19 Haziran 2011 Pazar

KURULUŞUMUZUN 163 NCÜ YILI VE BİTMEYEN SORUNLARIMIZ

Geçenlerde bir yazı okudum. Nesrin Hisli Şahin hocamız, Polis Dergisinin 54’üncü sayısı için yazmıştı. Konu insan sağlığı ya da insan hakları olunca daha çok dikkatimizi çekti. Nesrin Hocamız “Stres”i yazıyordu. Ama aslında anlattıkları bizlerdik. Yani şu sıralar 163’üncü kuruluş yıldönümü kutlanan polisler. Satırları bir solukta yutarken aslında kendi tükenişimizi görüyordum. 2008’lere geldiğimiz halde bir türlü düzeltilmeyen çalışma saatleri ile ilgili olarak şu gerçekleri ortaya dökmüştü Nesrin Hoca:
“Günde 8 saat çalışırken birdenbire 14 saat çalışma durumunda kaldığınızda, bedeniniz alarma geçecektir. Siz bunu baş ağrılarıyla, gerginliklerle, uykusuzluklar, iştahsızlıklarla, asabileşmekle fark edersiniz. Bu 14 saat çalışma süresi biraz daha uzayacak olursa, yavaş yavaş direnç geliştirmeye başlarsınız ve arkadaşlarınızla konuşurken “alıştık artık” dersiniz. Ancak tüm alışmalara karşın, 14 saatlik çalışma temposu devam ediyorsa, bedeniniz tükenmeye doğru yol almaya başlar ve kapıda beklemekte olan kalp damar hastalıkları, ülserler, şeker hastalıkları, deri hastalıkları, depresyonlar, anksiyete (endişe, kaygı, korku, gerilim, sıkıntı) bozuklukları, cinsel işlev bozuklukları içeriye girer.”
Aklıma kıdemli büyüklerimizin anlattıkları geldi. Haftanın 6 günü karakolda geçiriliyordu. Fevkalade bir durum yoksa bir gün eve gidilebiliyordu. 1964 yılında, yeni doğan bebeğini görmek için başkomiserinden izin alamayan bir polis memurunun çaresizliğine tanık olan ve o yıllarda Polis Akademisi Öğrenci Derneği başkanlığı görevini yürüten Ulvi Kökten’in, Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Rasim Cinisli ile irtibata geçerek dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ı ziyaret etmesiyle 12/12 çalışma sistemine geçildiğine tanık olmuştuk (Erol Özdemir, “Polis Çağdaş Köle midir”, Polis Dergisi, Sayı 66). Eğer bu bebek doğmasaydı ya da bu görüşme yapılmasaydı insanlık dışı bu çalışma biçimi belki daha da devam edecekti!
Evden altı gün uzak kalmak nere, 12 saat uzak kalmak nere..
Tarihten on yıl sonra, yani 1974’de polis cephesinde başka bir durum yaşanmıştı. Temel hak ve özgürlük taleplerinin iyiden iyiye sokağa yansımasının bir sonucu ve yine büyük kentlerde zorlaşan yaşam şartları nedeniyle Ankara çevik kuvvet polisince 12/24 çalışma sistemine geçilmesi yönünde boykot yapılmıştır. Dönemin emniyet müdürü İsmail Hakkı Demirel Ankara’da 12/24 çalışma sistemine geçilmesi için girişimlerde bulunmuş, ancak yetkililerden olumlu yanıt alamamıştır. Ne var ki bir yıl sonra atandığı Bursa emniyet müdürlüğünde bu defa merkeze sormadan 12/24 sistemini bizzat uygulamaya geçirmiştir. Çevre illerin de katılımıyla bu uygulama yaygınlaşmıştır. (Ancak EGM’nin çeşitli kereler uyarmasına karşın bazı birimlerde hâlâ 12/12 mesaisinin uygulandığı, hatta “İkinci emir” denilerek personelin istirahat edeceği 12 saatine bile müdahale edildiği bilinmektedir.)
Polislik mesleğinin 163’üncü kuruluş yıldönümünü kutladığımız bugünlerde hâlâ 8/16 uygulamasına geçilemediği için tükenişimiz her gün sürmekte ve çeşitli hastalıklarla yüz yüze kalınmaktadır.
Polis teşkilatı mensuplarının en önemli sorunlarının biri de tayin konusuydu. Nesrin Hocanın yazısını okurken ne tür sendromlar yaşadığımızı anımsadım bir kez daha. Tam 9 kere ev taşıyarak tayin yaşamıştım. Üç kez de ev taşımadan.. Belki mevzuat gereği üç dört tayin zorunlu olabilirdi. Ama her fazla tayinde biraz daha gerildik. Tansiyonlarımız yükseldi. İşte bu istenmeyen tayin haberleri ile ilgili olarak Hocamız şunları dile getirmiş:
“O anda hem bedeninizin, hem zihninizin, hatta hem de ailenizin nasıl alarm aşamasına geçtiğini bilirsiniz. Gerilirsiniz, tansiyonunuz yükselir, uykularınız kaçar, ailenizde tartışmalar, gerginlikler başlar. Daha sonra direnç aşamasına geçip, olayın doğru olup olmadığını araştırırsınız; doğru ise tayini durdurmaya, bir başkası ile yer değişikliği yapmaya, diğer deyişle mümkünse durumu değiştirmeye çalışırsınız. Eğer bunlar olmuyorsa yeni yerinize gelip, yerleşmeye çalışırsınız ve bir süre sonra da “alışırsınız”. Bütün bunlar hep direnç aşamasında olan şeylerdir. Ancak eğer bu yeni yerinizde hâlâ daha “istemeye istemeye” çalışıyorsanız, “alışma”nız sadece “koşullanma” düzeyinde kalıp, akıl ve gönül düzeyine ulaşmamışsa, bir süre sonra artık “tükenme” aşamasına geçersiniz ve strese bağlı bedensel, ruhsal hastalıklar, aile sorunları sizi kapıda bekliyor demektir.”
Saatinden fazla çalışıyorsak ya da izin günlerimiz elimizden alınıyorsa acı ya da stres vardır. Yine istemediğimiz tayinle karşı karşıya isek aynı acıyı ve stresi yeniden duyarız.
Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda içimize ne tür hastalıkların girdiğini ve bunun sebeplerini daha iyi anlıyoruz. Şimdi bizi kapıda nelerin beklediğini daha iyi biliyoruz.
Hocamız konunun daha iyi anlaşılması yönünde iki tıbbi örnek de vermiş. İsterseniz bunları da paylaşalım.
Birinci örnek: “Göze toz parçası girdiğinde bir rahatsızlık duygusu (stres) yaşarız. Göz, sistem olarak devreye girer ve o toz parçasını dışarı atmak için uğraşır. Gözyaşı üreterek o parçayı eritmeye çalışır. Göz bunda başarılı olamazsa siz bundan rahatsızlık duyar, yüzünüzü gözünüzü yıkayarak, olmazsa elinize ayna alarak o tozu çıkarmaya çalışırsınız. Yine başarılı olamazsanız yaşamakta olduğunuz rahatsızlık ailenize bulaşır, onlar harekete geçer. Bu, eski durumunuza dönünceye kadar devam eder.”
İkinci örnek: “Parmağınıza bir gül dikeni battı. Deri sistemi, bu yabancı maddeyi dışarı atmak için harekete geçer. Önce acı ve ağrı duyulur. İşte bu ağrı ya da stres bizi harekete geçirir. Bu dikeni çıkarmaya çalışırız. Diyelim çıkarırken bir parçası koptu ve deri içinde kaldı. Bu defa deri dokusu harekete geçer. Dikenin bulunduğu bölgedeki kanın içinde var olan savunma hücreleri, dikenin etrafını sararak, orada iltihap toplanmasına neden olur. Toplanan bu iltihap, bir süre sonra patlayarak dikenin dışarı atılmasını sağlar. Böylece parmağımızın derisi yeniden eski dengesine döner.”
Şimdi de kronolojik bir sıralama yapalım. 163 yılda nereden nereye geldiğimizi Türkiye’de ve dünyada yaşanan gelişmelerle birlikte değerlendirelim. Tozu çıkaracak gözyaşımız olup olmadığını, kanımızda savunma hücresi kalıp kalmadığını bir görelim.
1800’lü yıllardır. Gerileme döneminde olan Osmanlı İmparatorluğunda birtakım ıslahat hareketleri gerçekleştirilmek istenmektedir. İlk olarak 1826 yılında Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında yeni bir ordu kurulmuştur. Bu gücün temelini “Kol” adı verilen taburlar oluşturmuştur (http://www.kkk.tsk.mil.tr/GenelKonular/Tarihce/).
Bu yenileşme hareketlerine paralel olarak 1834 yılında kara harp okulu açılmıştır. 1843’te kurulan ordu sayısı 5 iken, 1848’de bu sayı 6’ya çıkarılmıştır. İç güvenlikle ilgili hizmetler de ordular tarafından yerine getirilmektedir.
Yenilenme hareketlerinin yaşandığı bu yıllara denk gelen 1845’te polis teşkilatı kurulmuştur. İç güvenlik hizmetleri artık ordunun dışında yeni bir birimce yerine getirilecektir.
Jandarma ile birlikte sürdürülen iç güvenlik görevi 1879 yılında müstakilen devam ettirilmeye başlanmıştır.
Başlangıçta başkent İstanbul’da hizmet veren polis teşkilatı, 1895 yılında 15 ilde daha örgütlenmiştir. İllerde polis teşkilatının başına serkomiserler getirilmiştir.
1934 yılında Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu, 1937 yılında Emniyet Teşkilatı Kanunu kabul edilmiştir. (Her iki kanun da maalesef yeterince güncelleştirilememiştir.)
Büyük Önder Atatürk’ün her alanda olduğu gibi polisin de eğitimli olması konusundaki ısrarı ile 1938 yılında polis koleji ile bugünkü adıyla polis akademisi eğitim ve öğretime açılmıştır. (Osman Sulhi Aksu, Polis Emeklileri Dergisi, Kasım 1992, Sayı 485)
Art arda yapılan iki dünya savaşından sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1948 yılında, birinci maddesinde “Bütün insanların birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaları” gereğini ifade eden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan etmiştir. (Türkiye, Bildirgeyi 1949 yılında benimsemiştir).
1950 yılında çok partili sisteme geçilmesiyle iktidar el değiştirmiştir.
1951 yılında yeni iktidarın Başbakanı Adnan Menderes, subay kökenli Servet Sürenkök’ü emniyet genel müdürlüğü görevine getirmiştir. Yeni genel müdür, Türk polisinin daha başarılı olması için neler yapılabileceği konusunda ABD’den getirttiği bir uzmandan çalışma yapmasını istemiştir. Uzman Chris Gugaz’ın ilk tespiti, “Bu sistem yürümez” olmuş ve 8/16 uygulamasına geçilmesini önermiştir. (Erol Özdemir, “Polis Çağdaş Köle midir”, Polis Dergisi, Sayı 66)
1960 askeri müdahalesi sonrasında hazırlanan 1961 anayasası ile getirilen geniş hak ve özgürlükler, 1971 ve 1973 yıllarında yapılan değişikliklerle yeniden sınırlandırılmıştır.
1960’larda, kırsal alandan yapılan göçler nedeniyle kent nüfusu artmıştır. İşçi ve öğrenci kesiminde yaşanan toplumsal hareketlilik, kent yaşamında polisin işini bir hayli zorlaştırmıştır.
1964 yılında 12/12 çalışma sistemine geçilmiştir.
1969 yılında polis akademili öğrenciler, mesleğe dışarıdan mülkiyeli alınacağı ve polis akademisi mezunlarının emniyet müdürü olma şanslarının azalacağı iddiasıyla boykota gitmiştir.
1974 yılında Ankara çevik kuvvet polisince, 12/24 çalışma sistemine geçilmesi yönünde boykot yapılmıştır.
1980 yılı öncesinde yaşanan sağ sol çatışmaları sonunda polis, iç güvenliği sağlama konusunda yeterli olamamış ve ülke, 12 Eylül askeri müdahalesi ile karşı karşıya kalmıştır. Aynı yıl emniyet teşkilatı mensuplarına dernek kurma yasağı getirilmiştir.
Dünyada insan hakları kavramının öne çıkmasıyla ve işkence ve diğer zalimane, gayriinsanî veya küçültücü muamele veya cezaya karşı mücadelenin etkinleştirilmesi amacıyla 1984 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış veya Cezaya Karşı Sözleşme kabul edilmiştir.
Çocuğun toplumda barış, değerbilirlik, hoşgörü, özgürlük, eşitlik ve dayanışma ruhuyla yetiştirilmesinin gerekliliği gözönünde bulundurularak 1989 yılında Çocuk Haklarına Dair Sözleşme kabul edilmiştir. Türkiye, her iki sözleşmeyi de imzalamıştır.
1992 yılında 5000 sivil memur alınarak polisin güvenlik görevine daha da yoğunlaşması planlanmış, ancak uygulama devam ettirilemediği için idari görevler yine polis memurlarınca yerine getirilmiştir.
1995 genel seçimlerinde parlamentoda hatırı sayılır miktarda polis kökenli milletvekili çıkarmamıza rağmen polisin sorunları yeterince ele alınamamıştır.
1996 yılı 3 Kasımında yaşanan Susurluk skandalında “Siyasetçi-polis-mafya” üçgeni içinde polis, ciddi yara almıştır.
1997 Nisan ayında, İçişleri Bakanı; Emniyet Genel Müdürlüğüne, gazeteci ifadesiyle "geceyarısı baskını" yapmış, makamından ayrılmayacağını açıklayan eski genel müdürün yerine kapıları açtırıp, kilitleri değiştirterek gece saat üçte yenisini oturtmuştur.
2000 yılında ekonomik durumlarının iyileştirilmesini öne süren bir kısım büyük şehir çevik kuvvet polisi sokağa çıkarak haklarının verilmesi yönünde boykot yapmışlardır.
Artan terör olayları çok sayıda mensubumuzun şehit olmasına yol açmıştır. 2001 yılında beş polis memuruyla birlikte şehit edilen emniyet müdürü Gaffar Okkan, Diyarbakır’daki ve televizyonları başındaki insanlarımızı kenetlemiş ve muhteşem bir duygu seli yaşatmıştır. Ne var ki onun kurduğu halkla iletişim ve teşkilat içi barış yeterince geliştirilememiştir.
Bütün bunlara rağmen kendi sorunlarımıza yönelip hâlâ 8/16 sistemine geçememiş bulunuyoruz.
Hâlâ istem dışı tayinler yapılarak kendi kendimizi tüketiyoruz.
Terfilerde performans sistemini yakalayamadık. Hâlâ kişisel kanaate göre terfi yapıyoruz.
Rütbe adlarımızdaki “ikinci sınıf”, “üçüncü sınıf” nitelemelerini bile kaldıramadık.
Siyasiler zaten ekonomik durumumuzun iyileştirilmesi yönündeki vaatlerini bir türlü gerçekleştirmiyorlar.
Sayın Hocam, sizin de belirttiğiniz gibi bedenimiz gittikçe tükeniyor.
Ne gözyaşımız kaldı, ne de kanımız içinde savunma hücresi.
Toz da, diken de bir türlü çıkmıyor.
Başka reçeteniz varsa lütfen bizimle paylaşır mısınız? (2008)

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder