20 Haziran 2011 Pazartesi

TEMİZ EL SAHİBİ OLMAYI İSTEMEK LAZIM

Belçika’da görev yapan bir meslektaşımız anlattı. 1970’li yılların sonlarıdır. Her kış olduğu gibi Brüksel’de binaların önüne bir torba içerisinde tuz bırakılır. Bina önünde buzlanma olursa bundan zarar görebilecek kişiler o torbadan yeterince tuz alıp dökerek buzların erimesini sağlar ve böylece tehlikeyi önleyerek insan sağlığını güvence altına almış olur. Ne var ki o kış, biraz sert geçmektedir. Bir süre sonra tuzların temininden ve dağıtımından sorumlu Bakanın istifa ettiği duyulur. Kamuoyuna yapılan açıklamaya göre Bakan, kış mevsimi bitinceye kadar yapması gereken stok miktarını planlayamamış ve tuz erken bitmiştir. Bu önlemi alma konusunda kendisini yetersiz bulduğu için de istifa etme gereğini duymuştur.
O yıllarda yani 1970’li yılların sonlarında ülkemizde polis teşkilatında bölge trafik ekipleri 12 saat çalışıp 24 saat dinlenerek görev yapıyorlardı. Bu esneklik sadece onlar için geçerliydi. Çünkü onlar şehir merkezinden uzakta çalışmaktaydılar. Özel işlerine fazlaca vakit ayıramayacakları düşünülerek 12 saat çalışmalarına karşılık 24 saat istirahat etmeleri uygun bulunmuştu. Öteki meslektaşlarından fazlaca istirahat etmelerinin nedeni asla fazla ‘yoruldukları’ için değildi.
Polis merkezlerinde çalışanların mesaisi ise çok daha fazlaydı. Olayların yoğun yaşandığı yıllarda dönemin emniyet müdürleri, özellikle rütbeli personeli sabahleyin saat sekizden gece saat 23’e kadar çalıştırıyordu.
Buna karşılık bölge trafikçiler 24 saat istirahat süresinin dolmasını beklemeden ikinci bir ekip olarak ek göreve çıkıyorlardı. En az yarım gün fazladan çalışıyorlardı. Tamamen kendi istekleri ile.. Çünkü fazladan çalıştıkları yarım gün, görev listelerinde yer almıyordu. Bir olaya karışsalar ciddi sorunlar çıkabilirdi. Birim yetkililerinin mutlaka haberi olmalıydı. Resmi oto ile göreve çıkılmaktaydı. Etik davranışın yerleşmediği o yıllarda insan hakları kavramıyla rüşvet konusundaki duyarsızlığın boyutları utanç verici düzeydeydi. Bu nedenle bölge trafikçilerin kendi rızaları ile fazladan çalışıyor olmaları inandırıcı olamazdı. Onların bu tür illegal çalışma modeline “hayır” demeyen amirlerinin de iyi niyetinden söz edilemezdi.
Tuzu yetiştiremediği için istifa eden yetkili, saygı duyulmayı hak ediyordu. İnsanların güvenliğini sağlayamadığını anlayınca kendisini bundan sorumlu görüyordu. Aynı saygı, istirahatinden fedakârlık yaparak ek göreve çıkan meslektaşlarımıza da duyulmalı mıydı? Çünkü onlar trafik kazalarının sıkça can aldığı karayolu arenasında, sözde trafik güvenliğini sağlamaya çalışıyorlardı.
Aradan yıllar geçti. Şehir dışı trafik görevinde yönetici olarak çalıştığımız oldu. Durum çok farklıydı. Daha önce “Çorba parası” adı altında bir bedel alarak çalışmaya alışmış kimi personelimizin, bu imkândan mahrum kaldığını anlayınca asla çalışmak istemediğini gördük. Görev saati sona erinceye kadar ya seyir halinde dolaşıyor, ya da “nerde gölge, orda bölge” denilmesine neden olacak şekilde ağaçlı yerlerde mesai saatinin bitmesini bekliyorlardı. Öyle ya, maaş zaten işliyordu. Çorba parası edinemeyecekse şoför milletiyle neden uğraşıp dursun.
Şimdi kafalar daha çok karışıyordu. Sahiden şu yarım gün fazla çalışan bölge trafikçilere saygı duyulsa mıydı?
Sonraki yıllarda başka kadrolarda başka örnek olaylar yaşadık. Bir traktör sürücüsü, kontrol sırasında bir noktada görev yapan trafik polisinin kendisinden rüşvet aldığını bildirir. Hemen işlemlere başlanır ve trafik polisi geçici olarak görevden uzaklaştırılır. Ertesi gün yeni bir gelişme olur. Traktör sürücüsü şikâyetinden vaz geçmiştir.
Biz yöneticilerin amacı, içimizdeki çürük elmaları ayıklamaktır. Hemen savcıya koşup “Eğer traktör sürücüsü bu kaypak tavrını sürdürürse trafik polisine hak ettiği cezayı veremeyeceğimizi” bildiririz. Traktör sürücüsünün -manevra yaptığı için- biraz sıkıştırılmasını isteriz.
Savcının davranışlarında bize hak veren bir görünüm yoktur.
Oysa o polise ceza verirsek öteki kötü niyetli polisleri anında mum gibi yapabileceğimizi sanırız.
Savcı çok tecrübeliydi. Sohbetimiz sırasında söyledikleri ile bizi ikna etti. Trafik polisinin traktör sürücüsü ile anlaşmış olabileceğini, onu korkutacak ya da etkileyecek düzeyde davranışta bulunabileceğini, sürücünün, rüşvet vermek suçundan yargılanacağından çekinebileceğini anlattı.
Peki, polisin yaptığı yanına kâr mı kalmalıydı?
“İşte o sizin işiniz”, dedi savcı. “Siz yöneticileri olarak, yönettiğiniz personele mukayyet olmalısınız. Ama vatandaşı kullanarak değil.”
Savcı, bizim için hayat dersi olabilecek sözlerine devam ediyordu.
“Esas yöneticilik budur. Yöneticiler, ustaca yönetimi ile personeli kötü davranışlarından uzak tutabilmeyi bilmelidir. Yine ustaca yönetimleriyle hizmette verimi artırıcı roller oynayabilmelidir.”
“Vatandaşı kullanarak değil.”
Savcıyla konuşan biz, o polisin bilmem kaçıncı kuşaktan amiriydik. Arada üç ya da dört amir daha vardı. Hiç birimiz kendimizi sorgulamadan, yargılamadan tilki kurnazlığı ile vatandaş üzerinden sonuca gitmek istedik.
Sonuçta polis memuru ceza almadı ve görevine döndü.
Bu örnek olaya paralel olarak toplumda ve kendi teşkilatımızda yaygın bir söylem vardır: “Ne olacak polisin aldığı rüşvetten. Öbür tarafta deveyi hamutuyla götürüyorlar.”
Aslında bu örneklerde sözü edilen etik davranışların hangi mertebesinde olduğumuz önemlidir. Personelin az ya da çok rüşvet almasının önemi yoktur. Personel eğer yolsuzluk davranışında bulunuyorsa, hatta düşüncesinde böyle bir davranış içine girme eğilimi varsa, sıfırın altında bir ahlak yapısına sahip demektir. Ahlak değerlerinden yoksun birinin vatandaşa hizmet vermesi düşünülemez. Onu vatandaşla buluşturan da bu suçta pay sahibidir.
Öte yandan ülkemizde gelişmiş ülkelerdeki ahlak anlayışını aratmayacak gelişmelere tanık olmak da mümkündür. Herhangi bir nedenle personeli intihar etmiş bir kurumun terfi aşamasındaki yöneticisi, personelinin sorunlarıyla yeterince ilgilenmemiş olduğu düşünülerek bir üst sınıfa yükseltilmeyebiliyor.
Benzer bir örnek Hollanda’da geçiyor. Hollandalıdan yeni bir ev satın alan Türk işçisi borcunu, eski evini sattığı hemşehrisinden parasını alınca ödeyecektir. Planını buna göre yapar. Hollandalıya borcunu ödeyeceği tarih yaklaştığında, hemşehrisinin kendisine para veremeyeceğini öğrenir. Ondan, sattığı eski evi karşılığı bu parayı alamazsa Hollandalıya borcunu ödememiş olacaktır. Ciddi sıkıntı içine girer. Konuşur, haber gönderir, bir türlü işin içinden çıkamaz. Konu, çalıştığı fabrikada duyulur. Stresli hali herkesçe görülmektedir. Saatli bir bomba gibi ses tonu kolayca yükselebilmekte, işte verimi görünür düzeyde azalmaktadır.
Sonuçta kendisini izleyen işyeri psikologu, durumu patrona anlatır. Patron, tüm çalışanları bu arkadaşlarına yardımcı olmaya davet eder. Onu, hâl ve hareketleriyle anlamalarını ister. İşini çözümleyinceye kadar fabrikaya gelmezse dahi özlük haklarının devam edeceğini bildirir.
Bu iyi niyet, işçinin moralinin yüksek düzeyde kalmasını sağlar ve daha sağduyulu olarak hareket ettiği için az bir mağduriyetle sorununu çözer. Bu defa fabrikada gördüğü hoşgörü onun motivasyonunu artırır ve daha çok üretimde bulunur.
Yine Hollanda’dan bir örnek. Türk asıllı genç bir polis memuruna Hollanda’da yaşayan Türk vatandaşlarına karşı bazı küçük suçlarında biraz daha müsamahakâr davranıp davranmadığı sorulur.
“Öyle bir şey mümkün değil.”
Polis, taraf gözetmeden görev yapmalıdır. Aksi etik olmaz.
Bir örnek de Amerika Birleşik Devletlerinden..
Bir kadın, iki siyah erkeği bir evin kapısını zorlarken görüp polise ihbar eder. Polis, bu iki kişiyi tutuklar. Fevzi Erdoğan’ın “Etik İlkeler ve Profesyonel Davranışlar” kitabında aktardığı gibi Amerikan polisinin etik kuralları içinde “Başkalarının huzur ve mutluluğu için çalıştığını her zaman akılda tutmak” koşulu vardır. ABD polisinin yaptığı da vatandaşın huzur ve mutluluğu içindir.
Ne var ki, tutuklanan siyahlardan biri profesör, diğeri de şoförüdür. Profesör, kimliğini göstermiş ve evin kendisine ait olduğunu beyan etmiştir. Bu konuyla ilgili olarak ABD Başkanı Barack Obama, Profesörü tutuklayan polisleri 'aptalca hareket etmekle' suçlamıştır.
Bir yanda profesör tutuklanıyor, öte yanda polislerin aptalca hareket ettikleri ifade ediliyor.
Bu durumun can sıkıcı bir hâl aldığını anlayan Başkan Obama, olayın yaşandığı tarihten iki hafta kadar sonra tarafları Beyaz Sarayın bahçesine davet etmiştir. “Her zaman bizi bir araya getiren şeylerin, birbirimizden uzaklaştıran şeylerden daha güçlü olduğuna inanırım” diyerek ortamı yumuşatmaya çalışmıştır. Ancak etik kurallar içinde görev yaptığına inanan polis, Başkan’a rağmen siyah profesörden özür dilememiştir.
Örnekleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde Brüksel’de tuzdan sorumlu yetkili var. Memleket ve insanlık hayırına fazla çalıştığını sandığımız trafik polisleri var. “Çorba parası”na koşanlar var. Hollanda’da Türk fabrika işçisi ve muhatapları var. Aslen Türk olan Hollanda polisi ve dik duruş sergileyip özür dilemeyen Amerikan polisi var. Öte yanda dengesiz güç kullanarak kötü muamelede bulunan Amerikan polisi örneği de var.
Görüyoruz ki hepsinde kişiler var.
Ya, devletin rolü ne olmalı?
Etik kurallar, toplumsal destek görmezse yerleşemez. Meslektaşımız Fevzi Erdoğan’ın kitabında belirtildiği gibi üst yönetim tarafından desteklenmeyen ve geliştirilmeyen etik ilkeler fayda sağlayamaz.
Rüşvet ve yolsuzluk konusunda yıllardır kötü karne sahibiyiz. Bu konuda yöneticiler mi beceriksiz, yoksa dumanlı hava mı seviliyor?
Ta yukarıdan itibaren yolsuzluk konusunda dokunulmazlıklar kaldırılabilse üst yöneticiler, sıranın kendilerine gelmiş olabileceğini çoktan anlayacaklardır.
Hele bizim gibi ara yöneticiler.. Hiç şansımız yok.
En alttakiler mi? Rüşvet ve yolsuzluk kavramlarını beyinlerinden silmek zorunda kalacaklardır.
Burun karıştırma, toplumumuzca ayıp sayılmaktadır.
Kişinin, kendi burnuyla bile ilişkisi kesilebiliyorken yolsuzluk yapanın devletle ilişiği neden kesilemesin ki...
İstemek lazım.. (2009)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder