11 Haziran 2011 Cumartesi

FIRTINA ÜÇGENİ

İkinci bölge görevim için Antalya’dan Bitlis’e atandığımda rütbem başkomiserdi. Göreve başlamak için emniyet müdürü Mustafa Üstün’e çıktığımda, bölge trafik şube müdürlüğünü yeni kurduklarını ve benim de bu birimde çalışacağımı bildirdi.
Hizmet binası olarak, Hüsrevpaşa mahallesindeki afet evlerinden biri seçilmişti. Burası Tatvan istikametinde ve şehir merkezine dört kilometre uzaktaydı. Hiçbir Bitlis’li buradaki 100 kadar afet evinde oturmuyordu. Deprem sonrası evleri zarar gördüyse de yeni yapılan bu evler onlara daha yapay geliyordu. Belki de hayvan barınakları olmadığı için cazip gelmiyordu. Ya da baba ocağı evleri onlar için daha makbuldü. 1980’lerin ilk yarılarında Bitlis’te lojmanlar yetersiz olduğu için vali Yılmaz Ergun’un girişimleriyle, boş beklemekte olan bu afet evleri polisimize tahsis edildi. Böylece cazibesi artan evlere yöre insanı da oturmaya başladı.
Elektrik ve su bağlantısı yapılan bu binaların birinde 14 personel ve üç renault binek oto ile göreve başladık.
İlk olarak “BÖLGE TRAFİK DENETLEME ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜ” tabelası asıldı. İhata duvarı yapıldı ve bahçe içerisine, yöreye özgü ağaçlar dikildi.
Kış aylarının çok sert geçeceğini biliyorduk. Bitlis, öteden beri gelen Muş ovasının sona erdiği bir yerdeydi. Ova biter bitmez başlayan dağ silsilesi, aslında Doğu Anadolu ile Güney Doğu Anadolu bölgesini de ayırmaya başlıyordu. Bu yükseltinin Bitlis’teki adı Dideban tepesiydi.
Muş’tan itibaren gelen düzlüğün son bölümü Rahva adıyla anılıyordu.
Ovanın bitimindeki ve bu bölgenin ortasındaki bir tepe ilginç bir görüntü sergiliyordu. Tatvan yönünden bakıldığında, özellikle ikindi sonrası, heybetli bir Atatürk büstüyle karşı karşıyaydık. Alın yapısı, burnu ve çene yapısıyla Ata’mız, sanki bizi izliyor gibiydi.
Diyarbakır-Ankara-Van yollarının kesiştiği üçlü kavşak, bu bölgenin merkezindeydi. Bitlis merkeze bağlı birkaç küçük yerleşim biriminden başka Rahva’da yaşam yoktu. Önceki yıllarda NATO’ya ait birliklerin bu bölgede konuşlandırıldığı, nöbetlerin, soğuk nedeniyle on beş dakikaya kadar düşürüldüğü, nöbet kulübeleri içinde havalandırma yöntemiyle toplu ısınma sistemi bulunduğu bu bölgeyle ilgili ilk duyduklarımızdandı.
Karayollarının bakımevi de bu bölgedeydi. Yoğun kış koşulları sonucu yola ilk müdahale bu merkezden yapılırdı. Greyderler, kar püskürtücüler, tuz kamyonları sürekli hazır bekletilirdi.
Anadolu’yu İran’a bağlayan demiryolu da Rahva’dan geçiyordu. Düz ovada bazı tünelleri görünce bir anlam verememiştik. Ancak yoğun kar yağışının ve tipinin trenleri bile durdurabileceğini bu bölgede gözlemleyebilmek mümkündü. Aralıklarla yapılan tüneller, özellikle tipinin yoğun olduğu yerlerde trenler için geçişi kolaylaştırıyordu.
Her şey Hüsrevpaşa Mahallesi geçilince daha iyi anlaşılıyordu. Şehir merkezinde sakin gibi görülen hava, virajın dönülmesiyle çoğu kere hırçın yüzünü gösteriyordu. Biraz önce greyder ya da kar püskürtücü bir rotatifin geçtiği yerde, az sonra tahmin edilemeyecek kadar fazla kar olabiliyordu. Yağan kara bakıldığında bu kadar birikemeyeceği anlaşılıyordu. Ancak o “göz gözü görmez” dedikleri kar fırtınası, bir anda ortalığı cehenneme çeviriyor ve tonlarca karı yola yığabiliyordu. Şehir merkezinin neden biraz daha aşağıda, kuytu bir yerde kurulduğunu o zaman daha iyi anlıyorduk.
Şimdi rahmetle andığımız müdürlerimizden Halit Ziya Taman’la o bölgede yaptığımız bir yol denetiminde tipiye yakalanmıştık. Şehre dönmek üzereyken, yakın bir noktada artık aracımız gidemez olmuştu. Tipi, sileceklerin çalışmasına izin vermiyordu. Şoförümüz çoğu kere başını camdan çıkararak yolu görmeye ve bizi bu bölgeden çıkarmaya uğraşıyordu.
Ama ne mümkün!
Artık yol yatağını kaybetmiştik. Nihayet aracımız kara saplandı. Tek tesellimiz arabanın çalışıyor olmasıydı. Etrafta bizden başka kimseler yoktu. Tek yapılacak şey, telsizle yardım istemekti. Aslında çok uzakta değildik. Kar çok yığılmadan bir greyder gelip yolumuzu açarsa buradan kolayca kurtulabilirdik. Ben buna benzer tipileri yaşamıştım. Ama hep yanımda karayollarının araçları olduğu için bu denli tedirgin olmamıştım.
Ne var ki, Halit Ziya müdürümüz anons edip yardım istemiyordu. Ben de akıl vermiş olmamak için O’na hatırlatma yapamıyordum. Aldığımız meslek terbiyesi bu yöndeydi.
Ancak kar fırtınası şiddetini sürekli artırıyor, korkunç manzara içimizi karartıyordu.
10 kilometre yarıçapındaki bu bölge sanki cehennem gibiydi. Biliyordum ki şimdi Siirt yolu günlük güneşlikti. Orası da bizim görev alanımız içindeydi. Ancak Muş ovasından dağlara çarpan kar ve tipi adeta duruyor ve yeni bir meteorolojik yapı başlıyordu. Demek ki ülkemiz yedi coğrafi bölgeye ayrılırken bu etkenler rol oynamıştı.
Bu gibi durumlarda insanın aklına neler gelmiyordu ki... Hani, “gözümün önünden film şeridi gibi geçti” dedikleri türden. Charles Berlitz’in Bermuda Şeytan Üçgeni adlı kitabını yeni okumuştum. San Juan, Miami ve Bermuda arasında oluşan üçgen; insan ve taşıtlara mezar oluyordu. Uçaklar bu bölgede iz bırakmadan kayboluyor, gemiler denizin ortasında mürettebatsız ve yolcusuz, terk edilmiş durumda bulunuyordu. Şeytan üçgeni, 100 uçak ve gemiyi ve 1000 kişiyi yutmuş, yok etmişti.
Aslında Rahva, şeytan üçgeninden aşağı değildi. Kısa bir süre önce Rahva’da düşen bir uçağı yerinde görmüştüm. NATO üssünün bulunduğu dönemden kalan toprak piste iniş yapmaya çalışan küçük bir uçak, kötü hava koşulları nedeniyle pistten çıkmış ve ileride kayalar arasında parçalanmıştı. O yıllarda öyle bir yerde böyle bir uçağı görmeyi oldukça tuhaf karşılamıştım. Ama tedirgin olmamıştım.
Hemen yanı başında bulunan Van gölünde, şeytan üçgeninde olduğu gibi gemiler batmıyordu, kaybolmuyordu. Ama göl suları o kadar yükselmişti ki Tatvan’daki iskeleye gemilerin yaklaşması sorun teşkil ediyordu. İnsanların iskeleyi kullanabilmeleri için ek çözümler üretilmeye başlanmıştı. Gemiler çok daha yukarıda, iskele ise sular altında kalmıştı. İnsanların her zaman yürüdükleri yerlerde, nerdeyse kayıklar kullanılacak olmuştu.
Ayrıca o meşhur Van Gölü Canavarı...
Arabamızın kaldığı yerde, tipi hızını kesmiyordu. Halit Ziya müdürümüz hâlâ anons etmiyordu. Sürekli sigara içiyordu. Durum çok ciddiydi. Eğer yol yüzeyindeki kar çoğalır ve açmak için greyder yeterli olmazsa rotatif gerekebilirdi. Ancak bu kar püskürtücüler çok yavaş ilerlediklerinden bize kadar gelmeleri çok zaman alabilirdi. Bu arada aracımızın motoru stop eder ya da yakıtımız biterse durumumuz hiç de iyi olmazdı.
Bir yandan da film şeridi gözümün önünden gitmiyordu. Uçak, gemi, canavar derken bazı araçların çığ altında kalma iddiaları karşısında duyduğumuz hüzün, yine birçok aracın, yol zeminindeki buzlanmadan kayarak Van gölüne ya da Bitlis çayına uçmaları sonucu, jandarma ve savcıyla suda ceset arayışlarımız aklıma geliyordu.
Şoförümüz bir kere de geri gelmeyi, böylece yeniden yola koyulmayı denediyse de boşunaydı. Araç, ne ileri ne de geri gidebiliyordu. Tekerlerin zincirli oluşu bile hiçbir yarar sağlamıyordu.
Tipinin geçeceğini düşünen müdürümüze anons etmemizi, bir an önce yardım gelmesi gerektiğini söyledim. Cevabı çok ilginçti:
“Akşam lokalde alay ederler.”
O yıllarda kendisiyle aynı dönemleri paylaşan arkadaşları İsmail Ertemli, Mehmet Ali Selçuk müdürlerimiz de Bitlis’te çalışıyorlardı. Şehrin ileri gelenleri ve çok sayıda bürokrat sıkça polisevine geliyorlardı. Belli ki onlardan gelecek sözleri düşünerek bu anonstan kaçınıyordu.
Oysa durum ciddiydi. Anons etmek için kendilerinden izin aldım ve şehiriçi trafik hizmetlerinden sorumlu komiser İsmail Sarkmaz’a, bulunduğumuz noktayı bildirip belediyenin greyderiyle gelmesini söyledim.
Belediyenin CHAMPION marka greyderi çok güçlüydü. Operatörü, bu aracı kullanma konusunda o yörede, pek yaman biri olarak tanınıyordu. Onunla çok yollar açmış, çok kişileri kurtarmıştık.
Telsiz anonslarından bize ne kadar yaklaştıklarını takip edebiliyorduk. Herhangi bir teknik engel olmazsa 15-20 dakika sonra Bermuda değil ama Rahva’daki şeytan üçgeninden kurtulacaktık.
Düşüncelerimiz gerçekleşti. Az sonra CHAMPION göründü. Tipi ile iyice akbaba görünümüne bürünen bu demir yığını, şimdi gözüme o kadar şirin görünüyordu ki..
Bir kuğu gibi...
Akşam, polisevindeki tek konu buydu. Herkes, biraz da mizahi bir yaklaşımla, Halit Ziya müdürümüze laf atarak bir şeyler söylüyordu. Ben çok fazla aldırmıyordum.
Ama gecenin ilerleyen saatlerinde heyecanlı bir telsiz anonsu bu konuşmaları bölmüştü:
“45 30 Merkez 45 10”
“45 10 Dinliyorum”
“Şehir merkezinde bir kurt sürüsü var. Emirleriniz!”
Salondaki neşeli hava kaybolmuştu. Herkes, endişeli gözlerle birbirine baktı. Sonra da asayiş hizmetlerinden sorumlu başkomiser Tağı Aras’a baktılar.
Sakin olan tek kişi Halit Ziya Taman’dı. Ne de olsa dikkatler başka bir yöne çevrilmişti.
Tağı Aras’ın anonsu tek sözcükten ibaretti:
“Tarayın!”
Kurtlar kimseye zarar vermemişti. Ama gündemin tepesine yerleşmişti.
Halit Ziya müdürümüz mü?
O artık tebessüm edebiliyordu.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder