20 Haziran 2011 Pazartesi

CEMAL SAFİ İLE SÖYLEŞİ

SEVGİYİ TÜM TOPLUMA AŞILARSANIZ
NE COPA GEREK KALIR, NE DE SİLAHA



Cemâl Sâfi, şairlik yeteneklerine sahip Azeri kökenli bir babanın oğludur. Ailede şair var mıydı diye sorduğumuzda, “Kurcalayınca bir yerden çıkıyor” diye cevap vermektedir. Samsun’da doğmuştur. 20 yaşından beri Ankara’da oturmaktadır. Türk şiirinin duayenlerindendir.
Soğuk bir kış günü, Aydınlıkevler’deki bürosunda, onunla sıcak bir sohbet imkânı bulduk. Şiiri, baştan sona konuştuk.
Neden “İlle de sevgi” diye sorduk. Ayrıntılı olarak anlattı. Hatta sevginin, damıtıldığı zaman aşka dönüştüğünü dile getirdi.
Neden “İlle de hece ölçüsü” dedik. Serbest yazanların aslında süslü nesir yazdıklarını belirtti.
Düzenlediği şiir yarışmalarını, yayımlanan kitaplarını, aldığı ödülleri konuştuk. Taşlamalara ve toplumsal sorunlara ilişkin görüşlerini aldık.
Şiirin pozitif enerji vermedeki rolünü, birinci ağızdan kendisinden dinledik.
Sanatsal bir söyleşi yapıyorduk. Ama meslek damarımız tuttu. Şiirin, polisiye sorunları çözmedeki rolünün neler olabileceğini sorduk. Bizi, Orhan Gencebay’ın bestesini yaptığı şiiriyle yanıtladı: “Gelin Birlik Olalım”
İlginç bir şairimizdi. 38 yaşında ilk ciddi şiirlerini yazmaya başladı. 50 yaşından sonra kitapları yayımlandı.
1989 yılında “İmkânsız’ı başardı.
Pencereden bakmayan, yollara bile çıkmayan sevgi gerçeğini, O, rüyalarında bile yakalayabileceğini o yıllarda haykırıyordu:
Yıldızlara baktırdım fallara çıkmıyorsun
Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa
Pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun
Seni görmem imkânsız rüyalarım olmasa.
1990 yılında ise gözleri uykuyla barışıyor ve vurgun da sayılsa, sürgün de sayılsa sevginin yüceliğini, şiir sanatının en üst mertebesine kazıyordu. Üstelik ülkemizin en güçlü bestekârlarına ve ses sanatçılarına da tescil ettirerek:
Gözlerim uykuyla barıştı sanma
Sen gittin gideli dargın sayılır
Ben de bir zamanlar sevildim amma
Seninki düpedüz vurgun sayılır.

Ne kadar zulmetsen ah etmem sana
Her iki cihanda gül kana kana
Seninle cehennem ödüldür bana
Sensiz cennet bile sürgün sayılır.

ŞAİRİN GÖNLÜ DOLMAKALEMİ, DUYGULARI İSE MÜREKKEBİDİR
Bize bu söyleşide “şairi” ayrıntılarıyla anlattı. Şairin gönlünün dolmakalem, duygularının ise mürekkebi olduğunu vurguladı.
Biz onu kendi sözleriyle iyiden iyiye tanıyacağız. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, o iyi bir şair olduğu gibi, iyi bir yorumcudur da. Şiiri ondan dinlemek büyük bir haz vermektedir.
Hani, kimi ses sanatçıları için “Sahnesi mükemmeldir” denilir ya… İşte Cemâl Sâfi de öyledir. O sahnede bir kuğu gibi zarif, bülbül gibi şakıyandır.
Bunu, kıyafet seçiminden tutun da öteki bütün ayrıntılara önem verişinden anlamak mümkündür.
O sahnede şiir okurken sadece sözcükler havada uçuşmaz. Yazdığı günkü duygularını, kendisini dinleyenlere an be an yaşatabilen bir yetenektir o.
Sonra..?
Sonra biz sorduk. O cevapladı.
Erol ÖZDEMİR: Öncelikle şair ve şiir hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyoruz.
Şair sonradan olunmaz. Öyle olsaydı şiir sınıfımız olurdu. Şiir dersimiz olurdu. Şiir öğretmenimiz olurdu.
Müzik dersimiz, resim dersimiz vardır. Bunlar da güzel sanatlardandır. Ama şiir dersi yoktur. Şairlik doğuştandır. Eğer içinizde şairlik varsa, okuma yazmayı öğrendiğinizde önce şiiri öğrenirsiniz. Şarkıların şiirleri sizin dikkatinizi çeker ve o şarkıların güftesini merak edersiniz.
Eskiden şairlere âşıklar denirdi. Şair fazla duyan, fazla etkide kalan insandır.
Bir dramatik olay olsa önce şair ağlar. Komik bir olay olsa önce şair güler. Hem de herkesten fazla güler.
Acıklı sahneleri çok olan “Güle Güle” filmine gitmiştim. Yüzümde oluşan alerji iki yılda iyileşmedi. Bu nedenle Şener Şen’in oynadığı “Gönül Yarası” filmine gidemiyorum. O da acıklı bir film imiş.
Okuma ve yazmayı öğrenince, önce şiir yazmaya başlarsınız. Uykularınız kaçar. İnat eder de yazmazsanız hiç uyutmaz. “Yazıp da ne olacak”, dediniz. Yani şiire kafa tuttunuz. Sizi sabaha kadar uyutmaz. Ben hiç kafa tutmam. Ama bir dörtlüktür, ama bir şiirdir. Kalkar yazarım ve gönül rahatlığıyla uyurum. Bu bir nevi deşarj olmaktır.
“Ben Sözün Şehriyim” diyerek şiiri şu dizelerle anlatabilirim:
Herkes beni ayrı söyler ayrı der
Ben sırrımı sezdirmeyen sihirim
Çıkışım da akışım da aynı yer
Kalpten doğup kalbe akan nehirim.
EÖ: Şiirle tanışıklığınız nasıl oldu?
Şiirle tanışmam çocukluğumda, ilkokul sıralarında oldu. Şairi azam Abdulhak Hamit’in, karısının ölümüne yazdığı Makber, ilk ezberlediğim şiir olmuştur. Şarkı olarak Hafız Burhan okurdu. İki defa okudum ve ezberledim. Anlamadığım kelimelerin anlamını sözlükten çıkardım. Şairseniz ya da şairlik ruhunuz varsa bunları becerebiliyorsunuz.
Özellikle aşk şiirleri, âşık olduktan sonra yazılır. Ben âşık olmadan yani aşkı tanımadan önce, yazılması gerekenler yazılmıştır zannediyordum. Ne yazacağım ki diyordum. Hatta Karacaoğlan o kadar ileri gitmiştir ki, kendisinden sonra aşk şiiri yazabilecek kimsenin olamayacağını iddialı olarak öne sürebilmiştir.
Ne zaman ki âşık oldum. O zaman, “Al eline kalemi, yaz başına geleni” misali şiir yazmaya başladım. Aşkı tanımıştım ve 38 yaşındaydım.
Ondan önce de yazmıştım. Ama onlar önemli değildi. Tanıyınca yazıyorsunuz. Picasso’ya, tanımadığı adamın resmini yap denilse ne kadar başarılı olabilir ki.
Ben aşkı ne kadar tanımışsam, o kadar başarılı şiir yazarım.
Güzel bir manzarayı karşınıza alır resmini yaparsınız. Gözleriniz görmüyorsa başarılı olamazsınız. Aşk şiirinde başarılı olmak için gönül gözüyle aşkı tanıyacaksınız.
1978 yılıydı. Benim aşkı tanımam o yıllarda başladı. İlk şiirlerimi Orhan Gencebay besteledi. Gazetelerden, mecmualardan şiirlerimi araştırmış ve okumuş. Şiirlerimi araştırdığı gibi beni de araştırmış. Samsun’da tanıdığı ağabeyimden yola çıkarak bu şiirlerin sahibinin ben olduğunu tespit etmiş. Beni İstanbul’a davet etti. Bende sizin tüm şiirleriniz var dedi. Ona birçok şiirimi götürdüm. Bugüne kadar 43 şiirimi besteledi. Onun tarafından bestelenen Ayşen şarkısı ile Firuze filmindeki “Ya evde yoksan” şarkısının şiirleri bana aittir.
Ayrıca Muazzez Abacı’nın okuduğu Vurgun ile Zekai Tunca’nın besteleyip yorumladığı “İmkânsız” şarkılarının şiirleri de bana aittir.
EÖ: Şiirlerinizi içinizden geldiği gibi mi yazarsınız? Yoksa birileri istedi diye yazdığınız oluyor mu?
Ben aslında şarkı sözü yazarı değilim. Yazamam da. Şarkı sözü yazma, bestekâra tabi olmaktır. Ben kimseye tabi olmadım. Kimsenin keyfi için şiir yazmam. Yalnız iki istisna vardır. Birinde Dedeman otelde bir davetteydik. Beni sahneye aldılar. Sahnede assolist Hüner Coşkuner vardı. Kuliste beni bırakmadı. “Beni sevmeni istiyorum” diye bir şiir yazmamı istedi. Ertesi günlerde büroma geldi. “Cemâl abi başlamadın mı” diye sordu. Ben söz yazarı olmadığımı, bu haliyle yazamayacağımı belirttim. Ancak başından geçenleri anlatırsan, bana duygu verirsen yazarım, dedim. Çünkü şairin gönlü dolmakalemdir. Duyguları ise mürekkebidir. Mürekkep biterse ne yazabilirsiniz ki. Zorlama ile şiir yazılmayacağını, zorlarsanız şiirin sizinle alay edeceğini söyledim. Buna rağmen “Anlatmasam olmaz mı” dedi. Olmayacağını söyledim. Bunun üzerine anlattı. Ben de mürekkebin geldiğini söyleyerek şiiri yazmayı kabul ettim. Ancak benden istediği “Beni sevmeni istiyorum” 9 sesliydi. Yani 9 heceliydi. Bu da şiir tekniğine uymuyordu. Ne 7+7, ne de 6+5 heceliydi. Bunun üzerine daha etkili, daha güzel olacağına inandığım “Senden sadece beni sevmeni istiyorum” diye kaleme aldım. Şiir, şu iki dörtlükle başlıyordu:
Seninle buluşmamız ne kadar zor olsa da,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Beş dakika baş başa kalmamız suç olsa da,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.

Çağırsam bile gelme, yorulma ne olursun,
Sen üzülme, incinme, kırılma ne olursun,
Beni yanlış anlama, darılma ne olursun,
Senden sadece beni sevmeni istiyorum.
Şiiri çok beğenmişti. Hemen Bilge Özgen’i getirdi. Bilge Özgen şiiri aldı ve besteledi. Ölümsüz bir hicazkâr şarkı oldu. O yıllarda hicazkâr modası vardı. Avni Anıl’ın da Şahin Çandır’dan yaptığı “Ah bu şarkıların gözü kör olsun” adlı meşhur hicazkâr şarkısı o yıllara rastlıyordu.
İkinci istisnaya Orhan Gencebay sebep oldu diyebiliriz.
Onunla bir televizyon programına gidiyorduk. Gündemde sağ sol çatışmaları vardı. Alevi Sünni tartışmaları yapılıyordu. Vatandaşların birbirine girdiği, polislerin koşuşturduğu bir dönemdi. Küfürler, polise saldırılar kol geziyordu.
Bu durumu tartışırken Orhan Gencebay, “Yazsana bu durumu Cemâl Abi” dedi. Gelin Birlik Olalım şiiri böyle çıktı. İlk beyitinde altı kafiye vardır. İki beyit şöyledir:
Gelin birlik olalım, yarın çok geç olmadan
Gelin dirlik bulalım vazgeçin öç almadan

Nefreti yok edelim gel sen de katıl bize,
İntikam eşkıyası sevgiyle gelir dize.
EÖ: Bazı istisnalar olsa da şiirlerinizde, “İlle de sevgi” dercesine bu temayı işliyorsunuz. Neden ille de sevgi?
İnsan doğayı sever. Bayrağı ve vatanı sever. Maviyi, yeşili, çiçeği sever. Evladını, anasını, babasını, kardeşini de sever. Sevgi, damıtıldığı zaman aşka dönüşür. Üzüm, güzel bir meyvedir. Üzümden, damıtıldığı zaman rakı olur. Mayalandığı zaman şarap olur. İçildiğinde sizi başka bir âleme götürür. Aşk da sizi başka âlemlere götürebilir. Zira aşk, sevginin çok fevkinde olanı yani aşırısıdır. Bu da insanı, şairlik ruhu varsa başarıya ulaştırıyor.
EÖ: Sevgi kavramı gibi kararlı olduğunuz bir ikinci özelliğiniz de hece ölçüsü ile yazıyor olmanızdır. Heceli yazmanın şiire kattığı güzellik nedir sizce?
Ben serbest şiiri de çok seviyorum. Ama edebiyat öğretmenlerine kırgınım. Çünkü öğrenci, şiir diye düz yazı yazıyor. Yazdığını da şiir zannediyor. Çünkü yanında böyle örnekler var. Öğretmen, “Aferin çocuğum” diyor. Ama o, şiir değildir. Bunları Avrupalıya şiir diye tanıtmaya kalktığımızda hemen bizim şiir konusunda ne kadar beceriksiz olduğumuz kanısına varacaklardır. Bu düz yazılar şiirse Yahya Kemal de, Nedim de, Fuzuli de, Mehmet Akif de şair değildi.
Öte yanda Goethe de, Dante de, Boudlair de şair değildi. Hatta Şekspir de şair değildi. Ben diyorum ki, düz yazı ile şiir yazanlar şairse, ben şair değilim.
Onlar süslü nesir yazıyorlar. Ne uyak var, ne vezin.
Vezinsiz yani ölçüsüz şiir olmaz. Kafiyesiz yani uyaksız da şiir olmaz. Düz yazı olur. Akılda da kalmaz. Zaten Allah bile ayetleri kafiyeli yollamış. Ben kafiyeli ayetleri daha kolay ezberleyebiliyorum.
Kişi önce ölçülü ve kafiyeli şiir yazar. Bu konuda kendini kanıtlar. Sonra da serbest şiir yazarsa buna bir şey demem. Hatta takdir ederim. Ama öncelikle ölçülü, kafiyeli şiir yazacak.
Bütün bunlara rağmen çok sevdiğim serbest şiirler olduğunu da belirtebilirim.
EÖ: Günümüz hececi şairlerinden birkaç isim verebilir misiniz?
İlk olarak bir yıl kadar önce kaybettiğimiz Halil Soyuer aklıma gelmektedir. Kızı Nursel Gündüz emniyet müdürüydü. Ayrıca Osman Kaya ve İstanbul’da yaşayan Âşık Zevraki de hececi şairlerimizdendir.
EÖ: Şiir şenlikleri düzenleyerek şiiri sevdirmedeki çabanız herkesçe bilinmektedir. Bu konuda girişimde bulunacaklara neler tavsiye edersiniz?
Akçay’daki şiir etkinliklerine 1992 yılında başladım. Her yıl ağustos ayının sonlarına rastlayan üç günde yarışmalar yapıyoruz.
İlk gün şiir okuma yani yorum yarışması yapıyoruz.
İkinci gün Türk sanat müziği beste yarışması yapıyoruz.
Üçüncü gün ise şiir yarışması yapıyoruz. Eskiden serbest şiirleri almıyordum. 2004 yılında serbest şiirleri de yarışmaya aldım. Ama jürimiz, iyi olmayan serbest şiirleri reddediyor.
EÖ: Şiir yarışmasına Türkiye’nin her yerinden katılanlar oluyor mu?
Yurdumuzun her yerinden olduğu gibi Amerika’dan, Avrupa’nın birçok ülkesinden bile katılanlar oluyor.
Çok güzel şarkılar, çok güzel şiirler çıkıyor. Teşvik oluyor. Birbirleri ile rekabet havası oluşuyor. Ödüller, şiltler veriliyor.
Sezon sonu olduğu için oteller de ucuz oluyor.
EÖ: Ayrıca Ankara’da şiir günleri düzenliyorsunuz…
Ankara’da her pazar günü benim yönetimimde şairler, müzisyenler toplanıyor. Benim şiir anlayışımı tasvip etmeyenler dışında herkesin bu dinletilere katıldığını belirtebilirim.
EÖ: Böylece edebiyat ve sanat dünyasına yeni şairler, yeni şiirler kazandırıyorsunuz.
Evet, yeni şairler, yeni şiirler kazanılıyor. Ben gazetedeki bir söyleşide İstanbul’daki şairlere meydan okudum. Benim şairlerim en iyisi, dedim. Benim kalfalarım sizin ustalarınızdan iyidir, dedim. Hiçbir cevap, hiçbir sataşma gelmedi. Ama el elden üstündür. İnşallah çıkar da Türk edebiyatı daha çok şair kazanır.
EÖ: Ülkemizde şaire bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yabancı ülkelerde daha çok önem veriliyor. Örneğin Fransa’ya gidin. Hemen şairiyle, ressamıyla, müzisyeniyle övünürler. Ben o yolu yaptım, o metroyu, o barajı yaptım diye konuşmazlar. Fiziksel olarak yapılanlar hiç akıllarına gelmez. Zira onlar ihtiyaç oldukça zaten yapılacaktır.
Goethe, Almanların medarı iftiharıdır. Yaşadığı dönemde kendine vatan haini demişlerdir. Şimdi ise Goethe Üniversitesi, Goethe Akademisi, Goethe Caddesi, Goethe Parkı diye her yere adı verilmektedir.
Romanya’da da Eminescu, onların en iyi şairlerindendir. Ülkesinde çok iyi anılmaktadır. Henüz 37 yaşında iken vefat etmiştir. Adına yarışmalar düzenlenmektedir. 2004 yılında yapılan yarışmada da Eminescu ödülünü bana verdiler.
EÖ: Şiirle toplumsal sorunlar dile getirilebilir mi? Bu sorunlar için şiirle çözümler üretilebilir mi?
Evet, taşlamalarla, hicivlerle toplumsal sorunlar dile getirilebilir. Nef’i, Neyzen Tevfik, Şair Eşref bunlardan bazılarıdır.
Nef’i, bu yüzden kafayı vurdurtmuştur.
Şair Eşref kaymakamdı. Yazdığı taşlamalar nedeniyle vali olamadı. Taşlamalarında küfür kullandığı da olurdu. Kırkağaç’ta büstü vardır.
Benim de toplumsal sorunları dile getiren şiirlerim vardır. “Yiğidin Alın Teri” bunlardan biridir:
Bu ne vurdumduymazlık, bu ne miskin bir gaflet
Bu kadar kara mıydı bu milletin kaderi
Yakamızdan düşmüyor yoksulluk denen illet
Bu mudur siyasiye itimadın ederi.
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri…

Her ay yeni bir paye şekere de una da,
Dokunulmaz olacak suya da sabuna da.
Kimi fazla göbeği atarken saunada,
Kimi canlı cenaze, bir kemik bir de deri!
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Vergiye mecbur eden tanısaydı insafı,
Bu kadar ezer miydi, üzer miydi esnafı?
Baykuşun şenlik sesi çınlatıyor etrafı,
Gelirine beş basar maaşlının gideri!
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Ekonomi atının jokeyi bile piyon,
Gemi azıya almış koşuyor enflasyon!
Kiminde yamalı don, kiminde Paris losyon,
Hangi çağda yaşanmış bu tezattan beteri?
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Ya nüfus patlaması! Öyle dev bir alev ki!
Yangını körüklüyor fukaranın tek zevki!
Uykudan aziz gelir ne mukaddes görev ki!
O kadar kaldıramaz yüz gramlık halteri!
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...

Vatanın imdadına koşarken çingenesi,
Kanını sömürmekte binlerce kıç kenesi!
Kınamaktan yoruldu Cemâl’in saf çenesi,
Bu kadar kara mıydı Türkiyemin kaderi...
Karnını doyurmuyor yiğidin alın teri! ...
EÖ: Sizi taşlama yazmaya yönelten duygular nelerdir?
Taşlamayı kızınca yazarım. Kınamak için yazarım. Hicvetmek için yazarım. Yani taşlamak için yazarım.
Toplumsal sorunla karşılaşan şairin bunu yazmaması mümkün değildir. Bu durum onu gece uykusundan eder. Sinirler bozulur. İlle de beni yaz der. Şiir kendini yazdırırsa şiirdir zaten. Benim şiiri anlatan şiirim vardır. Şiir kendini anlatır. “Kıyamete Kırk Kala” adındaki son kitabımın ilk şiiri bunlardan biridir. 1996 yılında yazmıştım. İlk dörtlüğü şöyledir:
Bu ne vurdumduymazlık, bu ne miskin bir gaflet
Bu kadar kara mıydı bu milletin kaderi
Yakamızdan düşmüyor yoksulluk denen illet
Bu mudur siyasiye itimadın ederi.
EÖ: Taşlamalarda değişik bir yöntem izliyorsunuz.
Ben taşlamaları aruz-hece karışımı yaparım. Çok daha lezzetli oluyor. Aruz ve hece son yazdığım şiirlerde fazlasıyla vardır. Aruz kulağa hoş gelir. Aruzda, Arap ve Fars ahengi vardır. Devenin, çölde yürümesinin temposunu verir. Yalın Türkçe ile aruz yavan olur. Hece vezni, günümüzde kullanılan dile daha uygundur.
EÖ: Şiirleriniz arasında ayrım yapmadığınızı biliyoruz. Gerçekten hepsi çok güzel ve anlamlı. Ayrıca çok iyi bir yorumcusunuz. Şimdi sizden bir şiirinizi okumanızı isteseydik bu hangisi olurdu?
İlle de hangisi denilirse Tek Hece şiirimi söyleyebilirim. En çok sevdiğim şiirimdir. Aşkın bütün boyutlarını ele almaktadır. O sıralarda Orhan Gencebay aramıştı. Bana Ayşen şiirini bestelediğini söyledi ve telefonda dinletti. Ardından da sordu:
“Yeni bir şey var mı?”
Tek Hece’yi yeni yazmıştım. Adını henüz koymamıştım. Okudum.
“Tüylerim diken diken oldu”, dedi. “Bundan sonra ne yazacaksın Allah aşkına” diye ilave etti.
Daha sonra bu şiiri de besteledi.
EÖ: Tek Hece şiirinizin doğuşunu anlatır mısınız?
İstanbul’da Pera Palas’ta bir gecemiz vardı. Yanımda, şimdiki Edirne emniyet müdürü Uğur Gür vardı. Elinde küçük bir teyple, 16-17 yaşlarında bir genç geldi. Yeni bir dergide göreve başladığını söyledi. Bana, aşk konusundaki görüşlerimi sordu. Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Oldukça yorgundum. Genç arkadaşıma hitaben, “Aşk çok büyük, teybin küçük, aşk bu teybe sığmaz” dedim. Genç adam ısrarlıydı. Mazeretimi yeniden belirterek onu Uğur Gür’e yönlendirdim. Uğur Gür, gençle yeterince konuştu.
Aradan üç gün geçti. Ama aşk konusu aklımdan çıkmıyordu. Sürekli “Beni yaz” diye rahatsızlık veriyor, sabaha kadar benimle uğraşıyordu. Bu rahatsızlık, trenle Ankara’ya döndüğümüz gece de devam etti. Artık dayanamıyordum. Benimle yolculuk yapan asistanıma seslendim. Işık yanmış ve beni kalemimle buluşturmuştu:
Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğine Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eyledim taç ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim âlimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Benim için yaratıldı Muhammet,
Benim için yağdırıldı o rahmet,
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Enbiyanın yüzündeki nur benim…

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da,
Görünmezim cismim de yok, resmim de,
Dil üzmezim, tek hece var ismimde,
Barınağım gönül denen yer benim…
Benim adım aşk…

EÖ: Biraz da kitaplarınızdan söz eder misiniz?
İlk kitabımın adı Vurgun. Onbirinci baskı bitmek üzeredir. 35-40 bin civarında satmıştır. En fazla satan şiir kitabıdır. Ne yazık ki, okuma konusunda özürlü bir milletiz. 1960’lı yıllarda Türk milleti daha çok okuyordu. Televizyonlar maalesef tembellik getirdi.
İkinci kitabımın adına konu olan “Sende Kalmış” şiirim, Selami Şahin tarafından bestelenmiştir.
Son kitabım ise “Kıyamete Kırk Kala” adını taşımaktadır. Hıristiyanlar, kurtarıcı olarak Mesih’i beklerler. İnanışa göre o, kıyamete kırk kala tekrar dünyamıza gelecek ve Allahtan insanlar için şefaat bekleyecektir.
EÖ: Türkiye’de şiir kitapları ve dergilerinin ‘yok seviyesinde’ sattığı bilinmektedir. Yine ülkemizde herkesin okumadan, çalışmadan şair olma hevesi olduğu yönünde yaygın bir kanı vardır. Bir duayen olarak siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben aslında kitap çıkarmak için şiir yazmam. Ama üst üste ödüller aldığımda okuyucular ısrarla şiirlerimi aradılar. Kanada’dan, Amerika Birleşik Devletlerinden ve hatta Avustralya’dan bile arayanlar olmuştu. 50 yaşından sonra Vurgun adlı kitabımı çıkardım.
Şair namzedi arkadaşlar, kitabım satmıyor diye şikâyet ediyorlar. Bir meyve ağaçta olgunlaştığı zaman yenir. Hamken yerseniz acı olur ve tükürürsünüz. Şiir kitaplarını hamken çıkarıyorlar. O zaman da ham meyveye benziyor.
Sen güzel yazmamışsın ki senin kitabın satsın. Millet şiirden anlamıyor değil. Sen layık değilsin, hazır değilsin. ‘Ham meyveyi kopardılar dalından’ olmuş. Siz zeytini hamken yerseniz, acı olduğu için geri tükürürsünüz. Bir de ağzınızı yıkarsınız. Ona benziyor. Siz de hamken kitap yazarsanız okuyan da ‘kahretsin’ der.
EÖ: Şiir yazmayı hedefleyen insanlar sadece Allah vergisiyle mi yazarlar? Bunun için ek unsurlar olmalı değil midir?
Şiir yazmak, kelime hazinesi ile doğrudan ilgilidir. Bunun için çok okumalısınız. Her konuda bilgi sahibi olmalısınız. Hele de hece ölçüsü ile yazıyorsanız zorluklarla karşılaşırsınız. Binlerce şair 6+5’i bulmuş. Ahenk burada demişler. Mesela 6+6’dan şiir olmaz. 7+5, şarkı sözü yazarları tarafından kullanılır. Şiire uygun düşmez. Benim hiç 7+5 ölçüsünde şiirim yoktur. Çünkü ben şarkı sözü yazarı değilim.
Özetle şiir, benimsenen ölçüde yazılmalıdır. Zira ahenk, böylece yakalanacaktır. Belirli ölçüdeki şiiri yazabilmek için de çok bilgili olmak gerekecektir.
EÖ: Şiirle pozitif enerji verilebilir mi?
Siz şair değilseniz, duygularınızı ifade etmekte zorluk çekersiniz. Ve sıkıntılar içinizde birikir, darlaşırsınız. Şair, sizin duygularınızı o kadar ahenkli ve çarpıcı bir durumla lanse eder ki, “Tam benim söylediklerimi dedi” dersiniz. “Ben de böyle düşünüyordum” dersiniz. “Ne güzel demiş” dersiniz. Böylece içinizde bir huzur, bir rehavet oluşur. O dertler çıkmış olur içinizden.
Haykırmak istedikleriniz, söylemek istedikleriniz o şiirlerin birinde vardır. Onu duyunca rahatlarsınız. “Benim söyleyeceklerimi Cemâl Sâfi söylemiş” dersiniz.
EÖ: Karamsarlığı konu alan şiirler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mezar kelimesini tek bir şiirimde kullanmışımdır. Azeri şivesiyle yazdığım bir şiirdi. Babam Azeri olduğu için böyle bir seçim yapmıştım. Karamsarlığa sıkça yer verenlere katılmıyorum.
EÖ: Sanat adamı için ödül, gerçek bir taçtır. Bize ödüllerinizden ve aldığınız bu ödüllerle ilgili duygularınızdan söz eder misiniz? Sizin için anlamı büyük olan ödülleriniz hangileridir?
Takdir edilmek, elbette güzel bir duygudur. Ödül almak, plaket almak ve onları çocuklara, torunlara bırakmak daha da güzeldir.
1989 yılında Hürriyet, Milliyet ve TRT’nin ayrı ayrı düzenledikleri yarışmalarda birincilik ödülünü İmkânsız şiirimle aldım. İstanbul sanatçıları, bu durumu tesadüf olarak değerlendirdiler. Ancak 1990 yılında, aynı ödülleri bu defa Vurgun ile aldım. İstanbullu sanatçılarımızın kıskandıklarını renklerinden anlayabiliyordum. Onların ilinde ödülleri toplamak çok hoş bir duyguydu. Üstelik bu ödül, Türkiye’nin Nobel’i gibidir. Gerçek bir Altın Kelebektir. Onu kasamda saklarım.
2003 yılında yapılan Dil bayramında Türkçeyi en iyi kullanan şair ödülü bana verildi. Bu ödül töreni, onbirinci yüzyıl sonlarında yaşayan Karamanoğlu Mehmet Bey adına yapılmıştı. Milli Eğitim Bakanlığına ve Kültür Bakanlığına göre Türkiye’de Türkçeyi en iyi kullanan şair seçildim. Bu, Türk Dil Kurumu ödülüydü. Ahmet Özhan, Türk sanat musikisi dalında, Semih Sergen ise tiyatro dalında Türkçeyi en iyi kullanan sanatçılar olarak seçilmişti. Semih Sergen, Türk dilini çok iyi kullanır. Onun bu konuyla ilgili bir okulu vardır. Ses tonu ve diksiyonu mükemmeldir.
EÖ: Bundan sonraki hedeflerinizi öğrenebilir miyiz?
Günümüz gençleri geçmişini tanısın diye tarihi anlatan şiirler yazıyorum. Tiryaki Hasan Paşa’yı anlatan “Sevda Ektin Gönlüme” şiiri bunlardan biridir:
Sevda ektin gönlüme bin verdi bire kâfir
Verdiğin süre geçti vermedin fire kâfir
Ganije Kalesi mi savunduğun yüreğim
Tiryaki Hasan Paşa Pir’in mi bre kâfir…
Ayrıca dinsel şiirler yazmaya devam edeceğim. Beşeri aşk, insanı Allah aşkına götürüyor. Hiçbir insan yoktur ki, beşeri aşkı tanımadan Allah aşkını tanısın.
Benim Allah için yazdığım “Kâinatın Ulu İmparatoru” adlı şiirim 12 kıtadan ibarettir. 7+7 ölçü ile yazılmıştır. Son iki mısraı 6+5 olan şiirin bir başka ilginç yanı ise 666 sesli (ünlü) harften oluşmasıdır.
İki kıtası şöyledir:
Varlığını tartıştı Firavun Musa ile
Rüsva ettin elçiliğe diklenen diktatörü
Koca deniz ikiye bölündü asa ile
Hükmettin kâinatın ulu imparatoru.

Nemrut ki ateşlere atmıştı İbrahim’i
Gülüzara döndürdün yanardağ gibi koru
Habibinden öğrendik biz Rahmanı rahimi
O sensin, kâinatın ulu imparatoru.
EÖ: Şiir yazmak isteyenler, sizce nelere dikkat etmelidirler?
Öncelikle çok okumak lazımdır. Memur gibi değil, şair gibi yaşamak lazımdır. Şairler birbirleriyle meşk etmelidirler. Müzisyenlerle bir olmalıdırlar. Ben müzik dinleyerek çok şiir yazmışımdır. Bir yaylı tambur beni alır nerelere götürür. Ağlayarak şiir yazdırır bana.
Şiir yazabilmek için uygun ortamı yakalamak lazımdır. Akşam beş buçukta iş dönüşü eve gel. ‘Ben şiir yazacağım’, de. Olmaz böyle bir şey. Birlik olacaklar, beraber olacaklar. Bu konuda yetersiz olanlara yardımcı olacaklar. Yol gösterecekler. Şimdi yetersiz gibi görülenlerin içinden çok kaliteli şairlerin çıkmayacağını kim bilebilir ki…
Ülkemiz insanları, padişahları şair olan bir milletin çocuklarıdır. Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Üçüncü Selim, Dördüncü Murat hep şairdiler. Padişahları şair olan başka millet yoktur. Neron’un, ilham gelsin diye Roma’yı yakmaya kalkıştığı unutulmamalıdır.
EÖ: Biz polisler kamu düzenini sağlamak için varız. Şiirsel duygu ile toplumsal düzenin sağlanması mümkün olabilir mi?
Sevgiyi aşılarsanız neden olmasın. “Gelin birlik olalım” şiirinde sevgi aşılanması konusu işlenmiştir. Eğer bu duyguyu tüm topluma aşılarsanız ne copa gerek kalır, ne de silaha. Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır atasözü unutulmamalıdır.
Size bir misal vereyim: Şair Kaab, henüz Müslüman olmadan peygamberimizin söylediklerinin aksini şiirsel anlatımıyla söyleyip insanları olumsuz yönde etkilemiştir. Peygamberimiz de bir şairdir. Ama Kaab, çok daha güçlü bir şairdir. O dönemde şiire de önem verilmektedir. Hatta birincilik alan şiirlerin Kabe duvarlarına asıldığı bilinmektedir. Kaab, yüksek bir yere çıkıp Peygamberimizin söylediklerini yalanlayan şiirlerle halkı ikna ediyormuş. Şairlere yaklaşılmaması yönünde ayetlerin bu dönemde geldiği bilinmektedir. Daha sonra Müslüman olmuş ve Peygamberimizin yanında yer almıştır.
EÖ: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyorum. Tüm gönül dostları ve meslektaşlarım adına yüreğinize sağlık dileklerimizi sunuyorum.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder