11 Haziran 2011 Cumartesi

SEVGİ HOŞGÖRÜ VE TOPLUMSAL BARIŞ

Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun hemen öncesinde yaşayan Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’nin biyografileri incelendiğinde sevgi, hoşgörü ve barış kavramlarıyla özdeşleştikleri görülmektedir.
Ansiklopedilere göre Mevlana; 1207-1273 yılları arasında Malatya, Erzincan, Akşehir, Karaman ve son olarak Konya’da, Hacı Bektaş Veli; 1210-1271 yılları arasında Sivas, Amasya, Sulucakarahöyük ve son olarak Nevşehir Hacıbektaş’ta, Yunus Emre; 1240-1320 yılları arasında Erzurum, Sivas, Karaman, Afyon, Bursa, Isparta ve Porsuk çayının Sakarya nehrine döküldüğü Sarıköy’de yaşamıştır.
Ahmet Yesevi ve Taptuk Emre gibi, onlar da, iletişimin ve ulaşımın iyi düzeyde olmadığı o yıllarda, Anadolu’nun birçok bölgesinde bulunmuşlar ve sevgi tohumlarını yerleştirmişlerdir.
Zira onların yaşadığı yıllarda Moğol ordularının saldırıları sonucunda Anadolu’da düzen bozulmuş, insanlar umutsuzluğa kapılmışlardır.
Anadolu’da böylesine siyasal çalkantılardan sonra ortaya çıkan ve “Gel, ne olursan ol, yine gel” diyen Mevlana’yı, “İncinsen de incitme” diyen Hacı Bektaş Veli’yi ve “Yaratılanı sev, yaratandan ötürü” diyen Yunus Emre’yi bugünkü Türk toplumu, hatta tüm dünya tanımaktadır. Sadece bu özdeyişler, onların kimliğini en yalın anlamıyla göstermeye yeterli gelebilmektedir.
Onlar ki, insanların mutlu olabilmesi için lazım gelen dostluğu ve güzellikleri ön plana çıkarmışlar, yaşadıkları dönemin mevcut iletişim olanaklarını kullanarak çevrelerini etkilemişlerdir.
Bazen halkın ayağına gitmişler, bazen halk onları dinlemek için gelmiştir. Yazdıkları şiirler en etkili ve kalıcı olanlardır. Tema olarak, en çok insan sevgisini işlemişlerdir. Aslında “sevgi” kavramını o kadar öne çıkarmışlardır ki, felsefeleri, tüm canlı ve cansızlara karşı sevgi ve saygı gösterme temeline dayanır. Ayrıca “iyilik” kavramı, onlarla ön plana çıkartılmıştır. Kötülük olmasa iyilikten, iyilik olmasa kötülükten söz edilemeyeceği dile getirilmiştir. İyiliğin değerinin, ancak kötülüğün varlığı ile anlaşılabileceği ortaya konmuştur.
Yine Tanrı ve aşkı konu edinmişler ve sevgilerini tasavvufi şiirlerle anlatmışlardır.
Onları bugünlere kadar taşıyan en önemli yanları; en derin düşünceleri, en ince duyguları kolaylıkla dile getirebilme özelliklerine sahip oluşlarıdır.
Hiçbir zaman yönetime ve siyasal yapıya müdahale yönüne gitmemişlerdir. O görevlerde bulunanların da bir insan olduğunu göz önünde bulundurarak yalnız ve yalnız sevgiyi, saygıyı, iyilik ve doğruluğu anlatmışlardır. Bu kavramların olduğu toplumlarda çekişme ve çatışmanın da olmayacağına inanmışlardır.
Nitekim yaşadıkları dönemin hemen arkasından 1299 yılında Osmanlı Devletinin kurulduğunu görüyoruz. Kendileri gibi, gerek onların hocaları, gerekse öğrencileri döneme o denli damgalarını vurmuşlardır ki dünya güzellikleri ile dolu ortamda Osmanlı İmparatorluğu büyük bir hızla “yükselme dönemine” girmiştir.
1500’lü yıllarda Batı’da, Rönesans ve Reform hareketleri ile belirgin bir düzeyde gelişme görülmüş, Osmanlı İmparatorluğu çeşitli nedenlerle bu gelişmeye ayak uyduramamıştır.
Konumuzla ilgili şu kadarı söylenebilir ki, yükselme dönemindeki sevgi, saygı, doğruluk ve hoşgörü kavramları unutulmaya yüz tutmuş, toplumumuza sonradan empoze edilen tespihle tembellik başlamış, küfürle diyaloglar bozulmuştur.
Bunun sonucu olarak 1299’da kurulan ve hızla yükselme sürecinde bulunan Osmanlı Devleti 1699’larda duraklama, 1799’larda da gerileme dönemine girmiştir.
Ama ne var ki, 1899’larda harp okuluna Mustafa Kemal’i kazandıran Türk ulusu, O’nun askeri dehası ve üstün dünya görüşüyle, yıkılan imparatorluğun yerine yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur. 1999’lar sonrası için ise gelecek, Türkiye’nindir.
İki dünya savaşının sancılarını taşıyan 20’nci yüzyıl; Türkiye için, sadece savaşlarla değil, içerde de sıkıntılarla geçmiştir. Birinci dünya savaşının ardından 1929 yılında Avrupa’da başlayan dünya ekonomik krizi, 1930’larda ülkemizi derinden sarsmıştır. Her ne kadar ikinci dünya savaşına cephede katılmamışsak da ülke halkı, sanki savaşılıyormuşçasına aynı sıkıntıya katlanmak zorunda kalmıştır.
Öğrenci ve işçi kesimi, 1970’lerden itibaren kendilerini sağ sol çatışmaları içinde bulmuşlar, bu çatışmalarda savaştan çok insanımız kaybedilmiştir.
Sünni alevi çatışmaları, ayrıca laik-antilaik kavgaları, en acıklısı 15 yıl süreyle devam eden ve 35 bin insanımızın kaybına yol açan bölücü terör belası hep bu dönemin sancıları olmuştur.
Öyle ya da böyle, bu karanlık günlerimiz, tarih sayfalarındaki yerini alacaktır.
Şimdi bize düşen görev; ‘zararın neresinden dönülürse kârdır’ mantığıyla hareket etmektir.
Kötülükleri yok etmek için, anında etkisi olabilecek bir çözüm henüz icat edilememiştir.
Sevgiyi, hoşgörüyü ve toplumsal barışı; yaşadıkları kuşaklara öğreten ve bu konuda bizlere sayısız eserler bırakan ünlü gönül adamlarımızı yeniden hatırlamak, onları yeniden gündemimize almak en isabetli yol olacaktır.
Günümüzde onlar gibi, insan ilişkilerini ön plana çıkaran ve iyi iletişim kurulmasıyla toplumsal sorunların en az düzeye ineceğini savlayan bir Doğan Cüceloğlu’muz ve Üstün Dökmen’imiz vardır.
Onlar; savaştan, terörden, etnik çatışmalardan dolayı sevgi, saygı, iyilik ve doğruluk kavramlarını unutan insanımız için yeni bir Mevlana, yeni bir Hacı Bektaş Veli, yeni bir Yunus Emre gibidir.
1200’lü ve 1300’lü yıllarda, gönül adamlarımızın yaydıkları sevgi tohumları Osmanlıların yükselmesini nasıl tetiklemişse, her yaştan insanımızın gönlünü kazanan Doğan Cüceloğlu ve Üstün Dökmen, özellikle dinsel alanda Yaşar Nuri Öztürk de 2000’li yıllarda Türkiye’nin hızla gelişmesinde önemli rol oynayacaklardır.
Yüzyıllardan beri varlığını sürdüren asil Türk milleti bugün, içinde bulunduğu olumsuz koşullar nedeniyle bir türlü iç dünya güzelliklerini yakalayamamaktadır. Bir yabancının gözlemi bu varsayımı doğrular niteliktedir: “Siz bir kapıdan geçerken, önceliği hep birbirinize verirsiniz. Ama trafikte hiç de öyle değilsiniz.”
Yine bu konuyla ilgili ilginç bir yakıştırma ile de karşı karşıya bırakılırız: “Misafirlerinize olduğundan fazla ikram yaparsınız. Ama iş icabı gelenlere ‘bugün git, yarın gel’ dersiniz.”
ATO Başkanı Sinan Aygün’ün, bir bilimsel toplantıda söyledikleri maalesef bu ifadelerle paralellik göstermektedir. “Türk insanının yarısı devletle, üçte biri birbirleriyle davalı durumdadır.”
Bütün bunlar şu anlama da gelmektedir. Bizler birbirimize karşı güler yüzlü olmaya çalışıyor(muş) gibi yapıyoruz. Ama gerçek, hiç de öyle değil.
Türk insanı 20’nci yüzyılın ilk yarısını savaşlarla, ikinci yarısını da terör, ekonomik kriz ve bazı felaketlerle geçirdi. Adeta yüzü gülmeyen bir toplum olduk. Yaşadığımız kasvet, çevremizdeki güzellikleri görmemize engel oldu. Bize bu güzellikleri göstermeleri için, hep siyasetten medet umduk. Başta kendimize inanmadık. Çevremize güvenmedik. Sevgiyi unuttuk. Hâlbuki 700 yıl önce insan sevgisi, hatta canlı cansız her şeye sevgi ön plandaydı. Her şeyin bir “canı” olduğu ve incitilmemesi gerektiği vurgulanıyordu.
Kılıç yarasının tedavi edilebileceği, ancak gönül yıkmanın telafisinin zor olduğu ifadesi, insana saygının güzel bir örneğidir. Yaratılanı sev, yaratandan ötürü denilirken, Tanrının himayesi altında insanların birbirlerini sevmeleri gerektiği dile getirilmiştir.
“Gelin tanışık edelim, işin kolayını tutalım/ Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” derken ifade edilen “tanışıklık etmek”, “işi kolaylaştırmak”, “sevmek-sevilmek” ve “dünyadan göç etmek” kavramları insanoğlu için çok önemli anlamlar ifade etmektedir. Aslında günümüz insanları bu dört kavram üzerine yoğunlaşırsa 700 yıl önceki mesajın, o yıllarda yaşayan insanlar üzerindeki anlamını daha iyi kavrayacaktır. İki mısra ile koca bir yaşam özetlenmekte, çevreye sevgi ve barış kıvılcımları yayılmaktadır.
“Ne olursan ol, gel” derken insanlar arası ayrımın olmadığı net bir tavırla sergilenmekte, konuyla ilgili tereddütler ortadan kalkmaktadır.
Dilin, onun bunun aleyhinde oynatılmayacağı, yalan söylenmeyeceği, laf alıp götürmenin doğru olmadığı, kinin yürekte tutulmaması, fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olunmaması gerektiği hep o dönemin söylemleridir.
“Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız” sözü, iç barışın sağlanması isteğini en güzel biçimde ifade etmektedir.
İşte bu sevgi, hoşgörü ve barış kıvılcımlarıdır ki yaşanılan toplumda güzelliklere, bunun sonucu olarak da yeni bir imparatorluğun doğmasına ve yükselmesine yol açmıştır. Bugün kişiler arası iletişimi, sevgiyi, hoşgörüyü yeniden ele alan birçok önemli bilim insanımızı, başta Doğan Cüceloğlu ve Üstün Dökmen’i, bu yolda bir ışık olarak görüyoruz.
Kişiler arası ilişkilerde daha az problemin yaşandığı bir ortam yaratılması, dostluğun, hep bir adım önde tutulması, kin ve nefret yerine sevgi ve hoşgörünün boy göstermesi, keza bize bakan gözleri bizim de görmemiz, pişmanlıklar içinde yuvarlanmamız için gönül kırmama gereğimiz, ayrıca Üstün Dökmen hocamızın o muhteşem şiirinde belirtildiği gibi, yola çıkınca her sabah, bulutlara, taşlara, kuşlara, atlara, otlara ve de insanlara selam ver mesajı ile uyarılışımız; bizi hep güzellikler adresine götürmektedir.
Anlamını yitiren bir yaşam için arayışa geçmenin gerekliliğini, arayış sonunda uyanışın mümkün olabileceğini, uyuyanın, uyuduğunu bilmezse, gördüğünün rüya olduğunu anlayamayacağını, bunun için anlamlı ve coşkulu bir yarın yaratmak için niyet etmenin şart olduğunu hep onlarla yeniden hatırlıyoruz.
Kişinin kendi potansiyeline inanarak, kendisinden korkmadan, kendini gerçekleştirme yolunda yaşaması gerektiğinin farkına yine onlarla varıyoruz.
Ayrıca, Yaşar Nuri Öztürk hocamızla dinimizi daha iyi öğreniyoruz.
Din, insanlar için hava kadar gereklidir. Ama nedense hava kavramı için -belki kimya biliminden başka- pek söz edilmez. Ancak din konusunda -ilahiyatçı olsun olmasın- herkes bir şeyler söylemektedir. Bu durum, annenin tabak elinde sokakta çocuğunun ağzına bir lokma tıkıştırmasına benzemektedir. Oysa küçük de olsa aç çocuk, içgüdüsel olarak önüne getirilen yemeği yiyecektir. Dinin de bu şekilde empoze edilmesi toplumumuzda antipati yaratmaktadır. Her an soluduğumuz hava nasıl gündemimizde değilse, her an içimizde olan din duygusu da başkalarının gündeminden çıkarılmalıdır. Eğer olacaksa sadece konunun uzmanları olan ilahiyatçıların gündeminde olmalıdır. O öyle bir duygudur ki, onu arayan kendisi bulabilecektir. Kimse, kimsenin din amiri olmamalıdır.
Üstün Dökmen hocamız, küçük çocuğun, koltuğun üzerine çıkma çabasını izleyen büyüklerin, hemen çocuğu tutarak koltuğa çıkarmalarını hatalı bulmaktadır. O’na göre çocuğu, hem kendi gayretiyle koltuğa çıkma mutluluğundan mahrum bırakıyoruz, hem de ilerisi için kendi ayakları üstünde durması konusunda yardımcı olmuyoruz. Bugün Eskişehir’de üniversite eğitimi gören kızını, akşamdan yetiştiremediği dersini tamamlaması için Ankara’da oturan annesinin sabah saat altı buçukta telefonla uyandırması sadece bir dayanışma olarak açıklanabilir mi? Bu genç, bütün yaşamını birilerinin yönlendirmesiyle mi sürdürecek?
Din konusu da böyledir. Kişi, din duygularını doya doya kendisi tatmalıdır. Başkaları tarafından empoze edilirse antipati yaratabilir. Bu nedenle yetkisiz kişilerin gündeminden çıkarılmalı ve onun getireceği güzellikleri insanlarımız bizzat duyarak yaşamalıdır.
“Ben yaşadıkça Kuran’ın bendesiyim/ Ben Hz.Muhammet’in ayağının tozuyum” diyen Mevlana, dinsel sevgisini adres göstererek ifade etmekte, “Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini” diyerek öğüt vermekte ve “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek bu konudaki fikirlerinin altına imzasını koymaktadır.
Yunus Emre’ye göre kendini seven Tanrıyı, Tanrıyı seven de kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar.
Hacı Bektaş Veli’ye göre kişi, ilahi bir özle donatılmıştır. O’na göre sevgi, insanı olgunlaştıran bir öğedir ve Tanrıya ancak sevgiyle ulaşılır.
Dün onlarla sevilen din, bugün Yaşar Nuri Öztürk ve öteki otoritelerce sevilmekte ve daha iyi tanıtılmaktadır.
Dün onlarla kurulan dostluk köprüleri, bugün Doğan Cüceloğlu, Üstün Dökmen ve bu konuda çalışmalarıyla her geçen gün insanlarımıza ışık olan gönül dostlarıyla yeniden atılmaktadır. Onlar ki sevgiyi, hoşgörüyü ve barışık yaşamayı; kendilerine özgü sevecen üsluplarıyla evlerimize kadar gelerek aktarma lütfunda bulunmaktadırlar. İyi ki varlar. Türkiye şimdi yeni bir “yükselme dönemi” arifesindedir.
Moğol ordularının saldırıları karşısında zor durumda kalan Anadolu’da nasıl umutsuzluk yerine umut, kin yerine sevgi, savaş yerine barış, düşmanlık yerine kardeşlik tohumları atılmış ve dostluk galip gelmişse, bugünün Türkiye’sinde de savaşların, ekonomik krizlerin, terörün, iç çatışmaların, bölücü unsurların karşısında yine dostluk galip gelecektir.
Bu özgüveni artık kendimizde görüyoruz ve son söz olarak Dale Carnegie’ye kulak veriyoruz:
“Yıllar önce Kuzeybatı Missouri’de orman yolunda çıplak ayakla köy yoluna giden bir çocukken güneş ve rüzgâr hakkında bir masal okumuştum. Güneş ile rüzgâr hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar ve rüzgâr, “sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım” der. “Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun, hani şu üstünde palto olan adamı. Bahse girerim o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk alabilirim”. Bu denemeye razı olan güneş bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgâr bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgâr şiddetini ne kadar arttırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır. Sonunda rüzgâr pes edip durulur ve güneş bulutların arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser. Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir ve paltosunu çıkarır. İddiayı kazanan güneş rüzgâra, “dostluk ve nazikliktir” der, “her zaman haşinlik ve zorbalıktan daha güçlü olan.”
O halde biz de başlayalım mı?
En az üç kişiye selam vererek...
İyi günler dileyerek...
Hal hatır sorarak...
Ve de her yeni günün başlangıcında;
“Dün kendim ve başkaları için iyi, güzel, faydalı ne yaptım” diye kendimizi sorgulayarak... (Aralık 2003)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder