11 Haziran 2011 Cumartesi

GİZLİ BUZLANMANIN SAKINCALARI

Seksenli yılların ilk yarısıydı. Rütbem başkomiserdi. Bitlis bölge trafik denetleme şube müdürlüğü görevini vekaleten yürütüyordum. Zaten yeni kurulan bir birimdi. Benim de ilk trafik görevimdi.
O yıl kış çok sert geçiyordu. Kar nedeniyle yolun trafiğe kapanmaması için karayolları teşkilatı ile çok sıkı bir çalışma içerisindeydik. Kendisi de trafik hizmetlerinden gelen emniyet müdürümüz Mustafa Üstün, çalışmalarımızı titizlikle takip ediyordu.
Rotatif diye anılan kar püskürtücülerini ilk kez orada görmüştüm. Çoğu kere operatörün yanındaki yağcıyı kendi arabama gönderir, onun yerine geçerek, çalışmaları yakından izlerdim. Kar püskürtücüler, greyderlerin yeterli gelmediği bölgelerde devreye girerdi. Bir defada zemine inemediği durumlar olur, bu defa aynı yeri ikinci kere püskürtmek zorunda kalırdı. Onun çalıştığı yer, sanki bir tüneli çağrıştırır gibiydi.
Karayollarının bakımevi, en çok kar alan bölgedeydi. Şube müdürlüğü binamıza on kilometre uzaktaydı. Çoğu kere ekibimiz onlara uğrar, yolun ve havanın durumuna göre birlikte göreve çıkarlardı. Onların da bölge trafik merkezine uğradıkları olurdu.
Karayolları şubesi Tatvan ilçesindeydi. Bizler mesajımızı Tatvan’daki bölge trafik istasyonumuz aracılığıyla şubeye bildirir, onlarda kendi telsizleriyle bakımevine iletirlerdi.
Şube yetkilisi, iyi diyalog içerisinde bulunduğum biriydi. Ara sıra toplantılarda görüyordum.
Görev alanımızda, kar fırtınasının yoğun olduğu anlarda yolda kalan araçlar, yolun kapanmasına neden olur, saatlerce trafiği açamadığımız olurdu. Özellikle TIR dediğimiz çekiciler sıkça kayar, yolu bütünüyle kapatır ve geçişlere engel olurdu. Zemini kardan temizlemekle görevli iş makineleri, çoğu kere araç çekmekle zamanlarını harcamak zorunda kalırdı.
Yolun kapalı olduğu saatlerde biz bölge trafikçiler çok tedirgin olurduk. Sanki yolun kapanmasının suçlusu gibi görürdük kendimizi. Çoğu memurumuz araba itmekten sırt ağrıları çekmek zorunda kalmışlardır.
Oysa yolu trafiğe açmak, karayolları teşkilatının göreviydi. Biz ise açık olan yolda trafik akışını sağlamakla görevliydik. Ama ne varsa, emniyet teşkilatı olarak sahiplenme duygumuz ağır basıyor ve ilgisiz kalamıyorduk. Yolun kapalı olmasını “ar meselesi” gibi görüyorduk.
Yolda kalanların ilk sıkıntılarını biz görüyorduk. Kazaya uğrayanların mağduriyetleri, yoldan çıkanların tekrar yola girmeleri için didinmeleri, uzun yolculuk sonucu acizleşen yolcuların sorunları, açlık ve soğuktan etkilenen çocukların çaresizlikleri, kazazedelerin haykırışları bizleri de duygusal olarak etkiliyor ve görevimizin ötesinde, yol açma çalışmalarından kendimizi alamıyorduk.
Üstelik yolun uzun süre kapalı kalması, daha sonra açıldığında uzun kuyrukların oluşmasını gerektirecekti. Konvoy şeklindeki bu trafik akışını sağlamak az sonra yine biz polislerin işini zorlaştıracaktı. Bunun için yolun kapanmasını hiç istemezdik.
Bir defasında tankerle kamyon çarpışmış, tanker sürücüsü, şoför mahallinde sıkışmıştı. Çok acı çekiyor olmalıydı ki, çığlığı ortalığı inletiyordu. Olay yerine ilk gidenler olarak bu çığlıkları ilk biz duyuyor, acılara ortak oluyorduk. Aradan zaman geçse de olayın izi hemen silinmiyordu. Bizim gibi herkes kurtarmak için uğraşıyordu. Ama yapılabilecek şeyler sınırlıydı. O yıllarda kaza kurtarma araçlarımız yoktu. Birbirine geçmiş demirleri insan gücüyle ayırmak mümkün değildi.
Belki oksijen kaynağı ile demirler kesilebilirdi. Ama tankerdeki yakıtın tutuşması daha büyük felakete neden olacak endişesi vardı.
Yaralı şahıs, insanların gayretini görüyor ve fakat bir şey yapamadıklarını anlayınca daha karamsar oluyordu. Bizleri üniformalı görünce “at bir kurşun polis bey, bana bu acıyı daha fazla çektirmeyin” diye feryat ediyordu.
İşte bu feryat, günlerce hafızalarımızdan silinmiyordu. Acı bir fren sesi veya çarpmayı andıran bir gürültü duyduğumuzda, o çığlıkları yeniden duyar gibi oluyorduk. Yattığımızda bile gözlerimizin önünden gitmiyordu.
O kaza ile ilgili unutamadığım hususlardan biri, o dönemde emniyet müdür yardımcısı olan İsmail Ertemli’nin, bütün imkânsızlıklara rağmen, sürücünün kurtarılmasında oynadığı roldü.
Ama ne var ki, kurtuldu diye sevindiğimiz tanker şoförü, ikinci gün hastanede hayatını kaybetmişti. İç kanama geçirdiği mi tespit edilememiş, yoksa tespit edilmiş de tedavi mi edilememişti?
Bilmiyoruz.
Bildiğimiz tek şey, acıya ilk ortak olanlardan birileri olduğumuz idi.
Yine buna benzer bir olayı Bitlis-Diyarbakır karayolu üzerinde yaşamıştım. Bu yol, iki derin dağ yamacının eteğinde ve Bitlis çayı boyunca uzanıyordu. Buzlu zeminde kayan bir kamyon şoförü, direksiyon hâkimiyetini kaybetmiş ve kayalara çarpmıştı. Aslında hava açık ve yol zemini kurudur. Ancak dağ yamaçlarının güneşi engellediği bazı bölümlerde zemindeki buzlar çözülmüş değildir. Yolun düz ve kuru olduğu yerde aracının hızını artıran sürücü, viraja geldiğinde hızını azaltmak için frene basma gereği duymakta, ama bu bölümdeki zeminin buzlu olduğunu bilememektedir.
Bunun sonucu olarak kayalara çarpan bir kamyon şoförü için kurtarma çalışmalarına bizzat katılmıştım. Sadece bacakları sıkışmıştı. Acısını, yüzünden okumak mümkündü. Aralıklı olarak inlemeleri insanın içini sızlatıyordu. Kurtarmak için akla uygun görülen şey bacaklarını sıkıştıran demiri çekmek olmuştu. İnsan gücü buna yeterli değildi. Yoldan geçmekte olan bir kamyon ya da otobüsü durdurup sıkışan demirin açılmasını sağlayacaktık.
Bulunduğumuz nokta viraj üzeriydi. Doğal olarak eğim de vardı. İlk gelen otobüsü durdurduk. Kaza yapan kamyonun sıkışık parçası bu otobüse bağlanarak çekilecekti. Ama ne var ki otobüs yerinde duramıyordu. Öne değil ama, eğim nedeniyle, çayın olduğu tarafa kayıyordu. O anda otobüs şoförünün yüz ifadesi, sıkışan kamyon şoföründen pek farklı değildi. Belli ki içini, otobüsünü, dereye kaymadan kurtarabilmenin hüznü kaplamıştı. Zira otobüs, yolcu doluydu. Kendisi yolda tutunamayan bu araç, başka bir aracın sıkışan parçalarını nasıl çekecekti?
Zaman çok önemliydi. Şoför sürekli kan kaybediyordu. Şoför mahallinin altından sızan kan, herkesin yüreğini sızlatıyordu.
Herkes ayrı bir şey söylüyordu. İnsanlar panik içindeydiler. Ortak amaç, yaralının bir an önce kurtulmasını sağlamaktı. Ama sonuca gidici olumlu işler yapılamıyordu. İsmail Ertemli müdürümüzün yaptıklarını hatırladım. Öne çıkmak ve biraz daha yüksek sesle konuşmak gerekiyordu. Derhal bu role büründüm.
İlk iş olarak bize faydalı olamayacağını anladığımız otobüsü, insanların yardımıyla uzaklaştırdık. İlk gelen kamyonun tekerlerine zincir takılmasını sağladık. Yaralının sıkıştığı yere önceden bağlanan halatla çekme işine başladık. Ancak ne var ki, çektiğimiz kamyon da beraberinde geliyordu. Pek bir faydası olmadığını görünce, hemen ikinci bir kamyonu ters taraftan çekmesi için hazırladık.
Yaralıya müdahale edecek sağlık ekibi henüz gelmemişti. Biliyordum ki onun için her bir saniye, bir saat gibi geliyordu. Ona moral vermek ve acısını biraz da olsa unutturabilmek için ikna yeteneğine ve becerisine inandığım polis memuru Kemal’i görevlendirdim. Bu yaralı “at bir kurşun polis bey, bu acıyı çekmeyeyim” demiyordu. Ama oradaki insanların içini sızlatan sesi, etraftaki yamaçlarda yankılanıyordu.
İki taraftan çekme işi, olumlu sonuç vermişti. Kurtarılan yaralı, orada bulunan bir otomobille hastaneye gönderildi. Hepimizde, görevimizi yapmış olmanın getirdiği buruk bir mutluluk vardı.
Ama buzlu zemine müdahale etmeyen karayolları görevlileri, acaba nasıl bir duygu içindeydiler?
Bu dağların arasında telsiz haberleşmesi sağlıklı yapılamıyordu. Bölge trafik şube müdürlüğüne döndüğümde görevli ekibimizi on kilometre ilerimizdeki karayolları bakımevine gönderdim. Tuz kamyonunu söz konusu bölgeye gönderip buzlu yerlere müdahale etmesini sağlayacaktım.
Ekip görevlimiz telsizle anons ederek tuz kamyonunun arızalı olduğunu bildirdi. Bu bilgiyi oradaki tuz kamyonu sürücüsünden aldığını da ekledi. Arızanın ne olduğunu öğrenmelerini istedim. Çünkü Tatvan’daki üstlerine durumu iletip arızanın giderilmesini düşündüm. Fakat konunun takip edildiğini anlayan kamyon şoförünün, ekibimize bu defaki bahanesi ise lastiğin patlak olduğu yönündeydi.
Buraya kadar şoförün beyanlarını samimi görmediğim için görevli ekibimize kamyonun yanına gitmelerini ve bizzat görmelerini istedim. Gelen yanıt, lastiklerin sağlam olduğu yönündeydi.
Ekip personeline emir vererek kamyonla birlikte şoförü bölge trafik şube müdürlüğü binası önüne getirmelerini söyledim.
Az sonra gelen şoföre, biraz yüksek sesle, görev konusunda ihmalkâr davranmasının insanların yaralanmasına, hatta ölmesine kadar ağır sonuçlar doğurabileceğini, bu iş için bakımevinde görevli olduğunu söyledim. Aracın arızalı ve sonra da lastiğinin patlak olduğunu bahane etmenin görev anlayışıyla bağdaşmadığını hatırlattım. Ve bekletmeden ekip görevlileriyle birlikte kaza bölgesine gönderdim.
Ertesi gün emniyet müdürümüz aradı. Karayolları görevlisine hakaret etmiş olduğumu ve öğle sonrası valilik toplantı salonunda hazır bulunmam gerektiğini bildirdi. Kendisine ön bilgi verdim ve belirtilen saatte toplantı yerine gittim. Anlaşılan şoför, bu durumu üstlerine ileteceğimi düşünerek kendi şube müdürlerine bildirmiş, o da benim için valimize şikâyette bulunmuştu.
Salonda emniyet müdürümüz Mustafa Üstün, karayolları şube müdürü ve şehir içi trafik şube müdürlüğü görevini vekaleten yürüten komiser İsmail Sarkmaz vardı. Emniyet müdürümüz sıkkındı. Benim böyle bir olaya sebebiyet verişim onu üzmüştü.
Aslında ben karayolları şoförüne hakaret etmemiştim. Benim yaptığım bir tür göreve davetti. Ancak karayolları yetkilisi, valimize anlatırken benim, haddi aşan bir durum sergilediğimi ve hakaret ettiğimi söylemiş. Bunun üzerine valimiz Yılmaz Ergun hepimizi toplamayı uygun görmüş ve sorunu huzurda anlamak istemiştir. Şehir içi trafikten sorumlu arkadaşımızı çağırması da, tartışılacak konulara açıklık kazandırma gereğinden olabilirdi.
U düzenindeki masada yerimizi aldık. Karayolları şube müdürü, personelinin problemiyle en üst düzeyde ilgileniyor olmanın mutluluğuyla valimizin yakınında oturuyordu. Emniyet müdürümüz ise biraz daha mahcuptu. Ne de olsa kendi personeli suçlanıyordu.
Valimiz gerçek bir koordinatördü. Doğrudan söze girdi. Karayolları şube müdürünün kendisine aktardığı konuyu özetledi ve bir kere de benim anlatmam için ilk sözü bana verdi.
Hatırladığım kadarıyla şunları söyledim:
“Dün karayolları bakımevinde görevli tuz kamyonu şoförüyle aramızda bir diyalog geçtiği doğrudur. Ancak kendisine hakaret etmiş değilim. Sadece göreve davet ettim. Şoför arkadaşımız, görevli ekibimize kamyonun arızalı olduğunu, arızasının giderilmesi için yardım çağrılsın isteği üzerine bu defa lastiğinin patlak olduğunu bildirmiştir. Söylediklerinin tutarlı olmaması üzerine ekip görevlimize, lastiklerin kontrol edilmesini söyledim. Lastiklerin sağlam olduğu yönünde bilgi alınca da şoförü ve kamyonu bölge trafik şube müdürlüğü hizmet binası önüne getirmelerini istedim. Tuzlanacak bölge de zaten aynı istikametteydi. Gelen şoföre birkaç nasihatte bulunduktan sonra da gizli buzlanmanın olduğu yere gönderdim.”
Valimiz dikkatle dinliyordu. Anlattıklarımı burada bitirseydim, hakaret etmediğim yönünde kendimi savunmuş olabilirdim. Ama karayolları personelinin amiri gibi hareket ettiğim gerekçesiyle valimizin sorularına muhatap kalabilirdim. Sözlerime hiç ara vermeden devam ettim.
“Biz bölge trafikçiler, karayolları personeliyle gece gündüz beraber çalışıyoruz. Bir anlamda onlarla kader arkadaşıyız. Yol kapalıysa birlikte üzülüyor, açılmışsa ve yolda kalan insanlar kurtarılmışsa birlikte seviniyoruz. Bizleri daha hassas kılan, trafik kazalarını ilk görenler olarak, olay yerinde yaşadıklarımızdır. Yüksek tepelerin arasındaki Bitlis çayı boyunca devam eden karayolumuzda gün boyu güneşin ulaşamadığı yerlerdeki buzlar eriyememektedir. Kuru olan bölgelerde hızını artıran sürücüler, virajlara girerken hızlarını azaltma gereği duymakta, frenin ve dönüşün fiziksel etkisiyle buz üzerinde kayma kaçınılmaz olmaktadır. Sürücüler hangi virajlarda gizli buzlanma olduğunu bilememekte, bu durum onlar için adeta tuzak teşkil etmektedir. Bölgeyi bilen tecrübeli şoförler bu gerçeği göz önünde bulundurarak tedbirli hareket edebilmekte, bilmeyenler ise ya dereye uçmakta ya da kayalara çarpmaktadır.”
Valimiz dikkatle dinliyordu. Emniyet müdürümüzün gözlerinin üzerimde olduğunu da takip edebiliyordum. Karayolları şube müdürü aynı edayla izliyordu.
Daha da inandırıcı olması için bu olayı, dünkü kazayla bağlamayı uygun gördüm ve hiç ara vermeden devam ettim.
“Gizli buzlanma, tuzak gibidir. Güneşin girmediği yerlere tuzla müdahale edilir ve çözülmesi sağlanır. Böylece kazalar önlenmiş olur. Dün bir kamyon sürücüsü böyle bir kaza sonucu kayalara çarptı ve sıkışan bacakları binbir güçlükle araçtan kurtarıldı.”
Hemen tanker-kamyon kazası örneğini de burada anlattım. Konuşmamın bu bölümünde sesimin duygusallaştığını ve çatallaştığını hatırlıyordum. Valimiz daha da dikkatle dinliyordu. Sözlerimi hiç kesmiyordu. Ben de hiç ara vermemeye çalışıyordum. Karayolları şube müdürü şimdi biraz daha sıkıntılı, emniyet müdürümüz ise daha bir güven içerisinde bulunuyordu.
“Çaresiz kalan şoförlerin ‘polis bey, bana bu acıyı çektirmeyin, atın bir kurşun öldürün’ diye bağırışları görevli olmanın ötesinde, bir insan olarak bizleri de olumsuz etkiliyor ve onlara hizmet götürememenin manevi sıkıntısını her an üzerimizde hissediyoruz.”
Bu son cümle karşısında valimizden kısık bir sesle tek sözcük duyuldu:
“Anlıyorum.”
Devam edecek gibi bir hali vardı. Ben artık konuşmuyordum. Herkesin bakışları yeniden valimize yöneldi.
Bu defa yüksek sesle devam etti:
“Hemen oraya gidiyoruz.”
Birlikte merdivenleri inip araçlara yöneldik. Bu arada emniyet müdürümüz kulağıma eğilerek “nerdeyse ağlatacaktın bizi” diye memnuniyetini ifade etti.
Valimiz beni kendi arabasına davet ederek sözü edilen bölgeye hareket ettik. Yaklaşık 20 kilometre yol gidecektik. Trafik konusunda kendime güveniyordum. 6085 sayılı karayolları trafik kanunu o günlerde yerini 2918 sayılı yasaya bırakmıştı. Bu yeni yasayı adeta ezbere biliyordum. Zaten ülke gündeminde de sıkça yer alıyordu. Yol boyunca valimizden gelen soruları kendimden emin olarak cevapladım. Hatta karayolları görevlilerinden yapmalarını istediğimiz, ancak hâlâ yapmadıkları bazı yol kusurlarını, işaret ve levha eksiklerini de kendilerine aktardım. Şehir çıkışında zincir takmanın gerekliliğini ifade eden tek bir levha olduğunu gösterdim. Bunun dışında buzlanmayı gösteren uyarıcı levhanın olmadığını anlattım.
Bir gün önceki kaza yerine ulaştığımızda kaza yapan kamyona ait cam ve demir parçaları hâlâ olay yerindeydi.
Valimizin duygusallaştığını anlayabiliyordum. Kararlı bir hali vardı. Yanına yaklaşan karayolları şube müdürüne döndü ve “Bu problemleri halledin” dedi. Ve ilave etti: “Bu virajlar önüne, şoförleri uyarıcı levhalar koyun.”
Bize her talebimiz sırasında fazla levhaların sürücünün dikkatini dağıtacağını söyleyen karayolları şube müdürü sanki savunma yetisini kaybetmiş gibiydi. Kısık sözcüklerle cevap verdi:
“Emredersiniz efendim.”
Valimiz, arabasına yöneldiği sırada, yakın kanaldan yeni bir trafik kazası anons ediliyordu.
Emniyet müdürümüzle harekete hazırlanan valimiz bu sese kulak kesilmişti. Bana dönerek “Siz görevinize devam edin” dedi ve bölgeden ayrıldı.
Tuz kamyonu şoförü olayını da hiçbir zaman sormadı.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder