11 Haziran 2011 Cumartesi

ONUNCU YIL SENDROMU

“1976 yılında, o zaman ki adıyla polis enstitüsünden mezun oldum.”
Bu cümle ile başlamıştım o günkü toplantıda. Sonra bir film şeridi gibi giden ve birbirini hızla kovalayan yıllardan söz ettim onlara. Mezuniyetten itibaren ilk on yıldan.
“Terörün yoğun olduğu Gaziantep’te, toplumsal olayların içinde bulmuştum kendimi. Araç, gereç ve personel yetersizliğine rağmen hızlı bir tempo ile çalışıyordum. Henüz 20’li yaşların verdiği enerjiyle ve amirlerin gözüne girme duygusuyla, yıkık dökük bir ekip otosunda şehrin bir o tarafında, bir bu tarafında koşuşturma içerisindeydim.”
Hepsi pür dikkat dinliyorlardı. Amacım, onların rütbesine kadar olan yıllarımı onlara özetlemekti. Yarısı başkomiser, diğer yarısı emniyet amiri rütbesindeydiler. Yani mezun olalı ortalama 10 yıl geçmiş olabilirdi. Belki de 9 ya da 11. Sonra anlatmaya devam ettim.
“Gaziantep’te yoğun iki yılın ardından atandığım Antalya’da toplumsal olaylar daha kontrollü idiyse de yine can sıkıcıydı. Hem 1978’den 1980’e kadar olan dönemde, hem de 12 Eylül harekâtının ardından atandığım karakol amirliği görevimde hata yapmamak ve yine göze girmek duygusuyla hızlı tempo içerisindeydim. Sabah saat sekizde geldiğim karakol amirliğinden ancak gece saat 23’te ayrılıyordum. Bu, il emniyet müdürümüzün emriydi. Benim için yaşam sadece görevimdi. Ne bir kitap okuyordum. Ne de sinemaya, tiyatroya gidebiliyordum. Zaman yetersizliğinden sıkı dostluklar da tesis edemiyordum. Edebilsem dahi sözlerim siyasi yorumlanır diye çekince içerisindeydim.”
Böylece Antalya’da çalıştığım beş yılı, birkaç cümle ile genç arkadaşlarıma anlatmıştım. Sonra ikinci görev bölgemdeki görevimden söz ettim.
“Bitlis’te bölge trafik hizmetleri yeni kurulacaktı. 6085 sayılı yasanın yerine 2918 sayılı karayolları trafik yasası 1983 yılında yeni kabul edilmişti. İlk kez trafik hizmetlerinde çalışacağım için yine görev dışında hiç zaman bulamadan üç yıl geçirdim. Özellikle kışın karla mücadele çok zaman alıyordu.”
Buraya kadar anlattıklarımla salonda beni dinleyenlerin rütbesine yeni gelmiştim. Konuyla ilgili son cümlelerimi söyledim.
“Yeniden birinci görev bölgesine atandığımda emniyet amiri olmuştum. Mezuniyetten itibaren de 10 yıl geçmişti. Dış görevim azalmış, masa başı görevine yönelmiştim. İşte tam bu dönemde bir MİLAT yaşanmaktadır. Artık bu yeni rütbemle benden üstte bulunanlara genç bir rakiptim. Ya onların yapmayı düşündüğü bir göreve verilirsem...”
Genç arkadaşlarımın rütbesini anlattığım için bütün dikkatleri üzerimdeydi. Böyle bir durumda bu rütbedekiler, bizim meslekte, erginliğe yeni ulaşan erkek çocuklarını andırmaktadır. Nasıl erkek çocuklar bu dönemde, kız çocuklarının aksine, kalınlaşan sesiyle, sivilcesiyle, kılıyla az da olsa sevimsizliğe yol açarlarsa, bu rütbedekiler de yönetime ortak olmaya başladıkları için istenmeyerek sevimsiz olabilmektedirler. Bunu, onuncu yıl sendromu diye adlandırabiliriz.
Görev cephesinde durum böyleydi. Uygulayarak geldiğim için görevsel yönden bir eksiğim yoktu. Ama artık emniyet amiriydim. Hâkimlerle, savcılarla, kaymakam ya da vali yardımcılarıyla, hatta çeşitli daire yetkilileri ile daha yakından temas kurma şansına sahip olabilmekteydim.
Bu itibarla, biraz da görev harici ilişkilerimden söz ettim onlara.
“Mezun olalı beri görev dışında kendimi yenilemeyi unutmuştum belki de. ‘Görevden fırsat bulamadım’ diye bir mazeretin arkasına mı sığınmalıydım? Ya da bir yüksek okul mezunu olarak ben zaten bilinmesi gerekenleri bilen birisi değil miydim? Bir diplomam yok muydu?”
Kendi sorularımı kendim cevaplayarak devam ettim.
“Ne zaman ki mesleğimiz dışındaki yöneticilerle muhatap olmaya başladığımda ülkemizin toplumsal sorunlarını, kültürel sorunlarını, ekonomik sorunlarını bilmede onların gerisinde kaldığımı anladım. Hatta Türkiye’nin siyasal sorunlarını, bu sorunların içinde ve alanda bire bir yaşadığım halde, onlar kadar iyi yorumlayamadığımı anladığımda daha da üzülmüştüm. O zamanın polis enstitüsünde buna ilişkin dersler görmüştüm. Ama bu bilgiler, benim için bazı teksir notlarından öteye gidememişti anlaşılan. Hocalarımı iyi dinleyememiştim galiba.”
“Çoğu kere teksir notlarından işaret edilen on sorunun beşinin sorulmasıyla yapılan sınavlarda başarılı olmuştum. Ama bunun yetmediğini 10 yıl geçtikten sonra daha iyi anlıyordum. Eksiğimi tamamlamak adına ne yapabilirim diye düşündüm. Çareyi TODAİE’deki kamu yönetimi programını takip etmekte buldum. İlk yıl başarılı olamadığım sınavları, ikinci yıl daha çok çalışarak kazandım. Ve 1987 yılında programa başladım. Bitirme tezimi 1990 yılında tamamlayarak aynı yıl diplomamı aldım.”
“Artık her konuda kendime güveniyordum. İster görevle ilgili olsun, isterse görev dışı olsun, ayaklarım yere daha dengeli basıyordu.”
Bu gruptaki genç amirler, gündüzleri emniyet örgütünün çeşitli kademelerinde çalışıp akşam saatlerinde TODAİE’ye (Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü) gelip kamu yönetimi uzmanlık programına katılıyordu. Sayıları yirminin üzerindeydi.
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Feyzullah Arslan, Gaziantep il emniyet müdürlüğü görevi öncesinde, TODAİE’den gelen bir talep üzerine konuşmacı olarak katılmıştı.
Yaklaşık bir saat süreyle gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında genç polis amirlerimizin çeşitli eğitim etkinliklerine katıldıklarını anlattı. Bunun sonucu olarak teşkilatımızın yönetim alanında daha büyük hamleler yapabileceğini dile getirdi. Emniyet Genel Müdürlüğü sözcülüğü gibi daha birçok konuya değindikten sonra katılımcıların sorularını yanıtladı.
Hazır emniyet genel müdür yardımcısını bulmuşlarken mesleki sorunlarını dile getiren genç amirler, uslarına takılan ne kadar problem varsa hepsini sordular. Maaşlarından terfi sistemine kadar...
Kendisi de önceki yıllarda, TODAİE’de aynı programı tamamlamış olan Sayın Arslan, büyük bir açıklıkla onları bilgilendirdi. Aslında Sayın Arslan’ın anlattıkları ayrı bir makale konusu oluşturabilir. Umarım genç amir arkadaşlarımızdan biri, kendi tez çalışmalarını bitirdikten sonra bütün bu konuşulanları bir makale hacminde bizlerle paylaşır.
Sayın Arslan’ın başka bir etkinlik nedeniyle erken ayrılması üzerine genç katılımcılarla söyleşiyi ben sürdürdüm. İşte yukarıda anlattıklarım, onlarla ilk paylaştıklarımdı.
Sonra sözü onlara bıraktım. İlk söz alan arkadaşımın söyledikleri ilginçti:
“Siz anlatırken kendimi görür gibi oldum.”
Demek ki onuncu yıl sendromu sadece bende değilmiş diye düşündüm.

İkinci söz alan arkadaşımız ise değişik bir yaklaşım içerisindeydi:
“Hep gerçekleştirilememiş, bitirilememiş işlerden söz ettik. Neredeyse içimiz karardı. Bize mesleğimiz için söyleyebileceğiniz güzel şeyler yok mudur?”

Onlar o kadar kaos içindeydiler ki, hemen üstlerinde terfi sendromuyla yaşayan amirleri vardı. Aynı sıkıntı, şimdi kendilerini de bekliyordu.
Görünen tablo, onları doğrular nitelikteydi.
Belki de bu nedenle, güzel şeyler duymak istiyorlardı.
Bir yanda birinci sınıfa yükselmek isteyen, önleri kapalı yüzlerce ikinci sınıf emniyet müdürü.
Öte yanda teftiş kurulunda ve APK’da bekletilen 600’den fazla birinci sınıf emniyet müdürü.
Acaba bir yolunu bulup, önlerini göremedikleri bu meslekten bir an önce ayrılsalar mıydı? Kimi arkadaşlarının yaptığı gibi.
Maaşlarını, sivilde tanıdığı kimselere söyleyemiyorlardı bile. Aldıkları ücretin, ileride emekliye ayrılmaları halinde yarıya düşmesi ayrı bir problem oluşturuyordu.
İhtiyaçları olan para, emekli yıllarında yani tam lazım olduğu sırada iyice küçülüyordu. Bu yıllarda çocuklar büyümüştür. Eğitimlerinin tamamlanması ya da iş kurmak için daha çok paraya gereksinim vardır.
Karamsar bir halleri vardı.
Onlara mesleğimizin güzelliği adına çok şeyler söylemek isterdim. Hatta bunun için çok zorlandım da...
Fazla bir şey gelmiyordu aklıma.
İki şey söyleyebildim onlara.
İlki, kendilerinin çok iyi yetişerek geliyor olmaları. Bütün güzellik, onların bilimsel bilgi ile donatılmalarıydı. Çok değil, 5-10 yıl sonra yönetimin önemli kadrolarına geldiklerinde, sorunları giderici çözümleri en iyi şekilde değerlendirebileceklerdi.
İkinci söylediğim şey, insanların temel hak ve özgürlükleriyle, hatta can güvenlikleriyle ilgili görev yaptığımızdı. Bizim mesleğimizi kutsal kılan bu yücelik içerisinde para ya da terfi çok önemli sayılamazdı.
Sonra çok düşündüm. Acaba doğru mu söylemiştim. “Kutsal” ve “yücelik” kavramları bizim görev anlayışımızı doğruluyordu. Ama özlük hakları konusunda yeterli erinç düzeyine ulaşamamış görevliler, ne denli bu ulvi meziyetleri yerine getirebilirler ki...

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder