti şu: “Balıklar, yaraları bir cerrahın neşterle açtığı gibi açıyor ve kaplıca suyu bu yaralara şifa veriyor.”
Kangal’ın öteki ünlüsü köpekleriydi. İlçede bu konuyla ilgili bir çiftliği ziyaret ettik. İlk etapta 20 günlük 8 kardeş yavruyu gördük. Pek sevimliydiler. Anneleri, onları emzirmekten bitkin düşmüştü.
Biraz ileride gerçekten iri bir Kangal köpeğini fark ettik. Bir yaşını tamamlamak üzere olduğunu söylediler. Çiftlik görevlisi, bizim isteğimiz üzerine hayvanı ayağa kaldırdı. İlk kez bu irilikte bir köpek görüyorduk. O anda kaymakamla oraya gelen ve Kangal köpekleriyle ilgili çalışmalar yapan bir bilim adamından duyduk ki, Evliya Çelebi'ye göre bu köpekler, koyunları idare ediyormuş. Boyları da karakaçan kadarmış. Evliya Çelebi’nin, Kangal köpekleri için “Aslan kadar kuvvetlidir” lafını da bu gezi dolayısıyla öğrenmiş olduk.
Bir sabah Zara ilçesine girdiğimizde cadde ve sokakların çamur içinde olduğunu gördük. İlçe merkezine doğru ilerlediğimizde toprak ve çamur yığınlarının arttığını görünce bunun sel sonucu olduğunu anladık. Bir gün önce yağan şiddetli yağmur, küçük bir tepenin eteğinde kurulan Zara’yı olumsuz etkilemişti. Birçok evin bodrum katları selden zarar görmüştü.
Bir daha hayıflandık çıplak tepelere, niçin ağaçlandırılmazlar diye.
Zira ağaçların bulunduğu alanlar erozyona uğramayacaktı ve yağmur sularını bünyelerinde barındırabilecekti. Oysa şimdi çıplak tepeler yağmur sularını, artan çığ misali, üzerimize gönderiyordu. “Beni neden çıplak bıraktınız” dercesine…
Söz ağaçtan açılmışken bir gerçeği de dile getirelim. Türkülere konu olmuş Sivas yollarında seyrederken ağaçtan yoksun tepelerde teras çalışmaları dikkatimizi çekmişti. Sonra iyice baktığımızda minicik fidanların bu tepelerde birer birer yerlerini aldıklarını gördük. Kim bilir, 5-10 yıl sonra güz rengi çehrelerini yeşile boyamış olarak bize sunacaklardır. Zara’da da fidanlar yeni dikilmişti. Bugün sel sularına engel olamadılar. Ama inanıyoruz ki, yakın bir gelecekte Zara’da yaşayanların en yakın dostları ve hamisi bu fidanlar olacaktır.
Sivas tepelerinin yeşillendirilmesi gibi, Sivas yollarının çift şeritli yapılması yönündeki çalışmalar da sevindiriciydi. Bu, ekonominin canlanması ve turizmin hareketlenmesinin bir işaretiydi.
Sayın Vali’nin, başta Hükümet Konağı olmak üzere tarihi değerlere önem vermesi, öte yandan Sivas’ın yeşillendirilmesi yönündeki çalışmaları gerçekten sevindiriciydi.
Şimdi yazımızın bu son bölümünde bir özeleştiri yapalım ve yukarıda sözünü ettiğimiz değerlerin birkaçını yeniden hatırlayalım:
Dünyaca ünlü Kangal köpekleri…
Balıklı kaplıcanın ‘doktor’ balıkları…
Zemini turkuaz renkli Gökpınar gölü…
Devasa Şuğul kanyonları…
Dünyanın sekizinci harikası olan Divriği’deki Ulucami ve Darüşşifası…
Minarelerinde çinilerin kullanıldığı Çifte Minare…
Ve de,
Batıda insanların engizisyon mahkemelerinde acımasızca kötü muamele gördüğü sırada, Anadolu’da zekâ engellilerin bile musikiyle, su sesiyle ve güzel çiçeklerin kokusuyla tedavi gördükleri Şifahiye medreseleri…
Hepsi Sivas’ta.
Hepsi Anadolu’da.
Biz onları tesadüfen başka ülkelerde görseydik ne derdik acaba?
(…)
Yanı başımızdakiler, çok daha küçük değerlerle “Bacasız Sanayi” konusunda epeyce yol aldılar bile…
Sivas’tan ayrılırken Kongre binasına tekrar uğradım. Cumhuriyet’in temelini atan yürekli büyüklerimize Allahaısmarladık demek ve de şükranlarımı sunmak için… (2005)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder