20 Haziran 2011 Pazartesi

AVNİ ANIL İLE SÖYLEŞİ

GÖNLÜMÜ EMNİYETTE BIRAKIP MUSİKİYE GİTTİM

Çağın Polisi Dergimizin bu sayısında; teşkilatımızın en kıdemli mensuplarından birini, 6727 sicil sayılı Sayın Avni Anıl’ı konuk ettik. O, musiki alanında bir duayendi. Yaşayan bir efsaneydi. 52 yıl önce girdiği kapıdan, bu defa dergimiz okurları için yeniden girdi. O artık bizim için;
“Kıdemli ağabey” + “Musiki duayeni” = “Eli öpülesi adam” idi.
O bir fabrika gibiydi. Fabrikasının makineleri arasında mamul hale gelmeyi bekleyen hammadde ise şiirdi. O, hammaddesini öylesine yoğuruyordu ki, ortaya çıkan ürün, ertesi günlerde Türkiye’nin sevgilisi oluyordu. Mana dolu gönlündeki makineler, yarım asrı aşan sürede 150 şiiri ilmek ilmek dokumuştu. Bu nedenle şairi, kendi varlık nedeni görecek kadar mütevazı idi. Şiirdeki sözcükler ne anlatıyorsa, ezgilerinde onu anlatıyordu. O, şiir yazabilmeyi, beste yapabilmeyi yüce Allahın verdiği bir vasıflılık olarak görüyordu.
O’nun seçtiği şiirlerde, ezgilediği sözcüklerde insanın kendisini bulmaması mümkün değildi. İşte birkaçı:

Rüya Gibi Uçan Yıllar, Biraz Durun, Durun Biraz
Akşamın Olduğu Yerde Bekle Diyorsun, Gelmiyorsun
Ayrılık Ümitlerin Ötesinde Bir Şehir
Sevmiyorum Seni Artık Gözlerimi Geri Ver
Biraz Kül Biraz Duman, O Benim İşte
Kader Kime Şikâyet Edeyim Seni Bilemem
Unutamıyorum, Unutamıyorum Gecem Yok Artık Gündüzüm Yok
Gözlerin Bir Aşk Bilmecesi Sorar Gibi
Unutulmuş Ne Varsa Sevgiden Geri Kalan
Aşk Bu Değil Yapma Güzel
Ne Yeşili Ne Siyahı Gözümde Hep Gözleri Var
Mihrabım Diyerek Sana Yüz Vurdum
İçimde Nice Uzun Yılların Özlemi Var, Ağla Gitar
Kaderimde Hep Güzeli Aradım
Öyle Dudak Büküp Hor Gözle Bakma
Bir Peri Masalı Kulaklarına
Bir Göz Aşinalığı Var Aramızda
Gün Be Gün Yaşanan O Hatırayı Unutup Bir Yana Atmak Olmaz Ki
Yağmur Duası

Toplumumuzun bir bölümü O’nu sadece besteci olarak tanıyordu. Çocukluk yıllarının külhanbeylerini bile tek tek sayabilen güçlü hafızasıyla geçmişte yaptığımız yolculuk içerisinde görüldü ki, O, yazılı ve görsel basının gerçek bir emekçisi, dergici, kitap yazarı, zengin bir arşiv sahibi, telif haklarının öncüsü, musikide triyole yeniliğinin sahibi (herhangi bir değerdeki notanın üç parçaya bölünmesi), Türkçeciliğin benimseyicisiydi. Hem de “Ben bu yorgunluğu severek üstlendim” diyecek kadar alçakgönüllüydü. O’nun adına, sokak ismi verildi. O’nun adına Eğitim ve Sanat merkezleri açıldı. Fahri doktorluğa layık görüldü. Fahri hemşehri oldu. Korolar yönetti. Kütüphaneler kurdu. Konservatuar açılmasında öncülük yaptı.
Bu ön yazımızda, O’nun için, “on parmağında on hüner var” diyecektik. Ama parmakların yetmediğini görünce bu niyetimizden vazgeçip sorularımıza başladık:
Erol ÖZDEMİR: Üstadım, sizi sizden dinleyebilir miyiz?
Dedem, zorunlu göç nedeniyle Bulgaristan’ın Varna kentinden Türkiye’ye gelmiş ve Edirne’ye yerleşmiştir. Babam henüz 6 yaşında imiş. Daha sonra Biga’nın Kozçeşme nahiyesine göç etmişler. Babam ilk evliliğini 17 yaşında yapmış ve askere gitmiş. 9 yıl ayağından postal çıkmamış. Bu evliliğinden olan ağabeyimi tam 10 yaşında iken görebilmiştir.
Babam, Biga’da Ata’mız tarafından istiklal madalyası takılan iki kişiden biridir. Sonra annemle ikinci evliliğini yapmıştır. Annem, Biga’nın Fil köyünden Uzun İbrahim’in kızıdır.
Babam, ileri fikirli bir insandı. Bizim daha iyi okumamız için İstanbul’a yerleşmeyi uygun görmüş. 1926 yılında Şişli’deki Fikri Tevfik Şoför Okulunda eğitmen olarak çalışmaya başlamıştır.
Ben 1928 yılının 23 Nisan’ında doğmuşum. 1931 yılında ise kızkardeşim Berhayat Anıl doğmuş. Berhayat, konservatuar mezunu ve iki yıl önce, Radyodan emekli oldu.
Benim doğum tarihimle ilgili Ümit Yaşar Oğuzcan’ın esprili bir yazısı vardır. Çalıştığı Akbaba dergisinde, “Tanıştığımıza Memnun Oldum” diye bir köşesi vardı. Şöyle bir cümle kullanmıştı:
“Avni Anıl’ın boyunun kısalığını 23 Nisan çocuk bayramında doğumuna verirler. Oysa bu yanlıştır. Sonraki yıllarda tanışacağımız için, ben mahcup olmayayım diye kısa kalmıştır.”
Kalıcılık şansını yakalamış bu şairimiz benden kısaydı. “Biraz Kül, Biraz Duman” ve “Ağla Gitar” şiirleri ona aittir. O, en fazla şiirini bestelediğim şairdir.
Eşim Mine ile 45 yıllık evliliğimden iki kızım vardır. Ayrıca keman virtüözü olan Ezgi Anıl adında 28 yaşında bir oğlum vardır.
EÖ: Çocukluğunuzla ilgili aklınıza ilk gelenler nelerdir desek...?
Çocukluğum, Üsküdar’da geçti. İlkokul beşinci sınıfta iken siyah önlüklerimizdeki beyaz yakalarımızı çıkardık ve Ata’mızın naaşının önünden geçtik. Feribotla Dolmabahçe’ye geldik. Okul müdürümüz Osman Gürsel ve öğretmenimiz Hürriyet Hanım bizimleydi. Babamın ağladığını ilk kez orada gördüm. Ata’mız bize Tanrımızın armağanıydı. O’na sadece biz değil, bütün Türkiye ağlıyordu.
Büyüdüğüm sokakta top oynardık. Çiftekayalar’da denize girerdik. Şekip Ayhan Özışık’a orada yüzmeyi öğrettim. O yıllarla ilgili olarak trampet sopalarıyla oynadığımı da unutamam. Bütün bunlar beni çok heyecanlandıran, pek duygulandıran anılardır. O yıllar, gramofonlu yıllardı.
Paşakapısı ortaokulunu 1942 yılında bitirdim. Haydarpaşa lisesine kaydımı yaptırdım. Ara vermek zorunda kaldığım lise eğitimimi, 1966 yılında açılan olgunluk sınavı sonucunda tamamladım.
Bir yandan da çalışıyordum. Babam beni, Üsküdar’daki Foto Ulus’ta işe koydu. Ortaokulda kalfa, lisede ise usta olmuştum.
EÖ: Müzikle ilk tanışmanız nasıl oldu?
Çocukluk yıllarımda Üsküdar halkevine devam ettim. Ord. Prof. Reşat Kaynar, Üsküdar halkevinin başkanıydı. Müzik ve tiyatro koluna girdim. Müziğin ilk öğelerini Üsküdar halkevinde öğrendim.
1943-1946 yılları arasında Cumartesi Pazar günleri ortaokul müzik öğretmenim Kemal Beyle Çamlıca Kısıklı’daki aile çay bahçesinde program yaptık. Öğretmenim akordeon, Hacettepe Üniversitesinden yeni emekli olan Orhan Andaç ise piyano çalardı. Ben baterideydim. Ritm saz çalardım.
Askerliğe İstanbul’da 1949 yılında başladım. Bölük yazıcısı olarak görev yaptım.
Aynı zamanda musiki çalışmalarıma devam ediyordum. Bir aile dostumuz beni Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde Emin Ongan’a götürdü. Orada 7 yıl süreyle Türk müziğinin ne olduğunu öğrendim. Beste, şarkı formu, gün şarkılarını meşk yoluyla öğrendim.
İlk beste denemelerimi burada iken yaptım. Ama ortaya çıkarmada çekingen davranıyordum. Arif Sami Toker, bu notalarımı alarak Emin Ongan’a götürdü. Hocamız memnuniyetini dudaklarını büzerek gösterirdi. Beğenmezse de kafasını çevirir, “sen oku” derdi. Notaları inceledikten sonra “Aman Avni, bunlar ne güzel şeyler” dedi. Çalışmalar sırasında çoğu kez beni ve Arif Sami’yi örnek gösterir ve “Susun! Avni’yi dinleyin”, “Susun! Arif’i dinleyin” derdi.
EÖ: Polisliğe nasıl adım attınız?
1952 yılıydı. Babam, kara sarılığa yakalanmıştı. Cumhuriyet gazetesinden, polis enstitüsüne öğrenci alınacağı yönünde bir ilan gördüm. Bu, maaşlı bir öğrencilikti. Hem de yüksek bölümü vardı. Eve ekonomik katkıda bulunmak istiyordum. Sirkeci Bahçekapı’da Sansaryan Handaki Emniyet Müdürlüğüne gittim.
Polisliğe müracaat etmemde, annemin de teşviki oldu. Sağlık karnesi ve emekliliği olduğu için annem çok istiyordu. Babam, müziğe başladığımı öne sürerek gitmemi istemiyordu. İki arada bir derede kalmıştım. Annem ve babam aydın insanlardı. Öylesine çalgıcı, şarkıcı denilip geçilmiyordu. Evimizde Münir Nurettin’in bütün plakları bulunuyordu. Sonraki yıllarda kızkardeşimi konservatuara bizzat annem yazdırdı.
EÖ: Polisliğe kabul edilişinizin öyküsünü sizden dinleyebilir miyiz?
Sansaryan Han önünde çoğu 1.80’den uzun gençler vardı. Kendi boyumun kısalığı aklıma geldi ve bir an için “girmeyeyim mi” diye geçirdim içimden. Anacığım aklıma geldi ve sınava girmeye karar verdim.
280 adaydan 38’inin polisliğe alınacağı bildirildi. Sonradan hocalarımız olan Kemal Aygün, Kemal Kestelli ve Turgut Göle (Sonradan Kars Senatörü oldu) sınav komisyonunda idiler. İçeri girdiğimde üyelerden biri “Otur küçük” dedi. İkinci Cihan Harbiyle ilgili sorular sordular. Genel kültür sorularında başarılıydım. O yıllarda Cumhuriyet, Tan ve Akşam gazeteleri çıkıyordu. Vatan, Sabah, Hürriyet, Milliyet, Tercüman gazeteleri çok sonra çıktı. Babam her gün Cumhuriyet alırdı.
Herkes iki dakikada çıkarken ben 10-15 dakika içerde kaldım. İlk girişte “küçük” diyen üye, bu defa “üzmeyin küçüğü” dedi ve çıktım. İçeride uzun kalınca arkadaşlar “ne oldu” diye merakla etrafımı sardılar. Bir an için, acaba kazanamayacak mıyım diye düşündüm. Babam kazanacağıma inanmıyordu. Anacığım ise, “olacak, olacak” diyordu. İçine doğmuştu herhalde. Liste açıklandığında benim adım birinci sıradaydı.
EÖ: İlk görevinizden söz eder misiniz?
1952 yılının yazında 38’imizi birden İzmir’e gönderdiler. O yıl ki Uluslararası İzmir Fuarında görev aldık. Hiç eğitimimiz yoktu. İstanbullu oluşumuz belki de bunda rol oynamıştır. Harcırahımızı ve maaşımızı verdiler.
Fuar alanında, Komiser Ali Bey’in emrinde birçok olaya müdahale ettik. Kapkaççıları, üçkâğıtçıları, kadın ve kızlara söz atan tacizcileri yakaladık.
EÖ: Sonra yeniden İstanbul, ardından Polis Enstitüsü...
Bir ay sonra İstanbul’a döndük. Sansaryan Handaki Emniyet Müdürlüğü görevlileri, Enstitü için Ankara’ya gideceğimiz tarihi bize bildireceklerini söylediler. Sonunda duyuru geldi ve Ankara’ya hareket ettim. Polis Enstitüsünün müdürü, Türk şiirinin ustası Şinasi Özdenoğlu idi. 8 ay süreli okul dönemimiz başladı. Okul numaram 683 idi. Mezun olduğumda İstanbul’a dönmüştüm. 1953 yazıydı. Bize nereye atanacağımız bildirilecekti.
EÖ: Ve Adana Emniyet Müdürlüğü...
Polis Enstitüsündeki bir yıllık eğitimden sonra gelen sarı zarfa göre görev yerim, Adana Emniyet Müdürlüğü kadrosuydu. Polis sicil numaram ise 6727 oldu. İstanbul’dan Adana’ya trenle 2.5 günde gittim. Adana garında bir faytona bindim. Faytoncu “Nereye küçük” diye sordu. “Emniyet Müdürlüğüne” dedim. Müdürlük binasında karşılaştığım birisi “Kimi arıyorsun küçük” diye sordu. Bu, sonradan birlikte çalıştığım Bekçi İmam Efendi idi. Beni emniyet müdür muavinlerinden birine götürdü. Görev yerim Pamukpazarı karakolu olarak belirlendi. Görev şeklimiz 8 saat çalışıp 8 saat dinlenme biçimindeydi.
Adana’da o günlerde günlük 80-90 kadar vaka oluyordu. Ama Başkomiser Mehmet onların hepsiyle başedebiliyordu. Karakolda dört yataklı bir odada yatıyordum. Hüzzam makamındaki “Ağla Çeşmem, Eski Lezzet Kalmamış” adlı beste çalışmamı polisken yaptım. Gerçi daha önce birkaç beste yapmıştım. Hatta biri Sevim Tanürek tarafından radyoda okunmuştu. Bu nedenle meslektaşlarım arasında itibarım çoktu. Her gece yatakhanede bana şarkı okuturlardı.
EÖ: Polislikte ilginç anılarınız oldu mu?
Birçok anım var. Pamukpazarı karakolundan sonra Yarbaşı karakoluna atandım. Burası ağaların bulunduğu yerdi. Bütün barlar burada idi. Çok olay oluyordu. Külhanbeyi geçinen birçok kişinin bulunduğu mıntıkaydı. Ama ben bir çok külhanbeyini ikna yöntemiyle yola getirdim. Bunlardan biri “Bomba Muzaffer” idi. Üç gündür ifade vermeye gelmeyen Bomba Muzaffer, hayat kadınlarının bulunduğu sokakta, “Cumali’nin Kahvesi’ne takılıyordu. Cumali ve Kara Katır da mıntıkanın belalılarındandı. Kara Katır, “Karikatür” diye anılmaktaydı. Sonradan dört meslektaşımızı şehit ettiği ve çıkan çatışmada öldüğü söylenmişti. Büyükçe bir Kırıkkale tabancam vardı ve ben onu koltukaltında askılı taşıyordum. Ağır geliyor ve yan yürüyordum. Cumali’nin kahvesine gittim. Bir çay istedim. Garson, çayı getirirken bana doğru yaklaşanın Cumali olduğunu anlamıştım. Ustura kafalıydı. Selamlaştık. Ona Bomba Muzaffer’i sordum. “Karakolda kötü davranılacağını sanıyor. Onun için gitmiyor” dedi. Bu arada yüzü jiletle paramparça olan Bomba Muzaffer’i tanıdım. Biraz ileride gelişmeleri izliyordu. Yanıma çağırdım.
“Nerelisin”, dedim.
“Buralıyım”, dedi.
“Ben de Üsküdarlıyım”, dedim.
“Üsküdar’ın Arap Yaşar’ını da, Kıvırcık Muzaffer’ini de, Belalı Halit’ini de tanırım”, dedim.
“Bir merhaba yok mu” diyerek de kararlılığımı göstermek istedim.
“Bir kadın şikâyet etmiş, bir ifaden var”, dedim.
İkna oldu. Benimle bir faytona bindi. Herkes şaşkındı. Bir hır çıkacağı sanılıyordu. Az sonra karakola ulaştığımızda orada da bir şaşkınlık oluşmuştu. O zaman ikna yönteminin, zor kullanmadan daha etkili olduğunu bir daha anlamış oluyordum.
EÖ: Polislikten ayrılışınız nasıl oldu?
Maaşım 141 liraydı. 50 lirasını anacığıma gönderiyordum. Polisliği çok seviyordum. Ancak o yıllarda yeni bir gelişme oldu. Nevzat Atlığ, beni İstanbul Radyosuna çağırıyordu. TRT Kurumu henüz yoktu. Ankara, İstanbul, İzmir Radyoları vardı. İstanbul Radyosunun müdürü Mesut Cemil’di ve Nevzat Atlığ’da onun muaviniydi. Üsküdar musiki cemiyetindeki arkadaşlarım Arif Sami Toker, ney üstadı Niyazi Sayın, kemençe üstadı Cüneyd Orhon (1943 yılında polis enstitüsünü bitiren ve emniyet amiri olarak emekli olan İbrahim Hilmi Orhon’un oğludur) radyoya girmişler, benim için de “ne işi var onun emniyette” diye radyo yetkililerine söylemişler. Bunu duyan Enstitü hocamız Kemal Kestelli tepki göstermiş, benim ertesi yıl Polis Enstitüsünün yüksek bölümüne gidebileceğimi söylemiş. O zaman Enstitüde iki yıl daha okunup komiser, müdür olunuyordu. Öte yandan Haşim Aytural beni arayarak Kriminoloji eğitimi için Almanya’ya gideceğimi bildirdi. Ama bunlardan hiç biri olmadı. Gönlümü emniyette bırakıp musikiye gittim. İki yıllık polislik serüvenim sona erdi. 1954 yılında kadrom, Başbakanlık Basın Yayın Umum Müdürlüğüne aktarıldı. Ağustos ayında İstanbul Radyosunda, Fenerbahçe’de uzun yıllar sağ açık oynayan Motor Niyazi’nin yanında redaktör olarak göreve başladım. Radyodaki maaşım 300 liraydı.
EÖ: Sizin adınızı Radyo ile birlikte basın ve yayın alanında da çok duyduk...
1955 yılında, dönemin Akşam gazetesinden Hıfzı Topuz aradı. Bir süre bu gazetede “Türk Musikisi ve Radyolarımız” diye yazılarım çıktı. Dörtte bir sayfa bana ayrılıyordu. Münir Nurettin, Sadettin Kaynak gibi ünlü müzisyenlerle röportaj yaptım. Ayrıca “Sorun Cevaplayalım” köşesi düzenledim. Melih Cevdet Anday, Şevket Rado gibi usta gazetecilerle çalıştım.
Daha sonra Bedii Faik’in Dünya gazetesinde 7 yıl çalıştım. Her Cuma yazılarım yayımlandı.
1967 yılında tek tip nota yayınlamaya başladım. Popüler notaları piyasaya yayıyordum. İki sayfalık bu notalar bir liraydı.
1969 yılında “Musiki ve Nota” adlı bir dergi çıkardım. 36 sayı ve üç cilt olarak yayımlandı.
1972 yılında Ferit Sıdal beni İzmir’e çağırdı. İzmir Radyosunun musiki yönünden geri düzeyde kaldığını ve atak yapma gerektiğini söyledi. Kızlarım ilkokul ikinci ve üçüncü sınıftaydılar. Kabul ettim ve TRT İzmir Radyosu müzik yayınları şefi olarak 10 yıl İzmir’de çalıştım. Hocalık, bestecilik yaptım. Bülent Özveren, o yıllarda prodüktör idi. Maaşım tazminatla birlikte 5200 liraydı. Bunun 1500 lirasını Hatay semtinde kiraladığım ev için ödüyordum.
Radyoculuk hayatımı, tam 25 yıl sonra bitirdim. 1982 yılının Mart ayıydı. Dönemin TRT Genel Müdürü Macit Akman, emekli olmamam için çok ısrar etti. Bu konuda kararlıydım. İzmir Radyosuna 4800 nota bırakarak emekli oldum. Ben ayrılırken İzmir Radyosunun artık zengin bir arşivi vardı.
EÖ: Emekli olduktan sonra da çok faal bir Avni Anıl görüyoruz...
Emekli olduktan sonra, 1983 yılında Alsancak’ta bir daire tutup “Avni Anıl Yayınevi’ni kurdum. Önceki yıllarda yayımlanan “Musiki ve Nota” dergisini bu defa “Yeni Dizi Sayı 1” diyerek yeniden çıkarmaya başladım. Şimdi müzayedede satılan bir dergi olarak duyuyorum ve bundan da büyük bir haz alıyorum.
Ayrıca “Anılar ve Belgelerle Musikimiz” adında bir kitap hazırladım. Besteler ve bestecilerle ilgili musiki adına birçok konuyu içeren bu kitap, şimdi kütüphanelerde bulunabilmektedir.
Yine “Bestecilerimizden Ezgiler” adlı nota fasikülleri, üniversite ve dernek koroları kurma çalışmaları devam etti.
Emeklilik bu şekilde devam ederken 1990 yılında Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü Mehmet Özel aradı. 5 ilde kurulacak Devlet Türk Sanat Musikisi topluluklarının sınavlarını yapmak için Uzman Sanatçı kadrosu ile yeniden memur olmamı istedi. Kabul ettim ve 1993 yılına kadar Elazığ, Diyarbakır, Samsun, Konya ve Bursa’da koroların kurulması çalışmalarında bulundum.
Televizyonda birçok belgesel çalışma yaptım. “Musikimizden Portreler” bunlardan biriydi. Erşan Başbuğ’la tam 111 belgesel’in çekimini gerçekleştirdik. Erol Sayan, Selahattin İçli ve daha birçok sanatçının yaşamını gelecek kuşaklara taşıdık.
42 ay süre ile “Sazdan Söze” programının müziğini yaptım.
15 yıldır Ankara, İstanbul, İzmir radyolarında “Dizelerden Ezgi Bahçesine” adlı canlı yayın programını halen devam ettirmekteyim.
150’ye yakın bestem vardır. Şimdi ise senede bir ya da iki beste yapabiliyorum.
EÖ: Bize, sizi musiki ile tanıştıran halkevlerinden söz eder misiniz?
Müzik ve tiyatro koluna halkevinde girdim. Halkevlerinin sanata katkısı çok olmuştur.
Ben musiki adına her şeyi orada öğrendim. Maddi durum itibarıyla kitap alma şansımız yoktu. Ansiklopedileri, kitapları, dergileri hep orada okudum. Meşhur tiyatro sanatçılarını ve oyunlarını orada izledim. Halk partisinin yeri diye bilindi. En büyük üzüntüm halkevlerinin kapatılmasıydı. Yeri doldurulamaz. Münir Özkul gibi dehalar oradan yetişmiştir.
EÖ: Bestenin zamanı ve mekânı var mıdır? Avni Anıl nasıl besteci olmuştur? Beste yapacaklara neler tavsiye edersiniz?
Beste yapmanın zamanı ve yeri yoktur. Her ortamda yapılabilir. Kimi insan saz çalmayı, kimi de şarkı söylemeyi yeğler. Ben bir saz çalabilmeyi çok istiyordum. Bir keresinde kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon, “Avni, senin çıkardığın sesi ben 6 ayda çıkaramadım” demişti. Saz çalabilmek için günde en az 8 saat çalışma yapmak gerekiyordu. Aile bütçesine katkı yapmam gerektiği için, bu kadar zamanı saz çalabilmek için ayıramıyordum. Beste yapmak daha çok ilgimi çekiyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilginç bir sözü vardır: “En güzel enstrüman, insan sesidir.” Bu söz beni etkilemiştir.
Beste, sözle müziğin uyumudur. Beste, duygulardan yola çıkılarak yapılabilir. İki yüz yıl geriye giderek eski bestecileri inceledim. Bu konuda fazlaca bilimsel veri yoktu. Gördüm ki, 1930’lardan sonra besteler notaya alınmaya başlanmış. Öncüsü ise Rauf Yekta beydir. Daha sonra Refik Fersan bu konuda çalışmış. O ana kadar ustadan çırağa, hocadan talebeye meşk vardı.
Beste yapılırken sözle uyum şarttır. “Ayrılık” derken, dinleyiciye ayrılığı yaşatacaksınız. “Ümitlerin Ötesinde” derken, “öte’ye gideceksiniz. Ayrıca bu sözlerde bir hüzün vardır ve bu nedenle fıkır fıkır bir beste yapamazsınız. Olsa olsa bir hüzzam olabilir.
Beste yapanlar kendilerini katiyen zorlamayacaklar. Hem sözü yazacağım, hem de besteyi yapacağım diye zorlamak olmaz. Mustafa Nafiz Irmak, “İki defa duymak zordur” diye güzel bir laf etmiştir.
EÖ: Şiir hakkındaki düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Besteleyeceğiniz şiirleri seçerken nelere dikkat ediyorsunuz?
Ümit Yaşar'ın şiirle ilgili ilginç bir sözü vardır:
“Şiirin en büyük zorluğu, kolay zannedildiğidir.”
Bu gerçeği bilirim. Şair değilim. Ancak Atilla İlhan’ın, Ümit Yaşar’ın şiirlerinden musikiye yarar sözcükleri değiştirdiğim olmuştur. Şiir ve beste zorlanarak olmaz.
Şiirlerim de vardır benim.
“Nerdesin, özledim seni” diye girerim.
“Ben de seni özledim” diye devam ederim.
Ama bu kadar kolay değildir bu iş. Bu nedenle Ümit Yaşar’a katılmamak elde değildir.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nde Daire Başkanlığı görevinden emekli olan Nursel Gündüz’ün babası Halil Soyuer de ünlü bir şairimizdir. O’nu, kısa bir süre önce kaybettik. Yine ünlü şairimiz Cemal Safi’nin benim hakkımda yazdığı bir dörtlük vardır. Safi, Halil Soyuer’in benimle ilgili yazdığı bir destana karşılık olarak kaleme almıştır bu dörtlüğü:

Avni Anıl gibi bir dev, bir ulu usta
Sana düşmez onu tarif, sus bu hususta
Sus, damda değilken dem vurma deryadan Safi
Bir Soyuer anlatsın onu, hele sen susta.

Emniyet teşkilatı mensuplarından yani meslektaşlarımdan şairlerin oluşu da beni fazlasıyla memnun etmektedir. Özdemir Kiper, Uğur Gür, Şükrü Yetimoğlu, Tekin Akın ve Mehmet Tekin ilk aklıma gelen gönül adamlarıdır.
Bestesini yapacağım şiirlere karşı çok titiz olduğum söylenir. İsmail Baha, “Evvela şiiriyeti olanları seçmesini bilir Avni Anıl” der.
Ben şiiri seçmiyorum. Şiir beni buluyor. Besteci odur ki, şiirdeki sözcüklere ezgi aramaz. Ezgi, o sözcüklerle kavgaya kendi başlar. Soru varsa, ezgilerde duyarsınız. Özlem varsa, ezgilerde bulursunuz. Beste anlatılmaz, yapılır.
Zaten beste; şiirdeki sözle müziğin uyumudur. Ben şarkıyı sözcük sözcük ezgilerim. Şiirdeki sözcükler ne anlatıyorsa, ben ezgilerimde onu anlatırım. Şiir sanatında, resim sanatında, beste sanatında “bilimsel verileri biliyorum, beste de yaparım” demekle olmaz. O nosyon yoksa, yüce Allah o vasıflılığı vermemişse ne şiir yazabilirsiniz, ne de beste. Olsa olsa tapuya dilekçe olur o.
Ressam olmak için renkleri bilmek gerekmez, renk olmak gerekir. Besteci için de, önce duygudan yola çıkacaksınız. Ama “hürriyetimi istediğim gibi kullanırım” diye komik de olamazsınız. Onun bir hesabı kitabı vardır. Onun en başında gelen de uyumdur. Beste de, sözle müziğin uyumudur zaten.
EÖ: Bize biraz da ödüllerinizi anlatır mısınız?
Hiç oralara girmeyelim. Şimdi sonunu getiremeyiz. Ama şu kadarını söyleyebilirim:
Doğduğum ve büyüdüğüm Üsküdar Selimiye Eczane sokağına “Avni Anıl Sokağı” adı verildi.
Edirne’de “Avni Anıl Repertuar Salonu” açıldı.
Samsun’da, Emniyet Müdürü Tekin Akın tarafından “Avni Anıl Eğitim ve Sanat Merkezi” açıldı.
Anacığımın ve dedemin köyüne okul kütüphaneleri açtım. Çok sayıda kitap temin ettim.
21 il ve ilçenin fahri hemşehrisiyim.
Konya Selçuk Üniversitesinin fahri doktoruyum.
Çorum’da konservatuar kuruyoruz.
Gazete yazarlığı yaptım.
“Musiki ve Nota” adında dergi çıkardım.
“Anılar ve Belgelerle Musikimiz” adında kitabım yayımlandı.
Beste içerisindeki triyoleleri ben başlattım.
Telif haklarının getirilmesi yönündeki mücadeleye öncülük ettim.
Şimdi ise “Çilename” adında bir kitap hazırlığı içerisindeyim. Biliyorsunuz, gazete uzun ömürlü değildir. Dergi biraz daha uzun saklanabilir. Ama kitap hep kalıcıdır. Ben de 60 yıldır yazdıklarımı, anılarımı, notalarımı kronolojik sırayla Çilename’de topluyorum. Hani lale ile ilgili ne varsa Lalename’de yer alıyorsa, bana ait ne varsa hepsi Çilename’de yer alacaktır. Dörtten, beşten önce uyumadığım için çalıştığım kütüphaneme “çilehane” denilmektedir. İşte bu “Çilehane’de yaşananlar, “Çilename’de yer alacaktır.
EÖ: Bir hayli yorulmuşsunuzdur...
Onu da belirtmeliyim ki, ben bu yorgunluğu severek üstlendim.
Çok geç saatlere kadar çalışırım. Geçirdiğim günün muhasebesini yaparım. Üzerinde çalıştığım ezgiyi mırıldanırım. Ama siz, siz olun uykuda bana uymayın. Uykusuz kalırsınız. Yemek yemede de bana uymayın. Aç kalırsınız. Bir de, para harcamada bana uymayın. Batarsınız.
EÖ: Bestelerinizi hangi sanatçılarımız iyi yorumluyorlar? İyi yorumlayamayanlar da var mı?
Aklıma ilk gelenler olarak; Dilek Şafak, Melihat Gülses, Elif Güreşçi, Vedat Kaptan Yurdakul, Seher Dilmaç, Çiğdem Kırömeroğlu gibi genç sanatçılarımız iyi okuyorlar. Ahmet Özhan, üslubu pırıl pırıl kalanlardan biridir.
Bülent Ersoy, Bülent Erkoç olduğu dönemlerde iyiydi. Ama şimdi kötü söylüyor. “Severim” derken ‘r’yi gırtlakta yutuyor. Çok iyi diye sevindiğimiz Muazzez Abacı, bülbüle “Bulbul” demeye başladı. Adnan Şenses bağırarak söylüyor.
EÖ: Son zamanlarda televizyonlarımızda sıkça boy gösteren popstar yarışmaları için düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Pop Star yarışmaları, bir sosyal çöküntünün ifadesidir. Adam, “ben öğretmenim” diyor ve kafasının üstünde dönüyor. Böyle sanat olmaz.
EÖ: Türkiye Emekli Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği aralıksız 30 aydır Çağın Polisi adlı bir dergi çıkarmaktadır. Dergimiz aracılığıyla polisimizle neleri paylaşmak isterdiniz?
Dergiyi şimdi gördüm. Mükemmel bir dergi. 30 aydır, hiç ara vermeden bu dergiyi çıkardıkları için, emekli emniyet müdürlerimizi kutlarım. Bu dergiye ben de abone olmak istiyorum. İzmir şubeniz beni abone ederse mutlu olurum.
Ayrıca poliste eğitimin iki yıla çıkması oldukça isabetli olmuştur. Okuyan polis, sorunlarını daha kolay çözer.
EÖ: Emniyet Genel Müdürlüğü Türk Sanat Musikisi koromuzu nasıl buldunuz? Emniyet teşkilatında, bu türdeki bir faaliyeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Polislik hizmetleri, idari görevlerdendir. Bu hizmetler; kültür ve ayrılmazlarıyla götürülürse iyidir. Emniyet Genel Müdürlüğümüz de böyle bir kültür hizmeti içine girerek çok güzel bir koro yaratmışlar. Müdürüyle memuruyla pırıl pırıldılar. Çalışmalarını izledim. Adıma düzenlenen “Avni Anıl Özel Konseri” için çok iyi hazırlanmışlar. Polis üniformalı fotoğrafım önünde beni çok güçlendirdiler. Her şey gayet güzeldi. TRT’nin çok değerli keman sanatçısı Murat Kadir Gök çalıştırıyor. Eşi Belgin de onlara güç veriyor. Hepsini kutluyorum.
EÖ: Çağın Polisi Dergisi okurları için son söz olarak neler söylemek istersiniz?
Gerçi hiç kopmadım. Ama yarım asır sonra yeniden meslektaşlarımla beraber olmak beni çok duygulandırdı, çok heyecanlandırdı.
Bütün meslektaşlarıma gönlümce sevgimi, gönlümce saygımı sunarım.
EÖ: Biz de Çağın Polisi Dergisi olarak, bize bu imkânı verdiğiniz için şükranlarımızı sunuyor ve sağlıklı ömürler diliyoruz.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder